Edebiyat
Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...
Hüsrev Hatemi
Türk Dilinin Abideleri ve Şiir
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi[1]
Şiirle Büyümek
Okumayı yazmayı öğrendiğim andan beri ikiz kardeşimle beraber şiire, vezinli söze, kafiyeli söze ilgi hissettik. Biraz yanlış oldu belki, okuma yazmayı öğrenmeye ihtiyaç yok bu ilgiyi hissetmek için. Evde hafızası çok güçlü ve ilkokul deneyimi bile olmadığı halde devamlı Azeri halk edebiyatıyla ilgili örnekleri bize verebilen bir babaannenin dizi dibinde oturmakla, radyolarda çalan o devir şarkılarının şiir özellikli güftelerine dikkat ederek, evde babamın ara sıra söylediği bize de çevirdiği Şeyh Sadi’den, Hafız’dan bir iki mısra dinleyerek şiiri sevmemek çok tuhaf bir şey gibi görünürdü bize. Herkesi kendimiz gibi zannederdik. Sonra ilkokul başlayınca sınıfta çok sayıda şiirle ilgili olmayan, şiir sevmeyen şahıs da olduğunu görünce, dış dünyayı o zaman tanıdık. Evde büyükanne halk edebiyatı örnekleri veriyor, baba Şeyh Sadi’den okuyor, ablam Faruk Nafiz Çamlıbel şiirini okul kitaplarından okuyordu ki; ne güzel, “Bir kuş tanıyorum ki, baharda” şiirini ablam seviyor:
Bir kuş tanıyorum ki, baharda,
Salkımlar açan bahçemin üstünde uçar da
Akşamların ürperdiği bir sesle öterdi.
Ağabeyim Yahya Kemal’e de çok meraklı, yeni şiire de, Fransız şiirine de, yeni sembolist şiiri… Evde Türk şiiri çok sevilirdi. Ağabeyimden başka Batı müziğine yatkın biri yoktu. Hüseyin’le ben de kendimizi hem halk edebiyatına yakın hem de divan edebiyatını anlamasak da ezberlemeye çalışan tipler olarak ortaya çıkmış bulduk. Mesela;
Şeb-i zülfinde kalanlar zulumât ile yürür
İrişen leblerine âbına hayât ile yürür
(Pîrî Mehmed Paşa)
Benim ezberlediğim ve çok sevdiğim bir beyitti. Manasını bilmezdim. Bir gün dördüncü-beşinci sınıftayken misafir odasında babamın yanında, babamın arkadaşlarından birine okuduğumda, adamcağızın utanıp parmak uclarına baktığını hatırlıyorum. Benim divan edebiyatı merakım böyle bir ahengi ezberleyerek, anlayarak da… “Yar yanıma geldi nice duymadım” veya “ Şen Olasın Halep” veya Aşık Garip ile Şahsenem, Köroğlu kitabında geçen koşma üslubuyla yazılmış bütün halk şiirlerini birader de ben de ezberlemiştik. Ancak orta birde bende şiir yazma başladı. Çoğunluğunu yırtıp attım sonra. Üniversite bir – ikiden itibaren yırtıp atmadığım şiirler ortaya çıkmaya başladı.
İlk şiir kitabımı 30 yaşındayken görmüştüm. Ben erken yaşta yayınlayanlardan değilim. Kardeşim benimle aynı yaşta olduğuna göre 61’de kendi bastırarak ilk basılı şiir kitabına kavuşmuştu, 23 yaşındaydı. Ben kendim bastırmak istemedim. Biraz kendimi öksüz sanırım diye düşünüyordum. Bir yayınevi basmazsa insanlar heveskârlık yapıp; “Öksüz sanırım ben kendimi yalnız içerken” güftesinde olduğu gibi, kendimi kendim yayınlarken öksüz sanacağımı düşündüm. Bir fırsat olmasa benim şiirler yayımlanmadan kalsın diye düşünüyordum.
