Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Zihniyet Değişmez

Zihniyet, düşünce biçimleri geçmişten bugüne taşınıyor. Siyasetin de toplumun da kavgaları sürekli aynı tekrarlar üzerinde gidip geliyor.

Tarih okuyan birisi olarak ‘işte bugün yaşadığımız şey tam da bu’ dediğim o kadar çok örneğe rastlıyorum ki… Profiller, olaylar aynı. Çünkü düşünme biçimleri aynı.

Hangi çevreden doğup büyüdüyseniz o çevrenin insanı olarak yaşayıp gidiyorsunuz. Bu çevrenin dışına çıkan istisnalar olsa da onlar da genellikle ilerleyen yaşlarında geçmişlerine dönüveriyorlar. Özetle  herkes aslına rücu ediyor. Terakkiyi iki yüzyıldır konuşuyoruz. Lakin zihniyetimiz aynı kalınca terakki de etiket olup kalıveriyor. No’luyor da böyle oluyor?

Kendi çevrene aşina, diğerine yabancı olunca konuşmak da anlaşmak da çok zor oluyor.

Kendimize yabancılaştığımız bir dünyada birbirimize sadece aşina olabiliyoruz.

1699 Karlofça anlaşmasını imzalamak zorunda kaldığımız yenilgiye kadar düşünme biçimimizi değiştirme ihtiyacı hissetmemişiz. Prof. İsmail Kara, çağdaş Türk düşüncesinin tarihiyle askeri mağlubiyetler arasında zaruri ve birebir ilişki kurulması gerektiğini söylüyor.

Lale devrinde ilk tercüme encümenleri diyebileceğimiz teşebbüslerin ortaya çıkmasıyla,

Avrupa başşehirlerinde daimi elçiliklerin kurulması, Müslümanlar için matbaanın açılışına müsaade edilmesi, askeri, idari ve tıbbi ıslahat tedbirleriyle tamir ve tadil etme istikametinde Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri almaya çalışırken, modern düşünce ve siyasi kavramlar, Batı zihniyeti topraklarımıza adım atmış. Anlama, taklit etme, uyarlama, kendine katma süreci yaşanmış.

Şerif Mardin tam burada ortaya çıkan fikirlerin “fikir çorbası” olduğunu söylüyor. Yani bütünleşemeyen bir zihniyet ilişkisi. Burada kendine topluma yabancılaşma gündeme geliyor. Erken batılılaşanlar aşırı batılılaşmış zümreler ki bunların başında tıbbiye ve askeriye mensupları geliyor. Burjuvazi onu çok sonraki bir sırada izler. Bu zümreler kendilerini her zaman toplumun üzerinde gördükleri gibi kendilerine de toplumu batılılaştırıcı bir misyon yüklerler. Hep üstündür, seçkindir ve dahi şehrin merkezindendir.

İsmail Kara, “ayakta kalmamız gerekiyorsa değişmemiz gerekir” dediğimiz andan itibaren iki şeye aynı anda bakmamız gerektiğini söyler. Birincisinde bakışı yeniye yöneltir; yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarına… İkincisinde ise eskiye yöneltir. ”Geleneksel olanında o sırada ne olduğu nasıl algılandığı ve hangi vasıtalarla direndiği, kendini ne şekilde yenilediği, nasıl değiştiği ve dönüştüğü de eşit derecede hesaba katılmalıdır” derken yeni ve eskinin de iç içe geçtiğini de vurgular. İki hat birbirinden bağımsız ele alınamaz der.

“Bugün modernlikten bağımsız bir gelenekten bahsedemeyeceğimiz gibi gelenekten bağımsız bir modernlikten de bahsedemeyiz. Modern dönemde yaşayan birisi bir geleneği modernleşme öncesinde olduğu gibi anlama şansını büyük ölçüde kaybetmiştir” derken modern olanın da dinileştiğini söyler İsmail Kara. O’na göre Türk modernleşmesine bakıldığında ise İslam’dan tecrit edilmiş bir Türk kavramı çıkmaz ortaya. Düşünce hayatımız dediğimiz şey bu iki şeyin iç içe geçmesinden, bazen birinin, bazen diğerinin üstünlük mücadelesi ile geçiyor. Ama kabul etmemiz gereken şey her ikisinin de değiştiğidir. Yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarıyla, eski olanın direnme biçimlerinin sentezi bugünkü düşünme biçimlerimizin ortalamasını veriyor. 

Hal böyleyken her iki tarafı da süzerek fikirlerini ortaya koyan insanları kolay kolay bulamıyoruz. Türkiye’nin sanayi kalkınmasından filan önce buna ihtiyacı var. Pratik ihtiyaçlara cevapları içeren fikirimsi cümle kurmak kolay. Ama bir fikir ileri sürmek çok zor. Siyasi partilerde hele de yeni muhalefet partilerinde bolca öneri var. Ama bu önerileri dayandıracak, sürekliliğini sağlayacak fikir yok.

Türk düşünce dünyası bir yüzyıldır birbirine kulaklarını kapatmıştı. Bu ikisine kapıyı açan Ak Parti siyaseti oldu. Bu Türkiye’deki zihniyeti değiştirdi. Aradaki duvarları inceltti. Kendi çizgisinde tutarlı olabilecek çeşitliliğe ve onların temsiline imkan tanıdı. Nitekim sağ küçük muhazafakâr partiler de böylece O’nun paltosunun altından çıktı.

Diğer tarafta ise sosyoloji çok değişmedi.  Ne palto ne de onun altından çıkanlar üstünlükçü tavırlarını bırakmadı. Her daim seçkin, elit ve küçümseyici oldular, kendilerini öyle hissetmediklerinde de saldırgan.  Türkiye’de sol kesimde böyle olmayan ya da hissetmeyen istisna çok azdır. Ne demek istediğimi uzun süredir  Türk Tabipler Birliği başkanlığı yapmış Gencay Gürsoy’un anı kitabından bir örnekle anlatayım. “Son yıllarda, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve tek parti iktidarında İslami kesimin gördüğü ‘zülüm’ üzerine söylenenleri, yazılıp çizilenleri izlerken, iki yaşam tarzının çatışma haline dair prototip bir örnek olarak kendi çocukluğumu anımsarım. Ben böyle bir zulme çocukluğumda hiç tanık olmadım” diyor. Anlamaya çalışmaya dahi gerek görmüyor. Çünkü bi haber!

Türk siyasetine birbirini duymayı dinlemeyi Ak Parti öğretmiştir. Yeni bir düşünce iklimine imkan tanımıştır. Kim ne derse desin! Sol, seçkin çevrelerin en büyük itirazı da bunadır. Yazılanların hiçbirinde kendilerinden olmayanı anlamaya dair tek bir satır bulamazsınız. Kürt meselesi konusunda ise yine düşünce çerçevelerini belirleyen aşırı batılaşmış zihinlerdir. Çünkü o çevrelerde bu mesele muteber görülmediği dönemlerde toplu imhalara, sürgünlere, ihtilallere destek veren yine onlardı.