Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

AK Parti kuruluş çalışmaları 2000’den önce başladı. Hem seçmen hem de düşünürler, fikir adamları, iş dünyası, yazarlar, çok geniş bir iletişim ağı içinde uzun süren toplantılar ile kuruluş fikri ve stratejisi iki yıl süren bir ön çalışmayla ortaya çıktı. 21. yüzyıla yeni girmiştik. Türkiye müthiş bir düşüş ve kırılma yaşıyordu. Bize özel sorunlara çözüm oluşturmanın ötesinde yeni dünyanın getirebileceklerini anlamaya çalışıyorduk. Tek amacımız ülkemizi kalkındırmak ve nesiller boyu devam edegelen sorunlara çözüm bulmaktı.

20 yılda 11 kez iktidar değişmiş. 18 parti kapatılmıştı. Bankalar ve büyük şirketler batmış, siyasal ve en önemlisi de ekonomik istikrar arayışları devam ediyordu. Kişi başı milli gelirimiz 2 bin dolardı. Dünyayı iki hükümranlık alanına ayıran kapitalist ve sosyalist blok çökmüş, ABD ve SSCB’nin iki kutuplu sistemle dünyayı yönettiği dönem bitmişti. Çin daha güçlü bir aktör olmaya yeni başlamıştı.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla 15 bağımsız ülke ortaya çıkmıştı. Bunlardan birisi de Azerbeycan’dır. Liberaller Sovyetlerin mirasına el koymuş, ülkenin zenginlikleri 100 civarı oligark arasında pay edilmişti. Afganistan’da 1979’da başlayan ABD_Rusya savaşında ABD kazanmış. Amerika Afganistan’a yerleşmişti. 2000 yılında Rusya Putin iktidara yeni gelmişti.
ABD’de Bush iktidarı vardı. Amerika’nın hedefi Arap coğrafyasında eski sosyalist blokta egemenlik kurmaktı. Bunların başında Irak ve Suriye geliyordu. ABD 2004 ‘te Irak’ı tamamıyla işgal etti.

PKK terör eylemleri devam ediyordu. PKK ile mücadelede başvurulan metotlar halkı huzursuz ediyordu. Toplumsal barış toplumun en büyük ihtiyacıydı.

11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısıyla “İslami terror”, “Müslüman teröristler” lafı konuşulmaya başlamıştı. Türkiye’nin en büyük hedefi Avrupa Birliği’ne tam üye statüsüyle girmekti. Yeni çağ yeni başlamıştı ancak 20. yüzyıl. alışkanlıkları sürüyordu, Ak Parti 20. yüzyılın siyaset yapma biçimleriyle mücadeleyle siyasete başladı. Şeffaf ilkeli ve kişisel iletişimi tercih etti. Bilboardları değil kalpleri kaplamayı hedefledi. Barış dilini kullandı, kimseyi ötekileştirmedi, pozitif mesajlar verdi. Seçmenin hayatını değiştirebilecek ve yerine getirebileceği sözler verdi. “Türkiye” kimliğine Cumhuriyet öncesi ve sonrasıyla birlikte sahip çıktı. Geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kuran, yıkmadan inşa eden, devam ettiren, geleneği taşıyan muhafazakârlık siyasetini kendisine mihver kıldı.

Türkiye’nin dünya ile ve İslam dünyası ile kopan bağını yeniden kurdu..

Bugün ise değişimin hızı çok yüksek. Ve bizim de kendimizi bu değişimi yakalayacak şekilde yenilememiz gerekiyor.
Siyasetin önümüze koyduğu bazıları faliyet tuzağı sayılabilen işlerin içinde her zaman bir muhasebe yapma imkanı olmuyor. Üstten, seçkinci, herşeyi bildiğini iddia eden, kendilerine dönük en ufak bir eleştriye bile tahammülü olmayan büyüklerin uyarılarını kastetmiyorum elbette. Elini gerçekten taşın altına koyan insanların tecrübe ve birikimlerinin masada olduğu bir Türkiye muhasebesine ihtiyacımız var. Ak Parti 2001’de iktidara geldiğinde önüde duran sorunlar nelerdi? Bunları nasıl çözüü?
Bu tecrübeye, o günkü ruha odaklanmanın ülkeye katkı sağlayacağı inancındayım. Bu nostalji ya da geçmişe güzelleme yapmak değil kastım. Hem ekonomik hem de toplumsal hem de teknolojik olarak değişeni ve değişemeyeni olduğu gibi değerlendirmeyi kast ediyorum. Başarıları ve başarılamayanı ile gerçekçi analizleri… Elbette çözülemeyen ve hep ayağımıza dolanan yapısal sorunlar da vardı ve bugün de hâlâ peşimizi bırakmıyor. Şimdi ihtiyacımız olan şey yeni sinerji oluşturmak.

