Gafletten Uyanma

Gafletten Uyanma

ESKİ SOLCULAR

Geçen hafta eski komünistler ve onların ikinci el zamanları üzerine yazarken, Marksizm’den Müslümanca bir dünya görüşüne geçiş yapmış isimleri de yazmalıyız derken böyle bir yazı çıktı ortaya.

İsmet Özel ilklerden birisidir. Sonradan gelen birçok kişiye de ilham kaynağı olur. 12 Mart darbesi sonrasında “komünist şair” iken. “Müslüman şair” olan İsmet Özel Amentü şiirini 1974 yılında yazar.

Her birisinin hikâyesi öznel ve farklıdır. Ancak yine de İslami kesimlerle solcuların buluşması 12 Eylül darbesinden sonra gerçekleşir. 12 Eylül darbesinin dağıttığı kimi solcu çevreler için İslam yeni bir arayışın mekânı olur ve İslami entelektüel çevrelerle buluşurlar.

O yıllarda solcuların, ülkücülerin bizim mahalleye gelmeleri büyük bir coşkuyla karşılanıyordu. Onlar İslami harekete de farklı bir ivme, eylem dinamiği kazandırmışlar, mahalleye heyecan ve farklı bir bakış getirmişlerdi. Bitmeyen sohbetleri, tartışmaları her birimizin bugün de hasretle hatırladığımızı söylemek isterim. Ayrıca o dönem bir avuçtuk. Hele de biz baş örtülü kadınlar! Solcularla, liberallerle, Kürt milliyetçileriyle, feministlerle hasılı kelam farklı kesimlerle diyaloğumuz o günlere dayanır.

Hepimizi buluşturan panel ve toplantılar o dönem çok modaydı.  Eski solcuların bu vesileyle iki dünyanın birbirini daha iyi anlamasında hal tercümanı olduğunu söyleyebilirim.

Murat Belge o yıllarda “Benim gibi 1940’larda doğanlar için solcu olmaktan başka seçenek yoktu. Belki sizin gibi 1960’larda doğsaydım İslam’ı seçerdim.” diyordu. Bu cümleyi sarf ederken ne kadar samimiydi bilemem ama taraflarımızı seçerken zamanın ruhunun etkisi büyük!

Soldan geçen tiyatro sanatçısı Ulvi Alacakaptan “1960’lı yıllarda doğan bir genç eğer ot değilse ya ülkücü ya Marksist ya da Müslüman olurdu.” tespitini yaparken ortak bir kanaati dile getiriyordu.

Eski solcuların değişimleri klasik hidayet hikâyelerinden biraz farklıydı. Geçmişte bir siyasi duruşları vardı. İtirazları vardı, emperyalizme, kapitalizme sosyal-siyasal itirazları vardı. Klasik mütedeyyin dindarlardan bu noktada ayrıldılar. Sistem eleştirisi yaptılar. Bunun da ötesinde İslami yaşam tarzına tedbir ver tedeyyün ile cesaretle sahip çıktılar. Terk ettikleri mahalleyi de çok iyi bildikleri için argümanları daha kapsayıcı oldu, kompleksleri olmadı. Bunların içinde değişenler, yenilenler, kaybolanlar olsa da İslami harekete farklı bir tarz ve bakış açısı getirdikleri vakıadır.

Bizim yetiştiğimiz atmosfer ve tanıklıklarımızı yazmanın önemli olduğuna inanıyorum. Çünkü biz bir ideolojiye keskin adanmış hayatların olduğu dönemi de sonrasını da aynı anda gören son nesil biziz sanırım. Süregelen konulara dair takibimiz var. Bu nedenle bizim hikâyemiz kuşakların birbirine aşina olduğu bir dönemi anlatıyor. Sonrasında ise herkes kendi yankı odasında mutlu mesut yaşadı.

“Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında.
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar”

O yıllarda, İsmet Özel’in “ Waldo Sen Neden Burada Değilsin” kitabı okunmadan buralarda hayat başlamazdı. Şiirleri ezberlenir,  “Amentü”  ya da “Celladıma Gülümserken”i bilmeyen pek de muteber sayılmazdı. Bu gruplarda Necip Fazıl’ın etkisi çok fazla olmadı. Mekke’ye Giden Yol, Derviş ve Ölüm okunulan en maneviyatlı kitaplardı.  Pınar Yayınları ve İz, İnsan ve İşaret yayınlarının yeni çıkardığı çeviri kitaplar, Seyyid Hüseyin Nasr, Malik bin Nebi, Franz Fanon gibi entelektüeller okuma ve tartışma listelerinde baş sıralarda yer aldı. Bizim hikâyemizin bir parçası olan bu süreci İsmail Kara biraz da eleştirel bir şekilde okur. “Mektepli aydınların medreseli alimlere tercih edildiği” bir dönem olarak görür. Bu dönemde gelişen İslam anlayışına dair İsmail Kara’nın soruları ayrıca kıymetlidir.

ÖNCE KOMÜNİST SONRA MÜSLÜMAN ŞAİR

İsmail Kara’nın  “İslamcılık düşüncesinin aşılamayan son halkası” olarak gördüğü İsmet Özel’in İslam ile tanışma serüveni “Yaşamak savaşmaya, savaşmak yaşamaya değer mi?” sorusuyla başlar. Bu sorunun peşinde önce komünist bir şair sonra Müslüman bir şair olur.

İsmet Özel; “Şair, komünist, Müslüman…  Benim masalımın anahtar kelimeleridir.” diyor. “Ben kendimi şair sanarak değil, şair olamama gereğine inanarak yola koyuldum, çabam şair oluşumu insan oluşuma yakın kılabilmekti.” Üniversite yıllarında TİP’e katılır, müseccel komünist olur. Marksizm’i benimser Marksizm-Leninizm yalınkatlığından hazzetmez. 12 Mart 1971 sonrası masalın içinde Müslüman kelimesinin geçmesine neden olacak bir inziva yaşar.

“Müslümanlık benim için bir dünya cenneti tasarısından sıyrılıp farklı bir dünya cenneti tasarısına kaçış değildir. Sosyalist olarak ulaşamadığım hedeflere Müslüman olarak ulaşacağım kapanına sıkışmayacaktım. Bunun yansıra sosyalist olarak sahip olduğum ‘şartların eleştirisi’ gücünü de feda etme yanlısı değildim. Yapacağım şey hem insan olarak kendimin anlaşılırlığını, hem de insan ilişkileri içine her birimizin konumunun anlaşılırlığını kapsayan, anlaşılırlık alanını genişletmek…”

İçiyle dışı arasında barışık bir ilişki kurabilmiş ve arayışını sürdüren, soru sormaktan ve cevabını aramaktan kaçınmayan her solcunun imandan nasibini alacağına inanan İsmet Özel hakikat ve adalet arayışıyla solcu olan arkadaşlarına “Waldo sen neden burada değilsin?” diye sorar.

Ayşe Şasa Marksist bir entelektüeldir. Bir senaryo yazarıdır. Batılı bir terbiyede Alman dadılarla büyümüştür. Marksizm sunduğu adalet programıyla onu cezbetmiştir. “Marksizmin kapitalizme sunduğu eleştiri o dönemde ulaşabildiğim en sofistike ve cazip görüştü. Henüz İslam’ı tanımıyordum. O güne kadar Marksist bir çerçeve içinde, sadece tarih ve sosyolojiden haberdardım.  Yahu tarih ve sosyoloji ölüm ve ölüm ötesi hakkında haber verebilir mi? “

Ayşe Şasa’nın hayatına buhranları yön verir. Solcu olduğu yıllarda Kemal Tahir’in etkisiyle köklü bir gelenek peşine düşmüştür… Uzun bir hastalık dönemi geçirir. Yirmi yıl odasından dışarı çıkmaz. On sekiz yıllık bir inziva hayatından sonra tıp onu iyileşmez hasta kabul etmiştir. 1980’de yatağının başına bir cilt İbn-i Arabi kitabı düşer. “Bütün ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan olduğum bütün bildiklerimden şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün, toplum beni kaldırıp bir kenara atmış. Marksizmin hiç de gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım; İşte o sıra İbn-i Arabi’nin kitabını açıyorum. Kitapta o güzel hadis-i kutsi: ‘Ben bir gizli hazineydim, bilinmek istedim. Bu bir davet, Allah bizi kendisini bilmeye davet ediyor. Birdenbire kalbim aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peyda oldu. Bugüne kadar hiç duymadığım bu sihirli müzik beni büyüledi, acılarımı sildi.”

