tarafından aysebohurler | Nisan 5, 2024 | Köşe Yazıları
“Sorunlarımızı, onları yaratan
düşünce tarzımızı kullanarak çözemeyiz.”
Albert Einstein, (1879-1955)
“21. yüzyılın düşünce ve duygu biçimi, zeitgeist, “postmodernizm” ile ifade edilir. Akademik dünyanın başat felsefe olarak benimsediği postmodernizm, hakikat diye bir şeyin olmadığını, “hakikat” denilen şeyin beyaz Avrupalı erkeklerin yıllar yılı başarıyla dayattıkları “tasavvur”larından ibaret olduğunu iddia eder. Postmodernist anlayışa göre, bir vakıanın diğer bir vakıadan daha değerli olduğu söylemi, elitist/seçkinci bir söylemdir; zira tek bir hakikat yoktur ve münevverlerin/entelijensiyanın hakikatın peşinden koşuyor olmaları demode bir faaliyetten ibarettir…
Bize gelince… Solunum yolları hastalıkları ile hava kirliliği arasında ilişki kuramayan yeni kentlilere benziyoruz. Hepimiz şikâyetçiyiz. Hepimiz çocuklarımızın geleceğini kurtarmak telâşındayız. Ancak, meğer ki, atmosfere çökmüş asılı kalan zehirli pusun mahiyetini doğru teşhis edelim, meselelerimizi çözümleyemeyecek, ülkemiz düşünce dünyasını teslim almış gibi duran ölü toprağını üzerimizden atamayacağız…” Alev Alatlı hocam hayatta olsaydı bu seçim sonuçlarına yorumunun, yukarıda alıntıladığım, Türkiye eğitimini analiz ettiği ve bir ekip ile birlikte yazdığı, bana da sende dursun diye gönderdiği “Eğitim Raporu”nun girişindeki bu paragraflara yakın olacağına eminim.
Şimdi soğukkanlı bir şekilde ve ciddiyetle “ –mış” gibi yapmadan analizler yapmak zorundayız. Elbette şahsi pek çok gözlem ve yorumum var. Ders çıkarılması gereken çok şey var. 22 yıldır Türkiye’yi yöneten bir parti olarak bu ders ve ödevleri çok hızla anlayıp gereğini yapacağımıza eminim. Bu seçimin siyasi sonuçları olacak. Bu siyasi sonuçlara hazırlıklı olmak ve önceden yapageldiğimiz şeyleri yaparak değil, tam tersi ezber bozarak bu sürecin daha kolay yönetileceği inancındayım. Ki iktidar olduğu ilk günden bu yana ezber bozmak konusunda çok mahir bir parti olduğumuzun altını çizeyim. Yeter ki kalenin içten fethedilmesine fırsat vermeyelim.
Bu seçimde vatandaş hükümeti değil il ve ilçe yönetimlerini oyladı. Ekonominin sebep olduğu sorunlar ve emeklilerin hoşnutsuzlukları büyüktü ama seçmen de bu konuların belediyelerle ilgili olmadığını, hükümetin sorumluluğunda olduğunu biliyordu. AK Parti seçmeni sandığı gitmeyerek tepkisini ortaya koydu. Ancak bu tepki tek bir etkene bağlı değildi. Bazı yerde adaya, bazı yerde bölgesel sorunlara, bazı yerde de değişimi önleyen devam edegelen sisteme itiraz etti. Her bir ili ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Adıyaman’ı kaybettiren, Urfa’yı kaybettiren ve Balıkesir’i ve hatta ilçe ilçe İstanbul’u kaybettiren dinamikleri farklı değerlendirmek gerekiyor. Topyekün bir genelleme bizi yanıltır. Diğer taraftan muhalefetin kavga ediyor görünüp birleşmesi ve seçmeni dayanaksız ithamlarla yanlış yönlendiren aktörler sahadaydı.
CHP ezber bozdu, kampanyasını mahallelerde başörtülü kadınlarla yürüttü. Böylece birçok eve girme imkânı buldu. “Bize oy vermiyorsanız YRP oy verin.” diye seçmeni ikna etmeye çalışan bu kadınlardı. Mütedeyyin kadınların desteği bu sefer CHP-YRP’ye kaydı. Seçim esnasında ters bir kampanya da yürütüldü. AK Parti’nin kadın yöneticilerinden Özlem Zengin sürekli linçe uğratıldı. Özlem, başörtü mücadelesinin, dik durmanın, fikrinden taviz vermemenin ve teşkilatın her aşamasında yaptığı görevlerle AK Parti’ye emek veren kadınların sembolüydü. Bu sembolü yıpratmayı muhalefet dini taassubu olan grupları kullanarak başardı. Ne yazık ki Parti’nin erkek yöneticileri az bir istisna dışında buna sessiz kaldı.