Bugünkü dünya o günkünden hangi yönleriyle farklı olduğunu anlamak için o yılların ekonomi cephesinden minik bir küçük bir özetini yapmak istiyorum. Bu özet için Alev Alatlı’nın 2001 yılında TRT’de yayınlanan “Tarih Tekerrür ve Ekonomik Krizler” videolarından faydalandım.

1997’de Asya kaplanları efsanesi çökmüş, Güney Asya ve ardından Güney Amerika ekonomik krizi dünyayı sarsıyordu. O yıl ayrıca Rusya Krizi ve onun getirdiği sıkıntılar vardı. En büyük sorun enflasyondu… Türkiye 1964-87 yıllarında yaşadığı enflasyonu 1988- 2001’de 5 kez katlamıştı. Enflasyon ile önünü görmeyen sermaye sahibi üretim gibi dertli bir işle uğraşmaktansa parasını devlete borç verip faizden kazanmayı tercih eder duruma geldi. Hal böyle olunca yapılabilecek yatırımlar da yapılamaz oluyorlar…

Türk ekonomisi IMF’den aldığı borçla rayına oturtulamaya çalışılıyordu. Bunu karşılığında da IMF programına sıkı sıkıya uymalıydı. Özelleştirmeler IMF programının zorunlu önerileriydi… Özelleştirme hedefleri, dış borçlanma kredibilitesi ve kamu maliyesi açısından hedefler sıkı bir program gerektiriyordu… Türkiye üçlü bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyordu. 2001 Şubat ayında, Türkiye tarihinin en büyük Hazine ihalesi vardı. Ne ki, ihalenin yapacağı günden bir gün önce Cumhurbaşkanımız ile Başbakanımız arasındaki talihsiz bir sürtüşme bir anda ortalığı allak bullak etti. Ve 24 saat içerisinde gecelik faizlerin 4 haneli rakamlara yükseldiği görüldü. Merkez Bankası artan döviz talebini kur çıpası üzerinden ödeyemeyecek olduğunu hissetti. Böylece doları dalgalanmaya bıraktılar. Bütün bunun sonucunda Türkiye eski düzene dönmenin mümkün olmadığı bir noktaya geldi. “ (Alev Alatlı 2000TRT/ Tarih Tekerrür ve Ekonomik Krizler 15. Bölüm)

Böyle bir mirasla Türkiye’yi devralarak iktidara gelen Ak Parti bu değerleri pozitife çevirdi, IMF’ye borcunu ödedi, büyümeyi sağladı. O gün de ekonomik krizin bir ucu dünya ekonomik sistemine bağlıydı, bugün de öyle. Bugün de ekonomik krize dair işaretler önümüze geldiyse o günden daha büyük bir sinerjiye ve bunu çözebilecek imkanlara sahip olduğumuza inanıyorum.

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Reddimiras meselesi sadece bireysel hukukta değil, ulusların tarihinde de söz konusu. Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik Devrimi, Çin’de Mao dönemi, eski rejimleri kötülemek ve dahi izlerini yok etmek, yeni bir insan ve ulus yaratmak için uygulamış. Modern Türkiye Cumhuriyeti de Fransızlardan ilham almış. Bu reddimiras meselesi bir yüz yıl sonra bile bitmeyen pek çok tartışmanın da kaynağı olmuş.

Reddimiras geçmişle bağı tamamen koparmak mıdır, yoksa yeni kurulan rejimlerin kendilerini sağlama alması için attıkları bir adım mıdır?” tartışması ayrı bir konu. Gazeteci Murat Bardakçı’nın “Reddimiras” ismiyle yazdığı kitap bu konuyu iki örnek çerçevesinde ele alırken, bir yönüyle komik bir yönüyle de trajik bir devlet öyküsü de koyuyor ortaya. Bardakçı konuyu arşiv çalışmaları çerçevesinde ele almış, ancak kaleme alırken adeta bir polisiye gibi yazmış. Okurken kah hüzünleniyor, kâh gülüyor, kâh da “olmaz ki bu kadar şuursuzluk” deyiveriyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın olayların akıldışı geliştiğinin altını çizmek isterim.

