Edebiyat

Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...

 

 

Rasim Özdenören

Rasim Özdenören

Bizim Nesil Ve Öncesi

Rasim Özdenören[1]

Ben 1940 doğumluyum ve edebiyatla ilgilenmem çok erken yaşlarda başladı. İlk öykümü 1955-56 yılında yazmaya başlamıştım. Daha önce okuduğumuz, elbette bazı öyküler, romanlar oldu. İlk yazmaya başladığımda bir insanın bir anını anlatmaya çalıştım. Zaman içinde anı anlatmaya çalışırken bunu mekana dönüştürdüğümüzde, noktayı adeta anlatmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Beni yazmaya kışkırtan şey bunu başarabilme keyfiyeti oldu. Bunları yazmaya başladığımda tabii Türk edebiyatının, günümüz Türk edebiyatının hangi safhada olduğunun doğrusu farkında değildim.

Dergilerle irtibat kurmaya başladığımda böyle bir genç yazarlar grubunun da doludizgin öykü yazmakta olduğunu gördüm. Bu yazarlar, benim kendi kişisel birikimimde yeri olan Ömer Seyfettin ve ona benzeyen öykücülerle ilgisiz şeyler yazıyorlardı. Mesela lise birinci sınıftayken ilk okuduğum öykülerden birisi, Aşk Rüzgarı diye bir öykü okumuştum. Bu öykü Ömer Seyfettin’in öykücülüğüyle ilgisi bulunmayan bir öyküydü. Bir amatör öykücü tarafından kaleme alınmıştı. Başı belli değil, birden bire başlıyor ve birden bire bitiyor idi. Benim de zaten yazmak istediğim öykü böyle bir öyküydü.

Çevrimsel Kurgu Ve Bilinç Akımı Tekniği

Klasik öyküde malum; serim, düğüm, çözüm, sonuç diye bölümler var. Fakat benim yazmaya gayret ettiğim, yazmayı başarmak istediğim öykü serimi, düğümü, çözümü olmayan şeydi. Anın öyküsünü yazmaya gayret ettiğimde gördüğüm şey şu oldu: O anın içinde insanın bir gülücüğünü kelimelerle resmetmeye çalışıyorum fakat gördüm ki o an kendinden ibaret bir an değil. O anı besleyen kişinin kendi geçmişi var. Bu geçmişe bir yerden uzandığımız takdirde bunu bir edebiyat sanatı olarak nasıl başarabilirim sorusuyla karşılaşıyorum. Soru beni, öykülerimi çevrimsel olarak kurgulamaya götürdü.

Olaya herhangi bir noktasından başlıyorum, kişinin geçmişini, hafızasını yoklayarak hatıralarına uzanıyoruz. O başlangıç noktasıyla bir çemberi çeviriyoruz. 360 dereceye geldiğimizde bazen öykü orda bitiyor ama bazen öykü orda bitmiyor. 360 derecenin tamamlandığı yerden sonra doğrusal olarak da devam etmeye başlıyor. Bazen bu hilal biçiminde oluyor. Tamamlanmamış bir çember gibi oluyor. Ben kişilerin aklından geçenleri, belirli renklerle işaretliyor ve öyle anlatıyordum. Meğer dünya edebiyatında bilinç akımı diye adlandırılan akım zaten bunu yapıyormuş ve zaten bunun, o günün matbaa teknikleriyle denenmesi ve yapılması da çok kolaymış, sonradan bunu da öğrenmiş olduk. Ama ben kendi kişisel yazı hayatımda bunu kendiliğinden denemiş oldum. Benim için önemli olan bu.

Türk Öykücülüğü…

Dünya öykücülüğünde yeri olan iki ana damar Türk öykücülüğünde de neredeyse aynıyla yaşanmış. Bu iki damardan birisi Edgar Allan Poe ve Maupassant’nın, diyebileceğimiz damar, onlardan geliyor. Bir diğer damar da Rus öykücüsü Çehov’dan geliyor. Türk öyküsü ilkin Çehov damarıyla başlamış. Ben bildiğim kadarıyla öyle değerlendiriyorum. Doruk noktasına Ömer Seyfettin’de ulaşmış. Ömer Seyfettin ve arkadaşları veya Ömer Seyfettin’in izleyicileri olarak 1950’li yıllara kadar devam etmiş.

