Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Gülay Göktürk

Gülay Göktürk

Yaş Ayrımcılığı Çağı

Gülay Göktürk liberal düşünceyi temsil eden yazarlardan biri. “Biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Yaş ayrımcılığının başladığı bir çağdayız. Gençlik tapınması, yaşlılığın horlanması var” diyor.

14-15 yaşlarından beri kadın-erkek eşitliğine inanan ve bu konuda çok hassas olan bir insan olarak yetiştim ve çok doğal bir biçimde kendimi feminist olarak tanımladım. Yani bunu aslında demokrat olmanın kadın hareketine uyarlanışı gibi gördüm.

Ben kendimi zaten erkeklerle eşit görüyordum ve bana da öyle davranılmasını istiyordum. Epey bir zaman sol hareket içinde var olan cins ayrımcılığına karşı da böyle yer yer mücadelelerim oldu, direndiğim oldu bu tip ayrımcı tutumlara karşı. 80’li yıllarla birlikte sol hareket örgütü, sol hareketin dağılması belki bir ölçüde örgüt baskılarının kalkması, belki insanların tekrar fikriyatını gözden geçirme ihtiyacını hissetmesi; bir çok etken olabilir bunda.

Ev toplantıları yapardık ve ev toplantılarında hem Türkiye’de neler yapılabilir konuşulurdu, hem feminist literatürü anlamaya ve vakıf olmaya çalışılan bir çalışma dönemi geçirildi. Küçük gruplar daha da büyüdü. Kendimi feminist olarak tanımlıyorum, fakat şunu ayırmak durumundayım: Sadece Türkiye’de değil dünyada da feminizmin evreleri var biliyorsunuz. Uzun yıllar esas kadın hareketine damgasını vuran, adına liberal feminizm veya eşitlikçi feminizm diyebileceğimiz feminist hareket, işte her alanda kadın-erkek eşitliğini baz alan hareket, hem hukuk planında mücadele etti, devlet nezdinde eşitlik için mücadele verdi.

Fiktif Bir Kadın Kimliğine Karşıyım

Daha sonra dünya çapında kimlik politikalarının yaygınlaşmasıyla birlikte genel olarak kimlik politikaları, postmodernizmin etkisiyle birlikte kadın hareketi içinde feminizmin bir başka aşamasına geçildi. Burada esas olan artık eşitlik değil, farklılıktı. Kadın-erkek farklıdır dedikten sonra o farklılık üzerine bir kadın kimliği inşa edilmeye çalışılıyordu. O kimliğe atfedilen özelliklerle fiktif bir kadın kimliği oluşturulmaya çalışılıyordu.

80’li ve 90’lı yıllarda feminist kadınlar farklı kadın kimliğini öyle noktalara götürdüler ki, neredeyse bir zamanlar reddettikleri geleneksel ruh bölüşümünü savunur hâle geldiler. Yani kadın farklıdır çünkü kadın annedir. Bu arada doğurmanın ve anneliğin yüceltilmesi o cenahta tekrar ortaya çıkmaya başladı. “Kadın duygularıyla hareket eder, erkek aklıyla hareket eder.” gibi katılmadığım söylemler oldu.

Kadın Meselesi Evrenseldir

Şimdi muhafazakâr kesimler içinde iki farklı önemli kesim görüyorum. Bir tanesi ki çok önem verdiğim bir kesim. İslâmî hareket içinde yer almış, yani kendini muhafazakâr olarak tanımlayan lider kadınlar var, önder kadınlar var. Bunlar 80’den beri aynı zamanda bir dönüşüm içindeler ve kadın hareketini tartışıyorlar. Ben bunu çok önemsiyorum. Çünkü o kesimi etkiliyorlar, doğrudan bir rol modeli oluyorlar ve onların ne düşündükleri, nasıl algıladıkları çok önemli.

