Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

“Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, 

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…” 

Her mevsimin hatırlattığı bir şair oluyor. Sonbaharın şairlerinden biri kuşkusuz Ahmet Haşim. Eskiden vazgeçmeden yeni olanı dönemi içinde en iyi harmanlayan şairdir. Fizan Mutasarrıfı Arif Hikmet Bey’in oğlu olarak 1884’te Bağdat’ta doğmuş 1933’te İstanbul’da yaşamını yitirmişti. Çocukluğu Bağdat’ta geçmiş 12 yaşında annesinin ölümü üzerine babasıyla birlikte İstanbul’a gelmişti. Annesine duyduğu sevgi ve onu erken yaşta kaybetmesi, muhayyel sevgilileri ile geçen hayatını Beşir Ayvazoğlu “Ömrüm Bana Bir Ateşti” kitabında anlatır. 

ŞEYH HUDUDİ!

Sonbaharın hatırlattığı bir başka şair de Hüsrev Hatemi. Hatemi şiir ile sınırları koruduğunu iddia eder. Bunu anlatırken Nureddin Topçu’dan örnek verir. “Üç şeyin hududunda durmasını bilmeli: İsteklerin, aklın, hayatın! ”Hangi sınırlar bunlar diye sorduğumuzda ise cevabı şöyledir: “Ben hudutta duran bir şeyhim Müslüman toprağındayım. Hududun dışı diyarı-küfr. Hudud küfre geçmiş Türk aydınlarına karşı çizilir…” 

Hatemi aydınları Türk kültürünün kolonlarını kesen toplum mühendisleri olarak görür. Bütün halkların bir kültür kimliği var iken bizimkisine ne oldu?”  sorusunu sorar. Türkçenin kan kaybetmesini “Kendi vatanında gurbet hayatı yaşayan Türkçemize dostları uzaktan telgraf çekmekle yetiniyor.” sözleriyle ifade eder. Kendini Şeyh Hududi, şiirini ise “eski günler ve anıların tapularını saklayan bir tapu sicil muhafızı “olarak tanımlar. Tapu sicil muhafızı olarak hatıralar defterini hiç kapatmaz.

Hayran olduğu yazarlardan birisi de Ahmet Haşim’dir. “Aruz taklidi şiir yazarak başladım. Aruz veznini takır tukur bulup, hece veznine adapte olamayıp serbest vezine geçtim…” Hatemi bıçak sırtı gezintileri seven bir şair olarak eserler verir. “Biz bir devirden ötekine geçerken, eskisini kötüleriz. İşte bende o yok. Cumhuriyet devrini Cumhuriyet devri gibi seven bir anlayışım var. Osmanlı devrini Osmanlı gibi, Selçuklu devrini İslam öncesi Türk edebiyatını o devir edebiyatı gibi sevmek…” 

“Kederdir yüreğimin değişmez postnişini”  mısralarının şairi pek geniş bir dost halkasına sahiptir. Filozof ruhlu hazık ve nazik bir dost olarak tanınır. Çok kuvvetli mısralardan sonra neden hafif mısralara yol veriyorsunuz sorusuna; “Ben hüznün üzerine biraz limon sıkıyorum keskinliği azaltmak için, reçele limon sıkmak gibi’’ diyerek cevap verir. Şaka yaptığı zaman aşırı ciddi bir tavır takınır. “Sen bana akıl fikir vermiştin/Suç bende Rabbim ben çuvalladım” mısralarını 63 yaşında yazar. 

“Benim tuttuğum yol olumlu uzlaşmacılıktır, vatansever uzlaşmacılıktır…” der. Hiç uzlaşamadığı kişileri ise şöyle tanımlar: “Onlar iyi koku alır, rüzgârın ne tarafa eseceğine kolayca kestirir hemen kıble değiştirirlerdi.

şamı garibandan değilsek de

muhakkakçırağan’da değiliz anne!

lambalar söndü, çakmağını kim yakacak

bu uluyanlar çakal mı

ESKİYLE VEDALAŞMADAN YENİYİ BULMAK

Bunu en iyi anlatan şairlerimizdendir Hüsrev Hatemi. Şeyh Hududi olarak koruduğu sınır da budur! Diyor ki… “Etki olarak, hiçbir zaman divan edebiyatı eksilmedi benim şiirimden. Serbest vezne geçmekle ne Ahmet Haşim’le vedalaştım ne Yahya Kemal’le vedalaştım. Ama arka fona Nazım Hikmet de girdi artık. Onun şiirlerini de çok sevmeye başladım…”  

Orda, uzaklarda İstanbul’da,

Herkesin bir sonbahar toplayışı vardır…

Günlerden sonbahar toplayanların ustası;

Orda, Atilla İlhan’dır.

 

KUŞLARLA BİR HATIRA

 

Geçen hafta genç şairlerimizden, şiirimize yeni bir soluk getiren Esma Polat şiir kitabını göndermiş, sağolsun. Divan edebiyatı, ihtisas alanı. Oradan besleniyor ama yeni bir şiir ortaya koyuyor.  Ona da hudud koruyuculardan diyebiliriz…

Yeni zamanlarda şiirden ne kadar uzak bir hayatımız var derken sonbahar ve hüzün üzerine yazmış şairlerimizi hatırladım ve hatırlatmak istedim. Hayatımızdan şiiri çıkarmamak lazım. Ve de her zaman hudutları müdafaaya ve şairlere ihtiyacımız var. 

BEN SEN YOK! BİZ VARIZ! BÜYÜK İŞLERİ BÜYÜK MİLLETLER YAPAR!…

Bu iki pankart yazısı Hatay’ın kurtuluşuna giden yolda yapılan gösterilerde Tük halkının Müslüman, Ermeni, Süryani hep birlikte açtığı pankartlardan. 