İsmet Özel’in kendi deneyi ve dönüşümü üstüne yazdıkları pek çok kişiyi olduğu kadar Ayşe Şasa’yı da derinden etkiler. Ayşe Şasa’nın ışığı tasavvuf metinleridir. Daha sonra tanıştığı Müslüman münevverler tekâmülünü kolaylaştırır. “İnsanın Müslüman oluşu bence kendi bireysel kararıyla ilgili değil, size ilahi bir merciden davet vuku buluyor bir anda önünüzde bir ışık parlıyor, gafletten uyanıyorsunuz. Hastaydım, şifa arıyordum…” Ayşe Şasa’nın şifa kaynağı  Fusûsu’l Hikem’dir. “Ben Fusûs’u bir dua, bir vird gibi okudum. Kalbim açıldı Fusûs içine kondu, bana yalnızlığımı acılarımı unutturdu. İşte o noktada Allah’ın ipine tutundum, tutuş o tutuş…

Ulvi Alacakaptan ise tiyatroya Genco Erkal ile başlar. Ankara Sanat Tiyatrosu sonrasında Ferhan Şensoy ile Ortaoyuncular’da oynar. TİP ve TKP arasında bir çizgidedir. 12 Eylül’ün pek çok solcunun soldan kopma sebebini yaşanan çözülme ile açıklar. “Herkes un ufak olup gidiyordu. O zamana kadar solda olmayan ahlaksızlık, içki, uyuşturucu yaygınlaşmıştı…” 12 Eylül ile birlikte örgütlerin ifrat derecesinde baskı altında tuttuğu bireylerdeki özlemler parlar. O zamana kadar Marksist Leninist öğreti mükemmel ama bizde yok diye kendilerini avutan solcular Sovyetleri de sorgulamaya başlalar. Sorguladıkları teori değil pratikteki fraksiyonlardır. Sovyetler revizyonisttir. Mao ölmüştür. “Enver Hoca’da sabah kalkıp kafayı üşütürse biz nereye gideceğiz?” dedikleri bir ortada kalmışlık durumu yaşarlar. 12 Eylül ile arkadaşlarının kimisi öldürülmüş, kimisi hapiste kalmıştır. Alacakaptan’ın deyimiyle ortada dolananlar “cırcır böcekleridir.” Diğer taraftan, teoriye inanç da çökmüştür. Eski Marksistler artık sınıf hâkimiyetine inanmazlar. 12 Eylül sonrası ise sol kendi kutsallığına olan inancını yitirir. Soldan geriye İstanbul festivali, sinema festivali kalır. Kendilerine solcu diyenler gerçek solcu değildir artık. Ulvi Alacakaptan bunu şöyle örneklendirir: “Onat Kutlar  Yılmaz Güney ile savcılığa düştüğünde  Yılmaz Güney’in ‘Ben nasıl komünist olurum  benim babam Adana’nın  ağalarındandır.’ diyerek paçayı yırttığını aktarır.”

Ulvi Alacakaptan’ın İslam ile tanışması Ayşe Şasa’dan farklı bir yoldan ilerler. “84 yılı Mayıs ayıydı, doğum günüm yaklaşıyordu. Cahit Sıtkı Tarancı’nın Otuz Beş Yaş şiiri takıldı aklıma. O sırada bir yerden duyduğum; ‘Senin bütün huzursuzluğun inkârcılığındandır. Allah’ı tanı ve kurtul, çok az vaktin var!” cümlesi geldi aklıma. Sonra Kur’an-ı Kerim ve bir hadis kitabı alarak okumaya başladım…

Abdurrahman Aslan ise 6. Filo’yu protesto gösterilerine katılmış, Kanlı Pazar ve üniversite işgallerinde bulunmuş sıkı bir solcudur. Marksizmin materyalizmi onu iter, budizme yönelir. İslam’la ilgili okuduğu ilk kitap Seyyid Kutup’un İslam Düşüncesi’dir. Kendi okuma hikâyesinde Türkiye’deki yazarlara hiçbir şey borçlu olmadığın söyler.

Afet Ilgaz solcu iken yazdığı hikye kitapları ile TDK ödülleri almış kıymetli bir yazardır. İslam’a yönelişini “Aklı başında her aydının görebileceği gerçekleri  doğruları görmektir şeklinde açıklar.” Kendisini Müslüman olarak tanımladıktan sonra başını örter ve eski çevresinden tamamıyla kopar. Rahmeti rahmana kavuşmuş olmak Afet Ilgaz için  “bir piyango çarpması”dır.

