Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Hidayet Tuksal

Hidayet Tuksal

İlahiyat Ve Kadın

Hadis anabilim dalındaki doktorasını “Kadın Aleyhtarı Rivayetlerde Ataerkil Geleneğin Tesirleri” teziyle tamamlayan Hidayet Tuksal, kadın karşıtı söylemin İslam geleneğindeki izdüşümlerini sorguluyor.

Bildiğiniz gibi Türkiye’de feminist hareket, özellikle 80’lerden sonra sol kesimden kopan ve sol kesimle eşitlik adına hesaplaşmaya giren, hem siyasal mücadelenin içinde bulunmuş, hem de okumuş yazmış elit kadınların bir hareketi. O dönem aynı zamanda dindar ve muhafazakâr kesimin kadınlarının da okuyup yazmaya başladığı, üniversitelerden mezun olduğu bir dönemdi. Dindar ve feminist kesimdeki kadınların karşılaştığı sorunların örtüştüğü bu yıllar az sayıda kadınla olsa da bir başlangıç oluşturdu.
Muhafazakâr kesim kadın konusundaki düşünceleri itibariyle geleneksel bir yaklaşıma sahipti, bu nedenlerle dindar kesimdeki kadınların o yıllarda bu harekete çok iltifat ettiklerini söyleyemeyiz. Feminist hareketin sol kökenli kadınlarının teori kurmaya çalıştıkları bu dönemde tercüme faaliyetleri daha ön plandaydı. Ama onun yanında bir sürü kampanyalar örgütlendi. Şiddete hayır kampanyası, tacize hayır kampanyası vs. Bunları dindar kesimin kadınları uzaktan izleseler de fikriyat olarak katılabilecekleri kampanyalardı. Feminist ideolojiyi, ideolojik anlamdan  benimsenmeseler de, pratik hayata yönelik eleştirileri, çalışmaları; meselâ liberal bir feminist olsa da Duygu Asena’nın özel hayata ve cinselliğe dair söylemleri alttan alta tartışılır oldu dindar kesimlerde. En azından dindar kesimin kadınlarının ilgi alanına girdi.

Bu dönemde bu konuda yazıp çizen birkaç ismi görüyorum. Birisi Mualla Gülnaz. Zaman Gazetesinde başlayan bir tartışma var ama bu tartışma çok şiddetle susturulduğu için, bir daha böyle bir şeye cesaret eden olmadı. Hatırlıyorum, o dönemde bende antifeministtim. Yani feminizmin çözüm olmadığını düşünüyordum. Evet bir adalet sorunu var ama buna feminizmin çözüm olmadığını düşünen bir insandım. Ne zaman fikir değiştirdim? Doktora çalışmamı yaparken, daha doğrusu meslek sahibi bir kadın, yani öğretmen olarak hayata atıldığımda.

İtirazlar Hadis Temelliydi…

Mesleğime imam hatip liselerinde başladım. Çalıştığım okulda şunu gördüm: Sizin bir öğretmen olarak, aynı eğitimi almış erkeklerle bir arada bulunmanız, onlarla aynı kalitede öğretmen olduğunuz anlamına gelmiyordu erkekler için.
Karşımıza çıkarılan bütün itirazların, tavırlarımıza ya da öğrencilerle olan ilişkilerimize hadis temelli itirazlar olduğunu gördüm ve bu konuyu araştırmaya başladım. İmam nikâhının kız öğrenciler için o dönemde tehlikeli olabilecek sonuçları olduğunu, bunun onları korumayacağını ve artık bu nikâh türünün geçerli olmadığını söyledik. Öğrencilere, ailelerinden habersiz olarak böyle bir şey yapmamalarını söylediğimizde okuldaki yöneticilerden çok büyük tepki almıştık, niye durup dururken imam nikâhıyla uğraşıyorsunuz, diye. Velhasıl pratik hayatta karşılaştığımız şeyler, İslâm dininin kadın ver erkek algısı ya da bize sunulan kabuller üzerinde düşünmeye sevk etmişti.

O dönemde bizim gibi kadın gruplarının konuştuğu en önemli konu buydu. Yani İslâm’da kadın mevzusunun önümüze niye bir sorun olarak çıktığıydı.

Kadın Bakış Açısı Gerekli

Hadis alanında doktora yaptığım için hadisleri incelemeye karar verdim. İnceledim ve maalesef hadislerden bir çıkış yolu bulamadım. Ondan sonra kendime bir dil kurmam gerektiğini anladım ve feminist literatüre yöneldim. Ancak oradan bir şeyler üretebildim. Böylece feminizmle tanışmış oldum.