Geçen hafta Ankara Üniversitesi Sanat Evi’nde Hatay’ın Fransız işgalinden kurtuluşu ve kendi meclisinde aldığı bir kararla Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlanmasının hikâyesini Ankara Şehir Hastaneleri Nöroloji Bölümü’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. İsmet Melek’ten büyük bir ilgiyle dinledim. 

1918-1939 arasında Fransızlara karşı verilen mücadeleyi, Hatay halkının ve kanaat önderlerinin çabalarını, Türkiye Cumhuriyeti’nin diplomasi hamlelerini orijinal fotoğraflar eşliğinde anlattı. Fotoğrafların bir bölümünü aile arşivinden, bir bölümünü de yıllarca yürüttüğü araştırmalar sonucu bulmuş. Aynı zamanda bu mücadeleyi veren bir ailenin torunu. Hatay bağımsız devleti kurulunca ilk başbakanı olan Abdurrahman Melek’in torunu. Dedelerinin hikâyesini bize sadece olayla değil duygularıyla, heyecanıyla aktardı. Hepimizi hikayenin içine çekti.  “Bu ülke hangi ruhla ve nasıl bir mücadele ile kuruldu” sorusunun cevabını genç nesillere aktarmak istiyorsak mutlaka İsmet Melek’i gençlerle buluşturmalıyız… 

Programda Antakya Platformu Başkanı Ortopedi profesörü Prof. Dr. Gazi Huri de vardı. O’nun dedeleri de Abdurrahman Melek gibi Hatay’ın işgalden kurtuluşuna emek veren isimlerden. 

Ben Sen Yok Biz Varız! Türkiye’nin özü. Bunun yakın tarihten örneklerini daha çok dinlemeye ihtiyacımız var. 

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

43 Yılın Ardından 12 Eylül

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

43 Yılın Ardından 12 Eylül

Her darbe sadece demokrasiyi değil toplumu da yaralıyor. Bu haliyle her darbe öncesi ve sonrasıyla tarihçilerin ve siyasilerin ilgi alanına giriyor. Ancak yakın tarihe dair çalışma eksikliği de ne yazık ki giderilemiyor.  43 yılın ardından 12 Eylül darbesinin sebep ve sonuçları üzerine yeterli çalışma yapılmadığını düşünüyorum. Bu konuda ciddi bir kitapta da yazılmış değil! Üstelik bu konuda her geçen gün yeni belgeler gün ışığına çıkarken, tanıkların çoğunluğu hayattayken en azından bir sözlü tarih çalışması mutlaka kayıtlara geçirilmeli. 

BBC Türkçe Bilgi Edinme Yasası kapsamında 2011’de yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerini 2018’de haberleştirmişti. İlk kez kamuoyuna açıklanan bu belgelerden birisi de ABD’nin İstanbul Başkonsolosu Robert Houghton’a ait. Houghton askeri darbeden iki hafta sonra yolladığı gizli diplomatik notta; iş dünyasının birçok üyesinin “terör ve belirsizlik ortamının” geçmiş olmasından dolayı “neredeyse havalara uçtuklarını” yazıyor. BBC Türkçe’nin ulaştığı 10 adet yazışmada ABD’li diplomatların “Askeri liderleri iyi tanıyoruz endişelenmeye gerek yok… Terör tehdidi Türkler için azaldı ama ABD için sürüyor…” yorumları yer alıyor. 

“İş adamları havaya uçuyor” notunun altında Erol Sabancı’nın darbeden kısa süre önce kendilerine anlattıkları aktarılarak şöyle deniyor: “Adana yakınlarındaki fabrikalarından birinde radikal solcular, genel müdürün odasındaki Atatürk portresinin altına ‘Kapitalizmin Uşağı’ yazılı bir pankart asmışlar. Bu pankart, yönetim kademesindeki hemen herkes, çalışanların büyük çoğunluğu, kolluk kuvvetleri gibi birçok kişi için hakaret niteliği taşıyor olmasına karşın hiç kimse bu pankartı kaldıramamış. Yöneticiler, radikal işçi liderlerinden tepki görmekten -hatta öldürülmekten- korkuyorlarmış, işçiler radikal liderleri tarafından sindirilmiş. Kolluk kuvvetleri de harekete geçerlerse Ankara’dan destek alıp alamayacaklarından emin olamıyormuş. 12 Eylül gününe kadar hiçbir şey yapılamamış ve o gün bu pankart kaldırılmış.” 

Houghton 27 Eylül 1980 tarihinde Washington’daki ABD Dışişleri Bakanlığı ve ilgili diplomatik temsilciliklere gönderdiği “Özel” ibareli yazışmada görüştükleri kişilerin genel olarak darbeyi onaylar bir tavır içinde olduğunu ve şiddet olaylarında kayda değer bir azalma görüldüğünü belirtiyor. 

12 Eylül başta olmak üzere darbelerin araştırılması konusunun altını çizerken, darbelerle ilgili yeni belgeleri kapsayan, daha geniş, derinlikli belgesel, film, kitap çalışmalarının sayılarının artması gerektiğini de özellikle vurgulamak istiyorum. 