O dönemde pek çok solcu için değişim kolay gerçekleşmez. Önce kendi mahallelerindeki canciğer arkadaşları ile ilişkileri kesilir.  Ancak onlar bundan şikâyet etmezler. Ulvi Alacakaptan “Müslüman olduktan sonra ilk defa olarak bu ülkedeki insanlarla bir olduğumu hissettim. Yıllardır camilerde sürtünerek geçmişim, ezanı duymuşum ama algılamamışım, artık bu ülkeli oldum en güzel de bu!” diye anlatır yaşadıklarını.

Elbette hak ve adalet arayışları bitmez! Müslüman mahallesine de eleştirileri bâki kalır.

Eski solcular yeni solcularla uyuşamazlar. Onları sola sürükleyen hak adalet arayışlarıdır. Bugünün solcularının büyük kısmının yapıştırıcısı ise artık sekülerliktir.  Eski solculara göre bir kimsenin hem Leninist hem de Atatürkçü olması mümkün değildir. Bir kere arada kan davası vardır. Mustafa Suphi ve 15 kişilik merkez komite meselesi. Ulvi Alacakaptan yeni solculardaki çelişkileri şöyle özetler. “Adam resmi dairede Kemalist, meyhanede Marksist zamparalık yaparken feminist olamaz.”

Eski solcuların, eski ülkücülerin, eski liberallerin İslam’a yönelme hikâyeleri üzerine daha çok yazmak gerektiği kanaatindeyim. Bu seferlik sadece kısa bir özet yapabildim.

Hikâye uzun…

Gafletten Uyanma

Yeni Bir Sayfa Açılırken…

Geçen haftalarda MİT arşivinden çıkartarak yayınladığı karakalem bir Nazım Hikmet portresini “Özel Koleksiyon” başlığı ile kamuoyu il paylaştı. Resim 1950 yılında yapılmış ve pek çok araştırmacının ortak tahmini ile bir sosyalist. Nazım Hikmet hayranı Rasih Güran’a aitti. Muhsin Kızılkaya’nın bu resimden yola çıkarak Rasim Güran’ın hayatını anlattığı yazıyı döne döne okudum. Edebiyatçılar yazınca başka oluyor tabii ki! Bir dönemin ruhunu, bir devrimcinin hayal kırıklıkları üzerinden son derece insani ve özel bir hikâye olarak anlatmış Muhsin Kızılkaya.

Yazıda anlatılanlar sadece komünizm için değil belki de pek çok sonu gelen ideolojilerin mensupları için geçerli. “Adanmışlık ile özgürlüğün” yan yana gelemeyeceğini söyleyen Alev Alatlı’nın “Valla Kurda Yedirdin Beni”de anlattığı çoğu gerçek hayattan alınan karakterler gözümde canlandı.  Alev Hoca 1994’te yazdığı romanının ismini bir Erzurum hoyratından esinlenerek koymuştu; “Oğul! Bu muydu sadıklığın, valla yedirdin kurda beni.”

Sovyetleri bir umut olarak gören Türk komünistlerinin Moskova hikâyeleri de en az burada yaşadıkları kadar hazindir. Nazım Hikmet’in ve dönem komünistlerinin özgürleşelim derken Moskova’da nasıl bir mahpus hayatı yaşadığını en iyi anlatan anı kitaplarından birisi Tan Gazetesi’nin sahipleri Sabiha ve Zekeriya Sertel çiftinin kızı Yıldız Sertel’in “Ardımdaki Yıllar” isimli kitabıdır. Yıldız Sertel kendi tanıklıklarının yanı sıra babası ile Türkiye’ye döndüğünde yapılan, Milliyet’te çıkan bir röportajdan da söz eder. Zekeriya Sertel bu röportajda Nazım’ın üzerindeki baskıları anlattı diye dönemin solcularının linçine uğrar. Çünkü sosyalizm kurtuluştur!

Hayatını uğruna harcadığı, ölümü, işkenceyi göze aldığı fikirler ideolojiler tedavülden kalkınca bu ideolojilerin mensubu insanlara ne oldu ve oluyor sorusu edebiyattan sinemaya pek çok eserde ele alınır. “Elveda Lenin” filmi soğuk savaşın bitmesi ve duvarın yıkılmasıyla birlikte yaşanan hayal kırıklığını bir anne-oğul hikâyesi üzerinden çok naif anlatır.

