Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Özgürlük Lafzı Adanmışlık Lafzı İle Bir Araya Gelmez

31 Mart 2015 günü, İstanbul Adalet Sarayı içerisinde gerçekleşen silahlı saldırıda Berkin Elvan davası soruşturmasını yürüten Cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz i(DHKP-C) örgüt üyeleri tarafından rehin alındı. Yaklaşık dokuz saat sonra savcı Kiraz DHKP-C militanlarınca öldürüldü. Ayrıca iki saldırgan da ölü olarak ele geçirildi. Bu cinayete duyarsız kalan bazı guruplar avukatların Adalet Sarayı’na girerken aranması gündemine yoğunlaştılar. Alev Alatlı ile bu röportaj bu cinayetin ardından yapıldı…

Savcı Kiraz cinayetinin gerçekleştiği gün, tarih sayfalarına, hepimizin belleğine karanlık bir gün olarak yer etti çoktan. Aslolan menfur bir cinayet iken, hakimler, savcılar, avukatlar arası güvenilirlik katsayısı tartışmasına dönen bir ortamda sosyal medya ve medya dili hepimizin kanını dondurdu. Hele de gazetelerde ve sosyal medyada insafsızca yer alan Savcı Kiraz’ın teröristlerin eli ağzındaki fotoğrafı ve bu fotoğrafı gören çocuklarının günlerce uyuyamaması, aile bireylerinin isyanı ve tüm bunlar karşısında umarsızca devam eden tartışmalar… “Testiyi kıranla suya gideni bir tutan” yorumlar olayı adeta perdeledi. Cinayet haklı bir mücadelenin bir parçası olabilir miydi? İdealizm, özgürlük tutkusu gibi kavramlarla gerekçelendirilen sol örgütlerin eylemleri aslında neyi amaçlıyordu? Bu eylemlerin sarf malzemesi haline gelen, canlı bombalar olarak kullanılan gençler aslında ne uğruna katil ve maktul oluyorlardı? Kelimeler bizim için her zaman anahtardır. Neyin ne olduğunu kimin kim olduğunu bize onlar anlatır. Bu röportaj bir kavramsal çerçeve röportajıdır. Tüm bu sorularla Alev Alatlı’nın kapısını çaldım. Kurbanları, katilleri, habaseti görmezden gelmeyi, yok saymayı barış için yaşamak zanneden bir anlayışı, idealist ile narsistik kişiliğin karışma hallerini, ölü seviciliği muteber kılan yapıları geniş ve derin insan odaklı bir analizle konuştuk. Her zamanki gibi yaşam sever insan profilini güçlendirmek üzerine hemfikir olduk.

Cinayetin Ardından

Savcı Kiraz cinayetinin oluşturduğu infial kadar, pazarlıkların olduğu esnada ve sonrasında ortaya çıkan şümul medyalardaki durum hepimizi şok etti. İnsanlığımızı kayıp mı ettik?

-Kahroldum! ‘70-‘80 dönemini yaşamış biriyim. İdrakini yitirmeye görsün, gencecik insanların ne habasetlere kadir olduklarını bilmez değilim. Yine de, bu denli alçaklığın nadirattan olduğu düşüncesiyle avunmaya çalışıyordum ki sosyal medyadaki ölüsevici sırıtkanlık perişan etti! Toplumlar da hastalanırlar, Ayşe Hanım. Nekrofil psikopatolojinin ayak seslerini duyuyorum ve bu beni toplumun geleceği adına cidden korkutuyor!

-Ölüsevicilik deyince toplum fantastik bir resim algılıyor. Fantastik bir durum mu? Yoksa farkında olmadığımız bir realite mi? Gerçekte bugün ölüseviciliğin tekabül ettiği olaylar neler?

-Olay bir değil, bin değil! Dahası bugüne mahsus da değil!  Bakın, ölüsevicilik diye Türkçeleştirdiğimiz nekrofili, cinsel yönelim bozukluğunun ötesinde, habis şiddete yatkınlıktır.

-Sizin “Viva la Muerte” kitabınız “Yaşasın Ölüm”  başlığıyla bir dönemin halini çok iyi anlatır. “Valla, Kurda yedirdin beni!” kitabınız ise başka bir cepheden meseleye bakar. Her iki tarafta  sağ ve sol ayırmadan ölümün bu kadar kutsanması, ölüme değer verilmesi, ölmek ve öldürmek üzerine hayatların anlam bulması fikri sanki geçen yüzyılda kalmış gibiydi. Aradan 20 yıla yakın zaman geçmesine rağmen bu tablonun değişmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

–“Or’da Kimse Var mı?” dörtlüsünün bir uyarı çağlığı olduğu doğru. Üstünden neredeyse yirmi beş yıl geçmiş ama bir değişim olacaksa da, bana tahsis edilen ömürde görmeyi o gün de ummuyordum, bugün de ummuyorum. Tarih sıçrama yapmaz, çünkü. Kaldı ki, yeryüzünde hiçbir şey tamamen kaybolmaz. Şiddete de virüs salgını gibi bakacaksınız, bir azar, bir seyrelir ve yeraltına iner.  Az önce dediğim gibi, 12 Eylül öncesini de yaşadım ben. Ankara’nın göbeğinde ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava basılmak suretiyle öldürülen, yetmedi, camdan aşağı atılan Dursun Önkuzu dün gibi aklımdadır. Sonra ne olduydu, biliyor musunuz?  Delikanlının azabı bir yana bırakıldı, ciğerine hava basılan insanın üç dakikada mı, beş dakikada mı öleceğine dair teknik izahata girişildi. Pencereden atıldığında sağ mıydı, değil miydi tartışmaları yaşandı. Ardından, şehit sayılır mı, sayılmaz mı münakaşaları geldi. Kimi, şehit falan değildir, ne olmuş vatanı işgalden mi kurtarıyormuş diye sırtını döndü, kimi al kanı kefenine bulaştı türünden hamasi güzellemelere başvurdu.  Hasılı, olayın dehşeti elbirliği ile hasır altı edildi. Yas tüketildi. Vicdanlar susturuldu. Bu söylediğim, 1970’teydi.  Düşünün ki, kırk beş yıl sonra aynı yerdeyiz.

En Basit Konforlardan Feragati, Uluslararası Mesele Yapan İnsanlarız… Habis Cinayete Değil Aranmama İmtiyazının Kaybına  Karşı Portesto Yapan Bir Hanım Avukattı.

-Rahmetli Kiraz’ın katline ilişkin yorumlarla paralellik mi kuruyorsunuz?