CHP ŞÖYLE BİR CANLANSA …

“Sanki bünyevî bir bedbinlik, ‘olmuyor… olmuyor’ havası, bir sihir gibi talihsiz CHP’nin yakasına yapışmıştır ve onu bırakmamaktadır. Bu, elbette ki yüksek kademeleri işgal eden zatı şeriflerin gerçek bir canlılıktan, hayatiyetten, aşk ve imandan mahrum bulunmalarıyla yakından alakalıdır. (…) CHP’nin bayrağı açıldığı gün, yürümek istediğimiz yolda mesafe alışımız inanılmaz derecede sürat kazanacaktır. İş, o bayrağı açacak rüzgârı yaratmaktır.” 

“Bilir misiniz ki, CHP şöyle bir canlansa, adam olsa, bu memleketin, bu milletin, hükûmetin ve kendi genel başkanlarının karşı karşıya bulunduğu güçlükler yarı yarıya kaybolur.” 

Bilin bakalım bu satırlar kaç yıl önce yazılmış. Tam tamına 60 yıl önceye 1963’e ait olan bu yazı İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in çıkardığı Akis Dergisi’nden…1954 yılında yayına başlayan Akis Dergisi demokratlar ve halkçılar kavgasının çok önemli bir ayağını oluşturuyor… Dergi 27 Mayıs 1960 darbesinden bir ay önce kapatılmış. Bundan sonraki sayısı üzerine bir çarpı işareti atılmış olan “sabık Başbakan” Adnan Menderes kapağı ile çıkıyor. Derginin 1963 Ocak sayısında Menderes için “Asılmayı hak etti.” cümlesi yer alıyor.

Dergi dönem olayları ile ilgili yorumların yanı sıra CHP’deki iç çekişmeler ve kavgalar hakkında da önemli ipuçları veriyor. Siyasi tarihimizin değişmeyen iç çekişmelerine dair de bize “her şey tastamam geçmişte de aynıymış!” dedirtecek yazılar var. 

1963’deki yerel seçim öncesinden iki örnek: “CHP’nin derlenip toparlanma ve daha insicamlı, disiplinli ve idealleri belli bir parti haline gelme gayreti önümüzdeki mahalli seçimlerin bir hazırlığıdır… İnönü: “Bu seçimlere kesin olarak halka tam güven veren bir siyasi teşekkül olarak gireceğiz!”

CHP’li aydınlar ve kitlenin ruh halinin okunabildiği dergiyi Prof. Dr. Cemil Koçak şu başlıklarla dönemlere ayırıyor: 1954-1957 “ümit ve hayal kırıklığı.” 1957- 1960 “öfke ve isyan.” Bu dönemde çıkan yazılar günden güne artan siyasi tansiyonun dergi tarafından yönlendirildiğini, ihtilale giden yolun taşlarının bu “öfke ve isyan” havası ile döşendiğini de gözler önüne seriyor. 

Cemil Koçak’ın ifadesiyle hemen herkes tarafından CHP’nin resmî yayın organı olarak okunan Akis’in rolü ve önemi siyasi istikamet çizmekten daha fazlaydı. “Aydınlar” olarak adlandırdığı bir zümrenin dünya, Türkiye, siyaset, toplum, kültür ve hayat tarzına dair anlayış ve görüşlerini şekillendirmeyi vazife edindi. Bu derginin aynasında Cumhuriyet’in birkaç nesli için hâkim ideoloji hâline gelmiş bir siyaset ve dünya görüşünü okumak mümkün. 

Türkiye’de darbelerin tarihi kadar muhalefetin tarihi de yeterince yazılmamış. Böyle olunca mükerrer olaylar, bir düşüncenin ucunun nereden başlayıp nerede bittiği çok ayırt edilemiyor. Bu pazar günü Türk Kahvesi programında konuk edeceğim kıymetli tarihçimiz Cemil Koçak için çalışırken Akis’e dair yayına hazırladığı Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan çıkan seri kitapların sadece CHP değil, darbelere imkan hazırlayan zihniyet açısından önemli bir kaynak olduğuna inanıyorum. 

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

Türkiye’ nin Ruhunu Aramak…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Türkiye’ nin Ruhunu Aramak…

Bu konuya kafa yoran az sayıda edebiyatçımız, yazarımız var. Bunlardan birisi de Kemal Tahir. Türkiye’nin hikayesi üzerine 100. Yıl ekseninde yeniden düşünürken teknik başarı hikayelerinin içinde bu sahayı ihmal ettiğimizi düşünüyorum. Oysa bu sahayı ihmal edersek varoluşumuzun bir tarafı eksik kalır. Bunun da devletin değil aydınların görevi olduğunun altını çizerek ne kast ettiğimi kıymetli edebiyat tarihçilerimizden Kurtuluş Kayalı’nın Kemal Tahir üzerine yazdığı kitaptan alıntılarla izah etmek istiyorum.

Kurtuluş Kayalı Cumhuriyet sonrası politik tarihi edebiyat üzerinden yorumlar. Kayalı’nın “Türkiye’nin Ruhunu Aramak “ isimli kitabı da böyledir. Bu kitap bir yazar tahlili olmanın ötesinde, yazarın dünyasından zihniyetine geçişlerle yaptığı analizlerle çok kıymetli. Kitapta Kemal Tahir ile Dostoyevski karşılaştırılır.  Dostoyevski, Sibirya sürgünü sırasında, bir Rus aydını olarak kendi köklerinden ayrı düşmüş olmasını sorgulamaya başlar. Kendisinin ve Rus aydınlarının düşünsel ızdırabını binlerce sayfada anlatır. Karamazov Kardeşler’de insanlığın sorunlarının kataloğunu tutar. Büyük Engizitör hikayesinde onu Batı’nın insanlığa önerdiği çıkmaz yolun temsilcisi olarak kabul eder. Roma imparatorlarından papalara, tuzu kuru sosyalistlere kadar bütün Batı çözümlerinin vaizlerini bu karakterde birleştirir.  Rus ruhunun dünyaya söyleyeceği söz ise Rus sosyalizmidir. 