Öncü kesim açısından önemli gördüğüm, zaaf olarak gördüğüm meseleyi işaret etmek istiyorum. Bu kesimin kadınları kendilerini ayırmak için eşitlik mücadelesi veriyorlar ancak “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz. Kendi kültürümüze ve ananelerimize uyan bir özgürlük istiyoruz”  diyorlar. Bu noktada bir sınır çekmeye çalışıyorlar. Ben bunu yanlış ve tehlikeli görüyorum. Neden? Çünkü bir kere kadın meselesinin evrensel karakterini bulandırıyor. Oysa kadın meselesini evrensel kılan en önemli faktör kadının geleneksel rol bölüşmesi içinde annelik ve eşlik rolüyle sınırlanmasıdır.

İlk toplumsal iş bölüşümü dediğimiz o iş bölümü, bence feminizmin de söylediği gibi kadının geri kalışının da temelidir. Bu geleneksel rol bölüşümü evrenseldir. Kadın meselesinin evrensel oluşumu altında da bu yatar. Dünyanın her yerinde kadın hareketinin, feminist hareketin ana temaları da zaten anneliğin kutsanışı ve annelik vasıtasıyla kadının eve hapsedilişine karşı çıkmak olmuştur. Çalışma hayatında ikinci sınıf telakki edilmeye karşı çıkmak olmuştur.

Kadın hareketinin bunlara karşı geliştirdiği özgürlük temaları da evrenseldir. İslâmî kesimden gelen bazı arkadaşlar “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz!” dedikleri zaman bu evrenselliği reddetmiş oluyorlar. Benim özgürlük anlayışım bana, senin özgürlük anlayışın sana dediğiniz anda konuşacak da pek fazla bir şey kalmaz. Ama bir özgürlük anlayışı her iki tarafında kabul ettiği bir kavram olursa bunun üzerinde konuşmak mümkün olabilir.

Siz çocuk da büyütebilirsiniz, ev işi de yapabilirsiniz. Her türlü şeyi yapabilirsiniz ama yeter ki onu sizin asli işiniz, hayattaki en temel fonksiyonunuz, varlık sebebiniz olarak görmeyin.

Feminist Mücadele Bireyselleşti

Türkiye’de de, dünyada da feminizm artık devletlerle mücadele ederek varabileceği yere vardı. Çünkü hukuksal olarak her türlü ayrımcılık aşağı yukarı kalkmış durumda. Hiçbir devlet, kadınları özellikle geri bıraktırmak için bir şey yapmıyor, baskı uygulamıyor.

Burada mesele kadınların kendi kendilerine bir şeyler yapmamalarıdır. Bizim feminist mücadele bireyselleşti. O yüzden artık, 1970’lerde ki gibi kitlesel kadın hareketleri, kadın yürüyüşleri göremezsiniz. Çünkü o zaman devletten isteyecek bir şeyler vardı ve devlet üstüne düşeni yaptı. Rejimler sistemi kurdular. Eşitlik kâğıt üzerinde sağlandı ama zor kısmı bu. Çünkü bu eşitliğin hayata geçirilmesi tek tek her kadının kendi evinde başlamak üzere hem kendini dönüştürmesi gerekiyor hem eşini dönüştürmesi, ailesini dönüştürmesi gerekiyor. Bu bireysel açıdan çok önemli bir şey.

 Aile Bireyi Ezmemeli

Ben aile içinde yaşayan ve aileme değer veren biriyim. Ama muhafazakâr kesime aileyi ne olursa olsun korumak noktasında eleştirim var. Bence korunmayı hak eden aileler korunmalıdır, korunmayı hak eden evlilikler korunmalıdır.

Aileyi korumak; o ailenin, o evliliğin nasıl olduğundan bağımsız olarak bir değer olamaz. İnsanların kurdukları evliliklerin yıkılması hoş bir şey değil ama şunu unutmayalım ki o korumaya çalıştığımız aile çok büyük oranda; hem bizim toplumlarımız da, hem de Batı toplumlarında mutluluk üreten değil, mutsuzluk üreten bir kurum. Ailelerin içine girip baktığınızda nasıl büyük acılar üretildiğini görüyorsunuz.

Burada evlilik içindeki bireylerin tek tek korunmasını esas alan ve ailenin korunması uğruna o evlilik içinde ezilen bireyleri feda edebilen anlayışla mücadele edilmesi gerekiyor. Eğer birey onun içinde gelişiyorsa, mutluysa, kendini gerçekleştiriyorsa o aileye can kurban. Ama hayatı ziyan eden, idareten yaşatan bir kurumsa evlilik o zaman o bireylerin hayatlarını kurtarmayı esas almalıyız.