Özlem Zengin’e yapılan her saldırı, kentli dindar kadını aynı zamanda AK Parti’den de uzaklaştırma amacı taşıyor. Ona yapılan eleştiri değil, yalan ve iftiralarla bir tür infaz girişimidir. Tam da girişte alıntıladığım gibi hakikat önemini kaybediyor. Yalan hakikatin yerini alıyor. Kaleyi içerden fethetmeye çalışanlara tam da bu noktada geçit vermemek gerekiyor.
…
AK Parti kuruluşundan itibaren 17 seçim kazandık. Pek çoğunda sahaya çıkmış, çalışmış, gözlem yapmış birisiyim. Sahada, seçmenin kalbindeki yerinizi anlıyorsunuz. Bu seçimde bu yerin darbe aldığını gördüm. Gönül bağı kopmuş değil ama kırgın seçmen. Bu dönemde “ben söylemiştim” diye cümleye başlayanlara, suyun üzerine çıkmaya çalışanlara itibar etmeyip çağı ve toplumu anlayan analizlere itibar etmeli. “O suçlu”, “bu suçlu” diyenlerle bu kırgınlık tamir edilemez.
Seçmen aynı zamanda AK Parti ekibinin, kuruluştan bu yana geldiği yere olan aidiyetlerinin zayıflamasını da sorguluyor. Sine-i milletten gelmiş bir parti olarak, kariyere değil liyakata, bu topraklara olan bağlılığa verdiğimiz önemi görmemizi istiyor…
AĞZINDA GÜMÜŞ KAŞIKLA DOĞMAYANLARIN PARTİSİ AK PARTİ…
AK Parti’nin hikayesini farklı yerlerden yazanlar oldu. Ve daha da olacak. Bu hikayeyi yazmaya çalışanlardan birisi de benim. Notlarımdan birazını paylaşmak istiyorum: Bu partinin ne lideri, ne kurucuları ne de ilk hükümeti ağzında gümüş kaşıkla doğmadı. Cumhurbaşkanımız Erdoğan 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ailesini şöyle anlatıyordu… “Aslen Rizeli olup 26 Şubat 1954’te Kasımpaşa’da doğdum. Babam 13 yaşında Rize’den İstanbul’a gelmiş… Dördü erkek biri kız olmak üzere beş kız kardeşiz… İlkokulu Piyale Paşa ilkokulunda okudum. Okul yıllarında kendi harçlığımı çıkarmak için kağıtlı şeker satardım. Hafta sonları da top sahalarına gider su satardım. Yol parası vermemek için Kasımpaşa’dan Eminönü’ne yürüyerek gider, nane, limon ve okaliptüs şekerlemeleri alır satardım… Ayrıca okulda da kartpostal satardım. Bu kazandığım parayla da o zamanın parasıyla 5 TL taksitle ilk kitabını aldım…”
AK Parti’nin İlk dönemin kadrosunun da benzer hayat öykülerinden geldiğini görürüz. Abdullah Gül’ün babası Kayseri Tayyare Fabrikası’nda işçidir. AK Parti’nin ilk kabinesinde Devlet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin İmam Hatip Lisesi’nin ardından bir yıl imamlık yapar bu dönemde İstanbul hukuk fakültesini kazanır. İlk Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün babası askeri okullarda öğretmenlik yapan birisidir. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun babası PTT’de memurdur. Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın babası Elazığ’ın Gölköyü’nde çiftçidir. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın babası Erzurum’da orta halli bir esnaftır. Orman Bakanı Osman Pepe’nin babası Tekel’de işçiyken genç yaşta vefat eder. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in babası Yozgat Musabeyli köyünde çiftçidir. Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’nun babası Yalvaç’ta esnaftı. Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın babası Kırıkkale Keskin kazasını Armutlu köyünde çiftçiydi. Kültür Bakanı Hüseyin Çelik lise ve üniversite yıllarında inşaatlarda çalışmıştı, Türkiye maliyesini yöneten Kemal Unakıtan’ın babası Edirne’de bakkaldı…
AK Parti yöneticileri ve ekibiyle bu halkın içinden geldi. Ve bu seçimde verilen mesajı herkesten çok iyi anlamıştır.
tarafından aysebohurler | Mart 29, 2024 | Köşe Yazıları
İsrail, kurulduğu 1948 yılından bu yana ilk kez, Gazze’deki askeri operasyonları nedeniyle Birleşmiş Milletler’in en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD) önünde soykırımla suçlandı. UAD 26 Ocak’ta verdiği kararda İsrail’in Gazze’deki soykırım eylemlerini önlemek için tüm önlemleri alması gerektiğine karar vermişti.