-Nasıl kurmam? Talihsiz Savcı Bey’in daha bedeni soğumamışken, televizyon ekranlarında çapraz ateş miydi,  değil miydi,  güvenlik önlemleri yeterli miydi, yetersiz miydi şeklinde, gaddar eylemin vahametinden eksilten, neredeyse vaka-i adiyeye indirgeyen “cambaza bak cambaza” refleksini izlememiş olamazsınız!  Böylesine merhametsiz bir eylemle karşı karşıya kalmışken,  avukatların cüppe ayrıcalıklarının ihlâlinin en son akla gelecek kaygı olması beklenirdi. Ne münasebet! Daha o anda, üstleri aranır mı, aranmaz mı münakaşası başladı. Deyin ki, Ariel Şaron’a takılan “Şatilla kasabı” lakabından alınan kasaplar federasyonu refleksi! Hiç kendimizi kandırmayalım, en basit konforlardan feragati, uluslararası mesele yapan insanlarız. O hanım avukatın soyunma eyleminin, habis cinayete değil, “aranmama imtiyazının kaybına” yönelik protesto olmasının telmihini gözden kaçırmayın. Protestonun protestosunu da gözden kaçırmayın! Gerçeklerle yüzleşmekten kaçış!

-Nasıl bir gerçekten söz ediyoruz?

-En basitinden güvenlik zafiyeti gibi bir gerçekten söz ediyoruz!  Ben mi yanlış hatırlıyorum, bir iki yıl önce aynı binada silahlı bir hakim sekreterini rehin almamış mıydı? Katiller, söylendiği gibi topu topu yüz sekiz kişilik bir terörist örgütün adı sanı, eşkali bilinen, üstelik birkaç ay önce hapiste olan üyeleri değil miydiler? Güvenlik zaafının avukatların adliyeye girişine indirgenmesi asıl sorunun üstünün örtülmesi değil midir?  

-Şiddeti tanımlayan nedir? Eylem mi, kimlik mi? Eylemi sol kesimin yapması  olayı  şiddet olmaktan çıkarıyor mu?

-Tabii ki hayır! Eylem mi, kimlik mi dediğinizde, ben kimlik olduğunu savunurum. 12 Eylül hapishanelerinde yaşananlar neydi? Abdullah Gülbudak işkence altında öldü, Cemil Kırbayır kim bilir hangi habis yöntemlerle yok edildi. O delikanlılara kıyanlar solcu değillerdi!  Ne elektrik verenler, ne filistin askısına düğüm atanlar, ne de müdüriyet odasında çay yudumlayanlar solcuydu.  Orası öyleydi de, açlık grevleri neydi?  Daha da vahimi, açlık grevlerinin  “Ölüm insanoğlunun en teorik eylemidir;  bunu istençle seçerek, tekmeleyerek yapmak, bir yüksek gelişme çizgisi oluyor!” safsatası ile yüreklendirilmesi neydi? Bakın, kurbanların ve katillerin ve katilleri azmettirenlerin  ortak  nitelikleri  nedir biliyor musunuz?  Ölümü, şiddeti, yıkımı, helakı, süratle geçiştiren, habaseti görmezden gelmeyi, yok saymayı, barış içinde yaşamak zanneden bir topluma mensup olmaları! 

-Kral çıplak diyorsunuz…

-Kral çıplak diyorum.  Bu ülkeden vazgeçmeyeceksek, konuyu saptırma, yasın törene indirgenme biçimlerinin idrakına varmak, törenlerin nekrofilik telmihleriyle bir an önce yüzleşmek zorundayız. Bu yangın, teröre karşı omuz omuza, efendim, kadına şiddete hayır türünden içi doldurulamayan ve doldurulamayacak olan sloganlarla söndürülemez, söndürülemiyor!

Testiyi Kıranla Suya Gideni Bir Tutuyoruz

– Yasın törene indirgenmesinden kastınız?

-Tören dediğim, bir garip romantizm, görkemli cenaze merasimleri, alkışlanan tabutlar, hamasi nutuklar, testiyi kıranla suya gideni bir tutan kırıtmalar… Daha terörist kelimesinin anlamı konusunda mutabakata varmış değiliz, Ayşe Hanım!

-Mesela Mirgün Cabas gibi medya eğitimi almış birisinde bile teröristleri eylemci kategorisine indirgeyen dili nasıl görüyorsunuz? 

-Mirgün Cabas’ınkine gelinceye kadar, rahmetlinin saçlarının durumu dahil, ne aşağılık, ne merhametsiz, ne nadan twit’ler vardı!  İyi ki de vardı da necip toplumumuzun ne denli soysuzlaşabildiğini gördük!  Kız dövülemediği için diz dövüldü, kitlesel insafsızlık Cabas’a fatura edildi. Ha şimdi bu söylediğim, Cabas’ın hamhalatlığını aklar mı?  Asla! Ama hedef saptırmaya yaradığı da bir gerçektir. Malûm şüphelilerden ya arkadaş, cezalandır, aklan! Memoli’ye, Ahmet Kaya’ya, hatta Ümit Kocasakal’a reva görülen afarozdan farkı var mı?

Che Guevara Yargısız İnfaz Maktulüdür

-Peki, Türkiye’nin en liberal gazetesinin teröristlerin çektikleri fotoğrafı yayınlamasına ne diyeceksiniz?

– Liberalizm, eşittir insaniyet diye bir şey var da, ben mi bilmiyorum Allah aşkınıza?!  Tersine, liberalizmin mezhebi pek geniştir, eleğinden katil de geçer, maktul de! Siz, ekonomik çıkardan haber verin! Feri Cansel, 1983’de öldürüldüğünde, kırk yaşında bile değildi.  Anneydi, küçük bir kızı vardı.  Foto muhabiri deklanşöre basmadan önce kadıncağızın eteğini sıyırmayı ihmal etmemişti!  Erotik filmlerde oynamışlığına gönderme yapacak, iç gıcıklayacak ya arkadaş!   Che Guevara, yargısız infaz maktulüdür, yargısız infaz cellâdı değil!  Onu öldürenler yargısız infaz edildiğine tanıklık etmişlerken,  o fotoğraftaki o şapka neyin nesiydi?

-Neyin nesiydi?

-Bilsem! Che Guevara, CIA ile Amerikan özel harekât timlerinin ortak operasyonu sonucu yakalandıydı. Son saatlerinde yanında bulunanlar, genç adamın tıpkı rahmetli Kiraz gibi yargısız infaz edildiğine tanıklık ettiler. Bir infaz kurbanının efsaneleşmiş şapkasından kendisine pay çıkaran infazcı, nasıl bir akıl tutulmasının esiridir,  cinnetten başka açıklaması olabilir mi? Mamafih, biz bu ülkede başında Che Guevara şapkası, “Quantanamera” diye gitar tıngırdatan “sağcılar” (!) da biliriz. Diyeceğim, kimin köyünü kimden soruyoruz?!

Öldürmenin Vahametini Tenzil Eden Saptırmalar

Hedef saptırmak sözünüzü açar mısınız?  Hedeflenen nedir, saptırma nasıl gerçekleşir?