HAZİNENİN BİTMEYEN DEVRİÂLEMİ

Topkapı Sarayı ile İstanbul’un diğer müzelerindeki hazine eşyası 1. ve 2. Dünya Savaşları senelerinde muhafaza maksadıyla iki, devletin yeni başkentinde bulunmaları ve satış düşüncesi ile de iki defa olmak üzere toplam dört seyahat yapıyor. Hazine 1. Dünya Harbi sırasında Konya’ya gönderiliyor, savaştan sonra iki defa Ankara’ya gidiyor, orada kasalara konuluyor, satılmaları için Fransa’da girişimlerde bulunuluyor ve İstanbul’da kalan eserlerden bazıları da 2. Dünya Savaşı senelerinde muhafaza edilmeleri için Niğde’ye gönderiliyor. En nihayetinde 1952 yılında asıl yerlerine Topkapı Sarayı’na geri dönüyor.

1927 yılında satışa çıkarılma girişimine konu olan değerli eşyalar arasında 13. yüzyıldan beri Osmanlı ailesinde biriken kıymetli mücevherler ve Medine Müdafii Fahreddin Paşa’nın 1917’de İstanbul’a gönderdiği Medine Emanetleri de bulunuyor. Türk hükümeti bir kuyumcu aracılığıyla bunu Fransa’da mezatla satışa çıkartmak istiyor. Bu sürecin öyküsü kitapta detayları ile var. Olayların içinde en dikkat çekicilerinden biriside büyük bir zümrüt parçasının Paris’te tahlil ettirilmesinin ücreti olarak 693 lira ödenmesi için 24 Haziran 1928’de çıkartılan Bakanlar Kurulu kararı.

Hazinelerin satış girişimindeki tüm süreçler birbirinden ilginç. Ama nihayetinde satış mümkün olmayınca Maliye Bakanlığı’nın üç anahtarla açılan kasalarına konuldu. Maliye Bakanı, Danıştay ve Sayıştay başkanlarına birer anahtar verildi. Kasalar 1934’te Merkez Bankası’na nakledildi. Sonra bunlar unutuluyor! 1951’in Nisan’ında Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’nın mahzenlerinde içinde nelerin olduğu bilinmeyen kilitli kasalar bulunuyor. Lakin devlet hangi anahtarın kime ne zaman verildiğini, anahtarları teslim alanlar da kasaların mevcudiyetini tamamen unutmuştur…Konu ibretlik!

HDP’NİN KURULUŞU VE DURUŞU

“Kürt kimliğini” merkeze alan bir partinin Halkın Emek Partisi (HEP) ismiyle siyaset sahnesine girmesi 1990 yılında oldu. 1989 yılında Paris Kürt Enstitüsü’nün Paris’te düzenlediği Kürt Konferansı’na katıldığı için SHP’den ihraç edil yedi Kürt milletvekiline, SHP’den ayrılan üç milletvekilinin daha katılmasıyla 1990 tarihinde HEP kuruldu. Ekseninde Kürt meselesi ve Kürt kimliği vardı. HEP, 1991 yılında yapılan genel seçimlere SHP ile ittifak yaparak girdi ve parlamentoda 22 milletvekili ile temsil edilirken pek çok krize de sebep oldu. Bu krizler ile kapatılan her partinin ardından Kürt siyasetçiler başka isimlerle kurdukları partiler altında varlıklarını sürdürdüler. HEP geleneği DEP, ÖZDEP, HADEP, DTP ve BDP ve HDP ile devam etti, siyaset sahası terk edilmedi. Her kapatılmanın ardından oylarını artırarak yeniden geri geldikleri görüldü. Parti kapatmaları en çok CHP’nin ve Akşener’in de içinde olduğu hükümetlerin dönemlerinde yaşanmış. Bu nedenle bugün CHP’nin başı çektiği ve içindeki her unsurla kavgalı oldukları Millet İttifakı’nın destekçisi olmalarını tuhaf buluyorum.

Halkların Demokratik Partisi HDP 2012 ‘de kuruldu. Bu parti Öcalan’ın bir projesi olarak doğdu. HDP’yi kurgularken Öcalan’ın HDP’den beklentisi etnik temelli siyaseti aşmaktı ancak radikal sol söyleme yaslanarak toplumsal kesimlerle iletişime girmek ve onları ikna etmek zor oluyordu. HDP Türkiye’den uzak radikal sol fikir ve grupların etkisinden çıkıp Türkiye merkezli bir siyaset üretmesi bugün de pek imkanlı görünmüyor. HDP bu sefer bunu Millet İttifakı’nın adayının yanında durarak deniyor.

“EN CAKALI PEŞREV YAPANA, GÜRÜLTÜ KOPARANA HAK VERİRLER…”

Sosyal medya kavgalarına kızarken, sanal olmayan basın tarihimizdeki kavgalara bir göz atayım dedim. Arada çok fark görmediğimi de söylemek isterim.