Peki, soykırım suçlamaları ve savaş suçları karşısında IDF’de (İsrail ordusu) görev yapan binlerce yabancı uyruklu askerin durumu ne olacak? 32 bin sivilin ölümünden de sorumlu tutulacaklar mı; ülkelerine döndüklerinde onları ne bekliyor? Perspektif son sayısında bu konuyu gündeme getiriyor. Perspektif Almanya’da çıkan bir dergi. Dosya haberleri ve konulara farklı yönlerden yaklaşımıyla beğendiğimi ve sıkı takip ettiğimi söylemeliyim.
Dergi İsrail ordusundaki Avrupalı askerler konusunu şöyle özetliyor. “IDF yabancı gönüllüler için bir havuz görevi göreh ‘Mahal’ adlı bir program yürütüyor. Bu eğitim programına katılmak için kişilerin İsrail vatandaşı veya çifte vatandaş olması zorunluluğu da bulunmuyor. Yani herhangi bir ülkenin vatandaşı gerekli şartları sağladığı takdirde bu programa katılarak İsrail ordusuna asker olarak yazılabiliyor. IDF bu programla çoğunluğu Avrupa’dan olmak üzere 40’a yakın ülkeden binlerce gönüllüyü saflarına katıyor.”
IDF’nin içinde ilk sırada Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olan İsrailliler geliyor. 7 Ekim’den sonra 10 bin Amerikan vatandaşının İsrail ordusuna çağrıldığı biliniyor.
İkinci sırada ise Fransız vatandaşları geliyor. Bugün 4 bin civarında Fransızın İsrail ordusunda görevli olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca İsrail, farklı Avrupa ülkelerinden ve dünyanın geri kalan bölgelerinden çok sayıda askeri 7 Ekim’i takip eden süreçte orduya çağırdı.
Cezasız mı Kalacaklar?
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir videoda, Gazze’de Şifa Hastanesi’ne sığınan sivillere yönelik darp ve işkence gibi suçlara iştirak eden bir Fransız-İsrail askeri görülüyordu.
Fransa muhalefet partilerinden Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) milletvekillerinden Thomas Portes, Gazze’de görev yapan Fransız askerleri hakkında insanlığa karşı suç ve savaş suçları işledikleri gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Portes, Adalet Bakanı Dupond-Moretti’den savaş suçu işleyen Fransız vatandaşlarını Fransız adaletinin karşısına çıkarmasını istedi.
Daha önce çifte vatandaş olan İsrail vatandaşı Fransızların “İsrail’deki askeri yükümlülükleri kapsamında neler yaptıklarını araştırmayacağız” diyen Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Christophe Lemoine ise Fransız askerin de görüldüğü işkence videosunun ardından, “Fransız adaletinin yurtdışındaki Fransız vatandaşları tarafından işlenen savaş suçlarını incelemeye yetkili olduğunu” söylemek zorunda kaldı.
İngiltere’de de İsrail saflarında savaşan vatandaşlar meselesi parlamentoya taşındı. “İsrail ordusunda savaş suçu işleyen İngiliz askerleri yargılanmayacak.” açıklaması yapıldı. Ancak daha önce Ukrayna’ya giden askerlerin savaştaki faaliyetlerinin İngiliz yasalarına göre suç teşkil etmesi durumunda yargılanacakları belirtilmişti. Her zamanki gibi ortada bir çifte standart var…
“İsrail ordusunda savaşan ve işledikleri savaş suçlarını sosyal medya hesaplarında gururla paylaşan yabancı askerler de yargılanacak mı?” sorusu tartışılırken, siyonizmin devlet ya da din ile sınırlı olmayan bir etnik-dini ittifak olduğunun altını çizelim.
Umarım hepsi yargılanır.
DİNDARLIĞI AHLÂKA DÖNÜŞTÜRME MESELESİ…
Teklif Dergisi’nin 11. Sayısında “Din, Tedeyyün, Temeddün” başlığı ile Prof. Dr. Mehmet Görmez’in bir yazısı yayınlandı. Yazıyı bana vefatından önce rahmetli Alev Alatlı göndermişti. Konu buraya sığmayacak kadar geniş. Ancak bu ramazan vesilesiyle de dost meclislerinde konuştuğumuz temel bir konuyu ele alıyor: Dindarlık ve ahlâk meselesini, günümüz dindarlığının tezahür biçimlerini…
Görmez’in dışarıdan din eleştirisi gibi görünen ama aslında “tedeyyün eleştiri edebiyatı” kavramsallaştırmasıyla izah ettiği konu önemli. Çünkü bugünlerde mütedeyyin gruplar birbirlerine yönelttikleri her eleştiriyi “Hakiki İslam kaynağı biziz.” anlayışıyla yapıyorlar. “Din ne üzerine kuruludur?” ve “İslam yayılıyor ama neden derinlik kazanamıyor?” sorularına karşı bakış açısı geliştirmesi açısından da Mehmet Görmez’in yazısını önemli buldum.