Kemal Tahir de benzer şekilde sorgulamaya hapishanede başlar. Batı Marksizm’i kalıplarına sığmayan Türk insanını anlamaya ve Türk toplumunun dünyaya söyleyeceği sözün ne olabileceğini keşfetmeye çalışır. Gelecekte oynayacağı rolü arar. Osmanlı’nın geçmişte yüklendiği görevin terk edilmesinden doğan dramın peşine düşer ve tüm romanlarını; devlet kadrolarının dramı ve bu dramın köye ve sıradan halka yansıması şeklinde iki çizgide tasarlar. 

Kayalı diyor ki: “İki yazar da halkta bir cevher arasalar da insanlığı bütünüyle yücelten sahtekâr bir hümanizmle, ahlaki sorunu önemsizleştiren kaba determinizmi eleştirmişlerdir. Her iki yazarın da Batılılaşmış aydınlara özüne dönme çağrısı vardır. Her iki toplum birçok noktada farklı olsa da Batılılaşma süreçleri benzer. Tanzimat sonrası Osmanlı Batıcılaşması ve Petro reformlarında ortak olan devletin reform sürecine halkı dahile etmemiş olmasıdır. Reform yoluyla Batıya benzeme öncelikle devleti kurtarmanın ya da güçlendirmenin bir yolu olarak görüldüğü için toplum yapısı değiştirilememiştir. Batıcılaşan ve kendi özünden uzaklaşan devlet ve aydınlardır, halk ise aynı kalır. Bu süreçte modern devlet örgütlenmesinin temelini oluşturan bürokratik aydınlar kültür olarak halktan farklılaşmakla kalmayıp, reformların muazzam maliyetini halkın sırtına yükleyerek aradaki uçurumu açmışlardır.” 

Bu yazıyı okurken bugün Cumhuriyet’ten 100 yıl, Tanzimat’tan neredeyse 200 yıl sonra yapılmakta olanın arayı kapatma çabası olduğunu düşünüyorum.

Dostoyevski de Kemal Tahir de ülkelerinin ruhunu arayan yazarlardı. Bu arayış bugün de sürüyor. Adını kimlik olarak koysak da aslında ruhumuzu arıyoruz. Giderek bedene daha çok mahkum edildiğimiz bir çağda hem de… 

Batı merkezli düşünmek henüz aşılabilmiş bir duvar değil… Türkiye merkezli düşünmek için çaba gerekiyor. 

RUSYA VE BATI

Her kitap bir hazine. Kurtuluş Kayalı kitabında, Rusya’nın neden hem Batılı, hem de Batılı olmadığını şöyle anlatıyor: 

“Rus toplumunun ilk yöneticileri olan Varegler, Kuzey Avrupalı Norman kökenli halklardan. Rusya Hristiyanlığı Bizans aracılığı ile benimsemiştir. Rus Kilisesi Bizans’ın gönderdiği papazlar tarafından kurulmuştur. Rus alfabesi Bizans ürünüdür. İstanbul fethedildikten sonra Bizans misyonunu Rusya üstlenmiştir. (Moskova Büyük Dükü) III. İvan, papa aracılığıyla son Bizans imparatorunun yeğeni Sofya ile evlenir.  Rus hükümdarları sezar anlamına gelen çar unvanını kullanmaya başlarlar. Rusya Üçüncü Roma öğretisini benimser. İkinci Roma yıkılmıştır. Üçüncü Roma Rusya’dır.  Batı dünya egemenliği dolduğu için Rusya’nın önüne Batı liderliğini hedef olarak koyar. 

Rus modernleşmesi bu hedef için Batılılaşmayı seçer. Rusya Avrupa’nın yardımıyla inşa edilir. Batılılaşma Rusya’yı bir dünya devleti haline getirir. Rusya Batı’nın nüfuz alanını Asya topraklarında genişleterek büyüten ülke olur…”

Rusya – ABD – Avrupa mücadelesinin kültürel kodlarını anlamak bu arka planla daha kolaylaşıyor.

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

Beş Deniz Yaylası

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Beş Deniz Yaylası

29 Mayıs Üniversitesi’nin kıymetli tarihçilerinden Prof. Ali Akyıldız Hoca’nın birçok ödül almış önemli eserlerinden birisidir: Anka’nın Sonbaharı… Bu kitap Osmanlı’nın son yüzyılını anlamak, çöküşün ekonomik sebeplerine vakıf olmak açısından da en önemli kaynaklardan birisidir. Kitabın girişinde Malazgirt ve sonrasına dair önemli notlar bulunur. Bu yazıda biraz onlara değinmeye çalışacağım.

1000-1500 yıllara arasında göç hareketlerinin en aktif olduğu bölgeye bazı tarihçiler “Beş Deniz Yaylası” ismini veriyor. Malazgirt’i de kapsayan “Beş Deniz Yaylası” ismini doğrusu çok sevdim. Türk step göçebelerinin Beş Deniz Yaylası’ndaki göç hareketleri hem bölgenin hem dünyanın siyasal ve kültürel dengesi üzerine etkili oluyor.

Tarihçiler Türklerin bölgede kalıcı olmalarını sağlayan özellikleri şu başlıklarla açıklıyor:

“1-Türkler hayvancılıkla uğraşıyor, ticaret yapıyor ve bölgedeki İranlılar gibi yerleşik kültürlerle kaynaşmayı başarıyorlar. Bu kaynaşma Türk dilinin Aral gölü ile Hazar Denizi’nin güneyine doğru genişlemesine sebep oluyor.