Buna sentez denilebilir mi bilmiyorum ama, feminist literatürde geliştirilen analiz yöntemlerini benimsemeden hareket ediyorum. Meselâ “erkek egemen zihniyet” bence tamamen feminist bir kavramdır. Şimdi sosyolojik ve antropolojik bir kavram gibi kullanılıyor ama bunun güncelleşmesi feminist hareketle olmuştur. Erkek egemen zihniyetle dünyayı algılıyoruz diye dünyaya baktığınızda daha farklı şeyler görüyorsunuz.
Ben de hadislere baktığımda, hadislerin kurgusuna, tarihine baktığımda tamamen erkek egemen zihniyetle üretilmiş ve Hz. Peygamber’e mal edilmiş birçok sözün olduğunu gördüm. Öyle ki Hz. Ayşe’nin kendi döneminde ona ulaşan ve Hz. Peygamber’in kesinlikle böyle bir şey demediğine dair rivayetler bile hadisleşerek bize gelmiştir. Hz. Peygamber’in en yakın şahidi bunu reddediyordu ama onun reddetmesi, bunun ümmet tarafından hadis olarak kabul edilmesini engellememiş.

Dolayısıyla burada bir kadın bakış açısının, bu olmadan bir yorum yapmanın mümkün olmadığını gördüm. Yoksa yaptığınız yorumlar şu çerçeveyi aşamıyordu: “Evet İslâm kadına bütün haklarını vermiştir ama Müslümanlar bunu yanlış uyguluyorlar.” İş bu noktada bitecek bir şey değildi. Dolayısıyla feminist okumalarıma da bu şekilde başlamış oldum.

Sentezim belki şu noktada: Feministlerin en büyük kavgası aslında dinledir. Bu maceranın içine dini reddederek girmişlerdir. Sadece dini reddederek değil, aynı zamanda kendilerini dine düşman bir konum almak zorunda hissetmişlerdir.

Feminizm Ve Din

Dindar kimliğim benim için önemli bir unsur. Ama önümüze din diye gelen malzemeye bir de bu tezlerle bakmanın önemli olduğunu düşünüyordum.

Bulduğum sonuç şu: Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra olağanüstü bir dönem yaşanmış ve o dönemin etkisiyle kadim zihniyet yeniden hortlamış ve İslâm kültürünü, İslâm geleneğini, özellikle yazılı materyali etkisi altına almıştır.
Aslında pratiklere baktığınızda yazılı kültürle uyuşmayan ya da yazılı kültürün kısıtlamalarını aşan pek çok şey görebilirsiniz. Ama sadece kitabiyat faslına baktığınızda kadınlar için çok iç açıcı bir durum yok. Ne yazık ki Müslümanlar, bu kitabî malzemeyle yüzleşme alışkanlığına sahip değiller. Yani her yüzleşme çabası bir irtidat çabası gibi algılanıyor.

Kadın konusu söz konusu olmadan önce, Türkiye’de içtihat konusu tartışılıyordu. “İçtihat kapısı kapanmış mıdır, hâlâ açık mıdır?” tartışmasında “Açıktır.” diyenler sanki dinden çıkmış gibi algılanıyordu ve bu şekilde bir muameleye tabi tutuluyordu. Bunu da aslında çok haksız bulmuyorum. Çünkü Müslüman dünyada Batılılaşma çabalarıyla birlikte dini beğenmeyen, dinle beslenen gelenekleri beğenmeyen elit bir kesimin dini değiştirme, reform yapma gayretleri oldu. Müslümanlar bu konuda onlara, haklı olarak tepki duydular. Fakat bu tepkiler zamanla rasyonaliteden uzaklaştı. Dinle ilgili gündeme gelen her yeni şey, tepkisel bir tarzla karşılanmaya başlandı. Dolayısıyla sadece kadın mevzusu değil, birçok mevzu, Müslümanlar arasında bu şekilde tartışıldı. Fakat zamanın herkesi olgunlaştırdığını da görüyoruz.

Feminist kesim için, dindar olduğunuz sürece feminizminiz her zaman şüphelidir. Dindar kesim için de, feminizm gibi bir kelimeyi sahipleniyorsanız dindarlığınız şüphelidir. Dolayısıyla iki tarafa da yaranamayan, kendi doğrularınca hareket eden bir insan olursunuz. Ama ben böyle bir noktaya ezbere bir şekilde gelmediğimi düşündüğüm için, yani kendi kanaatlerimden emin olduğum için tavrımı sürdürüyorum.

