Edebiyat

Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...

 

 

Doğan Hızlan

Doğan Hızlan

Doğan Hızlan’ın Anlatımıyla Yeni Türk Edebiyatı

Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.

Cumhuriyet dönemi edebiyatı dediğimizde hiç kuşkusuz Cumhuriyet’ten önceki yenilik hareketlerinin de devamı biçiminde anlıyoruz. Ama ortaya çıkan durum şöyle özetlemek lâzım: Her yeni rejimin edebiyata yansıması, edebiyattaki iz düşümü ve tartışma konusu olur.  Tanzimat’tan sonra başlayan roman ve gazete yazıları; bir takım türler girmiş Türkiye’ye. Ama cumhuriyetin bilinçli seçimi Batı kültürü, Avrupa kültürü diyelim buna. Avrupa kültürü olunca tabii türler de türlerin ışığında yeni rejimin anlatılması da bir modern hareketin başlatıcısı.

Her rejimin yaygınlaşması için, kamuoyuna ulaşması için kalıcı nitelik kazanması için kültür adamlarına ihtiyacı var. Gerçekten de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu düşünün, Halide Edip Adıvar’ı düşünün, Falih Rıfkı Atay’ı düşünün… Bunlar Cumhuriyeti yazdılar ve Cumhuriyeti tartıştılar, Cumhuriyetin niteliklerini de kamuoyuna duyurdular. Kimisi eleştirel biçimde, kimisi de doğrudan doğruya tespit biçiminde…

Cumhuriyet ideolojisini sevdirme…

Bütün, devrimlerde, bütün siyasi hareketlerde rejimin yazarları vardır. Burada amacı sadece rejimi sevdirmek, rejimi güdümlü biçimde değerlendirmek olarak algılamıyorum ben. Doğrudan doğruya rejimin yazarları, yeni bir dönemin yazarları olarak nitelendiriyorum onları. Hâlâ da Cumhuriyet’in çıkış yıllarını ele aldığımızda bu romancılara bakıyoruz, değil mi? Bir Kudüs, sayım meselesi söz konusu olduğunda başvurduğumuz kaynak Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet ilk yıllarında yine başvurduğumuz kaynak Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, belki de eleştirel bakışıyla Sabri Ertem.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halit Ziya Uşaklıgil

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, sonrasında Halit Ziya Uşaklıgil… Özellikle ikisinin adını anmak gerekiyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyet döneminin değişik yönlerini, geçirdiği evreleri, karşıt düşünceleri de içeren görüşlerini yazmış biri. Panorama’yı düşünün, Yaban’ı düşünün, Erenlerin Bağında’yı düşünün ve arkasından Ankara’yı düşünün. Belki de Cumhuriyetin en tartışılması gereken malzemeyi belgeleriyle sunan Yakup Kadri Karaosmanoğlu bence.

Garip Üçlüsü, Yeni Bir Dil, Yeni İnsanlar…

Tabii o dönemde bir Yedi Meşale hareketi var. Bundan önce Servet-i Fünun’u da unutmamak gerekiyor. Onların Cumhuriyet’te de devam eden yenilikçiliğine devam etmek istiyor ama dil bakımından baktığımızda birçok yenilikçi harekete bazıları karşı… Geçenlerde bakıyorum da Cenap Şehabettin öz Türkçe demiyor, ama arı Türkçeyi savunanlarla savaşıyor, onları benimsemiyor. Çok sonradan hatta onlara biraz daha yumuşak tavırla yaklaşıyor. Ama Halit Ziya Uşaklıgil kendi eserlerini kendi sadeleştiriyor.

Yedi Meşale, sonra Garip hareketinde dille beraber edebiyat anlayışının modernleşmesi demek doğru olur. Garip hareketi önceki Beş Hececileri eleştiriyor ve şiir kuramı açısından, şiirin hayata yalın bakışı açısında bir devrim yapıyor. Garip’in önsözüne baktığınızda, üçlünün, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat Horozcu -ama Horozcu soyadını kullanmıyor- bu tür bir yenileşmeyi Batı’nın o dönemdeki şiirsel anlayışıyla birlikte Türk şiirine getiriyorlar. Böylece şiir hayatın içine giriyor.

