Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi
Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.
Alev Alatlı
5- Her Yasal Hak Helâl Değildir
“Şeriatın kestiği parmak acımaz. Neden? Verilen cezanın, işlenen suçla örtüştüğünden kuşku duyulmaz da ondan. Suçlunun cezasını kendisini cezalandırana helâl ettiği, mahkeme ile helâlleştiği ideal, hatta ütopik durum. Günümüz dünyasında mümkün müdür? Bence mümkündür.”
Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 3 Ocak 2015
“Devrim sözcüğünün Erdoğan ile yanyana telaffuz edilmesine içerlediler.” dediniz. Yalakalık suçlaması da buradan mı çıktı?
Ben öyle değerlendiriyorum. “Devrimci” olmanın toplumumuzda yerleşik sui generis bir şıklığı, bir üstenciliği vardır ya, bana duyulan tepkinin o kazanımdan olası eksilmeye karşı telaş olduğunu değerlendiriyorum. “Halkçılık” da böyle bir sözcüktür meselâ. Ak Parti iktidarının gelmiş geçmiş en halkçı iktidar olduğunu söyleyin de bakın ne oluyor. Oysa hem Defoe’dan, hem Orwell’den, hem de Soljenitsin’den bugüne dair alınacak dersler vardır. Hele de, ağır kanser hastası olmasına rağmen gulaglarda telef olan yüzbinleri unutturmamak için yaşayakaldığı teslim edilen eski mahkûm Soljenitsin’den: “Ölenler göreve çağırıyorlar. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli. Görevini yap.” Bize gelince, 12 Eylül zulmünü anlatan kaç kitap çıktı? “İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” kıratında bir eser var mı?
İşler “Sev Kardeşim” Şarkısıyla Yürümüyor
Sayın Erdoğan ile bu yazarların arasında kurduğunuz bağlantıyı netleştirmenizi istesem?
Yeterince net olduğunu sanıyordum ama yine de söyleyeyim. “One minute”le başlayan Defoe-vari başkaldırı, İhvan’ın, Esed muhaliflerinin trajedilerini unutturmamak için gösterilen Soljenitsin-vari çaba, dünyanın beşten büyük olduğu gerçeğinin “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha çok eşittir.” diyen Orwell’e yakınlığı. Barış Süreci. Iraklı, Suriyeli muhacirlere her türlü zorluğa rağmen takınılan kucaklayıcı tavır. Somali, Pakistan. Hasılı bu dünyada işler “sev kardeşim” diye şarkı söylemekle yürümüyor Ayşe Hanım. “Mutluluklar bir olsun, acı birlikte” diyorsanız, rahatınızdan fedakârlık etmeye razı olacaksınız. Beyoğlu Suriyeli kaynıyor diye Alman dazlakları misali celâllenecekseniz, dürüst olmalı, safınızı belirlemelisiniz.
Hicret İçin Ne Bekliyoruz?
Merhamet kutbu tasavvurunuzdan bahsetmek ister misiniz?
“Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız. Biz yas tuttuk, siz ağlamadınız. Biz size ağıt yaktık, siz dövünmediniz…” (İncil, Matta 11). Dolby Axon’ların kavalın sesini bastıramadığı bir diyar tasavvur ediyorum. Ağıtların sinek vızıltısına indirgenemediği, Emine Hanımınkiler de dâhil olmak üzere, gözyaşlarının onurlandırıldığı bir yer. Acıyla dövünenlerin istihfafla karşılanmadığı bir diyar. Böyle bir dünya, bir tarafıyla ütopik olsa da, diğer tarafıyla da Newtonian dünya görüşünün yoksaydığı gri alanlara itibarlarının iade edilmesi kaydıyla, pekalâ da mümkündür. Mesele, gri alanları savunmakta özgür olduğumuzu içimize sindirebilmekliğimizde. Orwell, özgürlüğü; “İnsanlara duymak istemediklerini söylemektir.” diye tanımlar, Şeriatî, Mekke’nin bir diğer adı olan Beyt-i Atik’deki “atik” sözcüğünün özgürlüğü temsil ettiğini… Pak topraklara hicret için daha ne bekliyoruz, söyler misiniz?
