Türkiye'nin Kadın Meseleleri
Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.
Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008
Ayşe Önal
Çift Dikiş Keder
Kadın katili erkekler üzerine gerçek öykülere dayanan kitabı 10 dile çevrilen gazeteci Ayşe Önal “Namus cinayetleri yoksulların adam yerine konma aracıdır ama tam tersi olur” diyor.
Türkiye’de ki akımların kopya olduğunu düşünüyorum yani çok Batı kopyacılığı. Batı’da bir sorun, toplumsal bir sorun üstünde gelişmiş felsefi hareket, bizde kendi toplumsal problemlerimize hiç uyarlanmadan kopya olarak alınıyor.
Batıda ki feminist hareket kadın iş gücünün fazlalığı, kadının daha az para kazanması üzerine bir hareketti. Türkiye’de böyle bir sorun yok ki, ne Osmanlı döneminde ne de daha sonra ki yani Cumhuriyet döneminde daima kadının ekonomik güvencesi erkek tarafından sağlanır. Batı da sadakat ve ekonomiye iki alan olarak bakıldığında, adam karısını aldatırsa parasını da vermez ve gider. Türkiye’de öyle bir şey yok, Türkiye’de adam karısını aldatırsa ya da üzerine herhangi bir nikahla yani adını koyamıyorum, bir ortak eş daha getirirse de bakar. Yani adam geleneksel olarak ona bakmakla yükümlüdür.
Batıda bu olmadığı için kadın kocasını kaybettiği zaman ekonomik hayatını da kaybediyor. Türkiye’de öyle bir şey yok. Türkiye’de para kadının kontrolü altındadır. Osmanlı döneminde de, şimdi de. Ama hangi Türkiye’de bu böyledir, belki ona bakmak lazım. Ben Türkiye’de küçük şehir kökenli grupta problemin Batı’daki kadın problemine eşit olduğunu düşünüyorum. Çok yakın olduğunu çünkü zaten Batı modeli bir hayat var. Ama kırsal alanda ya da geleneksel toplumda, Batı’yla hiçbir alakası yok kadın sorununun. Bambaşka bir sorun. Evet, şiddet var, Batı’da da şiddet var. Batı’da şiddet olunca adam onun ekonomik hayatını dahi güvence altına almıyor. Dövüyor gidiyor.
Anahtar Bize Özgü Olmalı
Türkiye’de öyle değil ki, dövdü mü hastaneye de götürür. Dolayısıyla bir soruna çare aradığınız zaman toplumsal sorunun kendi geleneksel, kültürel, dini, tarihi ve siyasi özelliklerini bir arada anlamak lazım. Bu nedenle ben kopyacı eğilimlere hiç ilgi duymadım. Bu sadece feminizmde olmadı. Ben bir liberal olarak Türkiye’yle Batı arasında ki sorunları çok farklı yorumluyorum. Toplumun adil, daha hakkaniyetli bir yere ulaşmasının Batı’daki cevapları, Batı’nın geldiği sosyal refah… Olabilir ama oraya gidecek yolda kullanacağımız anahtarların bence bize özgü olması lazım.
Soldaki Kadının Acıları
Bence 80 sonrası feminist harekete katılan, sol tecrübeden gelmiş olan kadın arkadaşlarımız aslında kendi acılarını feminist hareket içerisinde yoğurdular. Aslında onların tanıdıkları bir geleneksel Türk aile hayatındaki sıkıntılar yoktu.
Onlar kendileri Batı’daki 68’de başlayan hareketlerin Türkiye versiyonu, çok ezildiler. Hiçbir zaman özgür olmadılar, hiçbir zaman kendilerini ifade etmediler. Daima erkek şefler vardı, daima erkek yönetimi altındaydılar. Çok büyük kısmı otoriteye karşı – devlet otoritesi ondan daha güçlü otorite düşünülemez – otoriteye karşı inanılmaz bir mücadele hatta canını kaybetmek pahasına mücadele verirken çok daha küçüğü, örgüt otoritesine daima boyun eğdi bu. Hatta bu sol kendi siyasi ahlakını yaratmadığı için 80’den sonra küçük burjuva siyasi hareketi bu alandan çekilip, gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman bence çok ağır şeyler yaşandı.