Yedi Meşalecilerde yabancı dil bilenler ve yabancı dil bilenlerden yaralananlar yabancı okullarda okumuşlar. Kimisi de çeviri yapmış… Ama bunun şiire uygulanması için Garip’i beklemek gerekiyor. Ama onların içinde (Yedi Meşaleciler) Ziya Osman Saba, diğer şairleri dikkate aldığımızda çok duyarlı. Onda çok nahif bir şiirin izleri vardır.

Garip’te şiirimize ironi giriyor. Bir de başka insanlar giriyor. İşte efendim satıcı giriyor, niyetçi giriyor… Süleyman Efendisi giriyor… Yani şiir insan olarak da birden bire toplumun toprağına ayağını basıyor. Sonradan olduğu gibi, önceki kuşakta da yapıldığı gibi aşkla, şiirin dokunulmazlığına dokunuyorlar. Garip’i belki böyle özetlemek gerekiyor.

1940’ların Toplumcu Gerçekçi Edebiyatçıları

Garip’e bakıyoruz ama gerçekçi şiiri de var 1940’ların. Bir biçimde 40’ın toplumcu gerçekçi kuşağı denilen başka bir kuşak da geliyor. Rıfat Ilgaz var, A. Kadir var, Niyazi Akıncıoğlu var… Bunların hepsine bunu söyleyemesek de, sosyal gerçekçilik açısından bir Marksist hareket başlatılıyor. Bu tabii ikinci dünya savaşındaki Nazizmin, faşizmin karşısında duran bir hareket. Batı’daki edebiyatın da bir devamı, Türkiye’deki uyarlaması. Burada bir hususa dikkat etmek gerekiyor: Çoğunlukla eskiden biliyorsunuz ki yazarlar, tanınmış şairler de milletvekiliydi. Yani devletle âdeta bir iş ilişkisi içerisindeydiler. Ama 45’ten sonra edebiyat kendi başına kalıyor, bağımsızlığını ilân ediyor.

Bunun başlangıç örneğini verirsek Nazım Hikmet var ve Nazım Hikmet’ten sonra Ercüment Behzat Lav var. Tabii ki Nazım Hikmet Marksizm’in temsilcisi. Burada devletle şiir ayrılıyor, eleştirel bakış, doktiriner bir bakış edebiyatta yerini buluyor.

Nazım Hikmet’in etki alanının hep sürmesi iyi şair olmasından kaynaklanıyor. Biz şairleri elbette düşünce yapılarıyla söz konusu edeceğiz, elbette gerideki dünya görüşlerini söz konusu edeceğiz. Onu görmezden gelemeyiz. Nazım Hikmet de Marksist olduğu için hep tartışılıyor hep okunuyor. Saat 21-22 Şiirleri’ni düşünün, Rubailer’ini düşünün. Eski şiirini düşünün, Cumhuriyet ilanından sonra öncekini biraz taklit dönemi olarak yormak gerekiyor. Ama Cumhuriyet bir konuya el atıyor. Avrupa kültürünü alıyor – kendi kişiselliği, yerelliği, ulusallığı ile; ne derseniz deyin- yeniden yaratıyor. Onun için de kalıcılığı bu. Ama bu, Avrupa’yı görerek olur. Nazım ve diğer Cumhuriyet şairleri Batı’nın şiirini biliyorlar, çeviriyorlar, değil mi?

Orhan Veli şiirler çeviriyor çok güzel şekilde, Melih Cevdet çeviriler yapıyor. Bunların hepsi Batı’nın izinde bir edebiyat oluşmasını sağlıyor. Bütün şairleri şöyle düşünün: Necip Fazıl’ın da bugün okunması düşüncelerinden ötürü değil. Ben şairlere öyle bakıyorum. Düşüncelerini en iyi şekilde ifade ettikleri için okunuyorlar.

Bunun dışında tabi 40’ın çok önemli şairleri de var, Behçet Necatigil’i mi unutacağız, Necati Cumalı’yı mı unutacağız. Garip üçlüsünün önce bir kitapta toplanan anlayışını sonra değişik kulvarlarda, değişik yollarda yürüyüşünü mü unutacağız, hayır.