İnsanoğlunun Dünyaya Dair Her Kabülünde Gri Bir Alan Vardır
Gri alan kavramını biraz açar mısınız?
Açmazsam ayağımız güncele basmayacak diyorsanız, haklısınız. Şöyle söyleyeyim, mesela, Cern’dekilerin “Tanrı parçacığı” dedikleri gri alan gibi. Einstein’ın “Matematik gerçeği yansıttığında kesin değildir, kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz.” derken işaret ettiği gri alan gibi. Ölçümlerde sigma harfiyle belirtilen gri alan gibi. Helâl edilmeyen mahkeme cezasındaki gri alan gibi. İmar iznini cebine koymuş müteahittin, 3 bin yıllık bir şehrin silüetini yok eden icraatının cezalandırılamamasındaki gri alan gibi. GDO’lu mısır ticareti yapanın savunmasındaki gri alan gibi. İnsanoğlunun dünyaya dair her kabulünde, her hükmünde gri bir alan vardır. Teferruattır diye ihmal edildiğinde, melâli anlamakta yaya kalan, hedeflenen amacı ıskalatan gri alan.
Diriliş Ancak İstendiğinde Mümkün
Yakın bir gelecekte hukuk reformu öngörüyor musunuz?
Benim ömrüm görmeye yetmeyecektir. Ancak, parçacık fiziğinin Newtonian dünya görüşünü tahtından etme yolunda hayli mesafe aldığı da bir gerçek. Yeni fizikte, malûm, kesinlik yok, tek doğru yok, hiçbir şey mutlak doğru değil, hiçbir şey imkânsız değil. Fuzzy mantığın insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtaracağı düşünülüyor. Bu gelişmeden hukuk da nasibini alacaktır. Nitekim daha şimdiden suç kavramı tartışılıyor. Hâkimlerin, formal yani resmi hukukun siyah-beyaz kurallarını aşarak, hafifleştirici veya ağırlaştırıcı nedenleri ayrıntılı bir şekilde inceleyebilecekleri düşüncesi taraftar buluyor. Tahkim mahkemelerinin itibarları ile birlikte sayıları da artıyor ki ben bunda helâlleşmenin dava kazanmaktan üstün tutulabileceğini okuyorum. Daha da uç bir gelişim, iki asırdır ilk kez kadı sistemini savunan sesler duyuluyor. Savunanlar da çoklu hukuk yanlısı libertaryan özgürlükçüler.
Ya Türkiye? Edebiyat bir tarafıyla da kehanettir dediğiniz için soruyorum, Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Ah ama… “Türkiye, anlaşılamaz. Hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye ancak iman edilir.” Ondokuzuncu yüzyıl Rus düşünürü Fyodor Tyutçev’in kendi ülkesi için söylediği bir sözdü bu. Lâkin o kadar iyi yansıtıyor ki benim Türkiye için hissettiklerimi, iktibas etmekten kendimi alamadım! Kehanet değil ama temennim, yaşadığımız şu kahredici anomalinin hayırlara vesile olması, 2050’li yıllardan geriye bakanların bizim çırpınışlarımızı Türk rönesansı olarak adlandırabilecekleri bir süreç olarak görecekleri umudu. Doğrudur, diriliş ancak isteniyorsa gerçekleşebilir, ancak o zaman mümkündür ama bu yaşananların bizim olduğumuz noktadan değerlendiremediğimiz bir nedeni de olsa gerektir.
Rönesans diyorsunuz ya, şimdi yine tepkiler yağacak!
Yağsın, ne yapalım. Yeniden doğmanın birden fazla yolu vardır. Kiminin yeniden bağ kuracağı Aristo’su, Eflâtun’u, kiminin de hem Aristo’su, Eflâtun’u, üstüne üstlük Harizmi’si, İbni Sina’sı. Allah’ın yolları belli mi olur, bir bakarsınız dünyayı göbeğini kaşıyan o adam kurtarmış, Türkiye’nin logosu adalet ve ahlâk olmuş!
