Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Nuray Mert

Nuray Mert

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama

Nuray Mert inandığı konuları tavizsiz savunan bir entelektüel. Kadın meselesine bakışında cinsiyete göre ayrımcılığı değil hakkaniyeti öne alıyor. Batılıların kadın sorunlarında kendi bakışlarını dayatmalarına karşı çıkıyor.

Ben diğer İslam ülkeleri ile Türkiye arasındaki farkın hukukun seküler sistem üzerine oturmasından ziyade tarihsel ve toplumsal tecrübenin daha değişik, daha demokratik olmasına bağlıyorum.

Türkiye’nin farkı, hukuki olarak modernleşme projesini çok daha eskiden hayata geçirmiş olmasının yanı sıra kadına yansıyan şekilde daha demokratik bir geleneği olması ve bunun yarattığı çeşitlilik, zenginlik ve daha özgür bir atmosferin hayata geçmiş olmasıdır. Bunda da Türkiye’nin resmî tarihi içerisinde çok partili hayata erken geçmesinin dahası çok partili bir siyasi sistemi yaşayan bir İslâm ülkesi olmasının etkisi var.

Modernleşme öncesinde de Osmanlı döneminde de İstanbul, İslâm dünyasının diğer ülkelerini oluşturan bölgelere göre, bugünkü tabirle daha liberal daha farklı sosyal pratiklerin yaşandığı bir yer olmuş. Yani cumhuriyet dönemi ve onun mirası, onun getirdikleri, onun başlattığı süreçler de çok önemli, ama  onun öncesine gittiğinizde toplumsal, tarihsel, coğrafi bir takım farklılıkları da tespit ediyoruz.

Türkiye’deki Kadın Sorunları

O noktada bunların hepsini bir araya getirdiğiniz de Türkiye’de yaşanan kadına ilişkin sorunların Batı’dakilere benzer sorunlar olduğunu, özellikle bir İslâm ülkesine mahsus sorunların daha az gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar da diğer İslâm ülkelerine benzer namus cinayeti, töre cinayeti diyebileceğimiz şeylerdir… Bu sorunların ise İslâm’la ilgisi yok, her ülkenin daha feodal geçmişe yakın kısımlarında rastlanabilecek sorunlar bunlar.

Çok uzaktan bakıldığında bunlar sanki İslâm ülkelerinin ortak sorunları gibi gözükebiliyor. Türkiye’de bunlar daha çok belli bölgelere mahsus sorunlar. Onun dışında kalan alanlarda şehirleşmenin çok daha gelişmiş olduğunu ve şehir hayatına mahsus problemlerin kadınlara yansıdığını görmekteyiz. Onun dışında İslâm coğrafyasının bir parçası olan bir ülke olarak bizde tersinden bir problem var. En ayırt edici olan özellik de başörtüsü sorunu. Bunun en büyük nedeni ise Türkiye’nin çok radikal bir seküler ve modern projeyi resmîleştirmiş cumhuriyet sürecini bunun üzerine oturtmuş olmasının yarattığı dine karşı alerjik yaklaşımı.

Modernleşme Projemiz Fazla Batıcı

Lâikliğin çok katı ve kısıtlı bir çerçeve içerisinde algılamasının gündelik hayata ve siyasi alana taşıdığı problemler var. Dine ilişkin, dinsel sembollere ilişkin, pratiklere ilişkin başka sorunlarda sözkonusu. Bu pratiklerin içerisinde en göze çarpanı sadece kadınları ilgilendiren başörtüsü etrafında yoğunlaşıyor. Bu da tesadüfî değil. Çünkü en açık, gözle görülebilir dinî sembol, başörtüsü. Dolayısıyla bütün bu bahsettiğimiz, dine karşı, alerjik veya antipatik veya kuşkucu diyebileceğimiz bakışlar, bunların toplamından oluşuyor. Diğer taraftan işte bizim lâikleşme, modernleşme projemizin fazlasıyla Batıcı, fazlasıyla Batılı sembollerle sınırlanmış.