 -Bu anlattığım da hedef saptırmanın bir örneğidir işte. Kimi zaman katilleri, kimi zaman maktulleri öldürür, badem gözlü yaparsınız. Kimi zaman eşkıyaya türkü yakarsınız. Taraftarların takımlarını “ölmeye geldik” tezahüratı ile yüreklendirdiklerini düşünün. İçinde “zalım” kelimesinin geçmediği türkü olmadığını düşünün. “Ya benim olursun, ya toprağın” repliğinin burun sızlatan türden ilânı aşk sayıldığını düşünün!  “Kanı yerde kalmayacak” yeminlerini düşünün! Töre, namus, itibar kurbanlarını düşünün. “Bana yan baktın” kendini beğenmişliğini düşünün.  Daha yüzlerce misal verebilirim.  Bütün bunlar ölümün, öldürmenin vehametini tenzil eden saptırmalardır. 

Cinayet Sadece Meşru Müdafaa Durumunda Bağışlanabilir

-Türkiye sağıyla soluyla, şiddetle arasına neden mesafe koyamıyor ya da bununla hesaplaşamıyor? Bu konuda neler söyleyeceksiniz? 

-Kral çıplak, Ayşe Hanım! Canfes gömlek giyindirme ritüellerini itibarsızlaştırmanın yolunu bulmamız lâzım.  Bunu yapmadığımız sürece,  türlü güzellemelerle takviye edilen törenler, bu ülkede adeta hükümranlığını ilan eden şiddetin altında yatan ölüsevici psikopatolojiyi gözlerden ırak tutmaya yararlar.  Hedef nedir diye sormuştunuz, hedef, dilimiz, dinimiz, cinsiyetimiz, cinsel tercihimiz, dünya görüşümüz, ırkımız, kavmimiz ne olursa olsun, birbirimizin canına kastetmemek, adına infaz denilen şu lanet olası anakronistik müdahale haklıcalığını bu toplumdan söküp atmaktır!  Terörist öldürürse cinayet, eylemci öldürürse cinayet değildir diye bir şey olmaz! Olursa, ikiyüzlülüktür! Cinayet bir tek meşru müdafaa durumunda bağışlanabilir.

– Ölüseviciliğe dönelim, nasıl bir psikopatolojiden söz ediyoruz?

Şöyle açıklamaya çalışayım, literatürde “ceset,” yaşamayan “nesne”leri, ussal kurguları simgeler.  Cesedin cinsel cazibesi, cesedin sahici niteliklerinden değil, ölüye ilgi duyanın kendi kafasında yarattığı fantezilerden kaynaklanır. Fantezi dediğiniz, cinsellikle sınırlı bir kavram değildir. İçinde olduğunuz ortama, yaşama, yaşam biçimlerine, ülkeye, düzene, dininize, geçmişinize, ailenize, vb. vb. dair “şöyle olmasaydı da böyle olsaydı” türünden fanteziler de geliştirebilirsiniz.  Ütopyalar da fantezilerden doğar. Ancak, ne zaman ki, ussal kurgularınız sizi yaşanan gerçeklikten koparır, yaşayanı, canlı olanı, serpileni, gelişeni göremez, algılayamaz, hissedemez olursunuz,  ölüsevicilik dedikleri psikopatoloji alarm veriyor demektir.

 Bir ideolojinin, fikrin, inancın, hatta inadın, yaşayan bir “canlı”dan daha değerli olduğunu savunan insanlar, bugün kendilerini “idealist” olarak tanımlıyorlar.  Toplum da onları öyle biliyor…

 “İdealist” oldukları etimolojik olarak doğru tabii. “İdea” dediğimiz bir “fikir”dir, “düşünce”dir. Sahici hayatta karşılığı olmayan, zaman ve mekânın dışında, a priori değer yargısıdır. “İdealist” dediğimizde, kendi kafasındaki fikirlerden, a priori yargılardan oluşturduğu kurgulara itibar eden “fikirci”den bahsederiz.  Kusura bakmayın, Türkçe’yi sala koyup sele saldığımızdan beri, meseleyi anlatabilmek için “fikirci” gibi saçma kelimelere başvurmak zorunda kalıyorum! Demek istediğim, bir “idealist”in fikirlerini paylaşırsınız, paylaşmazsınız ama “fikirci” olması üstün bir vasfa sahip olduğu anlamına gelmez. 

Kendi Tasavvuru Uğruna Ötekinin Canına Kast Edene İdealist Denir Mi?

– Peki, idealistlerin herkes gibi yaşamak yerine, ideal bir toplum için kendilerini feda ediyor olmalarına ne diyeceksiniz? Bu algı  gerçek mi?

– Deyin ki gerçek. “Ussal” bir kurgu olduğu baştan kabullenilmiş, zaman ve mekândan soyutlanmış bir “toplum tasavvuru” uğruna kendisini feda edene, meselâ, Aynoroz sakinlerine yazıklandığınız gibi yazıklanabilir veya takdir edebilirsiniz ama ya kendi tasavvuru uğruna ötekinin canına kast edene ne diyeceksiniz?

Herkes Gibi Olmaktan Kaçışın Üstenci /Narsist Telmihini Iskalamayın

-Aynoroz sakinleri derken Yunanistan’daki yarım adadan mı bahsediyorsunuz?

-Aynen ondan bahsediyorum. Aynoroz nüfusunun tamamı erkektir, malûm. 10. yüzyıldan bu yana, dünyada dişi sineğin bile girmesine izin verilmeyen tek yerdir. Meşrebinize uygunsa, Aynoroz’un erdemli bir yaşam biçimi olduğunu da savunabilirsiniz ama kendi bilecekleri bir seçim olarak kaldığı, “öteki”ne dayatılmaya kalkışılmadığı sürece! Bakın, kimin toplum tasavvurunun kiminkinden daha insancıl, daha makul, hatta daha erdemli olduğu münazara konusu olabilir ama bu dünyada ispatlanası değildir. Herkes gibi olmaktan, herkes gibi yaşamaktan kaçışın üstenci/narsist telmihini de ıskalamayın. 

-İdealist ile ölüseviciyi ne ayırıyor? Hangi özelliklere bakarak kimin kim olduğunu anlayacağız?

– Şunu hemen söyleyeyim: her idealist nekrofil değildir. Her ne kadar, “nesnel gerçeklik” diye bir şeyin var olmadığını, düşünceden bağımsız bir varlıktan veya maddî gerçeklikten söz edilemeyeceğini savunan idealizm, ölüsevicilik için mümbit bir zemin oluştursa da, her idealist nekrofil değildir. Dahası, Türkiye, idealist olmakla övünen solcularla, solcu olmakla övünen idealistlerin ülkesidir. –

Bir Materyalistin Devrim Şehidi Güzellemesi Nasıl Açıklanır?

-Nasıl Yani?

