Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Reddimiras meselesi sadece bireysel hukukta değil, ulusların tarihinde de söz konusu. Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik Devrimi, Çin’de Mao dönemi, eski rejimleri kötülemek ve dahi izlerini yok etmek, yeni bir insan ve ulus yaratmak için uygulamış. Modern Türkiye Cumhuriyeti de Fransızlardan ilham almış. Bu reddimiras meselesi bir yüz yıl sonra bile bitmeyen pek çok tartışmanın da kaynağı olmuş.

Reddimiras geçmişle bağı tamamen koparmak mıdır, yoksa yeni kurulan rejimlerin kendilerini sağlama alması için attıkları bir adım mıdır?” tartışması ayrı bir konu. Gazeteci Murat Bardakçı’nın “Reddimiras” ismiyle yazdığı kitap bu konuyu iki örnek çerçevesinde ele alırken, bir yönüyle komik bir yönüyle de trajik bir devlet öyküsü de koyuyor ortaya. Bardakçı konuyu arşiv çalışmaları çerçevesinde ele almış, ancak kaleme alırken adeta bir polisiye gibi yazmış. Okurken kah hüzünleniyor, kâh gülüyor, kâh da “olmaz ki bu kadar şuursuzluk” deyiveriyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın olayların akıldışı geliştiğinin altını çizmek isterim.

HAZİNENİN BİTMEYEN DEVRİÂLEMİ

Topkapı Sarayı ile İstanbul’un diğer müzelerindeki hazine eşyası 1. ve 2. Dünya Savaşları senelerinde muhafaza maksadıyla iki, devletin yeni başkentinde bulunmaları ve satış düşüncesi ile de iki defa olmak üzere toplam dört seyahat yapıyor. Hazine 1. Dünya Harbi sırasında Konya’ya gönderiliyor, savaştan sonra iki defa Ankara’ya gidiyor, orada kasalara konuluyor, satılmaları için Fransa’da girişimlerde bulunuluyor ve İstanbul’da kalan eserlerden bazıları da 2. Dünya Savaşı senelerinde muhafaza edilmeleri için Niğde’ye gönderiliyor. En nihayetinde 1952 yılında asıl yerlerine Topkapı Sarayı’na geri dönüyor.

1927 yılında satışa çıkarılma girişimine konu olan değerli eşyalar arasında 13. yüzyıldan beri Osmanlı ailesinde biriken kıymetli mücevherler ve Medine Müdafii Fahreddin Paşa’nın 1917’de İstanbul’a gönderdiği Medine Emanetleri de bulunuyor. Türk hükümeti bir kuyumcu aracılığıyla bunu Fransa’da mezatla satışa çıkartmak istiyor. Bu sürecin öyküsü kitapta detayları ile var. Olayların içinde en dikkat çekicilerinden biriside büyük bir zümrüt parçasının Paris’te tahlil ettirilmesinin ücreti olarak 693 lira ödenmesi için 24 Haziran 1928’de çıkartılan Bakanlar Kurulu kararı.

Hazinelerin satış girişimindeki tüm süreçler birbirinden ilginç. Ama nihayetinde satış mümkün olmayınca Maliye Bakanlığı’nın üç anahtarla açılan kasalarına konuldu. Maliye Bakanı, Danıştay ve Sayıştay başkanlarına birer anahtar verildi. Kasalar 1934’te Merkez Bankası’na nakledildi. Sonra bunlar unutuluyor! 1951’in Nisan’ında Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’nın mahzenlerinde içinde nelerin olduğu bilinmeyen kilitli kasalar bulunuyor. Lakin devlet hangi anahtarın kime ne zaman verildiğini, anahtarları teslim alanlar da kasaların mevcudiyetini tamamen unutmuştur…Konu ibretlik!

HDP’NİN KURULUŞU VE DURUŞU

“Kürt kimliğini” merkeze alan bir partinin Halkın Emek Partisi (HEP) ismiyle siyaset sahnesine girmesi 1990 yılında oldu. 1989 yılında Paris Kürt Enstitüsü’nün Paris’te düzenlediği Kürt Konferansı’na katıldığı için SHP’den ihraç edil yedi Kürt milletvekiline, SHP’den ayrılan üç milletvekilinin daha katılmasıyla 1990 tarihinde HEP kuruldu. Ekseninde Kürt meselesi ve Kürt kimliği vardı. HEP, 1991 yılında yapılan genel seçimlere SHP ile ittifak yaparak girdi ve parlamentoda 22 milletvekili ile temsil edilirken pek çok krize de sebep oldu. Bu krizler ile kapatılan her partinin ardından Kürt siyasetçiler başka isimlerle kurdukları partiler altında varlıklarını sürdürdüler. HEP geleneği DEP, ÖZDEP, HADEP, DTP ve BDP ve HDP ile devam etti, siyaset sahası terk edilmedi. Her kapatılmanın ardından oylarını artırarak yeniden geri geldikleri görüldü. Parti kapatmaları en çok CHP’nin ve Akşener’in de içinde olduğu hükümetlerin dönemlerinde yaşanmış. Bu nedenle bugün CHP’nin başı çektiği ve içindeki her unsurla kavgalı oldukları Millet İttifakı’nın destekçisi olmalarını tuhaf buluyorum.

Halkların Demokratik Partisi HDP 2012 ‘de kuruldu. Bu parti Öcalan’ın bir projesi olarak doğdu. HDP’yi kurgularken Öcalan’ın HDP’den beklentisi etnik temelli siyaseti aşmaktı ancak radikal sol söyleme yaslanarak toplumsal kesimlerle iletişime girmek ve onları ikna etmek zor oluyordu. HDP Türkiye’den uzak radikal sol fikir ve grupların etkisinden çıkıp Türkiye merkezli bir siyaset üretmesi bugün de pek imkanlı görünmüyor. HDP bu sefer bunu Millet İttifakı’nın adayının yanında durarak deniyor.

“EN CAKALI PEŞREV YAPANA, GÜRÜLTÜ KOPARANA HAK VERİRLER…”

Sosyal medya kavgalarına kızarken, sanal olmayan basın tarihimizdeki kavgalara bir göz atayım dedim. Arada çok fark görmediğimi de söylemek isterim.

Türk basın tarihine “polemik” kavramı ilk kez 1860 yılında Ceride-i Havadisile Tercüman-ı Ahvâl gazeteleri arasında yaşanan tartışma ile girmiş… Bu polemiğin konusu ise Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilen Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” isimli oyunu. Şinasi Efendi ile başlayan Türk gazeteciliğinde “rezil, dinsiz, edepsiz” tanımlamalarıyla girişilip, “gerici, liboş, dönek, yağdanlık, gerzek, iki metrelik cüce” nitelemelerine dek uzanan bir küfür edebiyatı sözlüğümüz var. Basın tarihimizin kalemşörleri en iyi durumda tepeleri atınca birbirilerine “Ben senin cemaziyelevvelini bilirim.” deyivermişler. Tıpkı bugün olduğu gibi… Nisbeten daha incelikli:)

Basın tarihimizde en sert tartışmalar Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında yaşanmış. Nâzım, 1935’te bu kavgayı güreşe benzeterek işin usulünü şöyle açıklamış: “… bu güreşte…gerçekten sırtın yere geldi mi diye bakmazlar; en çok cakalı peşrev yapana, gürültü koparana hak verirler.”

Özetle sosyal medyaya kızıyoruz ama klasik medyada da durum pek farklı olmamış. Bu kubbede baki kalanın bir hoş sada olduğuna inanarak biz yine de seviyemizi koruyalım.