İlkesel düzeyden ziyade şekil faktörünün öne çıkmış olmasının açılımı bu. Öncelikle kadınları ilgilendiren çok görünür bir sembol, başörtüsü, üzerinden olan tartışmalar Türkiye’yi farklı bir konuma sokuyor. Türkiye genel özgürlükler açısından veya kadının sosyal hayattaki özgürlükleri açısından, hukukî ve pratik açıdan da diğerlerinden oldukça farklı bir tablo sergiliyor. Ama kısıtlamalar açısından da diğer İslâm ülkelerinde hiç görmeye alışık olmadığımız, hatta söz konusu bile olamayacak, kendine özgü nedenlerle böyle bir çok radikal farklılık gösteriyor.

İslam Dünyasının Mirası

İslâm ülkesinden neyin kastedildiği çok tartışma konusu edilen bir şey. İslâm’ın resmen tanınmış din olması açısından değil tabii ki. Burada tartışılacak hiçbir taraf yok. Anayasamız ortada, siyasî sistemin çerçevesi ortada. Bu değil ama onun dışında kültürel olarak tanımladığımız zaman Türkiye tabii ki bir İslâm ülkesi.

Siyasî çerçevede sıklıkla “Rejime yönelik bir referans var mı?” sorusu kafaları karıştırdığı için belki bu tartışma çıkıyor. Ama nerede kullandığınıza bağlı bu terimi. Kültürel veya tarihsel bir şeyden bahsediyorsanız ki mutlaka bundan bahsetmeniz lâzım, bir noktada, bu tür tasniflerle bakılan çerçevelerde o zaman Türkiye tabii Müslüman bir ülkedir. Ayrıca bir İslâm ülkesi veya İslâm coğrafyasının bir parçası, demeyi ben tercih ediyorum. Müslüman dünyanın parçası demeyi tercih ediyorum çünkü nüfusunun çoğunluğu Müslüman. Bunlar nasıl Müslüman? Kendini nasıl tanımlar? Ne kadar dindardır? Ne yapar bunlar? Bu tür tanımlar da çok önemli şeyler değil. Her ülkenin kendine özgü farklılıkları var. Ayrıca toplumun içerisinde de farklılıklar var. Türkiye’de bu farklılıklar çok daha da fazla. Her bakımdan çeşitlilik dindarlık açısından da söz konusu… Ama en azından kağıt üzerinde de olsa çoğunluk Müslüman. Ondan daha önemlisi bir de içinden geldiği tarihsel süreç, tarihî miras, kültürel miras… Hepsi aslında İslâm dünyasının mirası. Daha da önemlisi aslında Türkiye, bu İslâm dünyasının merkezi olan imparatorluğun devamı.

İmparatorluğun devamı olan irili ufaklı bir sürü ülke var. Ama Türkiye bunların merkezinde, o mirasın merkezini devralmış bir ülke. Dolayısıyla bu anlamda tabii bir İslâm ülkesi.

Laik Kesim Bloğundan Söz Edemeyiz…

Ben blok halinde lâik kesim denmesinden yana değilim çünkü lâik kesim dediğimiz kesim de çok farklı çevrelerden oluşuyor ve oluşmak durumunda. Değerlendirmemizi lâik veya Müslüman kesimden ziyade belki daha ziyade eğitime, şehirleşmeye göre yapmamız, bu çerçeve içerisinde düşünmemiz gerekir. Şu denilebilir: Lâik kesimler daha ziyade şehirli ve daha eğitimli, daha modern çevrelerden oluşuyor. Bu kısmen doğru ama onun dışında, İslâmî kesimin de artık şehirli daha modern ve daha eğitimli olduğunu görüyoruz. İslâmî kesimden 1950’lerde bahsediyor olsaydık belki daha kırsal kesimi kastediyor olabilirdik ama bugün artık İslâmî kesim dediğimiz kesime, dindar veya muhafazakâr diyebilirsiniz. O kesimlerin içerisinde de ayrışmalar var ve dolayısıyla ister istemez lâik kesim ve Müslüman kesimin kadına bakışı yerine genel bir bakış oluşturmalıyız.