2-Türkler yerleşik kavimlerle kaynaşıyorlar ama diğer kavimler gibi benliklerini kaybetmiyorlar.

3-Askerî güçleri, örgütlenme yetenekleri ve birlik duygusunun gururuna dayalı üstünlükleri ile savaşırken kültürlerini korumayı başarmaları beş deniz yaylasını Türklerin hakimiyetine sokuyor.

4- Türklerin askerî ve siyasal başarı sağlamalarını kolaylaştıran bir diğer öge de  Şii mezhebi yerine Sünniliği seçmeleri oluyor. Bu seçim bölge Müslümanlarının Sünniçoğunluğu’ nun  Türk yönetimi altına girmelerini sağlıyor.

5- Türklerin diğer kavimlere göre daha başarılı olmasını sağlayan bir diğer unsur da “Gaziler’ tarafından yürütülen ‘kutsal cihat’ kavramı…  (McNeill, 1963: 487-90).”

AT YETİŞTİRİCİLİĞİNDEN ASKERİ SINIFLARA

Tarihçiler Türk beyliklerinin güçlenmesini sağlayan bir diğer unsurun da at yetiştiriciliği  olduğunu söylüyor. “Türkmenlerin yerleştikleri yaylaların at yetiştiriciliği için son derece elverişli olması Anadolu atlarının ünlerini artırıyor. Bu durum, bir yandan Anadolu’da zenginliğin birikmesine yol açarken, Hıristiyan Avrupa’ya karşı Anadolu’nun temel üstünlüğü haline geliyor. At ve süvarinin kazandığı önemin toplumsal sonuçları da oluyor: Piyade varlığını sürdürmekle birlikte, süvari, yani ‘sipahi’, askerî bir elit ve yönetici sınıf biçimine dönüşüyor. Kısaca, ata binmek bir ayrıcalık oldu. Toplumsal düzen de ona göre biçimlendi…”

TÜRK OKU VE YAYI VE PARALI ASKERLİK

“Anadolu’da kabile bağlarını zayıflatıp, ilerde Osmanlıların güçlü bir merkezî devlet kurabilmelerini kolaylaştıran bir başka öğe de paralı askerlik kurumu (İnalcık, 1981-2: 77-8). Orta Asya’dan gelme ünlü Türk yayı ve grubun uzun yıllar bir arada çarpışmış olmaları, örgütlenme yeteneklerini ve profesyonelliklerini en üst düzeye çıkarmış bulunuyordu. Bu durum da, Anadolu’da güçlü beylerin ortaya çıkmasını ve çevresindeki halkı birleştirmelerini kolaylaştırmıştı.”

“Müslümanlığın kabulünden sonra Türkler Siri Derya akarsuyunu güneyine doğru aştılar. Beş Deniz Yaylası’na gelen Selçuklular da diğer Türk grupları gibi tarih sahnesine Müslüman beyliklerin kiraladıkları savaşkan askerler olarak çıktılar. Zamanla belirli eyaletlerin yöneticileri ve sonunda geniş toprakların özerk hükümdarları oldular. Halifeliğin merkezi olan Bağdat 1055 yılında Türklerin eline geçti.” Tarihin bu döneminde Selçuklular her ne kadar Halifenin hizmetinde görünüyorlarsa da, Bağdat’tan bağımsız hareket etmekteydiler.

GAZİLER

“Selçuklu aristokrasisi, yerleşik düzenin gerektirdiği siyasal ve hukukî kalıba uyduklarında, Müslümanlığı kabul etmiş göçebe Türkler tarafından tehdit edilmeğe başlandı. Türkmenler, gerek yerleşik Selçuklu toplumunda dinin katı bir biçimde uygulanması ve gerekse yerleşikliğin önemli ve gerekli sonuçlarından olan vergi yükü yüzünden, merkezî otoriteye karşı çıkmağa başlamışlardı. Asıl istedikleri, yağmaya izin verilmesi ve bağımsızlıklarının korunmasıydı. Bu isteklerin en iyi bir biçimde sınır bölgelerinin özgür atmosferinde karşılanabileceğini düşünen Selçuklu yöneticileri, merkezî otoriteyi tehdit etmeğe başlayan Türkmenlerin Anadolu’da Bizans’ın doğu bölgelerine doğru yayılmalarını teşvik ettiler.

Türkmen kabileler, Bizans’a yakın bölgelerde yerleştikten sonra, İslâmiyetin sınırlarını genişleten, bu dünyayı Hıristiyan saldırılarına karşı koruyan, böylece büyük bir saygınlık kazanan “Gaziler” durumuna yükseldiler. Bizans’a sınırı olan bölgelerde Türkmenlerin sayısı kabardıkça, Bizans topraklarına saldırıları da artmağa başladı. Bu durum, doğal olarak, İstanbul’dan tepki gelmesine yol açtı ve İmparator IV. Romanus Diogenes büyük bir ordunun başında doğuya doğru yürümeğe başladı. Bu orduyu karşılayan Selçuklu Sultanı Alparslan oldu. Selçukluların kazandığı Malazgirt Saferi (1071) dönemin en önemli savaşlarından biridir. Çünkü, bu zaferle Anadolu yarımadası yerleşim için Türklere açılmış ve bölgenin Türkleştirilmesi ve Müslümanlaştırılması başlamıştır.”