En Önemli Sorun Yoksulluk…

Kesimlere göre farklılaşsa da, Türkiye’de geniş bir kadın kesimini ilgilendiren en kapsamlı sorun, yoksulluktur. Ondan sonra fiziksel ve ekonomik şiddet. Bunlar çok Batılı ifadeler gibi geliyor çünkü bütün Batılı projeler bu laflar üzerinden yürüyor, ama bu da bir gerçek. Yani “Batı böyle diyor, biz böyle demeyelim.” diyecek hâlimiz yok.

Batı’nın böyle demesini istemiyorsak bu sorunları çözmemiz gerekiyor. Fakat bence Türkiye’deki en büyük sorun, kadınlarla ilgili meselelerin kutsal aile mitosunu zedelemesi korkusuyla sürekli görünmez kılınmaya çalışılmasıdır. Yani bir sorun yok dediğimizde, bir sorun yokmuş gibi bir havanın oluşmasını bekliyoruz. Şiddet ve yoksulluk sorununu asla göz ardı edemeyiz. Bunun dışında bulunduğunuz kesime göre sorunlar var.

Tesettür Sorunu Var…

Dindar kadınların kıyafetlerine yönelik sorunları görmezden gelemeyiz. Bunu artık başörtüsü sorunu olarak görmek yanlış. Bu tamamen bir tesettür sorunudur. Sadece başını örterek tesettürünü gerçekleştiren bir kadının bile bugün birçok kamusal yer olarak ilân edilen alanlara girmesi yasaklanmıştır.

Onun dışında daha farklı tesettür şekillerine ise, bizi utandıran, meselâ çarşaflı bir kadının üniversiteye girmesi muhal denecek kadar imkânsız bir şeydir. Ben bunlara kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu psikolojik, aşağılık duygumuzdan kaynaklanan kendi geleneğimizden, kıyafetlerimizden utanmamıza sebep olan, sadece utanmak değil, bunu artık bir tehdit olarak algılayan zihniyetimiz çok yabancılaşmış bir zihniyettir.

Feminist hareket bu anlamda biraz enternasyonel tarafları olduğu için Doğulu kültür ürünlerine sadece biraz gericilik sembolü olarak bakmaktadır. Bunu aşamadılar hâlâ. Hatta birçok feminist kadın, dindar kadınlara normal görse de çarşaflı bir kadın onlar için hâlâ bir öcü olmaya devam ediyor.

Dolayısıyla bu konuda akl-ı selime dayanan ya da kendimizi kabul etmeye dayanan bir olgunluğumuz yok. Onun için dindar kadın, kadın hareketi içinde zorla kendine yer açan bir konumda; bunu kendi grubum için de söylüyorum.

Neden Bir Araya Gelinemiyor?

Dindar kadınların yoksullukla, şiddetle, kadın sorunlarıyla mücadele ediyor olması, başörtüsü yasaklarının altını dolduran bir fonmuş gibi anlaşılıyor. Hâlbuki, feminist olmasa da Türkiye’de pek çok kadın örgütü, yıllardır kadın yoksulluğu ile kendi çapında uğraşan gruplardır. Yani onların yaptıklarını “Efendim, sadece hayır işleri yapıyorlar.” diye küçümsemek son derece yanlış bir davranıştır. Türkiye’de yoksulluğun sosyal bir patlamaya dönüşmemesinin en temelindeki saik, bu hayır faaliyetleridir; bu insanların maddî-manevî, bir şekilde destekleniyor olmalarıdır. Bunun da bir karşılık beklemeden, Allah rızası için yapılıyor olmasıdır.

Şu anda dindar kadınları feminist hareketten uzak tutan pek çok şey var. Özellikle başörtüsü konusuna yaklaşımları her zaman bir filtre görevi görüyor. Yani en hayatî sorunlarında destek bulamayan dindar kadınlar feminist kadınların, kendilerini kadın olarak görmediğini düşünüyorlar haklı olarak.

Çok fazla uzlaşma noktasında değiller. Fakat pek çok yeni çabayla, belki bu Avrupa Birliği’nin estirdiği rüzgârla ya da yeni demokratikleşme hareketleriyle; kendimiz için öteki olan insanlarla buluşma konusunda sivil toplum bazında bir eğilim var. Bunun getirdiği güzellik, bir arada iş yapılması oluyor. Bu da iyi bir gelişme.