Karşılıklı Önyargılar Var

Lâik kesimin kadınlarında ve erkeklerinde dahası büyük bir çoğunluğunda, Müslüman kesimin kadınlarına yani başörtülülere farklı bir bakış var. Muhafazakâr kesimden geldikleri belli ise bir şekilde onlara bakışlarında çok ciddi bir ayırt edici taraf var. Belki asıl konuşulması gereken de o.

Bir kadın eğer örtülüyse onun asla yeterince eğitilmiş olmadığı, yeterince özgür olmadığı gibi bir takım önyargılar var. Bunun tersi Müslüman kesim için geçerli midir? Muhafazakâr kesimlerin kapalı hayat tarzında yaşayanları için bu söz konusu olabilir. Onların modern kadına bakışı biraz farklı olabilir. Bunlar Müslümanlıkla temellendirilen şeyler değil. Gerçi artık Türkiye gibi bir ülkede Müslüman’ın veya modernin kadına bakışı şöyle diye tasnif etmek mümkün değil. Konu politik bir hâl aldığında kendine lâikçi diyen kesimin çoğunluğunun, diğer kesimin kendisiyle aynı hayatı yaşayan, benzer bir düzeyde eğitilmiş olan ve sosyal hayata katılan kadına bir takım önyargılarla bakması söz konusu. Bu dikkat çeken bir şey.

Cinsiyetten Ziyade Hakkaniyet Sorunu

Ben sosyal problemlerin temellerinde cinsiyet farklılıklarının sosyal izdüşümlerini değil bunların içerisindeki eşit olmayan ilişkileri, hakkaniyet sorunlarını irdelerim.

Ben sosyal problemlerin en çok yoğunlaştığı alanın cinsiyet ayrımları olduğunu düşünen birisi değilim dolayısıyla da kadın meselesi denilince de daha ziyade bahsettiğimiz kadının nasıl bir ortamın kadını olduğuyla ilgilenirim. Yani hangi sınıftan bir kadın, ne derece ekonomik özürlüklerine veya sosyal özgürlüklerine, kültürel özgürlüklerine sahip. Daha doğrusu ben mağdur ve mahrum olan kadınların sorunlarıyla ilgilenirim.

İşsizlikten, ekonomik eşitsizliklerden bahsediyorsak bunların o kesimin erkeklerinden daha fazla kadınlara yansıdığını inkâr edemeyiz. Çünkü daha ziyade ailenin yükü kadınların üzerine birikmiştir. Erkek bir sorumluluk alma durumunda hissetmiyorsa kendini, o durumda yükün fazlasını kadınlar alıyor sırtına.

Onun dışında tabii yine kültürel şeyler de var. Kadının değerlendirilmesi toplumun içinde bulunulan yerine göre değişiyor. O zaman kadınların sorunlarının yoğunlaştığını görebiliriz. Peki Türkiye’de bu sorunlar var mıdır? Vardır ve bu inkar edilecek bir şey değil. Ama onun dışında ben kadına ilişkin sorunların tamamıyla kültürel, sınıfsal, bölgesel, her şeyi kesen ve bütün kadınları bir tarafta toplayıp işte bir kadın sorunu var denebilecek sorunlar olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bunlar dikkate alınmadan kadın sorunlarını çözmeye kalkışmayı da uygun bulmuyorum. Yani politik bir mesele, bir sosyal teşhis ve değerlendirme sorunu olarak görüyorum.

İslamın Suçlanması Problemli

Bütün dünyada son zamanlarda, özellikle son 4-5 yılda yoğunlaşan  İslâm dünyasının bir sorunlar yumağı olduğuna ilişkin bir politik, kültürel atmosfer oluşmakta. Bunun parçası olarak da kadın sorunu biraz daha o çerçeve içerisinde değerlendirilmekte.