Bu konuda önemli bir kitap tavsiyesi de geçen haftalarda Orhan Miroğlu’ndan geldi. Musa Anter’in yakın arkadaşı Orhan Miroğlu Süleymaniye’de silah yakma töreninin olduğu güne dair yazdığı “Türkler-Kürtler ve ‘İkinci El Zaman” isimli yazısında; 2015’te Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Svetlana Aleksiyeviç’in  “İkinci El Zaman- Kızıl İnsanın Sonu” isimli kitabı raftan indirdiğini ve kapakta yer alması uygun bulunmuş şu cümleleri kim bilir kaçıncı kez ve yeniden okumaya başladığını anlatıyordu: “Bize kimse özgürlüğü öğretmemişti. Özgürlük adına ölmeyi öğretmişlerdi…” Miroğlu yazısında “Bizim de bu Cuma başlayacak olan İkinci El Zamanımızın en önemli hakikati bu değil miydi?” diye soruyor. “Özgürlüğü öğrenmeden özgürlük adına ölmek! Svetlana, İkinci El Zaman’da Sovyetler’in çöktüğü ve dağıldığı 1991 yılından başlayarak 2012 yılına kadar geçen zamanın eski Komünist insan üstünde yarattığı etkiyi, duyguları, gelecekten beklentileri ve savaşın yıkıcı sonuçlarını anlatıyor. Muazzam hayal kırıklıkları yaşamış ve onuru kırılmış insanların hayaleti dolaşıyor kitabın her hikâyesinde, her sayfasında!”

Orhan Miroğlu’nun yazısında sorduğu soru hepimiz için!

TÜRKİYE’NİN İLK KADIN SENDİKACISI

Eski komünistlerin yaşadıklarına dair kadınlar cephesinden bir örnek vermek istiyorum. Sol harekette olanlardan Zehra Kosova ismini hatırlayanlar vardır. 2001 yılında 91 yaşında vefat eden Zehra Kosova’nın “Ben İşçiyim” isimli kitabı İletişim Yayınları’ndan 1996’da, genişletilmiş ikinci baskısı 2011’de TÜSTAV’dan çıktı.

Zehra Kosova 1910’da Kavala’da doğmuş, tütüncü bir ailenin çocuğu olarak Yunanistan ile yapılan mübadele sonucunda Türkiye’ye Tokat’a gelir. Onları getiren vapurun dalgalar ile boğuşmasını hiç unutmaz. İlkokulu bitirdikten sonra tütün mağazasında çalışmaya başlar. 1930 yılında İstanbul’a gelir, tütün depoları ve mağazalarında çalıştığı yıllarda Türkiye Komünist Partisi (TKP) ile tanışır. Partiye girdikten sonra tütün işçileri sendikasını örgütlemek ile görevlendirilir. 1932’den başlayarak pek çok greve öncülük eder… 1934 yılında parti tarafından Moskova’daki Şark Üniversitesi’ne (KUTV) gönderilir. Burada Türk komünistleri Şefik Hüsnü ve arkadaşları ile tanışır, 1935’te Mustafa İskender ile evlenir, bir kızı olur. Ancak parti kararıyla 1937’de kocasıyla birlikte Samsun’a gönderilirler. Kızlarını Moskova’da bırakmak zorunda kalırlar. “Garcan ile Miller yoldaşlar gelerek, çocuğu sütannesine verdiler. Bana ‘Hiç merak etme, çocuğun çok iyi bakılacaktır, ilerde ya sen gelir ya da kızını sana göndeririz.’ dediler. Ama ne ben bir daha gittim ne de kızımı tekrar görebildim. Kızımdan ağlayarak ayrıldım. Ama bu ayrılık zorunluydu, yapacak hiçbir şey yoktu.” diyerek anlattığı geride bıraktığı kızının hasretini ömür boyu taşır. Burada tütün işçilerini örgütlemeye devam eder. Sendikaların yasalaşması için verilen mücadelede Sadun Aren, Neriman Hikmet gibi isimlerle birlikte hazırladıkları broşür nedeniyle tutuklanarak işkence görür. 1946 yılında Şefik Hüsnü liderliğinde kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi’nde yer alır. 1951’de TKP tevfikatında tutuklanır. Vatan Partisi tutuklamaları sırasında da cezaevinde 16 ay yatar. Tahliye olduktan sonra dantel fabrikasında çalışmaya başlar. Ve orada da işçileri örgütlemeye devam eder. 1970 yılında emekli olur.