Yargıcın Gözleri Faltaşı Gibi Olmalı
Mecelle’deki tanımı söylüyorsunuz.
Evet, Mecelle’nin 1792. maddesi. Yani, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, yani, adli hükümler kitabındaki yargıç tanımı, 1800’lü yılların üçüncü çeyreği. Baksanıza, çeviri yapmadan iki çift lâf konuşamıyoruz Ayşe Hanım. Şimdi, gelin de desteklemeyin Osmanlıca öğretiminin ihyasını! Yeri gelmişken, beni helâl olmayan yasal haklara uyandıran Hayrettin Ökçesiz Hoca’nın kısa fakat özgül, ağırlıkları fevkalâde yüksek makalelerinden birinde rastladığım bir Nietzsche alıntısını paylaşmak isterim. “Soğuk adaletinizi sevmiyorum… Yargıçlarınızın gözlerinden/ Cellatla, onun soğuk demiri bakıyor/ Söyleyin nerede bulunur, gören gözleriyle sevgi olan adalet?” Bana da sorarsanız, bir yargıcın gözleri fal taşı gibi açık olmalıdır ki gri alanları görebilsin. Roma hukukunun gözleri bağlı tanrıçası bize göre değil.
Gören gözleriyle sevgi olan adaletin bulunabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Evet, inanıyorum. Sevgisiz adaletin, cezanın helâl edilemediği adalet olduğunu görürsek, iyileştirmenin yolunu bulabiliriz. Yargıçların gözlerinden bakan soğuk demiri yok etmelerinin yolu, Ökçesiz Hoca’nın ifade ettiği gibi, “Zaaflarından arınmadan, kemale ermeden, içlerine sinmeyen bir kararı vermemek /yani özgür olmak/ cesaretini bulamadan, yedi günahından arınıp, yedi erdemin kisvesini giyinmeden kendilerine sunulan peygamber postuna oturmama”ları olsa gerek. Gönüllü feragat, yargıçlar için de geçerli olmalı.
Şeriatın Kestiği Parmak Acımaz
Törende yaptığınız konuşma bir uyarı mıydı?
Her yasal hakkın helâl olmadığını hatırlatmak noktasında uyarı olarak da telâkki edilebilir, evet. Bakın, siyasilere sokulmak ile siyasilere maruz kalmak arasında fark vardır. Bencileyin Türkiye nöbeti tutan tiplerin hemen her zaman siyasilere söyleyecek bir şeyleri vardır. Ancak, adabı muaşeret size saygıyla kulak verene saygıyla mukabele etmeyi gerektirir. Bana gelince, devletin en üst katında onurlandırılmış olmak ayrıcalığını, güncel siyasetin tetikleyebildiği adaletsizlikleri iyileştirebileceğini düşündüğüm bir formülü Sayın Cumurbaşkanının bizzat kendisine sunarak karşılamayı seçtim. Olay budur.
Bir 21. yüzyıl projesi olarak, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek…
Evet, o. Newtonian dünya görüşünün en etkin olduğu alan, hukuk. Neyin suç olup, neyin suç olmadığı kesin olarak belirlenir. Cinayet, hırsızlık vb. suçlar ve cezaları, matematiksel bir hassasiyetle maddeler, fıkralar şeklinde tanımlanmaya çalışılır. Bir sanık, ya katildir ya da değildir, ya hırsızdır ya da değildir. Biraz katildir, biraz değildir diye bir şey yoktur. Kâinatta olduğu gibi, burada da gri alanlar yoktur. Gri alanlar keyfilik, hukuksuzluk sayılır. Nasrettin Hoca misali, hem davalıyı, hem davacıyı, hem de ikisinin birden haklı olamayacağını savunan, kâtibi haklı bulan bir mahkeme düzeni olamaz. Öyle mi? Peki, meselâ, Ermeni soykırımının olmadığına kanaat getiren bir bilim adamını hangi gerekçeyle cezalandırırsınız? Nefret cezasıyla. Peki, nefreti hangi “basit, sade ve kesin” kurallarla tesbit edersiniz? Edemezsiniz. Ama şeriatın kestiği parmak da acımaz. Neden?