Bu başlık altında kadın sorununun değerlendirilmesini de siyasal olarak problemli buluyorum. Çünkü hem bu çok dışarıdan bir bakış hem de İslâm dünyası içerisindeki farklılıkları hiç dikkate almayan daha bir yaklaşım türü. İkinci bir yanlış da genelde her toplumda yaşanabilecek sorunları İslâm dünyasına mahsusmuş gibi yorumlamaktır. Hatta dinle hiç alakası olmayan sorunların bile İslâm’ın sorunuymuş gibi gösterilmesi de çok yanlış. Böyle yanlış bir kodlama gibi bir zaafla malul bu yaklaşımlar.

Bize Özgü Sorun; Laiklik Konusu

Türkiye’de feminist akımların yükselmesi 80’lerden sonra fazlasıyla arttı. Kadın ve erkeğin hayatlarının başka boyutlarını dikkate almayan, sadece kadına yaklaşımı uygun gören, tekilci bir yaklaşım içinde sürdürülen akıl yürütmeler olduğunu görüyorum ve bu durumu oldukça problemli buluyorum. Diğer taraftan da yine bu çevrenin Batı’nın Türkiye’ye baktığında gördüğünü söylediği gibi, pek çok sorunun arasında her şeyi geçip sorunları sadece İslâm başlığı altına sıkıştırmasının yarattığı sorunlar olduğunu düşünüyorum.

Bunun dışında her toplumda olduğu gibi Türkiye’nin de tabii bir sürü sorunu var. Bir kısmı kadının etrafında yoğunlaşan bir kısmı da ondan bağımsız sorunlar bunlar. Ama daha somut şeylerden bahsetmek zorundayız. Güneydoğudaki sorunlardan bahsediyor olursak bunlar, ekonomik olabilir, kültürel olabilir, başka türlü mağduriyetler olabilir ve kadın etrafında olabilir. Yoksa çok genel manada ben Türkiye’nin kadın sorunu, diye bir şeyden bahsedilemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’ye özgü tek kadın sorunu da lâiklik konusu. Bunun dışındaki sorunları  yok saymıyorum, ama bu tür sorunların diğer ülkelerde de benzerlerinin olduğunu söylüyorum.

Batılı Gözlüğü Sorunları Çarpıtıyor

Fakat modern gözlükle veya Batılı gözle baktığınızda onların alışkanlıklarının dışındaki her şeyin problem olarak algılaması gibi bir durum var. Tabii bu şu demek değil: Doğu toplumlarında her şey dört dörtlük, hiçbir sorun yok ve aslında sorun batı da. Elbette ki Doğu’da her şey güllük gülistanlık değil. Ama bunun bir orta noktası olması  lâzım. Bu nokta kaçmış vaziyette. Çünkü genel olarak Batı’nın muazzam bir özgüveni var ve kendileri dışındaki toplumlarda yaşanan her şeyi sorun olarak görüyorlar, o şey sorun olsun olmasın… Batı’nın böyle bir alışkanlığı var. Ben biraz da kadın sorununun bu yaklaşıma kurban gittiğini düşünüyorum. Yani kadın sorununa bu şekilde yaklaşmak da bize fayda sağlamıyor tam tersine zaman zaman engel bile oluyor çünkü bazı problemleri teşhis edemememize sebep oluyor. Yani problem olanla problem olmayanı karıştırtıyor.

İki Kesim De Marjinalleşiyor

Kadın haklarını aile ile bağdaştırmak zorunda değiliz. Sanki kadının sorunları sadece aileyle ilgili oluyor ve özgürlüklerini mutlaka aileler kısıtlıyormuş gibi bir imaj çizilmesi yanlış. Kadının özgürlüğünü kısıtlayanlar muhafazakâr ailelermiş gibi görülüyor. Aileyle barışık olmayan bir bakış açısı var. İnsanın hayatının bu yönünü görmezden gelmeye yatkın bir yaklaşım var.