Zehra Kosova yaşadığı hiçbir şeyden pişman olmaz. “Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları altetmek, geleceğe sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…” der.

Gafletten Uyanma

Yasın Ve Umudun Sesleri…

İşgal edilen coğrafyaların şarkıları, ağıtları kısadır. Beş, altı dakikaya hayat sığar. Kerkük türküleri de öyledir, göç türküleri de sürgün gurbet şarkıları da.

Tunuslu şarkıcı Emel Mathlouthi de coğrafyanın acılarına tercüman oluyor.

“Tüm yürekleri karanlık ve aç gözlülükle dolduran

Zorbaların yükselen duvarlarını gördüğün bir dünya…”

Bu itiraz onlarca kitaptan kıymetli. Sanatın dili sadece akla değil ruha sirayet ediyor. Yaşadığı coğrafyanın derdiyle, neşesiyle hemhal olan sanatçılar evrensel dili yakalayabiliyor. Kilometrelerce öteden, bambaşka dinler ve kültürlerden insanları bir araya getiriyor, aynı duyguda buluşturuyorlar.

GÜLMEYEN DİVA

Filistinli yazar Edward Said’in “umudun sembolüdür” dediği Feyruz da ülkesinin hüznünü yaşayan ve yaşatan bir sanatçı. Emel Mathlouthi gibi şarkı sözlerini kendisi yazmıyor, ama söylediği şarkıların hepsi dünyaya bir coğrafyanın hüznünü anlatıyor. Halil Cibran’ın dizeleri de dahil sesi her şiiri yüceltiyor.

“Bana neyi ver ve şarkı söyle, çünkü şarkı gönüllerin dengesidir.

Bana neyi ver ve şarkı söyle, çünkü şarkılar varlığın sırrıdır…”

O sadece Arap dünyasının değil dünyanın tanıdığı hüzünlü diva! “Dünyada ezilen coğrafyalarda kadınlar ve çocuklar gülmeden gülmeyeceğim” diyen Feyruz’un hiçbir konserinde gülümsediği görülmemiştir.

Feyruz, Filistinli çocukların acısını yüreğinde hissettiğini her fırsatta sanatı ile anlatmış ve anlatmaya devam ediyor.  ABD’nin Tel Aviv’deki büyükelçiliği Kudüs’e taşındığında “Ne Zamana Kadar Ya Rab” isimli ağıtı siyah bir kıyafetle kilisede seslendirmişti.

Şehirlerin Çiçeği isimli şarkısını 1967’de de Arap-İsrail savaşının yenilgisinin ardından Kudüs için “Ev bizimdir Kudüs bizimdir, elimizle Kudüs’ün şanını geri alacağız…” dizeleriyle seslendirmişti.

Geçen ay medyada yer alan bir haber, Arap dünyasının en büyüleyici sesi olan Feyruz’un  oğlunun cenaze töreni için evinden çıktığını ve taziyeleri kabul ettiğini söylüyordu. Uzun süredir dışarı çıkmayan 80 yaşın üzerindeki sanatçının evden çıkması gerçekten haber değeri taşıyordu. Feyruz Arap dünyasının en önemli kültürel sembolü, Arap coğrafyasının sınırlarını sesi ile çizen bir sanatçı. Bu nedenle yıllar sonra dışarı çıkmasına dair haberi okurken bu coğrafyanın acı kaderini müziğinde ses bulan ruhuyla anlatan bu sanatçıyı size biraz anlatmak istedim. Tabii en büyük kaynakçam bir Ümmü Gülsüm ve Feyruz hayranı olanı Prof. Dr. Namık Sinan Turan’dır. Hocam anlatsa eminim çok daha güzel anlatır ve söze  “Arapça konuşulan coğrafyalarda radyoların sabah saatleri Feyruz’a ayrılırdı, akşam üzerleri ve geceler ise Ümmü Gülsüm’ündür.” diye başlardı. Sina Turan Hoca Feyruz’un Aynasında Ortadoğu  isimli makalesinde Feyruz’un farkını şöyle anlatır. “Ümmü Gülsüm geleneğin sesidir. Feyruz ise gelenekten modern zamanlara uzanan Arap müzik geleneğinin başkahramanlarından birisidir. Gelenekten beslenen ama onunla yetinmeyen bir tarzın yaratıcısıdır.”