Türk basın tarihine “polemik” kavramı ilk kez 1860 yılında Ceride-i Havadisile Tercüman-ı Ahvâl gazeteleri arasında yaşanan tartışma ile girmiş… Bu polemiğin konusu ise Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilen Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” isimli oyunu. Şinasi Efendi ile başlayan Türk gazeteciliğinde “rezil, dinsiz, edepsiz” tanımlamalarıyla girişilip, “gerici, liboş, dönek, yağdanlık, gerzek, iki metrelik cüce” nitelemelerine dek uzanan bir küfür edebiyatı sözlüğümüz var. Basın tarihimizin kalemşörleri en iyi durumda tepeleri atınca birbirilerine “Ben senin cemaziyelevvelini bilirim.” deyivermişler. Tıpkı bugün olduğu gibi… Nisbeten daha incelikli:)

Basın tarihimizde en sert tartışmalar Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında yaşanmış. Nâzım, 1935’te bu kavgayı güreşe benzeterek işin usulünü şöyle açıklamış: “… bu güreşte…gerçekten sırtın yere geldi mi diye bakmazlar; en çok cakalı peşrev yapana, gürültü koparana hak verirler.”

Özetle sosyal medyaya kızıyoruz ama klasik medyada da durum pek farklı olmamış. Bu kubbede baki kalanın bir hoş sada olduğuna inanarak biz yine de seviyemizi koruyalım.

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

“Ne senden fazlayım

Ne senden az

Aynı macerada ayrı biraz,

Gözle biçim biçim

Kalple anlar içim

Ayrı gayrı olmaz

Sen yoksan ben hiçim…”

Sezen Aksu’nun bu güzel şarkısı bugün duygularıma tercüman oluyor.

Birbirimize, “Yağın olayım, suyun olayım, göğün olayım…” dediğimiz günlerde birbirimizi hırpalamak, yerine birlik olmanın kıymetini bilmeliyiz…

  1. gündeyiz. Afetin yaşandığı her bölgede, her birimiz bir kardelen çiçeği gibi ümidin mucizesine tutunarak elimizden geldiğince yaralarımızı sarmaya gayret ediyoruz. Bir büyük seferberlik hali yaşadığımız, devletinden milletine…Aynı anda birden çok cephede savaşırken, ayrı gayrımız olmadan, biz olmanın kıymetini daha çok idrak ediyoruz. Herkes bu acıyı dindirmek için elinden geleni yapıyor. 18 gündür bölgede olan birisi olarak buna çok şahitlik ettim…

Bu büyük acıyı dindirecek, deprem bölgelerimizi yeniden ayağa kaldıracak formül bu biz olmakta. Ayrı gayrı olmadan Alevisi, Sünnisiyle, seküleri dindarıyla biz olarak  bu zor günleri aşacağımıza canı gönülden inanıyorum.

Deprem bölgelerinde tanıdığım çok güzel insanlar var, yaşatan, ümidin mucizesini gerçekleştirmek için varını yoğunu ortaya koyan…Osmaniye’de Enver Arpacı bunlardan birisi. İsmini Osmaniye’de herkesten duydum, ziyarete gittiğimde kolunda serum ile masasından çalışmaya devam ediyordu. Boğazları ve üst solunum yolu iltihaplanmıştı. 15 gündür evine gitmemiş, ailesiyle birlikte depremzedelere hizmet ediyordu. Kimseden de maddi destek istemiyor, neredeyse depremzedelerin tüm ihtiyaç maddelerini kendisi temin ediyordu.Yorgunluk nedir bilmeden kolunda serum ile çalışan Enver Arpacı üç dil bilen,uzun süre yurtdışında yaşamış sonrasında da ülkesine dönen bir vatansever. Arpacı Sosyal Tesisleri ve düğün salonlarının sahibi. Tesis 12 bin metrekare üzerine kurulu çelik konstrüksiyonlu, beş salona ve geniş bir bahçeye sahip.Deprem olur olmaz tüm tesisi bütün imkânlarıyla depremzedelere açmış. “İlk bir saatte çayımızı koymuş, kapılarımızı herkese açmıştık.” diyor. Soğuk hava depoları, güçlü bir jeneratörü olan tesislerde 24 saat  bin 500 kişinin üzerinde insanı yatılı olarak misafir eden, üç öğün yemek çıkartan Enver Arpacı ne malını mülkünü ne de hizmetini esirgemiyor .Hastaneye tedaviye gitmeye vakit bulamadan, gece gündüz hizmet eden Enver Arpacı, Osmaniye’de acıları saran bireysel kahramanlardan.