Hayran Olduğu Şairler ve Kendi Şiiri
Benim en çok Yahya Kemal’i sevmem, hemen ona yakın derecede Ahmet Haşim’den etkilenmem, onun gibi şiir yazamadıkça, yazdığım şiirleri küçümsememle geçti gençliğim. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Fuzûlî hayranlığıyla geçti… Kardeşim aruza doğal olarak çok hakimdi… Ben de aruzla yazabiliyordum ama takır tukur buluyordum. Aruza uysun diye seçilmiş kelimelerin takırtısı benim kulağımı rahatsız ediyordu. Ben hece veznini denemeye başladım. Onu da biraz yavan bulup, çoğunu atıyordum. Hece veznini küçümsediğimden değil, benim yazdığım şiirleri Faruk Nafiz’e, Orhan Şaik’e benzetemediğimden. Bu biraz ilkel oluyor diye yazamıyordum. Serbest veznin küçümsenecek bir vezin olmadığının farkına lise sonda vardım. Sonra üniversite bir-ikide serbest vezinle şiirlere başladım. Ama etki olarak, arka fon olarak hiçbir zaman divan edebiyatı eksilmedi benim şiirimden. Serbest vezne geçmekle ne Ahmet Haşim’le vedalaştım, ne Yahya Kemal’le vedalaştım. Ama arka fona Nazım Hikmet de girdi artık. Onun şiirlerini de çok sevmeye başladım. Attila İlhan’la 1960’da üniversite ikideyken karşılaştım. Ben Sana Mecburum kitabını da 1961’de satın aldım ve okudum. Ve ondan sonra Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet gibi Attila İlhan’ı da seven biri oldum. Divan edebiyatı şairlerine geri dönüp onları saymıyorum. Divan edebiyatına sevgim hiç eksilmedi zaten.
Eski Kentte Bir Gece kitabım biraz Attila İlhan havası sezdirirdi. Bazı eleştiri yazılarında da bu yazıldı. Fakat daha ikinci kitapta 1973, “ bazı eleştiri cümlelerinde söylendiğine ben de katılıyorum. Galiba Attila İlhan etkisi olan ilk şiirler dışında benim kendimin bir havası var. Biraz son yıllarda karşılaştım, Alper Gencer’i kendi havama çok yakın bir genç şair görüyorum.
Şiirinin Kendine Özgü Yanları
Yeniyi reddetmemek, fakat eskiyi küçümsemeyen bir hava olduğunu söyleyebilirim. Mesela Prag’ın komünizmi terk etmesiyle, birden bire geçmişini reddeden, daha önce “kahrolası sosyalistler, bize bunları yaptırdılar” demeden sanki arada hiçbir şey olmamış gibi gene Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun bir eyaleti, bir Bohemya Krallığı gibi eski Praglılığa devam…Biz bir devirden ötekine geçerken, eskisini kötüleriz. İşte bende o yok. Cumhuriyet devrini Cumhuriyet devri gibi seven bir anlayışım var. Osmanlı devrini Osmanlı gibi, Selçuklu devrini Selçuklu gibi, İslam öncesi Türk edebiyatını o devir edebiyatı gibi sevmek…
Cumhuriyet Sonrasında Yaşanan Değişimler
Cumhuriyet sonrası sosyal değişimler oldu. Cumhuriyete geçmenin muhakkak ki çok büyük, çok temel etkileri olmuştur. Ama mesela; Fransa’da III. Napolyon Fransası, Fransız edebiyatı tabii ki XIV. Louis devriyle aynı değil. Bu kaçınılmaz bir şey, zamanın geçmesiyle devirlerin, edebiyat anlayışının insanlar arası ilişkilerin değişeceği çok normal. Bunun için benim temelde itirazım pek yok. Değişimi geçmişi kötülemeden yaşamak lazım diye bir sızlanma şeklinde yapıyorum. Acı bir tenkid