HAFIZA MİMARİSİ

Her 26 Ağustos’ta yedi yıldır devam eden bir programla; devletin tüm erkanı, Cumhurbaşkanımızın davetiyle Cumhur ittifakı liderleri, TBMM yeni ve eski başkanlarımız, bakanlar, vekiller, mülki ve askeri erkan, iş dünyası temsilcileri, yerel yöneticiler Malazgirt’te hazır bulunuyor. Muş Havalimanı’na inilip, buradan askeri helikopterlerle Ahlat’a gidiliyor. Ardından Selçuklu mezarları ziyaret ediliyor, Malazgirt ovasında dualarla bir tarih yeniden hatırlanıyor.

10 yıl öncesinde harap halde bulunan tarihi bölge şu anda binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Bin yıllık bir mirasın ihyası sadece ziyaretlerle sınırlı kalmamış elbette. Mezarlıktaki taşlar tamir edilmiş, etkinlik alanları düzenlenmiş, Okçular Vakfı tarihinin canlı tutulması için burayı adeta üs ilan etmiş. Ahlat bugün Türk kültür mirasının ihya edildiği bir belde olarak gezilebilir, görülebilir hale gelmiş. Cumhurbaşkanın Van gölü kenarındaki külliye ise tam anlamıyla gökyüzüyle barışık, Türk mimarisinin tüm özelliklerini taşıyor. Tüm heyeti orada misafir eden Cumhurbaşkanımız kabine ve valiler toplantısını yaparak da kadim bir geleneği daha ihya etmiş oluyor.

Tüm bu rutinler bin yıllık bir hafızayı canlandırıyor. Aradaki İslam dönemini atlayarak kendini Orta Asya Türk devletlerine bağlayan Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan tarih anlayışındaki hataları onarıyor, Cumhuriyeti Türk tarihinin her dönemi ile barışık hale getiriyor. 26 Ağustos’ta Ahlat Malazgirt toplantısına tek kelimeyle unutuş ve kopuşları onaran muhteşem bir “hafıza mimarisi” diyorum. Başta Cumhurbaşkanımız ve Devlet Bahçeli Bey olmak üzere tüm emeği geçenler sağ olsun, var olsunlar!

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Yeni Bir Sinerjiye İhtiyacımız Var

AK Parti kuruluş çalışmaları 2000’den önce başladı. Hem seçmen hem de düşünürler, fikir adamları, iş dünyası, yazarlar, çok geniş bir iletişim ağı içinde uzun süren toplantılar ile kuruluş fikri ve stratejisi iki yıl süren bir ön çalışmayla ortaya çıktı. 21. yüzyıla yeni girmiştik. Türkiye müthiş bir düşüş ve kırılma yaşıyordu. Bize özel sorunlara çözüm oluşturmanın ötesinde yeni dünyanın getirebileceklerini anlamaya çalışıyorduk. Tek amacımız ülkemizi kalkındırmak ve nesiller boyu devam edegelen sorunlara çözüm bulmaktı.

20 yılda 11 kez iktidar değişmiş. 18 parti kapatılmıştı. Bankalar ve büyük şirketler batmış, siyasal ve en önemlisi de ekonomik istikrar arayışları devam ediyordu. Kişi başı milli gelirimiz 2 bin dolardı. Dünyayı iki hükümranlık alanına ayıran kapitalist ve sosyalist blok çökmüş, ABD ve SSCB’nin iki kutuplu sistemle dünyayı yönettiği dönem bitmişti. Çin daha güçlü bir aktör olmaya yeni başlamıştı.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla 15 bağımsız ülke ortaya çıkmıştı. Bunlardan birisi de Azerbeycan’dır. Liberaller Sovyetlerin mirasına el koymuş, ülkenin zenginlikleri 100 civarı oligark arasında pay edilmişti. Afganistan’da 1979’da başlayan ABD_Rusya savaşında ABD kazanmış. Amerika Afganistan’a yerleşmişti. 2000 yılında Rusya Putin iktidara yeni gelmişti.
ABD’de Bush iktidarı vardı. Amerika’nın hedefi Arap coğrafyasında eski sosyalist blokta egemenlik kurmaktı. Bunların başında Irak ve Suriye geliyordu. ABD 2004 ‘te Irak’ı tamamıyla işgal etti.

PKK terör eylemleri devam ediyordu. PKK ile mücadelede başvurulan metotlar halkı huzursuz ediyordu. Toplumsal barış toplumun en büyük ihtiyacıydı.

11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısıyla “İslami terror”, “Müslüman teröristler” lafı konuşulmaya başlamıştı. Türkiye’nin en büyük hedefi Avrupa Birliği’ne tam üye statüsüyle girmekti. Yeni çağ yeni başlamıştı ancak 20. yüzyıl. alışkanlıkları sürüyordu, Ak Parti 20. yüzyılın siyaset yapma biçimleriyle mücadeleyle siyasete başladı. Şeffaf ilkeli ve kişisel iletişimi tercih etti. Bilboardları değil kalpleri kaplamayı hedefledi. Barış dilini kullandı, kimseyi ötekileştirmedi, pozitif mesajlar verdi. Seçmenin hayatını değiştirebilecek ve yerine getirebileceği sözler verdi. “Türkiye” kimliğine Cumhuriyet öncesi ve sonrasıyla birlikte sahip çıktı. Geçmiş ve gelecek arasında bir köprü kuran, yıkmadan inşa eden, devam ettiren, geleneği taşıyan muhafazakârlık siyasetini kendisine mihver kıldı.

Türkiye’nin dünya ile ve İslam dünyası ile kopan bağını yeniden kurdu..