Türk modern öykücülüğünün, bana sorarsanız çok temel taşlarından birisi olan Sait Faik’in ilk öykülerinde 1940’lı yıllarda yayınladığı Şahmerdan ve diğer Medarı Maişet Motoru gibi bu tür öyküler aslında Çehov öykücülüğünün devamı. Ama 50’li yılların başlarında, Sait Faik’in ölümüne yaklaştığı yıllarda yayınladığı öyküler aslında bugünkü modern Türk öyküsünün de ilk öncüleri olarak ortaya çıkıyor. Sait Faik’in hem Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsü hem de aynı adı taşıyan kitabında toplanmış olan öyküleri 1950’li yılların edebiyatçı kuşağının ortaya çıkmasına ve serpilmesine yol açıyor.

Siyaset açısından 1950’li yıllar Türk siyaset hayatında çok partili demokratik dönemin emeklemeye başladığı yıllar. Bana göre o emekleme hâlâ devam ediyor. Bir türlü bebek henüz ayağa kalkamadı diye düşünüyorum. Ama o yılların öyküsüne baktığımızda şöyle bir yorum yapıyorlar. Deniyor ki; ‘Demokrat Parti üç dönem seçildi. Bir 1950, bir 1954, üçüncü seçilişi 1957 yılına tekabül ediyor. 1960 yılı askeri darbeyle hükümet indirildi, yerinden edildi, birkaç idamla neticelendi bu hükümet darbesi. Demokrat Parti özellikle 1957 yılından itibaren muhaliflerine karşı müsamahasız bir tavır sergilemeye başladı.’ deniliyor.

Cumhuriyet Dönemi Ve Garip Akımı

Ve gerek şiirdeki İkinci Yeni’nin, gerek öyküdeki 1950 kuşağının ortaya çıkmasının Demokrat Parti’nin bu despotça – ben çok da doğrusu katılmak istemiyorum buna, ama ben söylenenleri sadece nakletmiş olayım- tavrına bir tepki olarak doğduğunu söylüyorlar. Fakat edebiyat içi değerlendirmelerle hareket edip açıklamaya çalışırsak; 1940’lı yıllar Türk edebiyatında Cumhuriyet döneminin uç vermeye başladığı, Orhan Veli ve arkadaşları, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday’ın dönemi. Cumhuriyet dönemi edebiyatı bence o yıllarda başlıyor. Bunu şöyle kendimce açıklamaya çalışıyorum: Cumhuriyet siyasal anlamda kendi geçmişiyle irtibatını kopartan bir dönümün ve dönem.

Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri Garip Şiiri diye adlandırılıyor. Bu şiir de kendi geçmişiyle irtibatını tümüyle kesmiş bir edebiyat olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla 1930’lu yıllardaki edebiyatı aslında cumhuriyet döneminin asal edebiyatı olarak kabul etmek istemiyorum.  Çünkü o dönemde ürün veren edebiyatçılar aslında Osmanlı döneminde doğmuş, o dönemde kendi edebiyat zevklerini belirlemişler. Ürünlerini o dönemden itibaren vermeye başlamışlar. 1930’lu yıllarda da artık olgunluk dönemlerinin ürünlerini vermeye başlamışlar. Ama bunlar cumhuriyet dönemini temsil eden ürünler olarak görülmüyor. Necip Fazıl olsun, Ahmet Hamdi Tanpınar olsun, Ahmet Muhip Dıranas olsun, Ahmet Kutsi Tecer olsun daha sayabiliriz… Fazıl Hüsnü gene o dönemde ürünlerini vermeye başlamış. Cahit Sıtkı o dönemde, Ziya Osman Saba o dönemde ürünlerini vermeye başlamışlar fakat bunlar Cumhuriyet döneminin tipik ürünleri olarak anılmamalı diye düşünüyorum. Cumhuriyet döneminin tipik ürünleri Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip adıyla adlandırılan şiiriyle başlamış.

Atilla İlhan Şiiri

1950’li yıllarda ise Garip şiirinin ortadan kaldırmaya çalıştığı şairâneliğe yeniden bir dönüş var. Atilla İlhan Sisler Bulvarı şiirini yazıyor 1950’li yılların başlarında. Romantik bir şiir. Efendim, bireysel bir şiir. Aynı zamanda şiir söylemini yeniden mecaza döndürüyor. Halbuki Orhan Veli şiiri nükteye boğuyor. Hayat, fakirlik hayatı, “Cep delik cepken delik, kevgir misin be kardeşlik” sözleriyle özdeşleştirilmiş oluyor. Buna karşı ilk tepki Atilla İlhan’ın şiiriyle doğuyor.