Pek çok sivil toplum kuruluşunda gönüllü çalışan, ilk andan itibaren herkesin imdadına koşan sivil toplum gönüllülerinin her birisi de çok kıymetli. Çoluğunu çocuğunu bırakıp,insan kurtarmaya, sonrasında da yaraları sarmak için ellerinden geleni olağanüstü bir çabayla yapmaya çalışan bu gönüllülere çok şey borçluyuz. Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin gücünü ve önemini bu depremde bir kez daha gördük.…

Bir de Almanya’dan ve Avrupa ülkelerinden işini gücünü bırakıp gelen, AFAD gönüllüsü olup çadırkentlerde kalarak hizmet eden gönüllülerimiz var. Sadece Türkler yok bunlar arasında, Almanya’da yaşayan bir Pakistanlı kardeşimiz işini bırakıp gelmiş malıyla ve bedeniyle günlerdir hizmet ediyor.

Hatay başta olmak üzere deprem bölgelerinde IGMG Berlin Hasene Türkiye büyük bir yardım seferberliği başlatmış durumda. Hem yardım ve ihtiyaç kolileri hem de küçük çadır, yaşam alanları  kuruyorlar. Bunlardan birisi olan 100 çadırlık yeri Hatay’da gördüm. Depremzedeleri misafir etmek için jeneratör ve tuvaletlerin altyapısının kurulmakta olduğu bu alandaki çadır ve yardım organizasyonunu Hasene Bursa Derneği organize ediyor. Buradaki gönüllüler Avrupa’nın her yerinden gelmişler.…

Evlerin yapımına kadar geçecek sürede depremzedelerin barınma sorununu geçici olarak çözecek çadırkentler –konteynerkentlerin yapımı devam ederken insanların pek çok ihtiyacının karşılanması gerekiyor. Bu süreçte ev dışındaki yaşamı bir nebze iyileştirecek seyyar tuvaletlere, duşlara, çamaşırhanelere, pratik çözümlere ihtiyaç var. Hal hatır sormaya, psikolojik desteğe ihtiyaç var. Her türlü yardımın hem bir damla kaldığı, hem de ama aynı zamanda çığ olduğu bu yardım seferberliğine uzun vadeli devam edilmesi gerekiyor.

Bu nedenle gözlemelerime dayanarak önerim; herkesin her şeyi aynı anda yapmasının, mükerrer işlerin önüne geçip, sivil toplum arasında uzmanlaşma ve işlerin paylaşımına gidilmesi. Devlet tüm kurumlarıyla bölgede büyük işler yapıyor. Ancak bunların desteklenmesi gerekiyor.

Bölgede; geniş çaplı engelli rehabilitasyon merkezlerine, sosyal rehabilitasyon merkezlerine, psikolojik destek merkezlerine, hatır soracak, onları dinleyecek gruplara, çocuklar ve gençler için rehabilite edici çalışmalara, yas sürecinin sağlıklı yaşanmasına destek olacak çalışmalara ihtiyaç var. Sivil toplum ve yardım gönüllülerinin bu alanlarda proje üretmesinin önemine inanıyorum.

”Her çiçeğin karaltından güneşe giden masalından

Yaşamak yeniden tazelenir, yeniden anlamlanır

Işığa uzanırken kardelen kış rüyasından

Ümidin mucizesiyle sevince uyanır.”

Haydi Türkiyem ümidin mucizesini hep beraber gerçekleştirelim.

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

6 Şubat’ta fay hatları kırıldı ve bu kırığın üzerindeki şehirler büyük bir felaket ile karşı karşıya kaldı. Bu felaketin büyüklüğünü ne ekranda izleyerek, ne de felaketi yaşayan tek bir şehirden baktığınızda bile tam göremiyorsunuz. Bu topraklarda yaşanan en büyük deprem felaketi ve sonuçları ile karşı karşıyayız.

Depremden 12 saat sonra bölgede olan ve dün itibarıyla dönen birisi olarak söylemek isterim ki İngiltere coğrafyası kadar yaygın bir alanda yaşanılan depremin ardından konuşmayı bırakıp, yapılacak işlere odaklanmalıyız. Evlerin, hayatların içinden fay kalpleri yakarak geçti. Şehirlerini, sevdiklerini, hatıralarını kaybetmenin travması hem bireylerde hem de toplumda kolay kolay atlatılamaz. Yer yarıldı yerin içine girdi, yer yerinden oynadı deyimleri herhalde böyle bir zaman için söylenmiş olmalı.

Sabır, metanet ve yoğun bir çaba göstermek, elimizden gelenin en iyisini ardına koymadan sen ben kavgasına girmeden yapmak zorundayız. Evimiz üzerimize yıkıldı ve ölümü yaşadık.

Pek çok ibret ve ders aldığım bu süreçte ne yapmalı sorusuna cevap olarak önceliği ‘az ve yerinde konuşmaya’ veriyorum.