yok, çünkü zamanın değişeceğini biliyorum. Yani insanlar zamanın değişmesiyle bazı değişikliklere uğrarlar bunu bütün nesiller yaşamıştır. Tevrat’ta da var, eski Mısır papirüslerinde de var. Mehmet Akif’de de var. Mehmet Akif’in Safahat’ında bir kırsal bölgede yapılan düğünde “Eskiden burası ne kadar yeşildi, ne kadar mahsulü bereketliydi” diye Mehmet Akif de Safahat’ta bir şiirinde zamanın ne kadar, tabiatı yozlaştırdığını, insan ilişkilerini yozlaştırdığını söylüyor. Yani bu önü alınamaz, kaçınılamaz bir şey. Gönül elverir ki eskiyi kötülemeden yeniyi yaşayalım, bir de “ne yapılmalı” diye, “bir şey yapamaz mıyız” sorusu içimizde olsun. Benim şiirlere yansıyan “kahrolsun, niye böyle olduk” cümlesi tabii bir şey ama biz buna direnmeliyiz. İnsan iradesi bazı şeylere karşı koymayı da gerektirir. Yalnız fizik, sosyal şartları kabullenmez diye ona sızlanıyorum. Yoksa her değişiklik karşısında sızlanmıyorum. Haksızlık etmemek bir de… Mesela Yahya Kemal hayatında 1950’den sonra tanınan şairlerden pek iltifat görmeden öldü. Yahya Kemal 58’de öldü. Garip akımı şairleri Yahya Kemal’e hayatında pek iltifat yöneltmediler. Eskidi diye düşündüler Türkiye içinde. Ama geçenlerde elimde Fransa’daki Türk Büyükelçiliği’nin 70’li yılların son bir iki senesinde bastırdığı bir Fransızca küçücük bir broşür geçti. Yahya Kemal’i Fransa’ya tanıtıyor, Türk Büyükelçiliği yazdırmış, hazırlatmış. Başyazısını Melih Cevdet Anday yazmış, dışarıya Fransızca anlatırken, Yahya Kemal’e hayatında Türkçe okunduğunda bundan beş cümle söyleseydi Yahya Kemal mutlu ölürdü. Melih Cevdet Anday onun Türk klasik şiirini modern şiirle nasıl uzlaştırdığını, nasıl önemli bir edebiyatçı olduğunu Fransızca anlatıyor. Ama yurt içinde Melih Cevdet Anday bizim klasiklerimiz yoktur diye Attila İlhan’ı isyan ettirmişti aynı yıllarda. Attila İlhan Hangi Batı kitabında, “Bizim klasiklerimiz olmaz olur mu? Bâkî, Fuzûlî, ne güne duruyor” diye yazmıştı. İşte bu davranışa ben karşı koymak istiyorum.
İslam Öncesi ve Sonrası Türk Dilinin Abideleri
Bir: Orhun Yazıtları, iyi ki varlar. İki: Bazılarının zannettiği kadar geç ortaya çıkmamışlar. Bazılarının zannettiği kadar da “ah ulan, ahh” mantığıyla milattan önce 5000’de de 2000’de de bizim yazı dilimiz vardı abartmaları gereksiz. Övünme yalanla karışırsa gençler bu sefer gerçekten de korkuyorlar. Hâmâsi edebiyat diye OrhunYazıtları’nın güzelliğinin tadına varmayı bırakıyorlar.
Hazreti Muhammed’in doğduğu milattan sonraki 6. yüzyılda bir Romalının ne gibi bir cümleyle yazı yazdığını biliyoruz. Eski Yunan edebiyatını da biliyoruz. Hazreti Muhammed doğduğu sırada, Fenikelilerin yazı dilini de biliyoruz. İran’ın da, Zerdüşt dininin kitapları ortada. Ama maalesef daha önce Türk yazı dili diye birşey olmadığı için Orhun Kitabeleri’nden başlatmak zorundayız. Bunu küçük görüp geçmişe doğru belge veya iddia uydurursak, o zaman bir takım gençler her şeyi aşırı ırkçılık zannedip Orhun Kitabeleri’nin zevkine varmayı da bırakıyor, “ben böyle hâmâsi edebiyat okumam” diye.