Bugün ise değişimin hızı çok yüksek. Ve bizim de kendimizi bu değişimi yakalayacak şekilde yenilememiz gerekiyor.
Siyasetin önümüze koyduğu bazıları faliyet tuzağı sayılabilen işlerin içinde her zaman bir muhasebe yapma imkanı olmuyor. Üstten, seçkinci, herşeyi bildiğini iddia eden, kendilerine dönük en ufak bir eleştriye bile tahammülü olmayan büyüklerin uyarılarını kastetmiyorum elbette. Elini gerçekten taşın altına koyan insanların tecrübe ve birikimlerinin masada olduğu bir Türkiye muhasebesine ihtiyacımız var. Ak Parti 2001’de iktidara geldiğinde önüde duran sorunlar nelerdi? Bunları nasıl çözüü?
Bu tecrübeye, o günkü ruha odaklanmanın ülkeye katkı sağlayacağı inancındayım. Bu nostalji ya da geçmişe güzelleme yapmak değil kastım. Hem ekonomik hem de toplumsal hem de teknolojik olarak değişeni ve değişemeyeni olduğu gibi değerlendirmeyi kast ediyorum. Başarıları ve başarılamayanı ile gerçekçi analizleri… Elbette çözülemeyen ve hep ayağımıza dolanan yapısal sorunlar da vardı ve bugün de hâlâ peşimizi bırakmıyor. Şimdi ihtiyacımız olan şey yeni sinerji oluşturmak.

Bugünkü dünya o günkünden hangi yönleriyle farklı olduğunu anlamak için o yılların ekonomi cephesinden minik bir küçük bir özetini yapmak istiyorum. Bu özet için Alev Alatlı’nın 2001 yılında TRT’de yayınlanan “Tarih Tekerrür ve Ekonomik Krizler” videolarından faydalandım.

1997’de Asya kaplanları efsanesi çökmüş, Güney Asya ve ardından Güney Amerika ekonomik krizi dünyayı sarsıyordu. O yıl ayrıca Rusya Krizi ve onun getirdiği sıkıntılar vardı. En büyük sorun enflasyondu… Türkiye 1964-87 yıllarında yaşadığı enflasyonu 1988- 2001’de 5 kez katlamıştı. Enflasyon ile önünü görmeyen sermaye sahibi üretim gibi dertli bir işle uğraşmaktansa parasını devlete borç verip faizden kazanmayı tercih eder duruma geldi. Hal böyle olunca yapılabilecek yatırımlar da yapılamaz oluyorlar…

Türk ekonomisi IMF’den aldığı borçla rayına oturtulamaya çalışılıyordu. Bunu karşılığında da IMF programına sıkı sıkıya uymalıydı. Özelleştirmeler IMF programının zorunlu önerileriydi… Özelleştirme hedefleri, dış borçlanma kredibilitesi ve kamu maliyesi açısından hedefler sıkı bir program gerektiriyordu… Türkiye üçlü bir koalisyon hükümeti tarafından yönetiliyordu. 2001 Şubat ayında, Türkiye tarihinin en büyük Hazine ihalesi vardı. Ne ki, ihalenin yapacağı günden bir gün önce Cumhurbaşkanımız ile Başbakanımız arasındaki talihsiz bir sürtüşme bir anda ortalığı allak bullak etti. Ve 24 saat içerisinde gecelik faizlerin 4 haneli rakamlara yükseldiği görüldü. Merkez Bankası artan döviz talebini kur çıpası üzerinden ödeyemeyecek olduğunu hissetti. Böylece doları dalgalanmaya bıraktılar. Bütün bunun sonucunda Türkiye eski düzene dönmenin mümkün olmadığı bir noktaya geldi. “ (Alev Alatlı 2000TRT/ Tarih Tekerrür ve Ekonomik Krizler 15. Bölüm)

Böyle bir mirasla Türkiye’yi devralarak iktidara gelen Ak Parti bu değerleri pozitife çevirdi, IMF’ye borcunu ödedi, büyümeyi sağladı. O gün de ekonomik krizin bir ucu dünya ekonomik sistemine bağlıydı, bugün de öyle. Bugün de ekonomik krize dair işaretler önümüze geldiyse o günden daha büyük bir sinerjiye ve bunu çözebilecek imkanlara sahip olduğumuza inanıyorum.

Günlerden Sonbahar Toplayan Ustalar…

İnsan Ne İşe Yarayacak?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İnsan Ne İşe Yarayacak?

Yeni kripto para projesi Worldcoin (WLD) ile birlikte yapay zekaya emanet edilen verilerin güvenliği konusu yeniden tartışmaya açıldı. Öyle ki Kenya gibi bazı ülkeler şimdiden projeyi yasakladılar. Sosyal medyada Şinasi Türün’ ü ilgiyle izliyorum. Onun dikkat çektiği nokta bu projenin kime hizmet edeceğinin sorgulanması gerektiği ve kimlik verilerinin güvenliği.

Worldcoin projesi için göz taraması ve doğrulaması yapan Orb adı verilen bir donanım cihazı yapılmış. İris tabakasının taranması sonucu o kişiye verilen dünya kimliği merkezi bir veri tabanına kaydediliyor.  Orb’a kaydolanlara belli bir miktar WLD token veriliyor. Şu ana kadar 2 milyondan fazla kişi, bu sisteme kayıt yaptırdı. 20 ülkede 35 şehirde tarama yapılması planlanıyor. Web sitesindeki haritaya göre Türkiye de Worldcoin’in programı uygulayacağını duyurduğu ülkeler arasında yer alıyor. 24 Temmuz’da piyasaya sürülen WLD’yi geliştiren, ChatGPT’nin arkasındaki şirket olan OpenAI’ın kurucu ortağı Sam Altman ve iş ortakları Alex Blania ile Max Novendstern. Altman, 2 milyar kullanıcının Worldcoin’e kaydolmasını umduğunu söylüyor.