Muhafazakâr kesimde de ailenin zedeleneceğine dair bir korku var. Onlar ise ideal bir aile tablosu çiziyorlar ve bunun bozulmaması için uğraşıyorlar. Dolayısıyla kadına ilişkin herhangi bir şeyden her bahsettiğinizde bu tedirginlik gündeme geliyor. Bu tedirginlik gündeme geldiği andan itibaren de serinkanlılıkla herhangi bir değerlendirme yapmanız mümkün olmuyor. Bu kesimin de aynı fikirleri paylaşmasalar dahi kadının iyiliği için bir şekilde uzlaşmaya çalışmaları  lâzım. Çünkü bu iki bakışında gerçeklikle de alakası yok ve bu konulara ufuk açacak yaklaşımlar olmadıkları çok belli.

Feminist kesimin kadın özgürlüklerinde çok ısrarlı olmak yönündeki yaklaşımları ister istemez marjinal bir yaklaşım olarak kalıyor ve bazen de bu ısrarları dolayısıyla feministler haksızlığa da uğruyor. Onların da içinde yaşadıkları ortamı inkâr etme gibi bir durumları var. Aileyi, özgürlükleri kısıtladığı düşüncesiyle, olumsuz görmeleri onların da olumsuz tepkiler almalarına neden oluyor. Onları biraz toplumdan uzaklaştırıyor veya seçkin, kısıtlı,  liberal bir çevreye mahkum ediyor.

Diğer taraftan muhafazakar kesimlerde de içinde yaşadığı hayatı inkâr etmeyi tercih eden bir yaklaşım var. Asıl toplumu biz temsil ediyoruz deseler de diğer kesim kadar marjinalleşiyorlar. Çünkü içinde yaşanılan toplumun sorunlarını çözmek için eleştirel yaklaşmayı ayak uydurmak gibi görüyorlar. Benim o kesim açısından gördüğüm en büyük eksiklik içinde yaşadıkları dönemi ve de o dönemin gerçeği ve sorunun ne olduğunu teşhis etme konusunda bile isteksiz olmalarıdır. Hayallerinin yıkılmaması adına diyebilirim ki ideal kadın ve ideal aile hayali doğru tasavvur edilmeli. Bu tasavvurun kadını daha çok marjinalleştirdiğini ve iki tarafın da konuşması, tartışması, değerlendirmesi gereken bir alan olduğunu görmeleri gerekir. Yoksa bu iki yaklaşım da içine kapanacaktır.

Başörtüsü De Özgürleşme Talebidir

Başörtüsü veya kadınların kapanma talebinin rahatlıkla kendi özgür seçimleri olduğunu söyleyebilirim. Bir takım kadınlar kendi özgür seçimleri doğrultusunda kapandıklarını, kapanmak istediklerini ve hayatın her alanına kapalı bir şekilde katılmak istediklerini söylüyorlarsa bu onların özgürleşme talepleridir diye düşünüyorum.

Çünkü kafamda ideal özgürlük tabloları yok. Yani bir kadını ancak açık olma özgürleştirir diye düşünmüyorum. Tam tersine birisi çıkıp kadının kendini teşhir etmesinin özgürlüğün önündeki en büyük engellerden bir tanesi olduğunu söyleyebilir. Bazıları çıkıp, örtünmenin kadını özgürleştirdiğini söyleyebilirler. Bu da kendi içerisinde son derece tutarlı bir özgürleşme yaklaşımıdır. Bazıları da hayır açılıp saçılmanın özgürleşme olduğunu iddia ediyor olabilirler. Dolayısıyla da kadının özgürleşmesinde belli bir kural yok. Ya da olmazsa olmaz yok. Yani kadın kendini nasıl özgür hissediyorsa kadının özgürlüğü odur.