Şiir tanıklarını söylüyoruz ama Cumhuriyetten sonra o dönemin, 40 kuşağının başka yazarlarına da bakmak lazım. O dönemi sonradan da anlatsalar Vedat Türkali’yi, Kemal Bilbaşar’ı, Yaşar Kemal’i unutmamak gerekiyor. Bunların sadece edebi açıdan değil, toplumsal ve siyasal tarih açısından da çok önemli belgesel bir yanları var. Kemal Bilbaşar çok partili döneme geçişi anlatıyor, oradaki olayları, din adamlarının, siyaset adamlarının da durumunu anlatıyor. Yaşar Kemal derebeylikten Cumhuriyete, çok partiye geçişi anlatıyor. Vedat Türkali bir kuşağın çektiklerini anlatıyor anlatıyor.

50’li Yıllar, Köy Enstitülü Yazarlar

1950’lerde Demokrat Parti’nin başa geçmesi ile – bir kimisi bir sivil darbe diyebilir buna, kimisi çok partili hayat geçiş. Tabii bunu sosyologların, siyaset değerlendirir ama- edebiyata yansıyan; burada köy edebiyatına çok iyi yansıyor, biliyor musunuz? 1950, Mahmut Makal’ın ilk kitabı “Bizim Köy”ün yayınlanışı, Bizim Köy şimdiye kadar bilinen romantik köy anlayışının dışında… Yani bir şairin dediği gibi ‘billur ırmakları var buzdan kaynakları…’, Anadolu’nun böyle olmadığını gösteriyor.

Yine burada eğitim sistemiyle edebiyat arasında bir atardamar, bir kan bağı kuruluyor. Köy enstitülü yazarlar çıkıyor ortaya. Yani Mahmut Makal bir köyü anlatıyor, köyü değerlendiriyor arkasından da bir köy edebiyatı çıkıyor. Fakir Baykurt, Talip Apaydın bunlar bence önemli yazarlar. Daha sonra olanlar Dursun Akçam. Bunlardan sonraki romanlarda da tabii başka bir çeşit…

Sait Faik’in Kozmopolit İstanbul’u

Bu arada öyküleri de unutmayalım. Kadın öykülerini çok iyi anlatan bir Sait Faik’i ne yapacağız? İstanbul’u, adaları anlatan…Köy enstitülerinden mezun yazarlar nasıl yetiştikleri, yaşadıkları, okudukları yerlerle bağlantılarını edebiyata getiriyorlarsa Sait Faik de bir başka şehir edebiyatını getiriyor. Beyoğlu’suyla, Adalarıyla, kozmopolit İstanbul’la… Çünkü İstanbul tek şekilde anlatılacak bir şehir değil. O kozmopolit şekilde anlatıyor.

Dilde Sadeleşme ve Eleştiri Yazarları

Ömer Seyfettin’de başlayan Türk dilinin sadeleşme evrelerini görüyoruz ki daha sonra Agah Sırrı Levent’le birlikte başka bir kuşakta gelişmeye başlıyor. Eleştiri kuşağında başlıyor. Bu kuşakta dil çalışmalarını naklediş Nurullah Ataç’ta başlıyor. Ataç, divan şiirini çok iyi biliyor, divan şiirinin en iyi dizelerini mısralarını şiirlerinde kullanıyor. Ama onun bir özelliği var; Kendi öznel zevklerini, beğenilerini daima geride bırakıp, unutmaya çalışıp Cumhuriyetin, getirdiği Batılılaşma hareketinin yerleşmesini sağlamaya çalışmak… Abdülbaki Gölpınarlı da bunu yapıyor Nurullah Ataç da bunu yapıyor ondan sonraki yazarlar da.

Eleştirel baktığımızda Sabahattin Eyüboğlu var, daha sonra Fethi Naci var, Mehmet Fuat var, Peyami Safa var. Ama Peyami Safa’yı romanda anmak lazım. Öyle ki “başka bir edebiyat dünyası geliyor” psikolojisiyle, şahısların başka yanlarıyla…

Peyami Safa…

Bazı romancıların sadece edebiyatla ilişkilendirmek mümkün değil. Hepsinin arkasında bir düşünce yapısı var. Peyami Safa’nın romanlarını anlatırken de biz Türk Düşüncesi dergilerinde yazdıklarını geride bırakamayız.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız çok güzel romanlardır bence. Ama onlara baktığınızda Peyami Safa’nın, daha sonraki dönemde düşünceye dönüştürülmüş, tahvil edilmiş yanlarını da buluyoruz. Tabii çok önemli biri, sadece düşünceleriyle değil, dil gelişmesi için de.. Birçok romancının da, Peyami Safa’nın da çok arılaşmayı, çok özleşmeyi savunmadıklarını görüyoruz ve biliyoruz.