Bu projeyi üretenlerin amaçları ayrı bir konu iken, yeni dünya düzeninde kimliklerin ve onların yapay zeka tarafından taklit edilen hesaplarının ayrımı giderek zorlaşıyor. Kimliklerin maden verisi gibi kıymetlendiği yeni dünya ürkütücü değil mi?

 Her geçen gün insanın yerini almayı kolaylaştıracak bir teknolojik yenilik ile tanışıyoruz. İnsanın bilgisinin, duygularının yansıması olan sanat alanıyla başlayalım. Yapay zeka artık küratörlük yapıyor, şiir yazıyor resim yapıyor ve çeviri yapıyorsa insan ne yapacak?

 ÇEHOV TUTKUSU 

Geçenlerde çıkan bir haberde, Dedalus yayınevinin 9 kitabında yapay zeka destekli çeviri yaptırması dikkat çekiciydi. Bu çeviri kitaplar müstear isimlerle yayınlandı. Çevirmenliğin özgün bir iş olduğuna dair yapılan eleştirilerin ardından  yayınevinin konuya ilişkin savunusu “emeği değerli kılacak yenilik” oldu. “Emeği değerli kılacak mı, yoksa tamamen mi değersizleştirecek” konusu edebiyat çevrelerinin yeni tartışma başlıkları arasında yer alıyor.  Çevirmenler metin çevirilerine kendilerini katarlar. Her çeviri çevirmenin dünyasını da yansıtır. Yazar Vivet Kanetti yıllar önce usta hikâyeci Anton Çehov’un kitaplarını Rusçadan Türkçeye çeviren üç ayrı ismin dünyalarının farkının altını çizmiş, bunun bir belgeseli hak ettiğini söylemişti. Öyle ki ilk çeviriyi yapan Mehmet Özgül; Niğde’de doğmuştu. Çocuk yaşta askeri okula gönderilmiş, liseyi bitirdiğinde Ankara Dil Tarih’te Rusça bölümünde okumuş. Askeriyeden albay olarak emekli olmuş ve daha sonra bütünüyle çeviriye yoğunlaşmış.

 

Şair, yazar ve çevirmen Ataol Behramoğlu ise Kuleli Askeri Lisesi’nin ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Rus Dili ve Edebiyatı okur. Bu alandaki çalışmalarını 1971-72 yıllarında Moskova Devlet Üniversitesi Rus Filolojisi,1984-85’te Paris III-Sorbonne Nouvelle’de sürdürerek “Diplomed’ Etudes Approfondies” diploması alır, İstanbul Üniversitesi Slav Dilleri ve Edebiyatları kürsüsü başkanlığı yapar.

 

Üçüncü çevirmen Samed Karagöz’ün hikâyesi ise çok daha farklı. 28 Şubat 1997’deki postmodern darbe sırasında Kartal İmam Hatip Okulu’nda okuyordu. Ancak 28Şubat,  üniversiteye girecek imam hatipli öğrencilerin önüne katsayı duvarını çıkarınca yılın ortasında okulundan ayrılır ve son yılı açık öğrenim lisesinde bitirdi. Ancak üniversite sınavında başarılı olamadı. Moldova’ya gitti, orada özel bir üniversitede Rus Dili ve Edebiyatı ve İngiliz Dili bölümünde okudu. Rusçayı öğrenebilmek için sıkça Çehov oyunlarının plaklarını dinlerken Çehovilgi alanına girdi. Üç ayrı çevirmenin hayat öyküsünden kısa kesitler bile çevirmenin kimliğinin esere yansıması üzerine bize fikri verebilir. Ve tekrar baştaki konuya dönersek yapay zeka ile çeviriye bir de bu perspektiften bakalım istedim. “Eser kimin?” sorusu ve “Niye insan edebiyattan, sanattan çekilmeye çalışılıyor?” soruları önümüzde duruyor.

OYUNCULARIN YAPAY ZEKA İLE SINAVI 

Bu konulara ilişkin dikkatimi çeken diğer bir haber de Hollywood’da yapay zeka teknolojilerini hedef alan grevler. Bu greve binlerce oyuncu ve senarist katılıyor. Öyle kigrev nedeniyle 75. Emmy ödülleri bile ertelendi. Grevi, Oyuncular Sendikası (SAG-AFTRA)örgütlemiş durumda. Grevin sebebi ise çalışanların haklarının yapay zekaya karşı korunmamış olması. “Yapay zeka yaratıcı meslekler için varoluşsal bir tehdit oluşturuyor.” diyen grevciler, Netflix’in yıllık 900 bin dolar maaşla yapay zeka uzmanı almak için iş ilanı vermesi ile daha da öfkelenmiş durumda.  

Oyuncuların yapay zeka ile sınavı pek çok sahada sürüyor. Sendikanın baş müzakerecisi Duncan Crabtree-Ireland, stüdyoların bir günlük ödenek karşılığı yüzlerini taradıkları sanatçıları, istedikleri herhangi bir projede rızaları ve tazminat olmadan kullanmak istediklerini söylüyor. Black Mirror dizisinin, Selma Hayek’in yapay zekaya dayalı benzerinin bir yapım şirketi tarafından kullanıldığı ve olayların Salma Hayek tarafından kabul edildiğini anlatan bölümündeki senaryonun gerçekleşmesinden korkuluyor.

Yapay zeka bu sektörlerde çalışanları korkuya sevk ediyor. Kültür endüstrisinde yapay zekanın kâr marjlarını en yüksek noktaya çıkartacak şekilde kullanılmaya başlaması bizi de endişeye sevk etmeli.