Köşe Yazıları
Ayşe Böhürler
Post-Human İçin Tarih Yazmak…
Kavram dünyamıza dahil olan kelimelerden ya da eklerden birisi post… Bu “sonra”, “öte” kavramı her şeye ek oluyor. Bunların içinde en çok tartışılan post-truth… Karşımıza çıkan haber, video, fotoğraf yalan da olsa eğer ona birileri “doğrudur” diyorsa kitleler gerçekmiş gibi muamele ediyor.
Bu çerçevede hiç bir şey yeni değil, “post” kavramı da. Sadece ona yeni bir anlam giydiriliyor. Hollywood’un yaptığı gibi…20. yüzyılın tarihini yeniden yazdı. Sinema dilini cinsellik, güç, şiddet ve teknoloji üzerine kurdu. Arzulanması gereken bir hayatı önümüze koydu. Orada kendimize bir model bulmamızı sağladı. Kahramanlar üretti. Mesela; Süpermen II.Dünya Savaşı’nda halkın zafere inanması için düşünülmüş bir karakterdi. İyi kalpli Clark Amerika’yı ve dünyayı kötülüklerden koruyordu. Gezegenin yaşaması için gereken doğal kaynakları kontrolünü Amerika’nın ele geçirmesini sağlıyordu.
Hollywood bunun gibi kahramanları, korkulacakları, sevilecekleri ve hainleri saptadı.
En önemlisi de Amerika’yı yazdı ve yaptı. Bugün Netflix gibi dijital platformlar bambaşka bir tarih yazıyor. Ulus devletlerden bağımsızlaşan bir tarih. Sadece bugünü değil geçen yüzyılı da yeniden yazıyorlar. Bu sefer devletler değil kişiler, şirketler, kuruluşlar önde. İnançların, düşüncenin tarihi de yeni yazım süreçleriyle yeniden biçimlendiriliyor. Aynı konular tekrar tekrar belgeseller ve film oluyor. Gelecek nesle geçmişin mirası bunlar olacak. Post-human toplumu için bu yazılanlar kalıcı olacak.
Değişim kaçınılmaz elbette, ama değişime yön verenlerin geçmişten aldıkları seçici parçalar üzerine bu değişimi bina ettikleri düşünülürse, tarihi sinema diliyle yeniden yazanlara dikkat etmek gerekiyor. Bu bizim için bir çok imkanı da beraberinde getiriyor. Türkiye hem kendi tarihini hem de dünya tarihini kendi bakış açısıyla tekrarlardan bıkmayarak, aynı konuyu farklı açılarla yeniden yeniden yazmalı. İktisat tarihini yazmalı, önemli düşünürlerini, zihniyet tarihini, sosyal tarihini yeniden yazmalı.
Neden mi? biz yazmazsak başkaları bizim adımıza yazıyor ve yazacak… Yüzlerce yıldır olduğu gibi…İşte ta 1179’dan bir post-truth hikaye. Uydurmaca bir mektup. Papa III.Aleksandr’ın II. Kılıç Arslan’a Gönderdiği Mektup ve Sultan’ın Hristiyanlığı Kabulü Meselesi: Mit mi Gerçek mi?
Geçen hafta konuk ettiğim, Ortaçağ Rus ve Doğu Avrupa tarihi, Hazarlar, Moğollar, Altın Orda Devleti üzerine çalışan kıymetli bir araştırmacı olan Altay Tayfun Özcan bu soru ile başlayan makalesinde şunları anlatıyor:
“Papalık makamından Türkiye Selçuklu Sultanı’na gönderilen Instructio Fidei Catholicae (Katolik inancın öğretisi) başlıklı Latince mektupta (1179) geçen ifadeler, II. Kılıç Arslan’ın Papalığa Hıristiyanlığı kabul etmek istediğine yönelik bir mektubu gönderdiğine işaret eder. Bununla birlikte Papalığın II. Kılıç Arslan’a gönderdiği mektubun aktarıldığı eserlerin hiçbirisinde II. Kılıç Arslan’ın mektubuna yer verilmez. Hatta bunun bir izini bile takip edebilmek mümkün değildir. Her ne kadar bazı eserlerde II. Kılıç Arslan’ın Hıristiyanlığı kabul ettiğine ilişkin pek çok yorum ve değerlendirme yapılmışsa da, bunların hemen hemen tamamının Papalık mektubundaki ifadelerin gölgesinde şekillendiği anlaşılmaktadır….”
Kılıçarslan tabiki Hristiyan olmuyor ama Papa öyle bir hava yaratıyor ki sanki olmuş… Diplomatik çarpıtmaların ilk ve en kurnaz örneklerinden birini sergiliyor… Alın size bir post truth…Bu çerçevede hiçbir şey yeni değil………
Torunumun iki abisi var, en önce öğrendiği kelime “abi” oldu. “Abiler” diyor bir de çoğul ekiyle. Ben de üç abiyle büyüdüm. Benim üzerimde etkileri büyüktür. Bugün sahip olduğum birçok hasleti edinmemde katkıları büyük oldu. Hayatlarımız elbette birbirimiz için bir nasihat oldu. Meğer ölüm de bir nasihat oluyormuş. Abilerimden ikincisini Hasan abimi geçen hafta toprağa verdik. Covid ile başlayan süreç sistemik hastalıklarıyla buluşunca hastaneden çıkış söz konusu olamadı. Abimin ölümü çok acı veren bir kaybın olmasının ötesinde beni çok düşündürttü.
Hasan abim hep evde ölmeyi istedi. Evde sakince kimsenin müdahale etmediği bir ölümle. Nasip ve kadere teslimdi. Bu nedenle hastaneye ancak iş işten geçtikten sonra gidebildik. Doktorlar çok çaba sarf ettiler, pek çok şey denediler ancak mümkün olmadı. Bu süreçte O’nun iradesinin aksine yaptığımız her müdahalede bu konu zihnimde dolaşıp durdu. Yoğun bakım ünitelerine bağlanmadan, ölüm emrinin vaki olduğu anlaşılınca, yatağında, sevdiklerinin yanında hayata usulca gözlerini kapatmanın imkanı yok muydu?