Neden acımaz?
Verilen cezanın, işlenen suçla örtüştüğünden kuşku duyulmaz da ondan. Suçlunun cezasını kendisini cezalandırana helâl ettiği, mahkeme ile helâlleştiği ideal, hatta ütopik durum. Günümüz dünyasında mümkün müdür? Bence mümkündür, çünkü her ne kadar İslami bir kavramsa da, yeryüzünde mukim tüm ulusların kendi örfleri, adetleri, vicdani kanaatları doğrultusunda tanımlayabilecekleri bir “helâl” kavramı ille de vardır. Önemli olan, ülkenin yasalarında “helâl” dediğimiz o gri alanı karşılayacak payı bırakmak. Mahkeme kararlarını, suçlunun vicdanının kabul edeceği cezaya yakınlaştırmak.
Gönüllü Feragat Müessesesi İşletilebilir
Yasalarda “helâl” dediğiniz gri alanı karşılayacak payı bırakmaktan söz ettiniz. Bu, kaosa sebep olmaz mı? Subjektif algı, kişiye özel durumlar. Ortak bir değerlendirme kriterimiz olmalı.
Bu saatten sonra onca çabayla oluşturulmuş ortak değerlendirme kriterini altüst etmek söz konusu olamaz, Ayşe Hanım. Tüm yasaları iptal edip, yerine yenilerini koysanız dahi olmaz, çünkü bir mekanizmayı diğeriyle değiştirmekle kalırsınız. Benim söylediğim gönüllü feragat müessesini işlerliğe kavuşturmaktır ki ister özel ister kamusal, her alanda işlev görebilecektir. Roma hukukunun özünü teşkil eden “utendi et abutendi” yani “kullanmak tüketmektir” anlayışını, “kullanmak tüketmek değildir” şeklindeki Müslümanca anlayışla ikame etmekten bahsediyorum. Yani, imar ruhsatını cebine koyan müteahhitin 3 bin yıllık şehrin silüetini yırtan gökdeleni dikmekten gönüllü feragatı. Yani, bal üreticisinin şeker katarak elde ettiği kârdan gönüllü feragatı. Yani yazarların yangına körükle gitmekten gönüllü feragatları. Yani kul hakkının örneğin hac farizasından aşağı kalmayan önemle onurlandırılandırıldığı durum. Hayatın her alanından yüzlerce örnek düşünülebilir. Hâsılı pozitivizm çıkışlı müsbet hukuğun insanoğlunun vicdanı ile perdahlandığı; hukuğun maddeler, fırkalar, yönetmelikler değil, adalet dağıttığı merhamet kutbuna yöneliş. Olanla olması gereken arasındaki sıkışmışlıktan kurtuluş.
Gönüllü feragat insan fıtratına ters değil midir?
Hayır, eşrefi mahlûkatın doğuştan açgözlü olduğuna dair veri yok elimizde. Adam Smith’in “homo economicus”u gibi bir aldatmacadır bu da. Tüm davranışlarını ekonomik çıkarların yönlendirdiği sözde evrensel mahlûk, kapitalizme meşruiyet kazandırmak için kurgulanan ve yerleştirilen, insan tasviridir. Bizi de inandırdılar ki, fisebilillah kavramı dilden düştü, ucunda maddi bir çıkar yoksa kimsenin bir göreve talip olabileceğini düşünemez olduk.
Burada hâkim ve savcılara büyük görev düşer.
Öyle, tabii. Helâl olmayan bir yasayı tefrik ve ilân edebilecek yegâne kurumdur, hâkimlik. Yargıcın “hakîm, fehîm, müstakîm ve emîn, mekîn ve metîn” yani, “bilge ve bilgin, akıllı, anlayışlı, doğru, kendisine güvenilen, korkusuz, vakarlı, temkinli, metanetli, dayanıklı” olması istenir. Bence bu tanıma eklenecek iki ibareden biri “özgürlüğünü içine sindirmiş”, diğeri “İslam fıkıhına hâkim” olabilirdi.