“Solcu” dediğiniz materyalist dünya görüşünü savunur değil mi?  Materyalizm, bilinç de dahil olmak üzere, bu dünya ve kâinattaki her şeyin maddeden oluştuğunu iddia eder. Sınama-yanılmaya dayanmayan, bilimsel olmayan, hiç bir a priori bilgiyi doğru kabul etmez. Bu da böyle mi? Böyle. Pekalâ, “devrim şehidi” nasıl bir güzellemedir? “Devrim şehidi” tanımlamasının etrafında oluşan coşkuyu nasıl çözümlemek gerekir? 

Materyalist İnanmadığı Bir Tanrıdan Şehadet Mertebesi İstiyor

– Sol kesim kutsalı yok sayarken ölümü kutsuyor. İlâhi olanla, tanrıyla, bağını kopartırken başka bir kutsallık bağı kuruluyor. Devrim duygusu yüceltilirken, ölüm  ilâhlaştırılıyor. Neden?

-Bakın, nasıl ki “demokratım” demekle demokrat olunmaz, “solcuyum” demekle de materyalist olunmaz!  Materyalistin hası, kutsalla, efendim, ilâhi olanla bağ kurmaya -tövbe estağfurullah- tenezzül etmez.  Materyalist, inanmadığı bir tanrıdan şehadet mertebesi istemez, istiyorsa materyalist değildir. Devrim duygusunun yüceltildiği doğrudur. Ancak, bu, ölümün kutsandığı anlamına da gelmez. İnsan hayatına “devrimin kaçınılmaz girdilerinden birisi” olarak bakıldığı anlamına gelir.  Troçki olsun, Stalin olsun, insanı,  “gelecek için” harcanabilecek, sarf malzemesi hükmünde görürler.

İnsanı Gelecek İçin Harcanacak Sarf Malzemesi Olarak Görüyorlar…

-Canlı bombaları da “sarf malzemeleri” olarak mı görmek lâzım?

-Herhalde! Stalin, “devrimin yakıtları” derdi, devrim ateşinin kesintisiz bir biçimde ve sonsuza dek yanmasını sağlamak için gerekli yakıt. Öte yandan, komünizmin gerçekleştirilmiş ya da öngörülebilir bir zaman diliminde gerçekleştirilecek bir toplum düzeni değil, mazlumların mutluluğu için “gerçekleşmesi kaçınılmaz bir gelecek” olduğunu da söylerlerdi.  İdealistlerle kesiştikleri nokta da burasıdır. Komünist ya da değil, “gelecek” sahici hayatta karşılığı olmayan bir tasavvurdur.  Bilmem bilir miydiniz, komünizmin “kilise dışı Hristiyanlık” diye bir tanımı da vardır. Uzun sözün kısası, kimin kim olduğunu anlamak için ideologlardan değil, psikologlardan yardım almak gerekir.

– İdeoloji değil, psikoloji diyorsunuz…

– Aynen onu diyorum. Nitekim, bizim toplumumuzda adamın söylediğine değil,  yaptığına bakılır. Rahmetli Mehmet Selim Kiraz, nekrofil katillerinin gözünde iki çocuk babası bir ademoğlu değil,  birisinin oğlu, birisinin eşi değil,  nefes alıp veren bir can değil, geçmişi geleceği olmayan, yok hüviyetinde, kimliksiz bir bedenden ibaretti! Hitler’in gözünde Auschwitz Yahudilerinin, Ariel Şaron’un gözünde Şatilladaki Filistinlilerin, Stalin’in gözünde Gulag mahkûmlarının, Boko Haram’ın gözünde İsevi yavrucakların olduğu gibi bir “hiç.” Gelecek tasavvurlarına giden yolları tıkadığı düşünülen bir beden! Ölüsevicinin sağcısı, solcusu olmaz, Ayşe Hanımcığım. Hitler ile Stalin’in ortak nitelikleri nekrofilidir. Esed’in, efendim, Kaddafi’nin ortak nitelikleri nekrofilidir. Diğerlerini saymasam da olur.

– Nekrofilinin olmazsa olmaz koşulu “narsisizm” midir? Öyle mi diyorsunuz?    

– Ben demiyorum, Ayşe Hanım, kabul ederseniz psikiyatri bilimi diyor!  NPD diye kısalttıkları “Narcistic Personality Disorders” narsistik kişilik bozuklukları başlığı altında inceleniyor. Birden fazla çeşitleri ve dereceleri var. Burada anahtar kelime ölçü. Hepimiz kendimizi az ya da çok beğenir, onaylanmaya, takdir edilmeye, alkışa, övgüye ihtiyaç duyarız.  Düşünün ki, insanlık üzerinde iz bırakmış hiçbir büyük adam yoktur ki, bir ölçüde narsist olmasın. Narsisizm, insanoğlunun fıtratında mündemiç!

 -Beyinler pazarda satışa çıkmış, herkes koşmuş, kendi beynini satın almış diye bir hikâye yok mudur? 

-Olmaz mı!  Her narsist, nekrofil değildir ama her nekrofil, iflâh olmaz bir narsisttir! Bir tek kendisinin, kendi bedeninin, kendi ihtiyaçlarının, kendi duygularının, kendi fikirlerinin, kendi doğrularının, kendi inançlarının sahici olduğuna inanır. Hükümlerinde “nesnel olmak” gibi bir kaygısı olmadığından, yandaşı olduğu dünya görüşünü değerlendirirken de kendi öznel ölçülerini kullanmakta sakınca görmez. Müslümanım diyorsa İslam’ı, solcuyum diyorsa materyalizmi bildiği gibi yorumlamakta beis görmeyecektir. Nekrofil gibi, narsist de, idealistlerin,  materiyalistlerin, seküleristlerin, hatta dincilerin arasından çıkabilir. Dikkatinizi çekerim, dindar demiyorum, dinci diyorum. Hem narsist, hem de takva ehli Müslüman olunamaz çünkü.  

-İnançlı kesimin içinde gördüğüm bir duygu hali var. Biz yoksulken, ezilirken her şey çok iyiydi, daha iyi Müslümandık. Allah’ın emirlerine uyuyorduk.  Amma  velâkin durum değişince Müslümanlığımız da bozuldu. Bir tür ölüseviciliğin bir başka boyutu gibi gelir bana. “Ezilmek en iyi Müslümanlık halidir” algısı konusunda ne diyeceksiniz? 

-İslam’ın sübjektif yorumu diyeceğim. Bakın, yıllar önce,  halkımızın psikolojik yapılanmasına dair Amerikalıların yaptıkları söylenen bir araştırma görmüştüm. Rivayet araştırmanın siyasi partilerimizden birinin seçim kampanyasının yönelimini saptamak için ısmarlandığı şeklindeydi.  Orada, iki belirleyici niteliğimizden birisinin sisizm, ötekinin güç iştiyakı olduğu iddia ediliyor, güçlü olma arzusunu da emperyal geçmişimize bağlıyorlardı. Ne derece doğrudur, değildir bilmiyorum ama ezik bir toplum olmadığımız kesindir. Tersine, haddini bilmezlik daha belirgin bir niteliğimizdir diyebilirim. Bu da narsisizmin bir diğer tezahürü.       