İkinci Yeni…

Buradan kronolojiyi biraz atlarsak, biliyorsunuz yeniden arı dille şiir yaratan Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı burada anmak gerekir. Ama unutmayın burada bir de İkinci Yeni var. İkinci Yeni ne o zaman? İkinci yeni belki de toplumcu gerçekçi kuşağın çok az değindiği, Nazım’ın özellikle değindiği, elbette Necip Fazıl’ın, Orhan Veli’nin bildiği geleneksel Türk şiirinin bazı ölçülerini… Yani Osmanlıcadan kalma kelimelerin yerine yalın kelime ile bir şiir dili, bir imge dili yaratıyor ki, bence çok önemli.

Türk Romanı ve Birey

Cumhuriyet’ten sonra bireysel eleştirilerin, bireysel saptamaların, kahramanların romana yansımasına bakacak olursak burada da Selim İleri’yi anmak gerekiyor. Selim İleri’de de cumhuriyet eleştirisi vardır. Moda’daki alemlerden tutun, Cumhuriyet balolarına kadar, değil mi? Toplumsal kanama içinde burada bir toplumsal mesaj söz konusudur ama toplumcu mesaj dememek lazım. Çünkü o zaman Selim İleri’yi başka yazarların yanına yapıştırırız. Bunu istemiyorum. Çünkü Selim İleri’nin yarattığı kahramanlar gerçekten de mutsuzluklarıyla, yerleşememiş tipleriyle hiç kuşkusuz çok önemlidir ve Selim ileri bir İstanbul yazarıdır. Çünkü insan, bildiği yeri çok iyi anlatıyor. Nitekim Orhan Pamuk da İstanbul üzerine yazdığı kitapta, şehrin yazı hayatındaki yerini, yetişmesindeki, huzursuzluğundaki yerini anlatıyor. Bu her şey için söz konusu. Kemal Bilbaşar’ın İzmir’i, Yaşar Kemal’in Adana’yı anlatması gibi…

Selim İleri’yi Farklı Kılan

Selim İleri’yi Türk edebiyatında farklı kılan, kendine özgü dili. Diyeceksiniz ki herkesin kendine özgü dili vardır. Ama Selim İleri’nin kendine özgü üslubu, kendine özgü dili, anlattıkları, bütün acıları toplumsal gibi, ilk elde gözükmeyen ama onun insandaki yansımaları. Tabii edebiyatımızda; Peyami Safa’da ve diğerlerinde belki bir yalnızlık vardı. Diğer romancılarda da vardı. Sait Faik de de vardı. Ama Selim, bir yazarın yalnızlığının gözlemleriyle bütün yazarları anlattı ki, bu Türk edebiyatında büyük bir yerdi.

Adalet Ağaoğlu

Hiç kuşkusuz Adalet’ten söz etmek lazım. Çünkü bakınız resmi tarih diyoruz, topluma eleştirel bakış diyoruz. Bu bakışları söz konusu edeceksek ki, etmemiz şarttır edebiyat tarihinde de, kendi toplumsal tarihimizde de… Adalet Ağaoğlu’ndan mutlaka söz etmemiz gerekiyor. “Bir Düğün Gecesi” bence Türk edebiyatının başyapıtlarından biri. Çünkü burjuvazinin, bürokrasinin bütün katmanların bir araya gelip aynı anda kendilerini teşhir ettikleri müthiş bir maskeli balo gibi… Adalet Ağaoğlu’nun diğer eserlerini düşünün, orda da hep resmi tarihle hesaplaşma var.

Latife Tekin, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay

Latife Tekin de kendi yaşamından çıkardığı notlarla, kendine özgü bir dille değişik bir yazar olmayı ispatladı.

Burada belki, birkaç adı daha, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yusuf Atılgan’ı, Oğuz Atay’ı anmak gerekiyor. Tanpınar benim için Batı ile Doğu kültürünün kesişme noktasındaki yaratıcı. Yusuf Atılgan insanların iç alemlerini ama toplumsal dekor içindeki kişilikleri ele alıyor, tabi ki psikolojik roman açısından gerek “Aylak Adam” gerek diğer romanı çok önemli. Yusuf Atılgan’ın Türk romanındaki yeri henüz çok fazla anlatılmadı, eksik bırakıldı.