Görmez diyor ki; dindarlık adına yapılan hatalar yanlış tedeyyün tezahürlerinin sonucudur. “Din-tedeyyün ilişkisi iman ile mümin, İslam ile Müslim ilişkisi gibidir. İman edene nasıl ki; mümin, İslam’ı kabul edene Müslim deniyorsa, dini kabul etmeye tedeyyün, kabul edene de mütedeyyin denilmiştir… Din mutlak hakikati ifade eder. Tedeyyün ise mutlak değildir; insanın bu mutlak hakikatten kendi sınırları içinde anladıklarıdır. Başka bir ifade ile din tenzildir; tedeyyün ise tevildir, tefsirdir. Hiçbir tevil ve tefsir tenzilin yerine konulamaz… Hayatını İslam davetine adamasıyla maruf şahıslar bu ‘tedeyyün eleştirisi’ çerçevesinde benzer hatalar yapıyor, tebliğ adına dedikodu ve yalan ve iftiralara kürsülerinde yer verebiliyorlar…”
Din ve dindarlık arasındaki çelişkilerin sosyal, düşünsel pek çok sebebi var… “Din-ahlâk ilişkisini doğru kuramamak, iman-amel ilişkisini birbirinden keskin hatlarla ayırmak, ibadet ve takva kavramlarını ibadet-i mersumeye indirgemek, Kur’an-ı aynı zamanda bir ahlâk kitabı olarak okuyamamak, sünneti bir ahlâki davranışlar manzumesi olarak görememek, ahlâkın vicdan ve fıtrat boyutunu ihmal etmek, davranışı ahlâki kılan değerleri kaybetmek, değerler hiyerarşisini yitirmek, dinin ihlas ve samimiyet boyutunu göz ardı etmek…” gibi pek çok sebep sıralamış M. Görmez. Ve diyor ki “Gerçek hakiki dindarlık ya da samimi ve dürüst dindarlık olarak isimlendirebileceğimiz din ile dindarlık arasındaki mesafeleri kapatacak yeni bir dindarlık biçimini yeniden ele alma zarureti var… Gerçek dindarlıkta ibadet, ahlâkın vesilesidir. Ahlâk ibadetin gayesidir…”
Dindarlığı ahlâka dönüştürme meselesini ele alan ve din ile yorumu ayıran yazı içinde bulunduğumuz ramazan ayında son derece ilham verici…
tarafından aysebohurler | Mart 15, 2024 | Köşe Yazıları
Türkiye’yi Taşıyacak Düşünce Kapasitesi Nasıl Gelişir?
Çoğu zaman geçmişteki kavgalarla oyalanmaktan ‘an’a ve geleceğe bakmaya fırsat kalmıyor. Türkiye’nin geleceğini doğru kurması için bu kavgaları bitirmesi gerektiği kanaatindeyim. Çatışmaları giderebilmek için en iyi yöntem konulara soğukkanlı bakabilmeyi başarabilmek.
İsmail Kara’nın Dergah yayınlarından çıkan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nı (3 cilt, 1.184 sayfa, 850 görsel) görünce doğrusu “Buna bir imkân oluşturur mu?”, onun deyişiyle “Türkiye’yi taşıyabilecek fikir kapasitesinin gelişmesine imkân tanır mı?” düşüncesine kapıldım. Temel çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi, çağdaş İslam düşüncesi, Cumhuriyet tarihi içinde uzun süre paranteze alınan “İslam” meselesi olan Prof. Dr. İsmail Kara, Türkiye’de bugün de hararetle tartışılan her konunun doğrudan ya da dolaylı olarak mutlaka din ile alakalı olduğunu söylüyor.
Kitabın kapak resimlerinin hikâyesi Türkiye’nin de özeti. Hem o, hem o! Sadece resimlere bakarak bile Türkiye’nin öyle “cetvele ölçülebilecek, lineer bir tarih anlayışı” ile anlaşılabilecek bir ülke olmadığı kanaatine varıyorsunuz. İsmail Kara 40 yıllık çalışmalarının hülasası olan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nı Cumhuriyet’in 100. yılına armağan ediyor. Önümüzdeki yüzyıla dair hayallerimizi gerçekleştirebilmek için, geçmişe dönük bir müzakere imkânının ortay çıkmasına , kâr ve zarar hanesi açılarak bir bilançonun yapılmasına bu kitap vesilesiyle katkı sunmak istiyor.