– Adanmışlık nasıl bir şeydir? Bir ideolojiye kendini adamak özgürlük mücadelesi midir?

-Adanmışlık, kişinin dış dünya ile ilişki kurma yollarından birisidir. Bir insan, bir örgüt, bir ideoloji ya da otoriteye yönelik, çok güçlü sadakat ve dayanışma duygusuna işaret eder. Literatürdeki karşılığı “sığınmacı ilişki”dir. Sığınma eylemi, sığınılan o “şey”e, itaat veya tahakküm formatında gerçekleşir.

-Köle-firavun ilişkisinden mi bahsediyoruz?

-Aynen ondan bahsediyoruz. Düşünün ki, köle kendinden üstün bulduğu firavuna sığınırken, firavun da firavun kalabilmek için kendisinden aşağılık bulduğu köleye sığınmaktadır. Nitekim, itaat ve tahakküm esasına kurulu toplumsal ilişkilerde gönlünce yaşamak ve yaşatmak söz konusu değildir. Dahası, böyle düzenlerde, ne köleler, ne de firavunlar emniyettedirler. Kendilerini kuşatan husumetin üstesinden gelebilmek için ya daha çok itaate ya da daha çok tahakküme kurgulanırlar. Söylemeye çalıştığım, kölenin de firavunun da aynı düzene mahkûm oldukları, aynı kazana odun taşıdıklarıdır. Sığınmacı ilişkilerde talip olarak da kalınsa, pir mertebesine de ulaşılsa, birey kendisi olmaktan çıkar, özgürlüğünü bir ritüele teslim eder. Bu bakımdan, özgürlük lâfzı, adanmışlık lâfzı ile bir araya gelmez. Özgürlük mücadelesi,  mücadelenin nesnesi özgürlük ise anlamlıdır. Kendimiz ve başkaları için özgürlük.

– Narsisizm, insanoğlunun fıtratında mündemiçtir diyordunuz. Firavunun narsist olması anlaşılır ama köle nasıl narsist oluyor?

-Firavunu kanlı canlı bir tiran olarak değil de, bir dünya görüşü, meselâ, siyaset olarak düşünün. Başarısızlığı üst üste kaybettiği seçimlerle tescil edilmiş dahi olsa, narsist bir politikacının siyaseti bırakıp asıl mesleğine dönmesi, siyaset dışı hüviyeti ile örneğin bir baba, bir dede, hatta bir eş olarak mutmain olabilmesi söz konusu değildir. Koltuk sevdası dediğimiz, aslında siyasetle kurulan sığınmacı ilişkidir. Bir partiden diğer partiye geçişleri de bağımlılık kapsamında değerlendirmek gerekir.  Maddi menfaat hemen her zaman talidir. 

– Sağdan Sola Bu Resme Uygun Birçok Lider İsmi Geliyor Aklıma.

Yenilen pehlivanın güreşe doymaması da bundandır.  Bir başka örnek,  meselâ,  kendisini sinema yıldızı hüviyetiyle tanımlayan bir narsist, seksen yaşına da gelse, star kimliğinin gereğini yerine getirmeye çalışacaktır.  Dışardan nafile bir gayret gibi görünebilir ama narsist kendi değerini de kendi sübjektif ölçüleriyle belirlediği için farklı davranamaz. Çevresinden talep ettiği onay ya da iltifatın türünü de kendi belirleyecek, öyle mutlu olacaktır.

-Narsistler kendileri için belirledikleri hüviyetlerin dışına çıkamazlar diyorsunuz?

– Çıkmak zorunda kalırlarsa, dengeleri bozulur, acı çekerler diyorum. Karmaşık kişilikler bunlar, Ayşe Hanım. Az önce sözünü ettiğim NPD’nin, bipolar dedikleri bir de alt kırılımı var. “İki uçlu duygu durum bozukluğu” deniyor, böyleleri bir depresif oluyorlar, bir manik atak geçiriyorlar. Manik evrelerinde görülen aşırı coşku, ani saldırganlık, artan aktivite, sabırsızlık, hatta başka bir dünyada olunduğu duygusu ve halüsinasyon, depresif dönemlerinde yerini endişeye, moral  bozukluğuna  bırakıyor. İntihar, cinayet bu dönemlerle çakışıyor.

– Özellikle okumuş yazmış takımında, medyada, entelektüel çevrelerde hakimiyetini artıran öfke şiddet dilinin giderek güçleniyor olmasını bu çerçevede mi yorumlamak lâzım?

– Bence, öyle.  Sözünü ettiğiniz çevrelerdeki yoğun mahalle baskısının  “sığınmacı ilişki” telmihini de gözden kaçırmayalım derim. Şimdi, bakın, entelektüel yada değil, NPD, insanı saldırgan ve övüngen yapıyor. Genel eğilim, başarıların abartılırken, başarısızlıkların ötekine mal edilmesi.  Mağrur, çıkarcı, ben-merkezci, çoğunlukla çekici ama duygusal derinliği olmayan tipler oldukları görülüyor. Tipik bir NPD hastası, ötekiyle içten ilişki kurmakta zorlanıyor.  Buna karşı cinsle ilişkiler dahil. Çok sayıda evlilikler, çapkınlıklar falan. En ufak bir olumsuzluğa aşırı tepki verdikleri için, oldukları yerde tutunmaları da hayli zor oluyor, sıkça iş değiştiriyorlar. Bu söylediklerimin klinik bulgular olduğunu hatırlatmama izin verin.

– Öfke ve şiddet dilinin giderek güçleniyor olmasını neye bağlıyorsunuz?

-Esası itibariyle zemin kaybına bağlıyorum. Entelektüel dediğiniz, aydın dediğiniz medya mensubu, narsisizmden nasibini almayacak diye bir şey yok ki,  Ayşe Hanım. Hatta tam tersine, kendisini beğenecek ki kamuoyu önderliğine soyunsun. Bakın, basın/medya starları olsun, onların entelektüel uzantıları olsun, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde iktidar sahiplerinden bu kadar uzak olmamışlardı.  1896 doğumlu Sedat Simavi’yi düşünün. Mahdumları, Erol, Haldun kardeşleri düşünün. 

Kantarın Topuzu,Medyanın Ülke Yönetiminde 1. Kuvvet Olduğu Algısı Perçinlenince Kaçtı

-Hürriyet gazetesinin kurucusu?