İmam Hatipler Ve Kadın

Cumhuriyetin ilk yıllarına baktığımızda dünya çok farklı gerçekleri kabullenmek gibi bir şey yoktu. Yani herkes kesin inançlıydı. Cumhuriyet elitleri de kesin inançlıydı, muhafazakâr kesimi de. Dolayısıyla sentezler aramak gibi çalışmalar yoktu.
Şunu da söylemek lâzım ki; dindar kesim gerçekten zulme uğramıştır. “Bu ülke ancak elit bir grubun idaresinde olabilir.” şeklinde bir yanlış vardır. Türkiye’de demokrasinin tarihi bence çok yeni. Dolayısıyla demokratik bir yaklaşım olmadığı için dindar kesimler bu ülkenin ötekileri olarak sürekli bir kenarda kalmaya mahkûm edilmişlerdir. Bu psikoloji, dindar kesimi kendi içine kapanmaya itmiştir.

İmam hatip liseleri gibi, çocukların kendi değerleriyle yetiştirildiği ortamlar ancak 50’lerden sonra oluşmuş. Bu okulların açılmasıyla birlikte, dindar kesimde çocuklarının dinsiz olması korkusu ortadan kalkmıştır.

Birçok genç kız bu sayede okula gitmiştir. Oradan üniversiteye geçmiş, meslek sahibi olmuş ve geleneksel değerlerini de sürdürmüştür. Yani Türkiye’deki dindar kesim için, kızların okunmasından beklenen tehlikeler pratik hayatta ortaya çıkmamıştır.

Kızları yine ahlâklı, dindar ama para kazanan, kendine güvenen ve toplumda kendine yer edinen kadınlar hâline gelmiştir. Bu, dindar kesime gurur vermiştir. Bu olumlu sonuç kızların okumasını sorun olmaktan çıkarmıştır. Aileler kızlarına okula gitmeyi teşvik etmişlerdir. Hatta başörtüsü yasaklamalarında bunu çok gördük. Başörtüsü yasakları yüzünden okullarını bırakmak isteyen kızların pek çoğunu aileleri engellemiştir.
Ama görüyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kısım eliti için kızların okuması değil, kendileri gibi olması önemliydi. Onlar okumuş-yazmış dindar kadınlar değil de, okumuş yazmış Batılı ve modern kadın olduğunuz zaman sonuç alındığını düşünüyorlar. O yüzden imam hatip liselerine vurulan darbeler, dindar kesimin alanını kısıtlamaya yönelik çabalar bu mücadelenin hâlâ sürdüğünü göstermiştir.

Çifte Standartlar Var

Türkiye’de Batılılaşmanın tehdit olarak algılandığı birkaç alan var. Bunlardan bir tanesi de kadın ve aile. Ailenin zayıflamış olması, boşanmaların artmış olması, cinselliğin kuralsız olarak yaşanması vs. gibi sonuçlar dindar insanları kadın ve aileyi ilgilendiren konularda hâlâ çok muhafazakâr olmaya itiyor. Ama aynı şey erkekler için geçerli değil. Yani dindar erkeklerin modernleşmesi ya da Batılılaşması, modern kıyafetler giymesi, modern mekânlarda modern işler yapıyor olması tartışılan konulardan değil. Bu bir gelişme olarak yorumlanırken, kadınlar için bir tehdit olduğu tartışması sürüyor.

Demokratik Eşitlik

Batılı ve modern zihniyetin hayatımız üzerindeki etkileri teorik bazda tartışılıyor ama bunu tartışanlar bile modernlik ve Batılılıktan kendilerine düşen nasibi alarak tartışıyorlar. Yani bunun kaçınılmaz olan ve mutlak yanlış olmadığını düşünmediğim boyutları var. Meselâ demokratik eşitlik modeli konusunda Türkiye’nin iyi bir yerde olduğunu düşünüyorum.

Kadın-erkek eşitliği fikri Batılı bir düşünce; bizim geleneğimize ait bir düşünce değil. Yani modernizm sonrası bir düşünce. Modernizm düşüncesi değil. Hukuk önünde, yasalar önünde bu eşitliğin sağlanmış olmasını modern bir düşünce de olsa, bunu Müslüman bir kadın olarak olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Kadını güçlendirme mekanizmaları, kadının şiddete uğradığında gidecek bir yerinin olması ya da bu şiddetin cezalandırılıyor olması modern bir mekanizma olsa da bunlar iyi şeyler. Kaldı ki bizim tarihimizde de buna benzer uygulamalar var.

Kadın tartışmaları, modernlik çerçevesinden biraz çıktı. Teorik düzeyde böyle tartışılsa bile pratiğe baktığınızda yaşam kendisini dayatıyor. Bugün birçok aile, kızlarının kendi ayakları üzerinde duran insanlar olarak yetişmelerini istiyor. Yani ona iyi bir koca bulmaya çalışmıyor, yarın bir gün kocasına bir şey olduğunda nasıl ayakta duracağını düşünüyor. Dolayısıyla bu çok modern bir durum. Demek ki burada bir değişim var ve bu değişime aslında kimse hayır demiyor. Fakat hâl işin teolojik kısmıyla yüzleşmeye geldiğinde, bir dirençle karşılaşılıyor.