Orhun Yazıtları
Orhun Yazıtları zannedildiği kadar geç değildir. Fransızca milattan sonraki 8. yüzyıla ait bir belgeyle ilk defa yazı dili örneğini vermiştir. Çünkü daha önceki Fransızca, Keltçe. Keltçe Fransızcanın aynı değil. % 50’si de Latince. Latince de Fransızca’nın aynı değil. Fransızca dediğimiz dilin ilk yazı dili örneği Kral Kel Charles (II. Charles) devrinde yazılmış bir belgedir. Kel Charles da Endülüs Emevi Devleti kurulduktan sonra ortaya çıkan bir kraldır. Yani milattan sonra 8. yüzyıl. Endülüs Emevi Devleti yeni başlamış İspanya’da, Fransız yazı dili çıkıyor. Aynı yüzyıllarda da belki de Fransızca’nın ilk yazılı belgesinden 200 yıl önce önce de Yenisey Irmağı boyunca Orhun Yazıtları yazılmış ama Kel Charles’ın belgesini insanlık biliyor. Ancak Orhun Kitabeleri bilinmek için Thomsen’in[2] okumasıyla 19. yüzyıl sonunu bekleyecek. Bu da II. Abdülhamit zamanı. Biz ancak II. Abdülhamit zamanında bizim dilimizde, milattan sonra 8. yüzyıla ait belge var öğreniyoruz. Bu büyük mutluluk, bunun keyfini sürmeliyiz. “üze kök tengri asra yagız yer kılıntukta ekin ara kişi oglı kılınmış” (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğulları yaratılmış).
Orhun Yazıtları, Türk muhakemesinin en az iki yüz üç yüz yıldır böyle cümleler kurmaya hazır olduğunu gösteriyor. İleri bir yazı dili cümlesi.
Dîvânu Lugati’t-Türk
Dîvânu Lugati’t-Türk’e[3] gelince gene okumadan, -ben lay lay lom tabirim çok kullanırım- lay lay lom anlayışla Dîvânu Lugati’t-Türk’ü basit bir sözleri bir araya getirmek, verdiği şiir örneklerini de şiirsel değeri pek yüksek olmayan ağıtlar, harp şiirleri zannetmek doğru değil. Halbuki Dîvânu Lugati’t-Türk’te hece vezni gibi bir vezinle yazılmış bir gazel beyti sayılacak bir beyit de var:
Artıp durur aşk
Sevgi artıp durur
Ayrılış günü belirir
Ayrılış günü yaralı yüreğine
kirpiklerini kırpıp durma
Dökülen göz yaşların seni ele verir.
“Artup gider sevüklük, Adrış küni belgirer” diye başlıyor. “Belgirer” belirir demek. Gayet güzel. Dîvânu Lugati’t-Türk de iki yeri beni vuruyor. Biri bu. İkincisi Dîvânu Lugati’t-Türk’ün giriş kısmında Kaşgarlı Mahmud “Peçenekler Batı’da bizim dilimizi konuşan Türklerdir” demesini biliyor. Peçenekler o sırada Müslüman değil, Kaşgarlı Mahmud Müslüman. Demek ki bir Türk milleti anlayışı Dîvânu Lugati’t-Türk’de var. Herkesi Oğuzlar’dan ibaret veya herkesi Uygurlardan ibaret bilmiyor. Bir kelimeyi örnek verirse “Bu Oğuz kelimesidir.” diyor. Başka bir kelime sırasında “Uygurların kullandığı bir kelimedir.” diyor. Türk milleti diye bir millet olduğunun din dışında da farkında olan biri ki Kaşgarlı Mahmud Peçeneklerden bahsediyor. “Pek bilmediğim, çok ilerilerde yaşayan bir Peçenekler var.” demiyor. “Bizim dilimizi en Batı’da konuşan da onlardır.” diyor. Peçenekler o sırada Bizans’la savaşan veya yeni Hristiyan olup Bizans’la savaşlara son veren, Bulgarlaşmaya başlayan bir Türk kavmi.