-Evet, o. Erol Simavi’nin 1988’de Hürriyet’in sürmanşetinden Özal’a hitaben yayımlanan “Sayın Başbakan” başlıklı ders kitabı örneği mahiyetindeki açık mektubunu düşünün.  O mektup, “Benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de 1. Kuvvet faslına, bilir misiniz ne yazar? Basın. Ya ikinci? Buyurun kalemimi zat-ı aliniz teslim alın. Aklınız ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın” diye biter ki, ikinci kuvvet dediği TSK’dır. 1961 Anayasasının Barolar Birliği gibi, YÖK gibi, medyanın da anayasal kurumlardan birisi olduğu algısını yarattığını hatırlatayım.  Kantarın topuzunun kaçması,  basının ülke yönetiminde belirleyici derecede söz sahibi, hatta 1. Kuvvet olduğu algısı perçinlenince.

-Vesayet değil mi bu?

 -Elbette, vesayet!  “Benim kitabım” gibi “1.Kuvvet” gibi ifadelerinin narsisizmin tanımlayıcı sendromu olduğu tevil götürmez.  Nadir Nadi kuşağını düşünün, onu izleyen İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Çetin Altan ve mahdumları Ahmet, Mehmet kardeşleri düşünün. ’30-‘40 tevellütlü Örsan, Altan, Onur Öymen’ler, sonra 40’larda üç beş yıl arayla doğan Cıvaoğlu, Birant, Çandar, Özkök, Hasan Cemal ve onların mağrur ekürilerini düşünün. Bu zümrenin başbakanlara ilk isimleriyle hitap edecek kadar yakınken, hiç tanımadıkları, farklı bir dünya görüşünü savunan, örf adet itibariyle de içli-dışlı olmaları namümkün birilerine iktidarlarını kaptırdıklarını hissettiklerini  düşünün.  

Medyanın Eski Kalemleri Sözünü Dinletemiyor Olmanın Husumetini Yaşıyor

-Nasıl birilerine?

– İHL çıkışlı olmaktan tutun da, Cumaları ciddiyetle aksatmayan, geleneksel aile yapısını sürdürmekte ısrar eden, başörtüsünden bıyık şekline kadar farklı bir estetiğe revaç veren birilerine.  Kaldı ki, Ak Parti iktidarı ve Babıali’nin alışıldık yapısına uyarlanmayı reddeden nevzuhur kalem sahiplerinin yükselişleri de küçümsenebilecek gibi değildir. Hasılı, kim bunlar huzursuzluğu, dağdan gelenin bağdakini kovuyor olmasının tedirginliği yerini iktidarsızlık duygusuna bıraktı ki, sözünü dinletemiyor olmak narsist yapılanmanın bam telidir. Diyeceğim, AKP iktidarının mesafeli duruşunun tetiklediği infialin zaman içinde husumete dönüşmesini yadırgamamak lâzım.

Siyaset Narsist Mıknatısıdır

-AK Partide narsist yok mu?

-Olmaz mı, ibadullah! Siyaset, bizatihi narsist mıknatısıdır. Az önce inançlılar arasında gözlemlediğinizi söylediğiniz “Biz yoksulken, ezilirken her şey çok iyiydi, daha iyi Müslümandık. Allah’ın emirlerine uyuyorduk” algısı,  belki de zengin yani güç sahibi olmanın açık ettiği narsistik eğilimlerin farkındalığıdır. Yine bir klinik bulgu: iktidarsızlık duygusu ile baş edemeyen, hiçlik algısını dönüştüremeyen, kendini beğenmişliğini karşısındakine zarar vermeden tatmin etmeyi başaramayan, yok ediciliğin heyecanına kapılacaktır. Hakaret, küfür, tehdit, yalan, iftira, itibarsızlaştırmaya dönük ahkâm, manipülasyon, samimiyetsizlik, amaca erişmek için her yolun mubah sayılması bu fasıldandır.

-Muhalif düşüncelere sahip olmak ile ölüseviciliğin tutsağı olmak arasındaki farkı ne belirler?

– Toplumla kurulan ilişki biçimi belirler. Toplumla ilişki kurmanın iki yolundan söz edilir: nekrofilik, “ölüsevici” veya biyofilik, “yaşamsever.” Nekrofilik ilişki biçiminde, birey toplumun bir parçası olmaktansa, toplumu “kendisinin bir parçası” yapmaya yönelir. Yaşam sever ilişki, kişinin toplumun “bütünü”ne onarıcı/hayırhah sevgiyle bağlandığı, kendisini “bütünün bir cüzü” olarak algıladığı halidir.  Biyofilik ilişki türünde aslolan toplumun bütünüyle ve fakat “bireysellik”ten ödün vermeden, yani muhalif düşüncelerinden ödün vermek durumunda kalmadan bağdaşmaktır. Yaşamsever, keskin ideolojilerin, dogmaların, mürşidlerin tutsağı olmazken, nekrofilyanın hakim olduğu düzenlere doğal olarak muhalif olacaktır. Oysa, ölüsevici yani firavun-köle ilişkisinin simgelediği yaşam biçiminde, bireysellikten ve dolayısıyla muhalefetten söz edilmez.  Böylesi düzenler muhalifleri, itiraz edenleri anında kusacaklardır.

-Toplumun bütünüyle birlikte hareket ederken, bireysellikten vazgeçmemek mümkün mü?  Birey-toplum ilişkisinin en sağlıklı hali nasıl gerçekleşir?

-Şöyle anlatmaya çalışayım. Bakın, biyofiliya, ölüseviciliğin yüz seksen derece zıttıdır.  Kabaca, yaşamı korumak, ölümü ötelemek olarak tarif edilir. Yaşam sever bir insanın, cesedin simgelediği, gerçek hayatta karşılığı olmayan aklî kurgular, kurallar, kaidelerle işi olmaz. Nizama, intizama, kışla disiplinine, bürokratik kırtasiyeye bağlanmaz. Hayatı bir makine, insanları makinanın parçaları olarak görmez. Törenlerde/seremonilerde takılıp kalmaz. Biyofil, yaşama dönüktür. İlgisini kanlı canlı olan üzerinde yoğunlaştırır. Yaşayan, gelişen, serpilen varlıklarla hemhal olur. Nesnel olmaya, toplumun “bütünü”nü kavramaya, yüzeyin altında kalanı keşfetmeye, ötekinin gerçekliğinin özüne inmeye gayret eder.  Farklı ve karşıt kimliklerle kaynaşmaya, onları kaynaştırmaya çalışır. Ayrıştırmaya değil birleştirmeye, dağıtmaya değil, toparlamaya uğraşır.  Bir örnek vermek gerekirse, bence rahmetli Turgut Özal,  biyofil bir kişilikti.

– Tarihten başka isimler örnek verebilir misiniz?