Oğuz Atay kendi kuşağının yerleşememişliğini ironik biçimde anlatıyor. Çok sorular soruyor. Soruların da yanıtını vermeye çalışıyor “Tutunamayanlar”… Belki tutunamayanların serüveni bizde çok eskiden başlıyor. Zaten çoğunlukla bir edebiyat eserinde de tutunamayanın kahraman olmadığına çok az rastlanmıştır. Hepsi tutunamamıştır. Peyami Safa’yı düşünelim, Selim İleri’yi düşünelim, Adalet Ağaoğlu’nu düşünelim. Yazar yalnızdır, bu yalnızlığın içinde kimisi sadece kendi yalnızlığını anlatarak etraftaki uzantıları anlatır, kimisi de bütün kendisi gibi yalnızları anlatır…

Orhan Pamuk, Nobel ve Türk Edebiyatı

Orhan Pamuk’un ödül alması elbette Türk edebiyatı açısından çok sevindirici. Nobel törenlerine ben de katıldım, gördüm. Ama hep söylediğim bir şey var: Yüz Yıllık Yalnızlık romanı yayınlandığında ve Márquez, Nobel aldığında diyorlar ki; “Bir ülkenin edebiyatı, Latin Amerika ülkesinin edebiyatı kaderini değiştirdi.” Herkes ona yöneldi ve çeviriler arttı, Batıya tanıtıldı. Yani bazı eleştirmenlerin yazdıkları bu, ben de onların düşüncelerini naklediyorum burada. Türk edebiyatı böyle oldu mu? Çünkü ondan evvel de Yaşar Kemal’in birçok kitabı çevrilip yayınlandı, bazı yazarlarımızın kitapları yayınlanıyor.

Nobel aldı Orhan Pamuk. Ama Türk edebiyatına ne oranda yansıdığının doğrusu ben keskin bir sonucunu ne yazık ki iletemeyeceğim. Ama Orhan Pamuk romanının herhalde başka bir özelliği de var. Konuları itibariyle ulusal okurun dışında, evrensel okurun da ilgisini çekecek bir roman içeriği de var Orhan Pamuk’ta. Benim Adım Kırmızı’yı düşünün; en çok satan kitaplardan biri. Ayrıca İstanbul kitabını düşünün, Nobel ödülü verildiğinde o gün komitenin başkanı gerekçeyi okurken İstanbul kitabından söz ederek, onun üzerine gerekçeyi vurdu. Orhan Pamuk’un bu özellikleri vardı.

Tabii diliyle, konularıyla, konularını işlemesi hiç kuşkusuz iyi bir romancı. Zaman zaman dil konusunda eleştirilir ama ben romana genel bakıyorum. Yani romana doğrudan doğruya gramer, dilbilgisi bilgisi ilkeleriyle pek yaklaşmıyorum. O açıdan da Orhan pamuk’u da iyi romancı sayıyorum. Ama Türk edebiyatını tanıyorlar artık. Yaşar Kemal daha evvel vardı, Orhan Pamuk var birçok yazarımız çevriliyor, yurt dışına geliyorlar, gidiyorlar. Ama bunun toplu bir Türk edebiyatı tanıtımı aşamasına gelmediğini görüyorum ne yazık ki!

27 Mayıs ve 1960 Sonrası

Bu parantezden sonra tekrar kaldığımız yere dönelim. 1950’ler, benim kuşağımı hiç unutmamak gerekiyor: Yani Onat Kutlar’ı, Adnan Özyalçıner’i, Kemal Özer’i, Ferit Edgü’yü, Demir Özlü’yü, Ahmet Oktay’ı, Erdal Öz’ü… Bizim kuşağımız zengin ve verimli bir kuşaktır. Onlar 60’tan önceki 50 kuşağı. Toplumsal hareketler, siyasal hareketler, darbeler de edebiyatı etkiler. 27 Mayıs’ı ben diğer darbelerle bir tutmuyorum. Bu konuda aramızdan ayrılan sevgili arkadaşımız Bülent Tanör’ün görüşüne itibar ediyorum ki, “Bu tam bir darbe değildi.” diyor. Gerçekten ondan sonraki özgürlüklerle sol edebiyatın, sol literatürün bütün kitapları dilimize çevrildi, 50 kuşağının da bazı adları toplumcu içeriklerini arttırdılar; Adnan Özyalçıner gibi, Kemal Özer gibi…

60’ta önü açıldı kuşakların, yazdılar. Ama 70 bir darbe efendim hapse girdi özgürlükleri kısıtlandı… 80’den sonra daha çok arttı bunlar. Onun için 60’tan sonra o yaratma, yazma özgürlüğü ve zenginliği hiç kuşkusuz olamadı bu fiziksel baskılardan dolayı.