Ortadoğu ve İslam coğrafyasında kadın konularını çalışan birisi olarak benim açımdan Ümmü Gülsüm ve Feyruz’un hikâyelerini önemli kılan, seslerinin güzelliği kadar erkek egemen bir toplum içinde ses ve müzikleriyle Arap kültürünün bayrağını taşımalarıdır.

Feyruz Lübnan için Baalbek’in yedinci sütunu gibidir. Feyruz halkının yaşadığı her türlü acıyı yaşamış, ülkesini terk etmemiş ve dünyaya bunları sanatıyla anlatmıştır. Müziğiyle dünyaca ünlü müzikholleri dolup taşırmış, Olimpia konseri, Las Vegas konserleriyle bir efsane olmuştur.

Şarkılarının sözleri de öyle sıradan değildir. Lübnan ile Filistin’in ortak yazgısının, iç savaşın, sürgünün ortak belleğini taşır, haksızlığa uğramış toprağından sürülmüş insanların ortak hüznünü anlatır. En önemlisi de dünyanın tepkisizliğine karşı ses verir. Yasın ama aynı zamanda umudun çığlığıdır.

“Ey rüzgâr götür beni vatanıma” nakaratıyla 1968’de bir filmde seslendirdiği “Nessam Aleyna el Hava” isimli şarkı göçmen kuşlar gibi dünyaya savrulan tüm Lübnanlılara, Filistinlilere ses olur. Taşıdığı mesaj öyle güçlüdür ki; bir rivayete göre Feyruz’un “Nassam Aleyna el Hava” şarkısı çalındığında Beyrut iç savaşında silahlar susarmış.

Abartılı sözcüklerin tavırların ardına sığınmadan gerçek bir sanatçının vakur duruşunu temsil eder Feyruz… Binlerce insanın iç savaşta canını yitirdiği bir zamanda Li Beyrut “Lübnan benim sevgili vatanım, severim yoksulluğunla, ihtişamınla seni” sözleriyle iç savaşın acısını kalplere nakşeder. Beyrut’u sevmeye bu şarkı bile yeterlidir.

Ölümün sıradanlaştığı, duvarları kurşun izleriyle bezeli bir şehrin içinde hayata tutunmanın hikâyesini yazar ve yaşar. Yaklaşık on altı yıl süren iç savaşta Lübnan’da – Petra Opereti dışında- konser vermeyi reddeder. 2006 de İsrail Lübnan’ı bombalarken tüm konserlerini iptal eder. Savaş sonrasında ise gerek bağışları ve yardımlarıyla, gerekse konserleriyle ülkesinin toparlanmasında etkisi çoktur.

Sözlerin tükendiği, yavan kaldığı bugünlerde sanatlarıyla dünyanın tepkisizliğine ses veren iki cesur kadın sanatçıyı bir kez daha hatırlatmak istedim.

Gafletten Uyanma

Alev Alatlı ve Biz Kendimiz…

Alev Alatlı’nın Nasihatname’lerinin ikinci cildinde kendisine ‘’Hafazanallah!’’ dedirten Amerikan tarihini anlattığı bölümde İrlanda’nın hikâyesine de yer verir. IRA’nın kardeş örgütü Sinn Fein isimli örgütün isminin İrlanda dilinde anlamının ‘’Biz kendimiz’’, ‘’Ne Yapacaksak, Yalnız Başımıza Yapacağız ” anlamına geldiğini yazar. Alev Alatlı son eseri olan Nasihatname kitaplarında ve birlikte yaptığımız 150 bölümü kapsayan İhmal Edilebilir Nasihatler programının bütününde de bunu söylüyor; ne yapacaksak biz yalnız başımıza yapacağız!

İhmal Edilebilir Nasihatnameler’e bir televizyon programı olarak başladığımızda Alev Alatlı bir taraftan da kitap serisini yayına hazırlıyordu. TRT 2’nin uzun bir aradan sonra tekrar yayına başlaması ve yayına başlarken ilk programlardan birisinin bu olması onu motive eden faktörlerden birisi olmuştu.