– Yakın tarihten bir isim söylemem gerekirse, Kâzım Karabekir derim. Selahattin Eyyubi’nin biyofilik bir lider olduğunu düşünürüm.  Düşünürüm derken, yeterince incelemiş olmadığımı söylüyorum. Turgut Özal’ı, literatürde biyofilik yapılanmanın özellikleri olarak sayılan pek çok niteliğe haiz olduğunu bilecek kadar tanırdım.  ODTÜ’de hocamdı, DPT’de müsteşarım.  Örneğin merak, örneğin tevazu, örneğin üretkenlik, örneğin hedefi ıskalamama anlamında iş bitiricilik,  rahmetlinin tanımlayıcı vasıflarındandı.

Nizam-I Alem Size Benzeyen Ya Da Benzemeyen Her Canlıyı Yaşatma Eğilimi Üzerinden Algılanmalı

-Ama Özal dönemini bir yozlaşma dönemi olarak görenler de oldu?

-Özal bireyselliğinden hiç taviz vermedi. “Takunyalı” dedikleri türden ibadetini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir dindardı. Annesi, abisi Nakşi tarikatından mütedeyyin insanlardı. Buna karşın, Semra Hanım’la mutlu bir evliliği vardı.  Rahmetli hep kendisi gibi oldu. Özal’ı düşünürseniz, toplumun “bütünü” ile bireysellikten  vazgeçmeden de ilişki kurulabileceğini teslim edersiniz.  Sizin gibi düşünmeyenlerle, iktidarsanız muhalefetle, muhalefette iseniz iktidarla, savcı iseniz sanıkla, sanık iseniz savcıyla, hekim iseniz hasta yakınıyla, hasta yakını iseniz hekimle, Kürt iseniz Türk’le, Türk iseniz Kürt’le, Sünni iseniz Alevi’yle, Alevi iseniz Sünni’yle, kadın iseniz erkekle, erkek iseniz kadınla, hasılı size benzemeyen her canlıyla yaşama ve yaşatma temelinde organik ilişki kurmaktan bahsediyorum.  Düşünün ki, güneş, kahkaha çiçeklerini de ısıtır, deve dikenlerini de. Sorun, nizamı alemin algılanma biçiminde.

-Madem kadın meselesine girildi, kadınları öldürenlerin sayısındaki artış başta olmak üzere  kadın erkek ilişkilerine dair bir soru eklemek isterim. Çok sıkça söz ettiğim, çözümün önündeki en büyük engel olarak gördüğüm “ideolojik olarak bakmak” meselesi?

-Yaşarken yaşatmayı şiar edinirseniz, bütünü oluşturan diğer bireylerin de kendileri gibi olmalarına imkân tanır, farklılıklara değer verirseniz, mümkün oluyor.  “Öteki”ne kendi isteklerinizin ve korkularınızın aynasından değil, onların gözünden, onların gerçeklerini çarpıtmadan bakabiliyorsanız, ölüseviciliğin tuzağına düşmüyorsunuz. Lâkin, adını hatırlayamadığım o genç adam gibi, yüreğiniz kadın ve erkeklerden oluşan “bütün”ün bir cüzü olmanıza yetmiyorsa,  “bütünü” kendinize ait bir cüze indirgemeye kalkışacaksınız demektir. Sağ olsun,  “kadının fıtratı erkeğe ait olmaktır, erkek sahip olur, kadın ait olur” mealinde bir insan görüşü dillendirildi ki, nekrofiliyanın ders kitabı örneğidir!  Şimdi, tabii, bütünün bir parçası olmak saygı, enformasyon, itina ve sorumluluk ister. Kişi sadece kendi bireyselliğinin sorumluluğunu değil, ötekinin, bu durumda kadının, bireyselliğinin sorumluluğunu üstlenecek, kadının bireyselliğinin hasar görmemesi için çaba harcayacak.

Dirilere Ölülere Gösterdiğimiz Saygıyı Göstermez Olduk!

– Topu taca attınız! Bütünün parçası olmanın idraki de kendisi de “Zor iş” vesselam

-Haklısınız!  Hele de bizimki gibi nekrofilik eğilimleri ağır basan toplumlarda zor iş! Diyoruz, demesine de, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” gibi de bir tembih var ki, ölü seviciliğin karşısına dağ gibi dikileceğini sanırsınız!  Bizim diğer dillerde rastlanmayan “canın sağ olsun” diye de bir repliğimiz vardır.  Ama şekilde görüldüğü gibi öyle olmuyor. İtiraf edelim ki, yaratılanı kendi dünya tasavvurunda yer alabildiği kadarıyla umursayanların sayısı, Yaratan’dan ötürü sevenden kat be kat fazladır. Kendi gereksinimlerimizin hedefi olmayan herkes ve her şeyi “gerçekdışı” saymaya, renksiz ve ağırlıksız bulmaya teşneyiz.  Dirilere, ölülere gösterdiğimiz saygıyı göstermez olduk.

Nazım Hikmet Yaşasaydı Stalin Zulmünü Gören Birisi Olarak Komünizmi Savunmaya Devam Eder Miydi?

-Neden?

– Çünkü, ölüler güvenlidir, güttüğümüz davaya  ihanet etme potansiyelleri yoktur. Şöyle düşünün, Nazım Hikmet gibi olağanüstü duyarlı bir adam yaşasaydı, Stalin zulmünü yerinde gören birisi olarak komünizmi savunmaya devam edebilir miydi? Büyük ihtimalle, hayır, çünkü namuslu, dahası yaşam sever bir şairdi. Peki, siz sosyalizme, sosyalizm derken kafanızdaki sosyalizm kurgusuna adanmış biri olsanız, rahmetlinin tasavvur ettiğiniz kişiliğine yani anısına mı revaç verirdiniz, ütopyanıza zarar verme potansiyeli olan dirisine mi?  Elbette, anısına revaç verirdiniz. Neden insanlar ölünce kahraman olurlar? Matluba uygun olmayan vasıfları elbirliği ile hasıraltı edilir de ondan.

-Ölünün arkasından konuşulmaz da inançlarımızdan birisi değil midir?

-Elbette öyledir. Yaşam sever, bu şiara unutmak ve affetmek için sarılır; ölü sevici, ussal kurgularına halel getirmemek için. Bakın, nekrofilinin bir tanımı da,  anılara düşkünlük, hatta nostaljidir. Meydanlara dikilen heykellerin, “yaşanan”da değil, “yaşanması gereken”de odaklanma bağlamında, nekrofilik dünya görüşüne işaret ettiği söylenir. Düşünün ki,  ölüler konuşamazlar, nekrofilin insani kimliğini, kendisine biçtiği değeri, olağanüstü yeteneklerine olan inancının kaynaklarını, başarılarının aslını sorgulayamazlar. Ölüler eleştiremezler, cevap yetiştiremezler, nekrofilin hatalarını yüzüne vuramaz, sitem edemezler. Nekrofilin huzuru morgun sessizliğinde bulduğu anlatılır, morgun yani muhalefetin söz konusu olmadığı mutlak itaat ortamının sessizliğinde. 

-Aslî itaatin muhalifi olan her itaat batıl sayılmaz mı?