Kutadgu Bilig
Kaşgarlı Mahmud’un bize Türk medeniyetinin İslamiyet’e geçmesiyle yaptığı sıçramadan bahsetmiyor. İşte onun eksiğini aynı yüzyılda tamamlayan biri; Yusuf Has Hacib. Kaşgarlı Mahmud’un kitabında “Buda mabedlerini yıktık biz” diyen Türkler, İslamiyet’i kabul edince Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabında[4] şunu söylemeye başlıyorlar: “Hendese öğrenmek istersen Euclides’in (Öklid) kapısını çal.” Kaşgarlı Mahmud’la Yusuf Has Hacib aynı yüzyılda yaşamış. Biri daha az medeni değil. Kaşgarlı Mahmud da medeni ama konusunu biliyor. O lügat yazma konusu seçmiş. İslam medeniyetinin etki etmediği, Arapçadan önceki Türk dili örneklerini verecek ki “Arapça’dan eksik değil Türkçe” diye kitabı yazış tezine uygun bir kitap ortaya koysun. Metodla yapıyor bunu, İslamiyet’i küçük gördüğünden değil. “Bizim dilimiz de Arap diline yakın dillerden biri” demek için. Onun için İslamiyet’in kattığı kelimeleri almıyor lügatine. Yusuf Has Hacib’in yazdığı kitap tipik bir İslam dönemi ahlak ve genel bilgi ansiklopedisi gibi yazılmış. Birden bire; “Hendese öğrenmek istersen Euclides’in kapısını çal.” İşte İslam medeniyetinin Türk medeniyetine sağladığı sıçrama. Orta Doğu’nun ortak medeniyeti olan Akdeniz medeniyeti Arapların yaptığı tercümelerle, Abbasiler devrinde yapılan çevirilerle islam medeniyetine kazandırılıyor. Oradan İran’a ve Türkistan’a yayılıyor. Yusuf Has Hacib, “Euclides’in kapısını çal, hendese öğren.” diyor. Bu, benim Kutadgu Bilig’in gözümde en çok yer eden cümlelerinden biri.
Hoca Dehhânî, Yunus Emre, Anadolu Türkçesi
Sonra Anadolu Türkçesinin büyüklüğü geliyor. Gene lay lay lomca düşünmede şöyle yanlışlar var: “Mevlana Farsça yazdı. Fakat o sırada biz bilinçsizdik. Resmi dilimiz Türkçeydi. Neyse ki iki yüz sene Karamanoğlu Mehmet Bey geldi. Mehmet Bey, ‘Çarşıda, pazarda herkes Türkçe konuşacak.’ diye bir bağırış bağırdı ki herkesin ödü patladı, herkes Türkçe konuşmaya başladı.” Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe konuşulacak fermanı (1277) yalnız Karamanoğlu Beyliği’nde geçerliydi. Eğer Karamanoğlu Mehmet Bey Selçuklu’da Selçuk sultanının yerini almış olsaydı bu fermanın bütün Anadolu’yu Türkçe konuşturduğuna inanırdık. Fakat Karamanoğlu Mehmet Bey’inki yalnız o sırada kendi beyliğinde söylenmiş bir sözdür. Bu fermandan otuz – kırk yıl önce, Hoca Dehhânî[5] çıkıyor.