Bu anlamda, diğer Müslüman ülkelerdeki kadınlara göre, Türkiye’deki dindar kadının durumunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Yasal anlamda Türkiye de kadının durumu daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

İslami Aile Hukuku

Dinî hukukun ticaret bölümü de var, savaş bölümü de var. Bu bölümlerin hepsi yenilendi. Yani şu anda çok marjinal gruplar dışında klâsik fıkhın savaş hukukunu, savaş enstrümanlarını ya da ticaret hukukunu dayatan böyle geniş kabul görmüş bir anlayış bir grup yok dünyada; bir Müslüman ülke yok.

Ama aile hukuku denilen yani kadınların haklarını evlenmeyi, boşanmayı, miras hakları gibi aile hukukuna içeren ve kadın erkek eşitsizliğini en bariz şekilde ortaya koyan kısım sanki şeriatın tamamıymış, dinî hukukun odak noktasıymış gibi davranılıyor. Elden giderse her şey kayarmış gibi bunu üzerinde aşırı bir muhafazakârlık var. Birçok Müslüman ülkede, Müslüman kadınların bu hukukun uygulanmasında kaynaklanan pratik sorunları var. Yani çok eşlilik bugün Türkiye’de birçok kadının başına gelmesini istemediğim bir şey. Birçok Müslüman ülkede de bu var. Kadın bunu istemiyorsa nasıl karşı koyacak.

Miras hukukuna gelince; kadının sorumlulukları artık değişti. Kadının aile içinde hiçbir maddî sorumluluğu olmadığı bir toplumda gelmiş miras ayetlerinin evrensel kabul edilmesini ve bugün hâlâ bu ayetlerle kadınların bağlanmasını dinî maneviyata uygun görmüyorum. Dolayısıyla bu mesele bence, Müslümanların bu korkularından sıyrılarak içinden çıkması gereken bir mesele. Biraz da kadınların daha cesur olarak tartışması gereken bir konu diye düşünüyorum.

Türkiye’de kadınlar daha cesur diyebilir miyiz bilmiyorum ama Türkiye de seküler bir sistemin olması belki de dini konuların Türkiye de daha rahat tartışılması mevzusunu ortaya koyuyor.

Yeni Yaklaşımlar…

Seküler bir ülkenin din hizmetleri aslında dinî zihniyet üretme aracı değil. Yani Diyanet yeni bir zihniyet üretmeyi bir misyon olarak görmüyor. Ancak şimdi sorunların ve taleplerin değişmesiyle, belli konularda yeni açılımlar sağlanması için kendisini mevcut ehli sünnete dayalı, özellikle din hizmeti veren kurumlar olarak görüyor.
Yeni yaklaşımlar, zorlamalar, Diyanet’e fikir sormalar ya da Diyanet’ten beklentiler Diyanet’i belli konularda açılımlar yapmaya sevk etti. Ama kadın imam meselesi, yani imamlık bir tür liderliği de içerdiği için, belki de kadının liderliği her zaman çok tartışma konusu olduğu için, liderliğin erkeğin fıtratının bir gereği olarak kabul edildiği için Müslümanları bu konuda daha muhafazakâr bir anlayışa sevk ediyor. Hatta ben bir tartışmada şunu belirttim: Karşımdaki beyefendi diyor ki “Kadın cumhurbaşkanı olabilir ama imam olamaz.” Ben burada psikolojik bir direnç görüyorum; rasyonel bir direnç değil. Olması gerekiyor mu? O da ayrı bir mevzu. Bugün serbest olsa kaç tane kadın çıkıp imamlık yapmak ister? Bu tartışılabilecek bir şey ama imamlığa gelene kadar bir kadınla bir erkeğin bir ilmî mevzuyu tartışması bile bazı zamanlar haram kabul edilirdi.
Anlayışlar zamanla değişiyor. Belki bir gün “Kadın imam da olabilir.” denecek. Tabii kimin söylediği de önemli. Söyleyen insanların ne yaptığı, neyi temsil ettiği de önemli. Müslüman dünyanın hâlâ yeterince samimi Müslüman olmadığını düşündüğü insanlardan gelen bu tür yenilik düşüncelerine karşı direnci var. Haklı bir direnç olabilir ama Müslümanların da bu dirençler üstünde düşünmesi gerektiğini düşünüyorum.