Küçük burjuva hareketi sol siyasi alandan geri çekilip bu alanı tamamen gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman, zaten kendisinin de imar edemediği bir siyasi ahlak kuramama sorunu vardı. Bu alanı onlara teslim ettiği zaman o kadar iş ileriye gitti ki kadınlar tamamen örgüt şeflerinin emriyle tırnak içinde sol adına, ben asla kendimi sol olarak tanımlamıyorum. Tırnak içinde sol adına kendi kız kardeşlerini, kendi yakın kız arkadaşlarını öldürdüler. Yani iş oraya kadar vardı. Dolayısıyla bir dehşet, bir kaosun hareketi olarak doğdu belki feminizm, bütün bunların reaksiyonu. Hiçbir zaman itiraf etmedi, biz aslında kendi acılarımızdan bir hareket, bir eğilim yarattık. Aslında Anadolu’daki kadından çok da farklı değildik, meselesine hiç bakmadılar. Tıpkı Kürt hareketinde bakmadığı gibi. O nedenle ben bu eğilimlere ilgi duymadım.
Hangi Türkiye, Hangi Kadın?
Ben insan haklarının her alanına baktım. Çünkü toplumda bir hakla ilgilenmeye başladığınız zaman, en aşağıdakinin haklarıyla ilgilenirseniz, kalan herkesin haklarını zaten sağlamış olursunuz. Yani tıpkı şehir gibidir, bir şehri sakatlara göre yaparsanız herkes için kolaylaştırılmış, herkes için kolay bir şehir yapmış olursunuz.
İnsan hakları da böyledir, hiçbir zaman toplumun gerisinde, en altında kalan insanların haklarına bakmadık biz ve dolayısıyla sınıfsal olarak baktığımız zaman yani üniversiteyi bitirmiş, çalışan bir kadının bir kırsal alanda ki, Trabzon’lu, Karadenizli bir kadınla aynı sıkıntıyı yaşadığını var sayarak hareket ettik. Halbuki hangi Türkiye, hangi Türkiye’nin hangi kadını.
Hangi Türkiye’nin hangi kadını ortaya çıktıysa o kadın öbür kadını istemedi. Meseleleri etnik ve dini temelde kimliklendirdiğiniz zaman verdiğiniz çözüm de yeni bir gerginliğe yol açıyor. Bu nedenle en alttakinden çözümü kavramaya başlarsak, yukarıdakiler içinde kolaylaştırmış oluruz. Bence çözüm buydu.
Sözde Töre Cinayeti
Şimdi bir kere tabi ben töre cinayeti kelimesine şiddetle karşıyım. Hani sözde Ermeni meselesi varya, onun gibi bu sözde töre cinayeti diye. Bu namus cinayetidir . Aslında bence kadın para eden bir şey çünkü ben bu çalışma sırasında gördüm ki zengin yerlere kaçmış kızlar öldürülmediği gibi, tırnak içinde prenses halindeler. Çünkü bütün aile ondan bir gelir, ömür boyu güvence bekliyor ve alıyor. Dolayısıyla işin arkasında bir kere çok ağır bir kadın yoluyla zenginleşme umudu var. Aile kadın yoluyla zenginleşecekken, milli piyango kaybetmek gibi bir şey yaşıyor. . Bence en önemli sorun bu.
İkinci sorun; kadınlar bir kere kurban oluyorlar, erkekler iki kere kurban. Namus cinayetlerinde erkek maktüllerin, ölen erkeklerin sayısı kadınların iki katı. Biz onu hiç görmüyoruz. Cinayeti erkeklerin işlediğini düşündüğümüz için görmüyoruz. Oysa biraz geriye bakmak lazım. 80’lerde Türkiye Cumhuriyeti çok modernleştiğini, çok Batılılaştığını iddia eden bir Cumhuriyet. Dönüp bakalım, neden rejim kendi kelimesiyle bu kadar ilgilenirken, aşağıda ki halkın birbirini öldürmesi hiç ilgilenmemiştir. Neden vatandaşın birbirine karşı işlediği cinayet rejimin sonu değildir de, rejime karşı işlenmiş cinayetler rejimin büyük sorunudur. Çünkü bu Cumhuriyet Batılılaşamamıştır.
Batılı olmak demek vatanı değil, vatandaşla ilgilenmek demek. Çok temel olarak böyle bir şey var. Namus cinayetleri kavramında hukuk, din ve toplumsal etik, toplumsal ahlak hiç bakmamıştır. Toplumsal ahlak nasıl bakmamıştır, nasıl bu kadar iddialı. Çünkü toplumsal ahlakı, eğer biz Batılıysak, koruyacak olan, hatırlatacak olan, toplumsal vicdan oluşturacak olan medyadır. Medya pek çoğu da kadın yöneticiler dahil olmak üzere yıllardır, 2002’ye kadar AMNESTY (Uluslararası Af Örgütü) başkanının gelişiyle bu meseleye ilgi göstermiş sonra da bunu gerçekten başkalarını da ilgilendirir hatta bir kar, bir repitasyon kazanımı haline dönüştürmüştür.