Herşeyden önce uzmanı olmadığımız, sadece fikir sahibi olduğumuz alanlarda ‘bence’ diye başlayan cümleler kurmaktan vazgeçmeliyiz. Onun yerine “Hangi yarayı sarabilirim?”, “Ne yapabilirim?”, “Kime faydam nasıl dokunur?” demenin peşinde olmak yaşatır bizi.

Bilimin dejenerasyonundan kaçınılmalı diyen Hacettepe Üniversitesi jeoloji Profesörü Candan Gökçeoğlu’na canı gönülden katılıyorum. Candan Hoca diyor ki; “Bilim insanlarının açık olmasa da halkın önünde tartışma, üstü örtülü de olsa en iyi ben bilirim havasına girmesi çok tehlikelidir ve bilimin dejenerasyonuna yol açar. Bu nedenle profesörlerin deprem konusundaki bilgilendirme çabalarını abartmamaları ve medyanın parlak ışıklarına yenik düşmemeleri gerekir.” 

HERKESİN DURACAĞI YERİ BİLMESİ GEREKİR” 

Bu kıymetli uyarıyı Candan Hoca deprem uzmanları için kullansa da ben bunu daha da genelleştirerek birçok sahayı kapsayarak kullanmak gerekir diyorum.

Profesörlerin her biri kendi otokontrol mekanizmasını çalıştırıp, duracağı yere kendisinin karar vermesi gerekir. Resmi rakamlara göre can kaybının 36 binleri geçtiği bugünlerde gerekli gereksiz çok konuşmak, her uzatılan mikrofona heyecanlanmak bilim insanının sorumluluğunun dışındadır…Yerbilimleri zor ve karmaşık bir alan olup, işin doğası gereği bazı konular tam açıklığa kavuşmamış, üstünde araştırmalar devam etmektedir. Bu nedenle, bilimsel tartışmalara medya üzerinden girmek çok tehlikeli.” 

Hepimiz kayıplarımıza saygıyla duracağımız yeri iyi bilmeliyiz. Buna sivil toplum, siyaset erbabı da dahil.

GÜZEL İNSANLAR

Ülkemizin yetişmiş iş gücü, ve çok güzel insanları var, ilk günden itibaren nerede ihtiyaç varsa orada olan, üzerinize düşeni hakkıyla yerine getiren… Hepsinin de sahada dertlere deva olduğunu gördüm, kimi bin, kimi bir kişinin. 15 milyona yakın insanın etkilendiği ve insanların barınmadan beslenmeye, sağlıktan psikolojik desteğe, iç çamaşırından battaniyeye her şeye ihtiyaç duydukları bir zamanda illa ki elimizden gelen bir şey olur. Öyle bir deprem ki en büyük gayret bile bir damla kalıyor.  Deprem domino etkisi yaratarak binaları hayatları yıkıp geçti. Herşeyi yeniden imar etmek için ise kelebek etkisi yaratan işlere ihtiyacımız var.

SAHADA NELER OLDU?

Depremde zarar gören illere oradaki yöneticilerin de depreme maruz kalması sebebiyle başka illerden vali, bir büyükşehir belediye başkanı, ilçe belediye başkanları,  iki kaymakam ve duruma göre her ile sorumlu bir veya iki bakan görevlendirildi. Depremden bir gün geçmeden herkes bölgedeydi. Olumsuz hava koşulları, yer yer TIR kazaları, yollardaki kırıklar, ekipmanın bölgeye gelmesini geciktirse de her ekip hızla bölgeye intikal etmeye çalıştı.

İllerden sorumlu belediyeler; bu süreçte tüm arama kurtarma ekiplerinin yanı sıra çöp toplayıcıları dahil olmak üzere ekipman ve elemanlarını, bir şehrin ayakta kalmak için ihtiyaç duyabileceği tüm makineleri TIR’larla bu illere çok hızlı taşıdılar. Seyyar tuvaletlerden, duşlara, mutfaklara, vidanjörlerden eksvalatörlere, itfaiye araçlarına, gıda malzemesine her tür ekip ve ekipman büyük bir organizasyon dahilinde Balıkesir’den, Kocaeli’nden, Konya’dan, Kayseri’den, Bursa’dan, Altındağ’dan, Eyüp’ten, Fatih’ten  deprem bölgelerine taşındı. Bu ekipler arama kurtarmadan, tıkanmış boruların açılmasına, çadırkentlere su verilmesinden şehrin hijyenine, gıda teminine durmadan çalıştılar ve hâlâ da çalışmaya devam ediyorlar. Ben sahada uyumadan çalıştıklarını gördüğüm bu illerin bütün belediye başkanlarını tüm saha ekipleriyle birlikte bu depremin kahramanları arasında sayıyorum.