Ama tabii ki onda da iyi şeyler vardır. Ataol Behramoğlu’nu anacaksınız, efendim Küçük İskender’i anacaksınız… Sonradan, 70’ten, 80’den sonra çıkanların da içinde birçok şair var. Bunlardan Murathan Mungan’ı anacaksınız, Enis Batur’u anacaksınız…

Marksist çizgiden gidenlerden bizim koşullarımıza bunu uyarlayarak yazanlar var… işte şiiriyle, düşünce yazılarıyla bir Atilla İlhan. Batı’yı sorgulayan ama gerçekten de iyi bir şair, romancı…

Tabii o kuşak içinde ezilenler var, öldürülenler var. Bunlar da birisi Sabahattin Ali. Gerçekten Türk öyküsünün, Türk romanının çok önemli adı. Bulunduğu yerde öğretmen olarak yaşadıklarını, gözlemini sol anlayışla ve gerçekçi anlayışla yansıtan ve hiç kuşkusuz zekası, edebi zekasıyla çok öne geçen bir ad.

İlhan Berk, Ahmet Arif, Metin Altıok

Konuşmamızın akışında unutmamamız gereken bazı adları da özellikle anmamız gerekiyor. Bunlardan birisi İlhan Berk. Şiir üzerine yazdıklarıyla, şiiriyle, Batı’dan aldıklarını Türk şiirinde yeniden yaratmasıyla çok özgün bir ad Berk. 1940 toplumcu, gerçekçi kuşağındaki Arif Damar, toplumcu ama ‘gerçekçi’ sözünü pek kabul etmez. Bir Arif Damar’ı anmak gerekiyor ve bir de Ahmet Arif’i mutlaka söylemeliyiz, şiir sever herkesin belleğinde yaşıyor… Güney Doğu’yu şiirine öyle vurucu getirmiş ki birçok yazının bile başlangıcında onun şiirleri bir giriş niteliğinde kullanılıyor. Yeni kuşaktan hiç kuşkusuz Metin Altıok’u anmak gerekiyor. Biraz daha yenilere gelirsek bir Haydar Ergülen şiir yazılarıyla ve şiirleriyle de dikkatimizi çekiyor.

Bilge Karasu

Türk edebiyatının çok önemli bir adının altını çizmeliyiz. Ki kitapları yavaş yavaş Batı dillerine çevriliyor; Bilge Karasu. Diliyle, ayrıntıdaki ustalığıyla, konuyu işleyişindeki özeniyle herhalde Türk edebiyatının önemli kalemlerinden. “Gece” kitabı var ki; karanlık bir siyasal dönemin romanıdır ama o kadar edebi ve o kadar simgelerle anlatılır ki gerçekten bence açıkça yazılan nice romandan daha fazla insanı etkiler.

Tomris Uyar

Öyküde Tomris Uyar’ı ayrı bir yere koymak gerekiyor. Çünkü gerçekten öykü diliyle anlattıklarıyla, ince yergisiyle, kadın kahramanlarıyla ve bunların içinde bir kadının konumunu abartmadan isyanıyla, başkaldırısıyla Tomris Uyar benim için özel bir yazar.

Doğan Hızlan Kendisini Anlatıyor:

“Edebiyatı Sevdirmeye Çalışmış’ Densin Bana Yeter”

Ben Türk edebiyatını bir bütünlük içinde algılamak isteyen bir eleştirmen ve denemeciyim. Ve Türk edebiyatında en doğru yargıların eleştirel denemelerde var olduğu kanısındayım. Bir de ayrıca ben her kuşağın bir başka kuşaktan yaralandığını iddia ederim. Bu, reddetme konusunda da olur, kabul etme konusunda da olur. Ama bilgisizlik de olmayacak bir şeydir. Çünkü edebiyatı bir tramplen gibi görüyorum, yani bir yerden bir yere atlıyorsunuz.