İkinci Yeni

İkinci büyük tepki İkinci Yeni diye adlandırılan ve Türk edebiyatında bence gene o şairlerin, İkinci Yeni şairlerinin arasında yer alan Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” cümlesiyle açıklanabilir. Şiirin gerçekten gelip kelimeye dayandığı, yani imaja dayandığı, şairâneliğe dayandığı bir dönemin adı. O dönemde kelimelerle öylesine oynamaya başlıyor ki şairler, artık anlam da elimizin altından kaymaya başlıyor. Sartre’ın kendi ülkesinde bahsettiği bir durum var: “Yer ayağımızın altından kayıyor gibi düşünüyorduk.” diyor. Türkçe’ye dönüştürdüğümüzde sanki kelimeler artık elimizden kaymaya başlamış gibiydi. Cemal Süreya yazdığı şiirlerden birinin mısra şöyle başlıyor: “Laleli’den kalkıp dünyaya giden bir tramvaydayız” diyor.

Gene o dönem şairlerinden Sezai Karakoç’un dikkatiyle konuşursak o şunu söylüyor: “Bizim klasik şairlerimiz veya daha önceki şairlerimizin trenleri Laleli’den kalkarsa mutlaka Sirkeci’ye giderdi. Varış yeri, terminalleri Sirkeci olur.” diyordu. Ama bu İkinci Yeni’nin şiiri Laleli’den kalkıyor fakat dünyaya doğru yol alan tramvayın içindeyiz. Bizim de yazmaya başladığımız dönem bu dönem oluyor.

Edebiyatta 10’ar Yıllık Dönemler

Biz bu şairlerden, böyle bir edebiyat akımından haberli olmaksızın adeta kelimelerle oynayarak, kelimelere mecazi anlamlar yükleyerek, tümüyle istihareye dönük metinler yazmaya çalışmak suretiyle aslında kendi çağdaşlarımızın durumunu kendi taşra kentimizde, adeta onlara bir cevap olarak veya adeta onlara bir yankı gibi kendi öykümüzü yazmaya çalışıyorduk. Ama bizim bu dediğim insanlardan en az 10 yaş farkımız var. Fakat 1960’lı yıllara geldiğimizde ben Sezai Karakoç’la tanıştıktan sonra onun yazdıklarının edebiyat için yeterli olduğunu düşündüm ve kişisel olarak yazı yazmamaya, öykü yazmamaya karar verdim. Fakat kısa bir dönem sonra birkaç yıllık suskunluktan sonra tekrar Sezai Karakoç’un talebi üzerine öykü yazmaya başladım. Bu tarihte artık ne yaptığımı, ne yapmam gerektiğinin tümüyle bilincindeydim.

Hem kendi kişisel edebiyat tarihçem açısından, hem de Türk edebiyatının genelinden şunu söyleyebilirim: 1920’li yılların ayrı bir karakteri var. 40’lı yılların, 50’li, 60’lı ve günümüze kadar gelen her 10 yılda Türk edebiyatı kendine göre bir karakter kazanmış ve bu karakteri de yansıtabilmiş.

30’lu yılların karakterinden bahsettik. 30’lu yılların karakteri aslında Cumhuriyet dönemine yansıtmıyor. Osmanlı döneminde yetişmiş edebiyatçıların olgunluk dönemi ürünlerini verdiği dönem. Orhan Veli ve arkadaşlarının şahsında, Cumhuriyet dönemini karakterize eden öyküler olarak 40’lı yıllarda yayınlanmış oluyor ki, şiirle öyküyü birbirlerini yansıtan aynalar olarak farz ettiğimiz takdirde böyle bir dönem oluyor.

Nesirde Nurullah Ataç’ı söyleyebiliriz. Ataç her ne kadar 30’lu yılların edebiyat nesline mensup olsa bile kendisini cumhuriyet dönemiyle özdeşleştirmiş ve kendisini cumhuriyet döneminin en karakteristik yazarı olarak ortaya koymuş. Bu benim kendi değerlendirmem. O da çünkü denemelerinde keyfiliğe başvuruyor. Yazdığı denemelerde, eleştirmelerde ‘bazıları öznel’ diyor ama bence keyfi bir yazı. Eleştirmelerinde ‘beğendim, beğenmedim’ diye tümüyle keyfiliğe dayanan değerlendirmeler yapıyor. 1950’li yıllar Türkçe’nin İkinci Yeni marifetiyle kendi içinde yaptığı bir atılım olarak ortaya çıkıyor.