Tabii ki AFAD’dan sivil toplum derneklerine, arama kurtarma ekiplerine, madencilerimize pek çok insana cankurtaran oldular. Ama yıkım o kadar büyüktü ki sayıları yetmedi, yetemedi. Mevcudun belki de 500 katı ekibe ihtiyaç vardı. Şüphesiz onlar Türkiye’nin kahramanlarıydı.

TIR şoförlerimizin yardımları hızla ulaştırma gayreti, KYK yurtlarındaki gençlerin fedakarlığı, oraların depremzedelere yuva olma çabası, Diyanet görevlilerimizin çabaları, gassallarımızın metaneti, gönüllülerimizin merhameti, ülkemin insanlarının yardımseverliği, arabasını doldurup bölgeye gelerek ellerinin erdiğine yardım etme çabası hepsi hepsi birbirinden kıymetli. Tüm çabalar kıymetli ve saygıyı hak ediyor. İstismarcılar elbette olacak ama bu kadar büyük bir ahın altında kalacaklarına inancım sonsuz.

Bu süreçte elden ele kardeşlik halkasını genişletmeye devam etmeliyiz. Asıl işler şimdi başlıyor. Merhamet ve sabırla bu yaraların sarılacağına inanıyorum.

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Laf Mı Hayat Mı?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Laf Mı Hayat Mı?

Tarih konularına merakımı biliyorsunuz. Üniversite tercihinde üçüncü sıraya gazetecilik değil de tarih yazsaymışım çok iyi olurmuş. Ancak tarih mesleğim değilse de özel ilgi alanım olduğu için okumalarım hiç bitmiyor. Özellikle Netflix gibi kanallarda yeniden yapılan 19. ve 20. yüzyıldaki kritik olaylara dair filmlere bakınca bizim bu dönemi özellikle de Cumhuriyet tarihini yeterli çalışmadığımızı görüyorum. 

Bu çerçevede ilgimi çeken kitaplardan birisi Fenerbahçe Üniversitesi öğretim üyesi Efe Sıvış’ın Türk Demokrasisinin Sıfır Noktası isimli kitabı oldu.1930’lu yıllarda Türk dış politikasındaki değişimi ABD belgeleri ışığında ele alan Efe Sıvış, Türkiye’nin “demokrasiye geçişi” sürecinde ABD’nin Türkiye üzerinde siyasî etkisi olduğu sonucuna varmış. Başta diplomatik kaynaklar olmak üzere, ABD arşivlerine dayanarak yürüttüğü araştırmasında vardığı neticelere göre Türkiye, ABD’den bu hususta bariz bir baskı, teşvik veya talep ile muhatap olmamış. “ABD Türkiye’den çok partili hayata geçişi değil fakat serbest piyasa ve liberalleşmeyi istedi” diyor. Bugün de bunu talep ediyor sanırım.

TÜRK SİYASETİNDE  “OBA “ ETKİSİ

Genç bir akademisyen olan Efe Sıvış’ın yazılarını okurken dikkatimi çeken bir notu da paylaşayım:

“Siyaset bilimi literatüründe yaygın kullanılan merkez-çevre teorisi 1975’de Edward Schils tarafından ortaya atıldı. Şerif Mardin Hoca, toplumsal süreçleri açıklamada kullanılan bu teoriyi eserlerinde Türk siyasal hayatına uygulamıştı. Merkez, erken Cumhuriyet döneminde CHP çevrelerini ifade ediyordu. Lisans öğrencisiyken Hasan Bülent Kahraman, Sabancı Üniversitesi’ndeki derslerimizde ezberlemede kolaylık olması için bunu “OBA” şeklinde kısaltırdı. Yani ordu-bürokrasi-aydın bloğu. Merkez buydu. Halktan kopuk, dar bir elit gruptu. Diğer yanda ise tacir ve köylülerden oluşan geniş halk kitleleri vardı. Çevre denilen bu grubun o dönemde Türk siyasetinde bir etkisi yoktu. Menderes’le başlayan Özal ve Erdoğan ile devam eden gelenek işte bu çevreyi merkeze taşıma iddiasıyla siyaset yaptı.” 

İÇERDEKİ OBA

Siyasete ilk girdiğim yıllarda daha gözlemciydim sanırım. Bu OBA ilişkisi partinin içinde de geçerliydi. Bazı kişilerde dönemin genç ve yeni lideri olan Tayyip Erdoğan’a yönelik bir hafife alma durumunu yer yer gözlemlerdik. Bu tutum özellikle de akademik kökenli, Refah hareketinden gelmiş isimlerde kendini daha bariz gösteriyordu. 