-Müslümansanız, öyledir ama Müslümanım demekle Müslüman olunmadığını da en iyi siz biliyorsunuz, Ayşe Hanım.  İslam’ın heykele sıcak bakmamasının nedeni putlaştırmadır derken, “put”un telmihine dikkatinizi çekerim. Heykelden, resimden öte, bir “kurgu”dur put. Narsistin, ölü seviciye evrildiği bir nokta, “kurgu”nun hakikata galebe çaldığı nokta. Yargısız infazcılar, bebek katilleri, işkenceciler, önlerinden akıp giden “sahici yaşam”a entegre olamayan, tecrit olunmuşluk duygusunun cenderesinden kurtulamayan ölü sevicilerden çıkar. Kendi bedenini hedef alan uyuşturucu kurbanı da nekrofildir. Keza intihar eylemcisi de.

Terör Kapana Kısılanların,Tükenmiş Ruhların Eylemidir…

-Rahmetli Kiraz’a kıyanlar, o odadan sağ çıkmayacaklarını sizce biliyorlar mıydı?

-Bilmiyor olmaları pek ama pek küçük bir ihtimaldir derim. Bakın, ötekini korkutarak istediğini elde etme çabası, yani, terör, bedbaht olduğu kadar da kısır bir eylemdir. Tasavvurlarına ulaştırabilecek tüm yolların kendilerine kapalı olduğunu düşünen, kapana sıkışmışlık duygusundan kurtulabilmek için her türlü melaneti göze alabilecek kadar tükenmiş ruhların gök kubbede son bir seda bırakabilmek için başvurdukları  biçare hamle. 

Rahmetli Kiraz’ın Canını Bağışlama Karşılığında Öne Sunulanlar Da Gezi Sözcülerinin Talepleri De Gerçeklik Kaybını Gösterir…

-Bedbaht ama yine de narsist?!

-Ölü seviciliğin olmazsa olmazı narsisizm.  Rahmetlinin canını bağışlama karşılığında talep ettiklerini hatırlayın. Böyle bir listenin sunulabilmiş olması bile infazcıların  “gerçeklik”  algılarının ne denli tahrif edilmiş olduğunu gösterir. Hiç kendimizi kandırmayalım,  Gezi’nin temsil yetkisi kendinden menkul sözcülerinin ortalığı yakıp yıkmamak karşılığındaki talepleri de gerçeklik kaybının işaretleriydi.

-Direnişe katıldıkları için gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmaları, haklarında hiçbir soruşturma açılmayacağına ilişkin açıklama yapılması taleplerinden mi söz ediyorsunuz?  

– Onlar ve diğer heybetli talepler. Böylesi taleplerin onurlandırılabilme ihtimalinin, ancak kurgusal dünyalarda var olabileceğine dikkatinizi çekmeye çalışıyorum. Buna ve telmihlerine.

Şiddet Muhalefetin Araçlarından Birisi Olamaz

-Gençliğin doğal hali olarak görüyoruz muhalefeti, hak ve adalet arayışını. Ancak her böylesine platform bir müddet sonra bir örgütün güdümüne girebiliyor. Gençler kendilerini hak adalet derken bir örgütün sözcüsü konumunda buluyorlar. Ama bunu da asla sorgulamıyorlar.

-Teker teker cevaplamaya çalışayım. “Hak ve adalet arayışı” ancak yaşam sever  toplum düzeninde, yani, sizden farklı düşünenlerin haklarını da kapsıyorsa anlamlıdır. Şiddet, muhalefetin araçlarından birisi olamaz. Cana, mala yönelik şiddet uygulayanın yaşı ne olursa olsun, “doğal halidir” diye geçiştirilemez.  Kaldı ki Türkiye genç! Üstelik, genç kalsın da, AB ülkelerine karşı kozumuz olsun istiyoruz. Oysa, ne genç olmak, ne de “örgüt” mensubiyetinin ima ettiği meşruiyet, habasetten eksiltmiyor, Ayşe Hanım. Öte yandan, şiddete eşdeğer karşı şiddetin hayırhah olmadığı da açık,  öyle  değil mi?  

-Ne yapılabilir?

-Genç insanların sahici yaşama entegre olmalarını sağlayacak, kısa, orta, uzun vadeli programların başarılı olduklarını biliyoruz. Nereden biliyoruz, meselâ, kendisi sokak çetelerinden gelip, 2001’de ABD Dışişleri Bakanlığına yükselen Harlem doğumlu karaderili Colin Powell’ın Kaliforniya’nın şiddet bağımlısı ergenlerini iyileştirmek üzere uyguladığı geniş kapsamlı koçluk programları vardı.  Silâh tutkusunu atıcılık sporuna dönüştürerek tatmin yoluna giden, izcilik ile askerlik arası gençlik kulüpleri, kamplar kurulmuştu. Başkan Kennedy’nin programları vardı. Ak Parti’de Halide İncekara’nın, Alev Dedegil’in girişimleri olduğunu biliyorum. Meselenin adını doğru koyduktan sonra bunlar yapılamayacak işler değildir. Lâkin, süreklilik, adanmışlık, ince ayar ister. Bizimki gibi milli eğitim programlarının bile bugünden yarına değiştiği bir ülkede çok zor. Zor ya da değil,  ergenlerin fıtratlarında mündemiç narsisizmi, yaşam sever bir kamuoyu önderi, bir  politikacı, bir sanayici, bir müzisyen, bir mucit, bir yazar vb vb olarak tatmin etmelerinin yollarını behemehal bulmak zorundayız. 

Her Tanrı Allah Değildir!

-Son bir soru. “Nekrofilik bir küresel köyde muhalefet çetin, lâkin her “tanrı” Allah değildir!” derken nasıl bir uyarıda bulunuyorsunuz?

-O cümle, nekrofilyanın psikopatolojik kişilik bozukluğu olmasının ötesinde, eski Mısır’dan itibaren Batı’nın kültürel mirasının bir parçası olduğunu anlatmaya çalıştığım bir metinde vardır. Bir başka söyleşide neden öyle düşündüğümü ayrıca tartışırız. Çok çok kısa söylersem, ölüsevicilikten kurtulmak için ne “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” dediğine yani topu taca attığına  inanılan (bakınız Matta İncili) Hazreti İsa’dan, ne de Eski Ahit’teki söylemlerinden  bizzat kendisinin nekrofil bir ilah olduğu anlaşılan Yahova’dan medet umabiliriz.  Küresel köyde tanrılar var ama ne her tanrı, Müslümanların Allah’ıdır, ne de bir Yunus’ları, bir Mevlâna’ları var. Bu aşamada tek şansımız katılımcı demokrasi, Ayşe Hanım.  Bırakalım, Allah’ın maydanozu gülün yanında bitiversin. Bir çiçekle bahar olmadığını idrak etmek için daha kaç milyon yüz bin yıl lâzım bu insanoğluna, bilmem ki!