Aceb bu derdümün dermanı yok mı
Ya bu sabr itmegün oranı yok mı
Yanarım mumlayın baştan ayağa
Nedür bu yanmagun pâyânı yok mı
…
Begüm, Dehhânî’ye ölmezdin öndin
Tapuna irmegü imkânı yok mı… diyor. “Oran” kelimesi TDK’dan yıllar önce “Ya bu sabr itmegün oranı yok mı” diye Mevlana’nın çağdaşı, sohbetlerinde de bulunmuş Hoca Dehhânî tarafından söyleniyor. Gene Mevlana’nın yirmi otuz yaş küçüğü Yunus Emre, Karamanoğlu Mehmet Bey korkusundan değil kendi içinden Türkçe fışkırdığı için Türkçe kullanıyor. O kadar güzel Türkçeyle… Selçuklu devrinde halkın Türkçe konuştuğunu herkes biliyor. Sadece resmi dil Farsça. Bu da her toplumun başına gelebilir. Bize mahsus bir şey değil. İngilizler de; kendilerinin de Norman istilasından sonra yüz yıl kadar İngilizceyi saray dili olarak kabul etmeyip Fransızca konuşmalarını hiç bir zaman geçmişlerinin başına kakmıyorlar. “Yuh be! Biz Norman devrini yaşamışız, ne bilinçsizmişiz.” demiyorlar. Soğukkanlı tarihçilikle “Evet Norman istilası devrinde saray dilimiz, resmi dilimiz Fransızca olmuş. Sonra 11. yüzyıldan sonra İngilizceye kavuşmuşuz.” diyorlar.
Selçukluların Türkçeyi bozma gibi bir etkileri yok. Henüz yazı dilini yeteri kadar gelişmiş bulmadıkları için veya Gazne Sarayı’nın varisi oldukları için, saray dilini Farsça kabul ettikleri için, onlar Gazneli Mahmud’dan devlet bürokrasisini, saray adetlerini devraldıkları için, kendi bürokratlarını yetiştirinceye kadar Nizâmülmülk gibi anadili Farsça olanları bürokrat olarak kullandıkları için… Mevlana’nın da anadili Farsça. Belh’de doğuyor. Anadili Türkçe olsaydı o da Hoca Dehhânî’den geri kalmaz, Türkçe konuşurdu. Ama oğlu (Sultan Veled), ikinci nesil Anadolulu olduğu için hemen çok güzel bir Türkçeye başlıyor, Karamanoğlu Mehmet Bey’in gelecekteki fermanından korkmayarak!
Sinün yüzün güneşdür yoksa aydur
Canum aldı gözün dakı ne eydür
Binüm iki gözüm bilgil canumsın
Bini cansuz koyasın sen bu keydür
Gözümden çıkma kim bu yir sinündür
Binüm gözüm sana yahşı sarâydur
Böyle konuşan, çok güzel Türkçe konuşan Sultan Veled’i unutuyoruz. Yunus Emre için ancak UNESCO bir yıl ilan etsin de öyle laylaylom mikrofon nutukları atalım diye bekliyoruz.
Yani Karamanoğlu Mehmet Bey’le başlamamıştır Türkçe. Kendi dinamizmiyle, Türk halkının kendi içinden fışkırmıştır. İlk fıskiyelerden biri Hoca Dehhânî’dir. Türkçenin dinamizmi Kutadgu Bilig’le zaten Malazgirt sırasında fışkırmış. Yusuf Has Hacib Malazgirt sırasında yaşıyor ama Selçukluların emrinde değil. Daha doğuda, Türkistan’da yaşıyor. Selçukluların görev bölgesinde değil.
Tabii ki yeni şiir yazılacak. Şimdi herkes otursun da Bâkî gibi şiir yazsın diyenlerden değilim. Ben de öyle yapmıyorum zaten. Zamanın doğal değişmesini kabul edeceğiz diyorum. Ama bu verdiğim örnekteki laylaylomluğa mani olmaya çalışmamız lazım.
Osmanlının Son, Cumhuriyetin İlk Şairleri
Osmanlı’nın son dönemini de Cumhuriyetin ilk dönemini de hazırlayan şahıslar aynıdır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal. Bunlar Cumhuriyetin ilk ama aslında Osmanlının son şairleri. Cumhuriyetin ilk şairleri, hepsi II. Meşrutiyet’in ortaya çıkardığı şairlerdir. Cumhuriyetin ilk edebiyatçıları Ziya Gökalp dahil, Mehmet Akif dahil, Yahya Kemal, Ahmet Haşim de dahil. II. Meşrutiyet, Cumhuriyet devrinin edebiyatının hazırlayıcısıdır.