Kitap; duvara itinayla yerleştirilmiş sarıklı bir mezar taşı ile başlıyor. Muhtemelen yıkılan türbelerden çıkmış bu mezar taşını duvarı yapan usta itina ile duvara yerleştirmiş. Sarık kısmını da duvarın üzerinde bırakmış.
Mütedeyyin vekillerin, ilmiye ve tarikat mensuplarının tasfiyesi 3 Mart 1924’te çıkarılan 3 kanun ve İstiklal Mahkemeleri’yle başlıyor. Kara, bu süreci de Lozan ve darbelerin ve dolayısıyla dış güçlerin etkisini de farklı başlıklarda ele alıyor. Çünkü Milli Mücadele pan- İslamist bir söylemle başlamıştı. İstanbul’un işgali üzerine 17 Mart 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın imzasıyla İslam âlemine hitaben bir beyanname yayınlanmıştı. Son halifeyi Ankara Meclisi seçmişti.
Kitapta hilafet tartışmalarını okurken dikkatimi çeken bir not da Türklerin hilafet hakkını savunan ilk metnin Redhouse’da yayınlanması oldu. Bu konuda Kara’nın tersinden bir sorusu var: “Acaba,” diyor, “Türkiye İngilizler’ in Ankara’ya karşı kullanabileceği bir hilafet makamından mı kurtulmak istedi?” Diğer taraftan Türkiye’nin mutlak bir din-devlet ayrımı manasına gelecek bir laiklik tarzını tercih etmemesinin kültürel olarak doğru ve önemsenmesi gerektiği kanaatinde. Tarihi Moda Fırını’nın Atatürk resmiyle imsâkiye çıkarması verdiği örneklerden birisi.
Pozitivist, bilimcilik tahakkümü ne zaman başladı, yol ayrımına nasıl gelindi? “Mekteplilerdeki pozitivist, naturalist, materyalist düşünce revaç bulurken, Aydınlanma felsefesi dini hayatı zayıflattı…”
Kitap sayfaları arasında ilerlerken İslam dünyasının iç çelişkilerinin her yönüyle Cumhuriyet’e de yansıdığını görüyorsunuz?
Kitapta yer alan Elmalılı Hamdi’nin “ Ne Arabistan’a gittim, ne Türkistan’a, ne İran’ı gördüm ne de Frengistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim…” sözleri Türkiye’nin din birikimine dikkat çekmek bakımından kıymetli. Bir tarafı böyle, diğer tarafı ise toprağa gömülen, yakılan ayetlerin yazıların olduğu Türkiye’nin hikayesini 850 fotoğraf eşliğinde anlatan kitap “bu oluşumu bütün tarafları ve problemleriyle görme imkânı” sağlıyor.
“Hz. Muhammed Türk Müydü?” başlığı ile yazılan kitap kapağı, camili, mahyalı, hocalı Milli Piyango biletleri, Genelkurmay’ın ehlitarik paşaları, İmam Hatipliye Harp Okulu’nu yasaklayanlar , Atatürk’ü meleklerin taşıdığı bir resim… Hepsi birden Türkiye’nin kendisi. Türk usulü laiklik ve Cumhuriyet sistemi üzerinde düşünürken,“Devletin hafızası ve karnı da tahmin edilenlerden daha geniş ve hazım kapasitesi yüksektir.” tespitini de ayrıca önemli buldum.
HANGİ HOCA
Şerif Mardin Cumhuriyet’in çıkardığı öğretmenin, hocaya yenildiğini söylüyor. İsmail Kara ise “Hangi hoca?” diyor. Modernleşmenin dini bir dil (savunan ve karşıt olan) üzerinden gittiğini söylerken, kitapta 70 başlık altanda en can alıcı ve tartışma yaratan konulara değiniyor. Dindarlaşma ile modernleşmenin, muhalefet ile uyumun içiçe oluşu da bize has…
Eğitim reformu ile düşünce dünyasının, entelektüellerin Türkiye’yi taşıyamayacak hale geldiğini söyleyen İsmail Kara, “Türkiye’yi taşıyabilecek düşünce kapasitesini geliştirmenin ülkeye yapılabilecek en büyük hizmet olduğu” kanaatinde. Temel soru şu: “Türkiye yoluna nasıl devam edebilecek…”
1920’NİN SIKMA BAŞINDAN, 1960’IN SIKMA BAŞINA
Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nın birinci cildinin kapağında Mustafa Kemal Paşa ve yanında eşi Latife hanım var. Fotoğraf 1924 sonbaharında Doğu Karadeniz seyahatinde çekilmiş. Latife Hanım’ın kıyafeti özel olarak hazırlanmış, hem örtünme kurallarına uygun hem de sosyal hayata katılan, eğitimli-şehirli yeni Müslüman kadının dış kıyafeti olarak, tabiri caizse modern veya asri.