Feministler Bu İşi Çözemez
Cumhuriyet kurulduğundan 2002’ye kadar tekrar altını çiziyorum, kadınların öldürülmesi medya açısından bir sorun olmamıştır. Ne zaman ki Batı dünyası Türkiye’deki kadına şiddetle ilgilenmeye başlamış o zaman medyanın gündemine girmiştir. Ama burada da kullanılan çözümler feminist bir hareketin himayesine girmiştir. Bu da çözümü geciktirmiştir.
Feministler bu işi çözmez. Benim feminist birisi olduğumu varsayalım, bir feminist olarak benim namus cinayetini yapan insanlar üzerinde nasıl bir etkim olabilir ki. Ben onların dinleyeceği bir kanaat önderi olamam. Kimi dinler? Hukuk, din ve eğitim ama benim kast ettiğim eğitim okul eğitimi değil. Yani artık 21. Yüzyıl’ın dini haline gelmiş olan televizyon birlikte hareket etmek zorundalar. Koordineli, üçü birlikte hareket etmezse yasa, din ve televizyonla birlikte hareket etmezse meseleyi çözemezsiniz.
Namus cinayeti işleyen toplam 16 erkekle görüşmeye gittim. Ancak 12 tanesi ile görüşebildim. Çünkü diğer 4 erkek bir cinayet işlediğinin farkında bile değildi. Ben görüşmeye gittim, toplam görüşme süresi 5 dakikayı geçmedi. Çünkü onlar katil olduklarının bile farkında değillerdi. O kadar acıklı durum.
Acıklı Bir Paradoks
Neden öldürüyorlar, sadece başları dik olarak mahallede gezmek için öldürüyorlar. Sadece başı dik gezmek için. Fakat işin acıklı tarafı öldürdükten sonrada başı dik gezemiyorlar. Çünkü bu kez de ekonomik olarak yoksul ailelerden geldikleri için ekonomik olarak çöküyorlar, ekonomik olarak çöktükleri için zaten ekonomik olarak çöken birisine mahallede, küçük yerlerde bir değer atfedilmediği için… En çok istedikleri şey için öldürüp, o en çok istedikleri şeyi öldürdükleri için kaybediyorlar. Müthiş bir paradoks. Çok acıklı bir paradoks.
Ben buna çift dikiş keder diyorum, tam çift dikiş hani İngilizce söyleyecek olsak hani duble keder gibi, çok acıklı. Ve hiçbir çıkışı yok. Cezaevine gittiği zaman da yapayalnız, kimse tarafından ziyaret edilmeyen insanlar olarak kalıyorlar. O zaman kendilerini erkek kimliğiyle bir kere daha tanımlayıp, bir küçük grup yaratıyorlar. Benim çok ilgimi çeken şey şu oldu, yeni öldürmüş insanlarda müthiş bir öfke ve gerginlik var. Cinayetin üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olanlarda müthiş bir pişmanlık ve acı var. Ben sizin de gördüğünüz gibi öldürdüğü kardeşinin resmini üst cebinde taşıyan ve ondan bahsederken ağlayan, ranzasının üstüne koyan insanlar gördüm.
Ama o yıllarla çok ilgili, insana ilk bakışta hani yeni öldürenin pişman olduğu ve yıllar geçtikçe de eski öldürenin daha öfkeli olduğu görülüyor. Bence Türkiye bu problemi, çözerken, cinayet işledikten sonra, üstünden çok süre geçmiş insanlara eğer öldürmeselerdi sorusuyla pişmanlıklarını halka aktarabilir. Bunu tek yapacak olan televizyon. Tabii ki televizyon deyince, din adamlarının kurtulma ihtimali yok. Din adamları da bu büyük suçun, tıpkı televizyon yöneticileri gibi ortağıdır, gazete yöneticileri gibi. Ben mesela Ertuğrul Özkök’le bu işin çok ortağı buluyorum, namus cinayetlerini. Çünkü Hürriyet 3. sayfanın önderidir Türkiye’de.
Din adamları da tıpkı Ertuğrul Özkök kadar sorumludurlar çünkü ellerinde ki o büyük gücü hiçbir zaman kadınların öldürülmesinde engellemek üzere kullanmamışlardır. Şimdi çok yeni yeni yani hükümetin bu konuda ki duyarlılığı, AB’nin duyarlılığı, AMNESTY’nin duyarlılığı, sivil toplum kuruluşlarının duyarlılığı ile bir şey başladı. Ama bu da çok acıklı benim için, öldürülen kızların durumuna aday kızlar örgütlenmesiyle olmuyor bu iş. Yani öldürülenlerin yada öldürülme adayları isyanıyla bir toplumsal problem haline gelmiyor. Biz yukardan bakarken üzüldüğümüz için ilgileniyoruz. Onun için bir problem var ortada.