Örtünme Karşıtları Baskıcı

Feminist kadınların bir projeleri var. Bu projenin dışındakileri ellerinin tersiyle itmeleri doğru değil. Halbuki  bildiğim kadarıyla örtünen kadınlar başka kadınların örtünmeleriyle ilgili bir talepte bulunmuyorlar. Asıl özgürleşmenin böyle olduğu yönünde baskıcı bir tutum içinde bulunmuyorlar. Türkiye’de garip olan, bir kadının özgürlüğünü açılma şeklinde tarif eden tarafların bunu baskıcı bir şekilde yapmaya çalışmaları. Baskın görüş Türkiye’de kadın ne kadar açılırsa o kadar özgür olur, yönünde. Yoksa onun ötesinde bir kavramasallaştırabilecek, temellendirilecek bir özgürlük yaklaşımına dayanmıyor. Ama hakim olan, en azından kültürel manada öne çıkan sesi daha çok duyulan özgürlük tanımı bu.

Türkiye’de problem önyargılı olmaktan kaynaklanıyor. Kendini Batılı veya feminist diye nitelendirenlerin biraz daha az peşin hükümlü olmaları sorunu halledecektir kanısındayım.

Tanımayı Reddetme İnadı Var

Şimdi Batılı, lâik ve modern bir kadın tasavvuru olanların başörtülü kadınların hayatlarına karşı tavır almalarının yanında kendi özgürlüklerinin tehdit edildiği gibi bir kaygıları da vardır ve bu tedirginlikten bahsediliyor.

Aslında bütün toplumların özellikle modernleşmiş Müslüman toplumların zaman zaman duyduğu bir kaygıdır bu. Çok radikal İslâmcı akımların belli zamanlarda belli ülkelerde ortaya çıkması ve pratikleri dolayısıyla, bunu o ülkelerde bir miktar makul görebiliriz.

Son örnek olarak Taliban ve burka gündeme getirilir. Şimdi burada bir kere tarihsel ve toplumsal olarak farklılıklar var. Çok dar bir vadiden bakıyoruz. Orada Taliban var ve onlar da Müslüman. Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Türkiye arasında muazzam farklar var. İran bile Taliban’ınkine benzemez. Çünkü İran çok gelişmiş bir ülkedir. Bir çok bakımdan hatta modernleşme açısından bile belki Türkiye’yle paralellikler kurulabilir. Ama buna rağmen İran devrimi esnasında İran’ı da çok tartıştık. Böyle bir toplumsal dönüşüm açısından baktığınızda Türkiye’ye benzer bir ülke değil. Türkiye bunlardan tarihsel olarak ve toplumsal, kültürel olarak çok farklı. Bu tür şeylerin olması hemen hemen imkansız. Çünkü böyle bir şey isteyen bir topluluk yok burada. Yani buna en dindar diyeceğiniz insanlar dahil.

İkincisi Türkiye’nin anayasasıyla garantilenmiş bir takım şeyler var. Dinin, hayatın içerisinde nasıl, ne kadar yer alabileceği konusunda sınırlar konulmuş. Dolayısıyla bu öyle çok kolay olabilecek bir şey değil. Herhalde bu tür tedirginlikleri duymak için çok dar bir bakışlı olup ve de böyle bir iki tane video veya televizyon filmi seyrederek; Taliban, burka, İran vs. bunların arasındaki farkları görmeden kolay paniğe kapılıyorlar.

Üçüncüsü ve en önemlisi ise aslında birbirlerini tanımıyorlar. Türkiye’de bu korkutucu şeyi hayata geçirecek olanlar kimlerdir? Yani Türkiye’de dindar dediğimiz insanlarla biraz tanışıyor, konuşuyor olsalar aslında Türkiye’nin bir sorunu olmaz. Eğitimli, şehirde yaşayan ve sizin gibi olan bir başörtülü kadının sizden farklı olmadığını görürsünüz. Bu sebeple de telaşa kapılmazsınız.

Türkiye’de taşraya gitseniz, bütün kadınların kapatacak bir rejimin gelmesini isteyen de yoktur.  Türkiye’deki kuşku duyan kesimler bunu birazcık fark edebilse… Bu, kısmen haklı diyebileceğimiz, kuşkular da izole olur. Fakat benim görebildiğim kadarıyla böyle bir tanışmama, tanımama ve birebir direkt bir noktadan sonra da tanımayı istememe, bilmeyi reddetme gibi bir inat var.