Yedi Meşaleciler
Eğer yönetim şekli değişikliğini cetvelle çizgi olarak çizersek ilk cumhuriyetçi edebiyatçılar Yedi Meşalecilerdir bana göre. Mümtaz Bey, Cevdet Kudret Solok, Sabri Esad Siyavuşgil. Maalesef bir atımlık barutları vardı ki sonra çoğu edebiyatta devam etmemiş, şiiri 1930’lardan sonra bırakmış şahıslardır. Bir de Orhan Seyfi Orhon’la, Yusuf Ziya da… Gerçi onlar da mütareke devrinde tanınmaya başlayan, Ziya Gökalp’in 1913’de rahle-i tedrisine oturmuş şairlerdir. Ama Yusuf Ziya Ortaç asıl Cumhuriyet şairi olarak Cumhuriyet devrinde tanınmıştır. Orhan Seyfi Orhon da ‘Fırtına ve Kar’ı Cumhuriyet devrinde yayımladığı için daha önce Ziya Gökalp’in çevresinde yazdıklarını biraz atlatıp, -on sene kadar ileriye taşıyıp- Orhan Seyfi’yi, Yusuf Ziya Ortaç’ı, Kemalettin Kamu’yu, Yedi Meşalecileri Cumhuriyetin ilk şairleri sayabiliriz.
Sonra cumhuriyet biraz ilerledikten sonra Behçet Kemal. Cumhuriyet şairi sayılır. Behçet Kemal Çağlar önce biraz hamasi şair, sonra biraz daha lirik şiirler de katıyor. Çok önemli bir şair sayılmaz. Ama her şair çok önemli olmak zorunda değil. O da bir köşe taşı. Behçet Kemal Çağlar, 10. Yıl Marşı’nı yazmasıyla da gene bir işaret taşı gibi bir Cumhuriyet şairi. “Çıktık açık alınla”yı yazan şair… Atatürk’ü öven gençlik şiirleri var. Sonra biraz lirik şiirleri de, Anadolu’yu anlatan şiirleri de var.
Mehmet Akif
Mehmet Akif meşrutiyet şairidir. II. Abdülhamit devrinden hemen sonra şiire hükmetmeye başlamıştır. Dönem olarak tasnif yaparsak şiirini İstiklal Marşı’yla bitirmiş bir şairdir. En zirve şiir denecek şiirlerinden biri Bülbül, biri İstiklal Marşı, biri Çanakkale Şehitleri’dir. Yani Mehmet Akif’den manzume değil şiir denecek on şiir çıkarabiliriz, bu da yeter. Çünkü arka planda Türkçeyi çok başarılı kullandığı, aruza uydurduğu manzum hikayeler, manzumeler var. Şiir lirizmi kazananlardan Safahat’da on tane seçilebilir. Bu yeter bir şair için. Hepsi lirik olan şiirlerden bile üç şiir ancak seçebildiğimiz bir çok şair var.