Ben yine konuyu alfa -beta rollerine bağlayacağım. Alfayı beğenmeyen ama liderliğe kabiliyeti olmayan beta konusuna…“Ben ikinci adamım ama asıl olan benim” duygusunu hisseden, yaşayan ve yaşatan  kişileri saymayayım, dedikodu olur. Bu kişilerde bir kapasite elbette vardı ancak onlar bunun da ötesinde “biz olmazsak hiçbir şey yapılmaz” kibrini taşır ve de her ikinci adam gibi kendilerini bir siyasi hareketi götürebilecek kabiliyette kabul ederlerdi. Sundukları katkı önemliydi elbette, lakin lider olabilirler miydi, olsalar arkalarından kaç kişi onlara güvenip giderdi sorusunu yıllar yanıtladı. Yoruma hacet yok!  

Bendeniz televizyoncu olduğum için de laflar kadar ifadelere de çok takılırım. Küçümseme ifadeleri çok dikkatimi çekerdi. Her ekipte olur böyle şeyler deyip geçip gittiğimiz bu hallere akademik unvan taşıyan hocalık yapmış isimlerin birçoğunda hep tesadüf ettim. Liderliği boya posa bağlama işine kadar götürenleri de duymuşumdur. Tayyip bey bu tutumları anlasa da kimseyi yüzleştirmez, çoğu zaman böyle şeyleri gayet üstten karşılar hiç mesele etmezdi.

En çok küçümseyenlerden birisi Abdüllatif Şener ilk kopanlardandı. Geçenlerde bir Youtube kanalına çıkmış.“Ne kadınların köle pazarlarında satıldığı dönem, ne Moğol savaşları, ne de haçlı seferinde böylesini görmedi bu ülke” demiş…Dinledim dinledim sonra da kin ve intikam duygusuyla hastalanmış diye düşündüm. Ortalama bir aklıselim muhalifin dahi söylemeyeceği şeyleri söylüyordu…

Bu dudak büken kibir abidesi hocalar içinde en ağır küçümsemeyi Ahmet Hoca’da görmüşümdür. Hoca sağ olsun bir OBA insanıydı. Kendi bilgi seviyesinde olmayanı otomatikman aşağıda görürdü. Toplantılarda bu tutumunu örtbas etmek için aşırı övgü düzdüğünü düşündüğüm çok olmuştur. Şimdi 6’lı masaya baktığımda aynı tutumu orada da sürdürdüklerini görüyorum.

Muhalefet bunlara boşuna sarılıyor, bu hocalar içeride de dışarıda da AK Parti’de bir gedik hatta bir delik bile açmayı başarabilmiş değiller. Sorun onlarda değil elbette. Maalesef hayat, dünya, gerçekler, onların seviyesine çıkamıyor…

LAF OLA BERİ GELE!

Bunca zaman herkes bir ortak mutabakat metni beklemişti. Ben de öyle. İnsan ne bileyim daha ciddi şeyler duymak istiyor ama masanın aksiyon planında görülenler şunlar:

Üç aşağı beş yukarı AK Parti ne yapmış diye bakmışlar, tersini maddeleştirmişler.

Yüzde 90’ı gerçekle bağlantısız ve de olabilecek işler değil!

Yapacağız dediklerini nasıl yapacakları hiç belli değil!

Cumhurbaşkanı 7 yıl için seçilecekmiş, partisi ile ilişiği kesilecek, mevcut görev sonrası aktif siyasete dönemeyecekmiş. Bu profilde ancak Fahri Korutürk gibi bir isim seçilebilir.

Ali Bey diyor ki; “Geçmişi konuştuğumuzda iki dakikada kavga çıkar ancak geleceği konuştuğumuzda ise anlaşıyoruz.” Komik değil mi? Somut geçmişte anlaşamıyor da izafi gelecek üzerinde anlaşıyorsanız zaten iş baştan sorunlu.

“Cumhurbaşkanlığını Çankaya köşküne taşıyacağız” diyorlar. Niye ki gül gibi Beştepe binaları dururken niye dönemin ihtiyaçları için küçük kalmış binada ısrar ediyorsunuz.

Atatürk Havalimanı’nı tekrar uçuşa açacağız diye bir madde var. Niye sahiden?

Ha bir de Saadet Partisi’ne rağmen İstanbul sözleşmesini de koymuşlar programa.

Saadet’in dindar çevrelerde koparttığı ve koparttırdığı yaygara neye yaradı ki…Ayrıca görülen o ki masa Saadet’i filan ciddiye almamış.