İsmail Kara bu fotoğrafın iki açıdan önemli olduğuna dikkat çekiyor: “Biri Mustafa Kemal Paşa’nın ve eşinin dışarıda, resmi olarak görünüşünü veriyor. Bu tesadüfi bir görüntü değil.
Fakat çok kısa bir zaman sonra bu görüntü radikal bir şekilde değişecek ve dahası kötülenecek. 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren mütedeyyin ailelerin eğitim-öğretim ve çalışma hayatına katılmaya başladıkları zaman tercih edecekleri kıyafetle Latife Hanım’ın kıyafetinin benzerliği dikkat edilmesi gereken bir diğer husus.
Rahmetli Şule Yüksel Hanım’ın bu süreçte dikkatle ve farklı bakış açılarıyla takip edilmesi gereken hususi bir yeri var. ‘Sıkmabaş’ ifadesi 1920’lerde de kullanılıyordu, 60’lardan sonra da tekrar tedavüle girdi.”
tarafından aysebohurler | Mart 1, 2024 | Köşe Yazıları
400 yılı bulan aydınlanma süreçleri, aklın dini yenmesi, eşitlik, kardeşlik derken geldiğimiz yerde koca bir hayal kırıklığı ile karşı karşıyayız. Eski Yunan’ın öjenik- yani insan ırkının ıslahı- tutumuna, kendini ‘ileri’ olarak tanımlayan ülkelerin, ‘geri’ buldukları toplumları sömürebilme iddialarına geri döndük. Akıl ve insanlık rafa kalktı, yerini çağlar öncesinin hesaplaşmaları aldı. Nereden bakarsak bakalım insanlık için büyük kayıp ve hayal kırıklığı yaşıyoruz. Ayçin Kantoğlu, “Gazze’de olanları görünce kütüphanemi yakmak istedim.” derken hepimizin duygularına tercüman oluyordu.
Dün gece yardım kuyruğundaki aç çoluk çocuğun İsrail ateşiyle katledilmelerini seyrederken sadece insanlığın değil insanlığın tarihi boyunca kazanımlarının da çöktüğünü düşündüm. İsrail güçlerinin ailelerine un sağlamaya çalışan Filistinlilere ateş açması sonucu 100’den fazla kişi öldü ve yaklaşık 750 kişi de yaralandı. Gidebilecekleri hastane ya da hastanelerde ilaç yok! İnsanlar, un taşıyan yardım kamyonlarının geleceği El Raşid Caddesi’nde toplanmıştı.
Olay yerinden haber veren El Cezire muhabiri İsmail el-Ghoul, ateş açıldıktan sonra İsrail tanklarının ilerleyerek birçok ölü ve yaralı cesedin üzerinden geçtiğini söyledi. “Bu, Gazze’de vatandaşları tehdit eden açlıktan başka bir katliamdır.” dedi. İşgal altındaki Doğu Kudüs’ten haber veren El Cezire muhabiri Bernard Smith’in aktardığına göre “kurbanların çoğunluğu başlarından ve vücutlarının üst kısımlarından kurşun ve şarapnel parçalarıyla, doğrudan topçu bombardımanı, insansız hava aracı füzeleri ve silahlarla vuruldular.”
Dünya Gıda Programı (WFP) Genel Müdür Yardımcısı Carl Skau’un ifadesiyle, durum “insan yapımı bir felakete” dönüştü. Kifayetsiz sözler, yaptıklarını bin yıl önceki intikamla yönetmeye çalışan bir devlete hak veren koskoca bir Avrupa. Onlar da eski Yunan’dan gelen öjenik kodlarına geri döndüler. Barbar çağ ya da bazı tarihçilerin deyimiyle karanlık Orta Çağ geri döndü…
TAKLİDİ MODERNLEŞME VE KADIN AÇILIMI
Eski dergileri karıştırmak hobi haline geldi bende. Onları karıştırırken önüme çıkan bir başlığı sizinle paylaşmak istedim: “İstanbul’un En Güzel Bacaklı Hanımı Kimdir”? Bu başlık 1931 yılının Vakit gazetesine ait. “Beddiî müsabakamız”la ilgili haberde en güzel bacak yarışması duyurulurken, nasıl bir mahremiyet ve nezahet içinde yapılacağına dair bilgiler de veriliyor. Medeni dünyanın her yerinde böyle yarışmalar olduğu belirtiliyor. 18 yaşından 65 yaşına kadar bacağına güvenen hanımların katılacağı yarışmada Amerikan ölçütleri örnek alınıyor. Bilek kalınlığı 20, baldır 32, diz kapağı 34, dizden bele kadar 54 cm olması gerektiği duyuruluyor. Yarışma yazar düellolarına sebep oluyor. Fuat Köprülü de reaksiyon verenlerden birisiydi. Her şeye rağmen yarışma yapılıyor ve İstanbul güzellik kraliçesi Nevzat Hanım seçiliyor…
Bu konuyu aklıma kadın hakları konusundaki açılımını güzellik yarışmasıyla taçlandıran Suudi Arabistan örneği getirdi. Batılılaşma, modernleşme için bundan 200 yıl önce de kadınların açılması, balolar, güzellik yarışmaları bir başlangıç kabul ediliyordu. Bugün de pek bir şey değişmemiş. Taklidi modernleşme bunu galiba bir zorunluluk olarak sunuyor.