Nazım Hikmet
Nazım Hikmet de geçmişle “bağımı kopardım” dese bile inanılmayan, koparmamış birisidir. Dedesi Mevlevi, Selanik Valisi Nazım Paşa’nın yanında söylediği ‘Ben de Müridinim İşte Mevlana’ gibi şiirleri var. Yani dini inanışını terk edinceye kadar söylediği samimi hece vezni ile Müslüman görüşünde şiirler var. Sonra Marksizme geçmiş. Ama başka karaktersiz herhangi birinin geçişinde daima, geçmişini ayaklar altına alma, geçmişe küfretme vardır. Nazım Hikmet çatarken “İlmihal kitaplarının yeşil sarıklı iskeleti” der. İslam dininin özüne, Tanrı’ya ve Allah’ın elçisine çatmaz. O terbiye içinde kalmıştır. Mısır’a, Nasır’a sempati şiiri gönderirken, “Mısırlı kardeşim benim köylerimde kelâm-ı kadim okunur senin dilinden” diyen gene Nazım Hikmet’tir ölümüne beş, altı yıl kala. Birçok laylaylom’un yaptığı gibi “Ben artık Marksist oldum” deyip İslam dinine, inanç sahiplerine küfretmez. Mehmet Akif’i de tam yerine koyar. Namuslu bir şahıs olarak Nazım Hikmet ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nurettin Eşfak Bey’e o devrin adamlarından söz ettirirken Akif Paşa’dan “Akif inanmış adam” dedirtir. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nazım Hikmet’in kendi ağzından konuşturduğu şahıs Nurettin Eşfak’tır.
Necip Fazıl
Necip Fazıl’ı Cumhuriyet dönemi şairlerini sayarken ilk onun dışına koyamayız. Abartma yapıyor ama abartmaları kaldırsak da Necip Fazıl vasatın altına düşmez. Gene de bütün abartmalarından soyutlarsak, soyarsak abartmaları; Necip Fazıl’ın Türk diline yumuşak bir söyleyiş getiren, ona inanç da katınca iyice, iyice yumuşayan, duygulu bir dili var. O duygulu dili daha da ileriye götüren iyi bir Türk şairi oluyor.
Necip Fazıl en başta laylaylom genç şairlerdendi. Bohem ve Asmalımescit’deki dönemlerde Abidin Dino’yla arkadaş. Bir gün Abdülhakim Arvâsi’yi ziyarete gidince, Abidin Dino da kendisi de çok etkisinde kalıyorlar. Necip Fazıl’da o zaman değişim oluyor. Bohem bir genç şairken tasavvufa, İslam felsefesine, Kur’an’ı anlamaya yönelen bir Necip Fazıl oluyor. İlk şairliğine hiç bir sözüm yok. Yani bohem devrinin şiirlerinde iş yoktu, onlar şiir sayılmaz demiyorum. Nazım Hikmet’le karşılaştırma yapıyorum. Nazım Hikmet Marksizme geçiyor. Fakat eski şiirler, eski inanışlarıyla küfür alış verişleri yok. Yeni bir inanış biçimine geçmiş, Hz. Muhammed’e, Kur’an’a dil uzatacak kadar ileri gitmiyor.
Hikmet Kıvılcımlı
Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’den de ileri. Hikmet Kıvılcımlı da Marksist ama son notlarından biri; “Kur’an harikulade üslubuyla diyor ki…” diye bir ayet çevirisi. Zaten onu yakından tanıyanlarla da çok konuştum. Hikmet Kıvılcımlı devamlı Kur’an’dan örnek getiren bir Marksist. Ama küfür onda hiç yok.
[1] Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.
[2] Alman asıllı Rus dilbilimci Wilhelm Radloff ile Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen yazıtlarda kullanılan alfabeyi çözmeyi başardılar. 15 Aralık 1893’te bu yazıtların Türklere ait olduğu duyuruldu. Şifreyi açan, ilk okunan sözcük ise; “Tengri” idi, yani Tanrı.
[3] Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugati’t-Türk’ü 1072’de yazmaya başladı ve 1074’te tamamladı.
[4] Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’in bugünkü Türkçe ile anlamı: kut+ad-gu bil-i-g: mesut olma bilgisi. Hicri 462 (1069-70)
[5] Horasan’dan Anadolu Selçuklu hükümdarı III. Alâeddîn Keykubâd veya I. Alâeddin Keykubad devrinde Anadolu’ya geldiği tahmin edilen (Anadolu’da bulunduğu süre için yapılan tahminler: 1298-1302 veya 1220-1237), Anadolu’da divan şiirinin öncülerinden, XIV. yüzyıl Türk şairi.