Köşe Yazıları
Ayşe Böhürler
Türk’ü Ne Tanımlıyor?
Avrupa Parlamentosu Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini askıya alma çağrısında bulunan raporu kabul etti. Çarşamba günü yapılan bu oylamaya ilişkin haberi okurken Hollanda’da bir hukuk profesörü olan Peter Rodriguez ile yaptığım röportaj aklıma geldi. “Mülteci akını Avrupa’yı ikiye böldü. Schengen anlaşması gereği bütün ülkelerin mültecileri kabul etmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Üye ülkeler kendilerine uyacak çözümler arıyorlar. Bu uzun vadede farklı konularda da olabilir.” Birliğin ortak zemininde mültecilerle başlayan çatırdamanın devam edeceğine işaret etmişti. Murphy Kanun: Bir çatlak varsa illa ki büyür… Avrupa’da sayıları da oy oranları da her geçen gün artan aşırı sağ partilerin her ülkede iki ortak hedefi var: “Müslüman mülteciler gitsin ve Avrupa Birliği’nden çıkılsın.”
Benim neslim için her ülkenin parasının ayrı olduğu zamanlar çok eski değildir. Ardından Euroya geçiş ile birlikte birçok ülkede halk ekonomik sorunlarını bu birleşmeyle ilişkilendirdi. Bu aynı zamanda ‘yeni sağ’ dediğimiz akımların geri dönüşüyle aynı tarihlere denk gelir. O dönemde ortak bir Avrupa dilinin inşası dahi konuşuluyordu. Sınır kontrolleri, pasaportlar kalkmış tüm Avrupa birleşmişti. Ulus devletlerini tek tek inşa eden Avrupa şimdi de 500 milyonluk bir millet inşa ediyordu. (Bu millet inşasında bizim ne işimiz vardı sorusu ayrı bir bahis.) Ama tutmadı ve geri tepti… Şimdi bunun lafı dahi edilmediği gibi tam tersi söylem rağbet görüyor. Halklar eski hallerine dönüş özlemi taşıyorlar. Avrupa’da sağ partiler ikinci sıraya yükselirken sol ve liberalleri artık halk değil statükoyu sağlayan yapılar ayakta tutuyor. Tüm bu süreçte Avrupa Birliği’ni Amerikan-İngiliz siyasetinin ortaya çıkardığını da akılda tutalım. Bu işin bir tarafının da ulus-devletlerle sermayenin arasındaki ittifakın bozulması olup olmadığını da düşünelim.
Kurumlar da insan gibi eskir, yıpranır, artık ihtiyaç hissedilmez. Şu anda Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın kendisi ihtiyaç hissediyor mu? En önemlisi de Amerika ihtiyaç hissediyor mu? Avrupa’da ki yeni sağ akımların Amerikalı ideologlarla bağlantılı bir şekilde geliştiğini de göz ardı etmeyelim. Asıl soru; Avrupa’nın ulus- devletlerinde yeni sağ ile geri dönen duygu milliyetçilik olarak adlandırılabilir mi?
Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Alman filozof J. G. Herder tarafından kullanılmış, 19. yüzyıldan itibaren de ulus-devlet kavramının en önemli bileşeni olmuştu. Bir devletin millet esasına dayalı olması fikri 19. yüzyılda Avrupa’da 20.yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’de hakim düşünce durumuna geliyor. Modern dünyanın bir kavramı olan ‘nation’, Türkçe’de ‘millet’ kelimesiyle karşılanmış, bu kelime dini içeriğinden soyutlanarak sosyolojik ve siyasal bir kavram olmuş. Bunun eş anlamlı kelimesi olan ‘ulus’ kelimesinin kökenine dair tartışmalarda Abdülkadir İnan kelimenin Türkçe olduğunu söylüyor. 8.yüzyıl Kül Tigin anıtlarında rastlandığına, Kaşgarlı Mahmut’un da “uluş” kelimesini Çingilce “karye”, Agruca “şehir” diye açıkladığına dikkat çekiyor: “Eski Türkçede şehir anlamına gelen uluş kelimesi Moğol istilasından sonra ş / s değişimiyle ulus şeklinde yayılmış ve halk, kavim, millet (Türk ulusu vs.) devlet (Çağatay ulusu gibi) anlamlarını ifade etmiş.”
(Dikkatimi çeken bir not olarak konu dışı da olsa aktarmak isterim. Abdülkadir İnan 1936’da Mustafa Kemal tarafından Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Türk lehçeleri profesörlüğüne getiriliyor, 1944’te Türkçülük ve Türk milliyetçiliği davası sebebiyle Hasan Ali Yücel tarafından görevinden alınıp okutman olarak görevlendiriliyor. 1948’de fakültedeki görevine son veriliyor. Durum TBMM’ye intikal edince bir süre öğretim görevlisi olarak çalışıyor. 1955’te oradaki görevinden de alınıyor. Aynı zamanlarda Türk Dil Kurumu’ da baş uzman olarak devam ettiği çalışmalarına da dilde tasfiyeciliğe karşı olduğu için son veriliyor.)
Milliyetçiliğin analizini en iyi siyaset bilimciler yapar elbette. Onu onlara bırakalım. Ancak milliyetçiliğin içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandıran bir ‘temsil sistemi’ olduğunu ve milli/ulusal kimliklerin sürekli olarak yeniden üretilerek var olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. 2000’li yılların başında “milliyetçiliğin sonunun gelmesi ya da gücünü yitirmesi” beklentisi siyaset ve fikir dünyasına hakimdi. Ancak bugün tam aksine, gücünü arttırarak toplumsal dünyanın neredeyse en muteber değeri olmayı başarması üzerine yeni analizlere ihtiyaç var.
Bana bu konuyu yazdıran sebep bizde bir taraftan milliyetçiliğin artık çağının geçtiği söyleyen analistlerin sayısının artması, diğer yandan da kendini milliyetçi olarak tanımlayanların oranının yükselmesidir. Kendini milliyetçi olarak tanımlayan gençlerde oran neden bu kadar yüksek? Siyaset bilim profesörü Süleyman Seyfi Öğün hocanın dediği gibi Türkiye’de olay milliyetçilikten ziyade devletçilik mi? Dış tehdit algısının artması mı milliyetçiliği tetikliyor?
Diğer yandan siyasi partiler içinde kendini milliyetçi olarak tanımlayanlar hangi milliyetçiliği sunuyor? Sundukları milliyetçilik tanımı, kendini milliyetçi olarak tanımlayanların beklentisi veya algısı ile ne kadar örtüşüyor? Yeni olan ne?
Kemal Tahir’in Çorum ağzıyla tanımladığı bu “deli tepelek Türk’ü şimdilerde ne tanımlıyor? Bu sorularla bu bahsi noktalıyorum.