Bakın, şimdi İkinci Yeni’ye baktığınızda bütün toplumcu gerçekçi kuşağın ve arı dilin, şiire yerleşen arı dilin dışında bir tepki olarak görülüyor, ben böyle yorumluyorum. Divan şiirine yeniden yöneliş, eski şiirimizi değerlendirme ve dilde bir kelime ayıklaması yapmamak… Benim görevim bu aradaki bağlantıları,  bağlanan çizgiyi, zincirin halkalarını ortaya koymak.

Bir de bütün bunların içinde okura kıyıcı yok edici mesajlar vermenin bir edebiyat anlayışı içinde doğru olmadığına inanıyorum. Bazen söylerler; “Canım birisini yer.” Ben de onlara bir cevap verdim, “Ben var ediciliğin zorluğunu benimsedim.” Daima bir çizelge veya toplumsal bir edebi çetele tutmuyorum ki; bu kötü, bu iyi, bu kötü, bu iyiyi çizeyim. Ben beğendiklerimi, iyi bulduklarımı, sevdiklerimi gerekçeleriyle, ayrıntısıyla okura iletmek istiyorum. Bu bir akım da olabilir, bir kitap da olabilir, bir kişi de olabilir. Çünkü öbür türlü davranışın, hele ‘okumayın bunu’ gibi bir söylemin okura saygısızlık olduğu kanısındayım ki pasif okur yaratmak içindir bu. Ama öbür tarafta ben gerekçelerimi sunuyorum. Bir analitik yapı içinde anlatınca okur şunu söyleyebilsin istiyorum: “Ya bu adamın yazdığı yazıda, bu söylediği ögeler, bu söylediği kurallar, ilkeler benim için iyi bir edebiyat eserini oluşturan malzeme. Ama bu malzemede o beğenmemiş.” Ben okurun böyle olmasını istiyorum.

“Kuşatıcı Bir Edebiyat Tarihi Yazılmalı”

Bizde hiç kuşkusuz edebiyat tarihiyle eleştirinin çok karıştığı yerler oluyor. Çünkü biz de çok kuşatıcı edebiyat tarihleri az. Edebiyat tarihi yazılıyor. Bir de tek kişinin yazdığı edebiyat tarihleri var. Tek kişinin büyük bir edebiyat tarihi yazmasının bence sakıncaları var. Birincisi, çok aynı görüşün farklı yazarlara uygulanması ki bence her yazara aynı kurallarla, aynı saptamalarla, aynı estetik bir paketle yaklaşılmasından yana değilim. Bazı yazarlar var ki yaşamlarını aldığınızda eserlerini anlayamazsınız. Bazı yazarlar da var ki sırf şairler ve metinlerle karşı karşıya kalırsınız ve bir değerlendirme yaparsınız. O zaman yazarlar fire verir, ben ondan çok kaçınıyorum. Bir de tabii bir yazarın bütün eserleriyle birlikte düşünülmesinden yanayım. Bir yazarın yazdığı tür içindeki diğer adlarla da karşılaştırılarak yazılmasını da savunuyorum, bir tür karşılaştırma çalışması olarak. Ben bunu yapıyorum. Bir de tabii edebiyatın içine mutlaka başka disiplinlerin de sızmasını bekliyorum. Bunun başındaki disiplin müziktir. Çünkü birçok kimsenin yazarken yada bir romanı kurarken, bir şiiri oluştururken onu müziğin etkilediğini hepimiz biliyoruz. Bu bir kültürlerin karışımı mıdır etkilenme midir; onun deneyimi ayrı. Ayrıca bir eleştirel denemede ben yazarın değişik yönlerinin de anlatılmasından yanayım.

Ben, bir insan birkaç tane bile iyi yazı yazsa, bir kuşak tarafından unutulsa da diğer kuşak tarafından bulunacağı kanısındayım. Ama benim için hoşgörü ile çok yalın, alçak gönüllü bir yargıyla şöyle söylenmesini isterim: “Canım bu adam edebiyatı sevmiş, sevdirmeye de çalışmış.” benim için yeter.

“Benim Nobel Adaylarım”

Siz Nobel’i kime verirdiniz?

Efendim benim adaylarım var: Birinci Yaşar Kemal, sonra Fazıl Hüsnü Dağlarca… Türk edebiyatı dünya edebiyatında iyi bir ölçek. Benim adaylarım çok. İkisi önemli. Onlar alsın sonra diğerlerini de sıralayabilirim.