Necip Fazıl, Sezai Karakoç

60’lı yıllar kendisini Müslüman olarak izah eden, tanımlayan yazarların ilk başlangıç kuşağı. Sezai Karakoç’un şahsında ve bizim neslimizin geldiği kuşak. Biz Sezai Karakoç’tan bir nesil sonra edebiyat dünyasına adımımızı atmış olmakla beraber Sezai Karakoç’un nesriyle ve şiiriyle beslendik. Sezai Karakoç da Necip Fazıl’ın nesriyle ve şiiriyle besleniyor. Necip Fazıl’ın şiir olarak ürünleri 1930’lu yıllarda… 30’lu yılların şiiri olarak kabul edilmekle beraber, nesri 50’li, 60’lı. 70’li yıllarda oldu. 1983’te ölünceye kadar, kendisini Müslüman olarak tanımlamak isteyen yazarları besleyen kaynaklardan biri olmuştur. Bu şu anlama gelmez: Bundan sonra gelen, gerek Sezai Karakoç ve onun nesli, gerek ondan beslenen bizim neslimiz tümüyle Necip Fazıl’dan beslendi veya onun taklitçisi olarak kaldı. Bu anlamda söylemiyorum. Ama onun etkisiyle, yani Necip Fazıl’ın açtığı ana caddede yürümek isteyen yazarlar neslinin başlangıcı 1960’lı yıllarda.

Bizim Nesil

Bizlerin ise 60’lı yıllarda yazıyor olmakla beraber esas itibariyle 1970’li yıllarda ürünleri kitap haline geliyor. Arkadaşım rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları ki Türk edebiyatının çok özgün şiirlerinden birisi, 1968 yılında yayınlandı. Benim 1968’de çıkan ilk öykü kitabım Hastalar ve Işıklar adını taşıyor. Gerek Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları, gerek benim ilk öykü kitabım Hastalar ve Işıklar, bunların da bir öncesi yok kendi edebiyatımızda. Her ne kadar üslup itibariyle ilgiler elbet kurulacak. Çünkü her edebiyatçı, her yazar; kendi edebiyat geçmişini, kendi edebiyat tarihini kendi şahsında belirler, kendi şahsında o birikimi taşır. 70’li yıllarda bizim diğer öykü kitaplarımız yayınlandı. Bu kitapların arasında Çok Sesli Bir Ölüm kitabı var. Bu Çok Sesli Bir Ölüm’de birkaç tane köy öyküsü var. Bu öyküler aslında Türk edebiyatının 1940’li, 50’li, 60’lı yıllarında dolu dizgin gitmekte olan, köy edebiyatıyla bugün, Türk edebiyatında köy edebiyatı diye anılan bir tür öykü ve roman yazımına, retoriğine muhalefet eden yazılar.

O öyküler yani köy romancıları, köy öykücüleri denilen yazarların öyküleri insanı karakterize ederken belli bir şablona oturtuyor. Genelde bu insanlar kendilerini sosyalist olarak tanımlıyorlar. Sosyalist olarak tanımlayınca olaya Türk toplumunun, Türk siyaset hayatının realitesine ideolojik açıdan bakıyor, sınıfsal açıdan bakıyor. Türk toplumu da sanki Batı toplumları gibi, sınıflara ayrılmış gibi telakki ediliyor. Halbuki Türk toplumunun geçmişinde, bana sorarsanız realitede ne burjuvası var, ne aristokratı var, ne işçi sınıfı var.

Türk toplumunun toplumsal ve siyasal hayatına baktığımızda, bizim geçmişimizde feodalite olmadığı gibi onun devamı olan proletarya yok.. Sınıf olarak değil ama bir işçi zümresi var. Ama bu zümre Batı’da olduğu gibi belli bir sınıfın temsilcisi olarak ortaya çıkmış değil.  Bunun içinde hem aristokratların mensupları var hem fakir insanların temsilcileri var. Fabrika işçisi fabrika işçisidir. Zengin aileden de gelse fakir aileden de gelse. Halbuki bu sınıf tanımı Batı’da ayrı bir temellendirmeye dayanıyor. Bizim köy romancıları ve köy öykücüleri öğrendikleri bu sınıfsal realiteyi, mevcut olmayan Türk toplumsal hayatına uygulamak suretiyle çarpık bir insan tipi ortaya çıkarttılar. Biz şimdi çarpık insanı yerli yerine oturtmak suretiyle anlatmaya çalıştık ve birkaç örneğini vermeye çalıştım. Bu insanların da üzülebilecekleri, köylü de olsa efendim, maraba da olsa, sömürülen insanlar da olsa; öyle onların tabiriyle o ideolojiyi benimsemiş insanların deyimini benimseyerek kullandığımızda, böyle de olsa netice itibariyle insan olarak bakılabileceğini göstermeye çalışan bu ürünleri vermeye çalıştım. 70’li yıllardaki durum da bu. 1980’li yıllarda, 90’lı yıllarda Türk öyküsü yeni bir nesille birlikte gerçekten yeni bir evreye girmiş oldu.

[1] Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.