Bundan beş yıl önce araç kullanma haklarını elde eden Suudi Arabistanlı kadınların erkeklerin tanımladığı “özgürleştirici” alanlara değil, kendi haklarını savunmalarını sağlayacak ortamlara ve mücadele zeminine ihtiyaç var. Kocasına kahve yapmaması boşanma sebebi sayılan Suudi Arabistanlı kadınların çalışma oranı %5’i yeni yeni geçti. Kadınlar seçme ve seçilme hakkına yeni kavuştular. 2015 sonundaki seçimlerde ilk kez oy kullanabildiler. Pek çok meslek kadınlara kapalı. Boşanma ya da dul kalma durumunda, bir kadın erkek çocuğunun velayetini en fazla yedi yaşına kadar, kız çocuğunun velayetini de dokuz yaşına kadar elinde tutabiliyor. Sonra çocuklarının velayetini ya babalarına ya da babalarının ailesine vermek zorunda. Kadınların yargıç olmasına izin yok. Kadınların yanlarında kendilerine eşlik eden bir erkek yakınları olmadan bankaya girmelerinin de yasak olduğu Suudi Arabistan’da güzellik yarışması düzenlemesi her modernleşen ülkede (geçen yüzyılın başında Türkiye, İran, Mısır’da olduğu gibi… ) var olan bir kod adeta. Lakin bunun kadın haklarına katkısını ayrıca konuşmak gerekir.
Kadın açılımıyla hedeflenen kadınlara haklarını vermek mi? Bu çok tartışmalı. Keşke yasaları; kadınları aile içinde, toplumda, iş hayatında, siyasette güçlendirecek şekilde değiştirmeye açılım deselerdi. Bu değişime alkış tutan Türk sekülerlerinin cahilliğine ise bir kez daha şapka çıkarttım. Bir zamanlar başörtüsü taktığımız için bize “…Suudi Arabistan’a gidin” diyenlere bugün biz de “Suudi Arabistan’a gidin” diyebiliriz. Orada kadınlar çok, çok özgür!!!
İLK ÇİNGENE AÇILIMI 132 YIL ÖNCE YAPILDI…
Tarih dergilerine dalmak geçmişten bugüne köprü kurmayı kolaylaştırıyor. Roman açılımı meselesini gündeminde tutan ve bunu mesele eden bir siyasi hareketiz. Bu işin tarihçesi meğerse II. Abdülhamid dönemine dayanıyormuş. Öğretmen Said Bey 1891’de Sultana bir rapor sunuyor. Roman vatandaşların yaşadığı günlük sorunlara dikkat çeken raporu dikkate alan Abdülhamid nüfus cüzdanlarına yazılan “Kıpti Müslüman” ifadesini kaldırıyor, ayrımcılığı engelleyecek bir dizi önlem alıyor, teneke evlerde oturmalarına izin vermiyor, iskân yerlerinde yeni okullar açıyor, “çingene mahallesi” gibi yer adlarını değiştiriyor…
tarafından aysebohurler | Şubat 13, 2024 | Köşe Yazıları
Alev Alatlı duruşu olan bir yazar ve düşünürdü. Bilgiyi en büyük güç olarak görür, muhakeme eder, mülahaza hanesini açık tutar, peşrev ve hamasetten uzak dururdu. Gerçekleri dile getirmekten korkmayı “Galile etkisi” ile, fikri sabitliği ve Türkiye’nin değişime direnmesine bağlı pek çok sorunun kaynağını “Aristo mantığı” ile açıklardı. Saçaklı düşünmeyi (fuzzy mantık) Türkiye’nin çıkışı için yol olarak gösterirdi.
