Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İç mi, Dış Mı?

Görülen o ki, 2023 seçimleri sadece iç siyasete ilişkin konular ile geçmeyecek. Finanstan teknolojiye, yatırımcılar, dış çevreler ve Ortadoğu’nun eski ve yeni güçlerinin uzantılarının etkisi iç siyasette daha çok hissedilmeye başlanacak. Hem küresel, hem bölgesel hem de yerel aktörlerin itişip kakışması önümüzdeki yıllarda daha çok gündem olacak. İç siyasette de dış siyasette de olan bitene bakarken bu itişip kakışmayı görüyorum. Tam da iç ve dış mihrakların ele ele vereceği bir seçim dönemi bekliyor Türkiye’yi.

Çin Dışişleri Başkanı’nın ziyaretinin ardından Avrupa Birliği (AB) delegasyonunun Türkiye ziyareti ve yeni İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik küstah sözlerini kişisel olarak algılamamak, içeride olanların ötesinde, dış konjonktürle birlikte değerlendirmek lazım. Orta Doğu’daki bilek güreşi uzun sürecek. Bu dalgalanmalara hazırlıklı olmak ve sağlam duruşumuzu bozmamak gerekiyor.

Çin, İran ile 25 yıllık strateji anlaşmasını imzaladı. Ticaretlerini 10 yılda 600 milyar dolara çıkartacaklar. İran- Çin işbirliği anlaşması demiryolu, limanlar, madenler, iletişim, uzay dahil pek çok şeyi kapsıyor. Çin medyası bu anlaşmayı, ‘Batı Asya bölgesinde ABD-Batı hegemonyasını altüst edeceği’ şeklinde yorumluyor. Yorumculara göre Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin İran’a Suudi Arabistan üzerinden gitmiş olmasının sembolik değeri olduğu gibi, Türkiye, İran, BAE ve Umman’ı ziyaret etmesi de ayrıca önem taşıyor. Bu arada Suudi Arabistan’ın enerji şirketi Aramco’nun önümüzdeki 50 yıl boyunca Çin’in enerji güvenliğine öncelik vereceğini taahhüt ettiğini de hatırlatalım.

Filistin ile İsrail arasında arabuluculuk teklifini de içeren; Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarı sağlamaya yönelik beş hedefli planıyla Çin artık uzak Asya değil yakın Asya’da, ABD’nin bölgedeki hegemonyasının karşısında. Bu ikili çekişmede Rusya’nın ittifak zeminlerine dikkat etmek gerekiyor. Rusya ve AB’de denkleme dahil olduğunda ciddi çıkar çatışmaları ve dalgalanmalar yaşanıyor. Bu ilişkilerdeki her gelişme, AB-Türkiye ilişkilerinden iç siyasete kadar pek çok yere yansıyor ve yansıyacağa benziyor. Siyaseti konuşurken iç-dış diye ayırmadan konuşmak gerekiyor. 

NE PAHASINA OLURSA OLSUN” DRAGHİ KİMDİR? 

‘73 yaşında Süper Mario’ olarak tanımlanan Draghi, 2011-2019 yılları arasında Avrupa Merkez Bankası başkanlığı yaptı ve bu dönemdeki “Euro’yu ne pahasına olursa olsun kurtarma” sözüyle hatırlanıyor. 2012’de yaptığı bir konuşmada sarf ettiği “ne pahasına olursa olsun” (whatever it takes) tabiri o tarihten sonra Draghi’nin adıyla birlikte anılmaya başlandı ve popüler kültürde, duvar yazılarında alıntılanacak kadar yer etti.

Draghi, ocak ayında yaşanan hükümet krizi üzerine Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Şubat ayında göreve başlayan hükümetinde, teknokratların yanı sıra Beş Yıldız Hareketi gibi ırkçı aşırı sağ partiler ve aşırı liberallerin de olduğu karma bir liste var.  Güven oylamaları öncesinde dış politika alanındaki önceliklerini açıklarken, “Bu hükümet Avrupa ve Atlantik ilişkileri yanlısı olacak, Balkanlar, Libya ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere Akdeniz bölgesi ve Afrika’ya yönelik ilgimiz güçlü biçimde devam edecek. Ancak aynı zamanda, İspanya, Yunanistan, Malta ve Kıbrıs gibi Akdeniz konusunda özel bir hassasiyeti, çevre ve göç alanlarındaki sorunları paylaştığımız devletlerle de işbirliğini pekiştirmek gerekecek. Bir NATO ortağı ve müttefiki olan Türkiye ile AB arasında daha adil bir diyaloğun tesisi için çalışmayı da sürdüreceğiz.” dedi…

Draghi’nin Ankara’da yaşanan, AB Komisyonu ve AB Konseyi Başkanı arasındaki rekabetin yol açtığı ‘koltuk’ vakasına ilişkin soruyu yanıtlarken Erdoğan’ı “diktatör” olarak nitelendirmesinin gelişigüzel, boş bulunarak söylenmiş bir söz olduğunu zannetmiyorum. Görülen o ki yine Erdoğan bahane edilerek Türkiye’ye aba altından sopa gösterilmeye çalışılıyor.

‘Ne pahasına olursa olsun Draghi’ euroyu olduğu gibi sadece İtalya’yı değil, Avrupa’yı da kurtarmak için işe Türkiye’den başlamışa benziyor. Elbette bizim de elimiz armut toplamıyor. 

RAPORLAR 

Bu ara önüme gelen Türkiye araştırma raporunu okuyorum. Doğrusu bu raporları okurken araştırmayı yapanların sunumlarının ötesinde, yorumlayanlara da gıpta ile baktığımı söylemek isterim. Rahmetli Işıl Alatlı, Özal’ın bu verileri sunulanın ötesinde farklı yorumlamada çok iyi olduğunu söylerdi. “Gece yarısı arar, ‘Işıl şunu şöyle bunu böyle hesap et tekrar bak, sonuç değişecek’ der ve haklı çıkardı” diye anlatırdı. Doğrusu araştırma verilerini standartların dışında okuyan gözlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Benim bu araştırmalarda ilgimi çeken; seçmen kitlesini merak edenlerin çeşitliliği. Yabancı şirketler, finans kuruluşları, siyasi partiler, düşünce kuruluşları araştırma sipariş edenlerin içinde yer alıyor. Türkiye’de değişimin hızını ve boyutunu ölçen, seçmen kitlesinin özelliklerini ölçüme sokan bu araştırmalardan yabancıların bizden daha çok faydalandığı ortada. Peki ya biz? Kendimizi doğru sorularla araştırabiliyor muyuz? Bu soruyu burada bırakıp dikkatimi çeken konu başlıklarına dair bir iki şey söylemek istiyorum.

Siyasi eğilimler araştırmalarda öne geçiyor, ama bir o kadar da dindarlık kriterlerine ilişkin ölçümler dikkat çekici. Az dindar, çok dindar, namaz kılar kılmaz, cumaya gider gitmez vb. maddeler var. Bir diğer önemli başlık da Kürt seçmen kitlesinin tutumları.

Anlaşılan o ki siyasetçilerin yumuşak karınları, zayıf noktaları bu araştırma sonuçlarına göre işleniyor.

Not: Bu arada okuduklarımdan dikkatimi çekti, Türkiye’de orta sınıf ciddi oranda büyümüş, gelişmiş ve değişmiş. Dindar kesim artık orta kesimin içinde. Bu, seçmen kitlenin taleplerini değiştiren bir veri olarak dikkate alınmalı.