Bana kalırsa Türkiye’deki en önemli kadın sorunu aile içi rollerin hâlâ yeterince sorgulanmamış olmasıdır. Türkiye’nin önemli farklarından bir tanesi de tek bir kadın gerçeği olmaması ve farklı kadın kesimleri arasında uçurumun çok fazla olması. Yani bizim hakikaten ezilen kadınımız çok fena eziliyor, kurtulmuş olanlar da Amerika’dakilerden daha özgür durumda. Bizde uçurum çok fazla.

Kadınlar Birbiriyle Çarpıştırıldı

Türkiye’de siyasal mücadele ne yazık ki çok yoğun bir biçimde kadın üzerinden yürüdü. Tanzimat’tan beri Batılılaşmanın biraz kılık kıyafetle birlikte gelmesi ve onun ön planda olmasının da etkisiyle olsa gerek… Daha sonra cumhuriyet devrimleri döneminde de Türkiye’nin hangi dünyanın bir parçası olacağı tartışması, beraberinde hep kadınların kılık kıyafetinin ne olacağı ve kadınların kamu alanında nasıl görüneceği tartışmasıyla birlikte yürüdü. Her iki taraf da sık sık kadınları böyle koç başı gibi ellerine alıp birbirlerine çarpıştırdılar. Bu aslında kadının talihsizliğiydi. Belki bu kadar bir simge olmasaydı başörtü yasağı Türkiye’de bu kadar çok uzun süre halledilemeyen sorun olarak kalmazdı ve bu kadar da acı çekilmezdi.

Şimdi “Türban simgedir.” diyenler aslında o projenin simgesi başı açık kadın olduğu için bunu simge olarak görüyorlar. Çünkü tayyörlü başı açık kadındı modernleşme projesinin simgesi. Dolayısıyla bir simgeler çatışması olarak görüyorlar bunu. “Bizim simgemize karşı başka bir simge çıkardılar.” diye düşünüyorlar. Böylesine yoğun ve uzun süreli bir siyasal çatışmanın, bir kutuplaşmanın simgesine dönüştü.

Toplumda hiçbir zaman yoğun bir biçimde türban düşmanlığı olmadı. Bu sadece lâik kesimin elit kesiminde söz konusuydu, yasaklanma talebi oradan geldi.

Siyasetin Gücü Azalıyor

Benim dileğim şudur: Kadın siyasete heveslenene kadar siyasetin belirleyici gücü, etkileyici gücü iyice azalmasın. Çünkü görebildiğim kadarıyla siyasi alanların giderek daraldığı bir dönem yaşıyor dünya. Yani bakıyorsunuz hukuk konuları siyaset dışına çıkıyor. Ekonomi konuları giderek siyaset dışına çıkıyor. Siyasi alanın daraldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu da apayrı bir tartışma konusu ama kadın ve siyaset deyince değinmek istediğim başka bir nokta var. Sık sık kadının siyasete farklı bir boyut getireceğinden söz ediliyor. Bence bu da, altı çok fazla doldurulamamış bir ifade. Yani ben şu ana kadar hiçbir yerde farklı bir kadın siyaseti üreteni görmedim.

Yaş Ayrımcılığı

Aslında kadın-erkek ayrımcılığı üzerine konuşmak istemezdim. Size şu kadarını söyleyeyim: Çağımız artık bu ayrımın bittiği ama başka bir ayrımın başladığı bir çağ. Bundan sonraki kuşak uzun uzun yaş ayrımcılığını konuşacaklar. Orada çok büyük bir ayrımcılığın filizleri var. Gençlik tapınması, yaşlılığın horlanması var. Çok büyük çelişkilerin olduğu bir alan orası. Bence biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Bizden sonra tabi ki dünya durmayacak, başka çelişkiler ortaya çıkacak. Ben oradaki en önemli adayın yaş ayrımcılığı olduğunu düşünüyorum.