Dünyanın geleceğine dair umutlu değildi ama bu karamsar tabloda Türkiye için bir çıkış olduğuna inanıyordu. “Dünyanın İyiliği İçin Türkiye “ sözlerini 2017’de yapılan Kültür Şurası’nda kullanmıştı… Son kitapları olan ve 9 cilt halinde yayınlamayı planladığı, ancak ömrünün vefa etmediği yeni kitap serisinin girişinde ne yapmaya çalıştığını çok iyi anlatır. “Ömrümü ömrünüze, bilgimi bilginize katmak istiyorum ki 21. yüzyılın zorluklarına karşı sizi güçlendireyim.”
“Bana gelince, geçmişimize hürmeten ‘Nasihatname’ dediğim bu kayıtlar, bir yönüyle de uzun yaşamımın zekâtı oluyor. Akil ömrümde yeminle bildiğim bir şey varsa o da ayaklarımıza dolanan meselelerden onları doğuran düşünce tarzımızı kullanarak kurtulamadığımız. Öğretilmiş çaresizlikten silkinmenin yolu belirli bir konumdan kanatlanarak, Google haritası misali yükselmek, görüş mesafemizi genişletmek, sorunların mümkün olduğunca çok veçhesi ile yüzleşmekten geçiyor. Belirli bir mesafeden gözlemlenen ‘sorun’ tılsımını yitiriyor, sahici boyutlarına indirgeniyor. Orada saklı vadiler, gölgeli patikalar keşfediyor, aşılamaz sandığınız engellerin birtakım harcı âlem aksiliklerden ibaret olduklarını görüyorsunuz.”
Türkiye’yi etkileyen ve etkileyecek olan dış güçleri anlatırken meseleyi hep geriden alır… “18. yüzyılın sonlarından itibaren güçlenen Anglo-Amerikan ortaklığının dillendirdiği ‘yeni dünya düzeni’nin “tek din” ilkesinin bir füzyon, Yahudilik-Hıristiyanlık füzyonu olduğunu idrak etmek zorundayız.” derdi. Dini-kültürel kodların yanında yığışım, kartel, soykırım, reyting kuruluşları, ırkçılık gibi çok sayıda alt başlıklar açardı.
Son zamanlarda tavsiye isteyenlere “Herkes kendi deniz fenerini yakacak.” diyordu.
“Yani hiçbir şey olmasa yazmak. Ve bir kavram ortaya çıktığı zaman onun ne olduğunu anlatmaktan kaçınmamak. Dalga geçmemek. Benim dalga geçmemekten kastım, bir kavramın biliniyor olduğunu varsaymamak. Hakikaten aynı kavram üzerinde hemfikirsek konuşmaya devam etmek.” Evimizi yıkanın “başımızı şu sudan çıkarıp bir türlü etrafa bakmayı öğrenemememiz” olduğunu düşünürdü. “Benim bütün hayatım buna çare bulmakla geçti.” derdi.
Bir röportajımızda kendisini şöyle anlatmıştı: “… Ciddi bir fen bilimleri arka planım var. Yalnız bu bana yetmediği için ben bunu dünya tarihi, dünya düşünce tarihi ve ilahiyatla pekiştirdim. Aşağı yukarı 5 yıl günde 8 saat ilahiyat çalıştım. Sadece İslam ilahiyatı değil, bütün bir ilahiyatı çalıştım. İnsanoğlunun serüvenine baktığınız zaman, kendine geldiği andan itibaren bir takım değerleri oturttuğunu görüyorsunuz. Kadim değerler diyorum ben buna.” Umdesi 5 A olarak özetlediği bu kadim değerlerdi: Akıl, Ahlak, Adalet, Adap ve Aşk…
Alev Alatlı’nın her zaman davası bu toprakların üzerinde yaşayan insanlar olmuştu. “Bir şeyleri anlatmaya, yorumlamaya, dikkat çekmeye, farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Yaptığım bu. Yapmaya çalıştığım bir olayın birden fazla tarafını görebilmek ve bunu gösterebilmek ki böyle bir şeyi adet edinelim. Saplanmayalım, trajedilere takılıp kalmayalım…”
Alev Alatlı’nın kitapları ve fikirleri her şeyden önemlisi de işaret ettiği noktaların Türkiye’nin geleceği için büyük önem taşıdığına inanıyorum. Tüm hayatını ülkesi için düşünmeye adamış bir aydın olarak Alatlı’nın kitaplarının, konuşmalarının, televizyon programlarının 21. yüzyılın kaosunda bize ilham ve deniz feneri olacağına inanıyorum.
….
Alev Alatlı’nın Vefatına Tarih
Balkanlardan gelen uzun seyahatimdir
Yazdım ve konuştum, benim hasenatımdır
Şimdi bu son sözüm vefatımın tarihi:
“ALATLI: NASİHATİMDİR VASİYETİMDİR” 2024
Mustafa Kara
Son yorumlar