Alev Alatlı’nın zihni salınımlı çağrışımlı çalışırdı. 1992’de tanıştık, sonraki dönemlerde Türkiye’nin çeşitli kritik aşamalarında yakınlaşan, zamanla pek çok konuda sınanarak pekişen dostluğumuz kalıcı hale gelmişti. Yaptığımız sohbetlerde müthiş bir bilgi ve yorum dağarcığı olduğunu biliyordum. Eğitimi farklı disiplinleri kapsayacak şekilde çeşitli, bilgisi de tek bir alanla sınırlanmayacak kadar güçlüydü. Roman onun bu bilgiyi transfer etmek için bulduğu yöntemlerden sadece birisiydi. Sohbetlerinde laf lafı açar ve gittiğiniz her yerde size sunduğu şaşırtıcı bilgilerle karşılaşırdınız.

Bu bilgi dağarcığını, en önemlisi de muhakeme ve yorum gücünü yazarak paylaşmayı bilgisinin zekatı olarak görüyordu. Bu duyguyla onu televizyon programına ikna etmeyi bir hayli uğraşarak başardım. Bir diğer zorluk da Alev Hoca’yı evden çıkarmaktı. Bir anlamda yazı odaklı olarak münzevi yaşayan bir yazardı. Genellikle biz ona giderdik. TRT2’nin açılışıyla başlayan İhmal Edilebilir Nasihatler programında da esnek hareket ettik. Bazen o stüdyoya geldi, bazen biz onun evine yayın araçlarımızla gittik. Bazen evde, bazen bahçede, bazen de stüdyoda çektik programı. Bazen ara verdik, bazen iki program üst üste çektik. Bu noktada TRT2 yönetimine uyumlu yaklaşımı için minnettar olduğumu söylemek isterim. Eğer öyle olmasaydı program devam etmezdi.

Program başladıktan dört bölüm sonra Süleyman Seyfi Öğün’e bize katılması için teklif götürdüm. Bizi kırmadı ve programın can damarlarından birisi oldu. Alev Hoca’yla bazen ters düşerlerdi. Bu tartışmaların da verimli konuları açtığını gördüm. Alev Hoca’nın deyimiyle “organik ve olduğumuz gibi bir program” yaptık. Ne yaptık? Her şeyden önce bir davamız vardı; o da Türkiye idi… Her konuda dönüp dolaşıp “bize faydası ne olacak” sorusunu soruyorduk.

Programlara bugün için de çok önemli bir konu; popülizm ile başladık. Batı siyasetinin popülizme teslim oluşu, ırkçılığa dönüşünü konuşurken dünyadaki hakim Batı zihniyetini adeta arkeolojik bir kazı yaparmışçasına ele almaya başladık. Alev Alatlı’nın Japonya’dan Amerika’ya uzanan interdisipliner; ekonomi, felsefe, dilbilim, teolojiyi kapsayan uzun bir eğitimin içinden gelen birikimi, muhteşem bir Türkçeyle bambaşka bir formatta bir televizyon programına dönüştü. İzleyiciye “İster dinleyin ister dinlemeyin.” dedi ama kulağımıza küpe olacak yüzlerce nasihat ve içerik bıraktı bize ve Türkiye’nin geleceğine…

Batı zihniyet tarihine farklı bir bakışla yaklaştı. Programlarda nerede olduğumuza ya da nereye sürüklendiğimize dair dair koordinatlar, kimlerle yan yana ya da karşı karşıya olduğumuza dair silsileler konuşuldu. Nasıl bir dünyanın içindeyiz, görünenin arkasında ne var, kimler var, bunlar nelerle ilişkili? Bunun da ötesinde şimdi ve gelecekte neleri nasıl etkileyecek? Programlarda etimolojisinden başlayarak büyük bir sembolik açılım, kod okuma ve çözüm buluyorsunuz.  Hem de bir nefeste, adeta çizilen bir resmin içinde .

Alev Alatlı bize yeni bir tarih okuması ve dünya resmi çizdi… “Batı ve doğu kavramlarının da kurgusal olduğuna” inandığı için alışıldık bir Batı karşıtlığı yapmadı, çözümledi ve “işte peşinden gittiğiniz bu” derken “ne yapıyorsanız bilerek yapın” öğüdünde bulunuyordu.

“Bir dönemi anlatmak sadece tarihçilere bırakılmamalı.” diyen Alatlı özetle “tarihten bir kesiti değil hepsini bir bütün olarak” göstermeye çalıştı. Bilgi arka planı olmayan entelektüel gevezeliğin prim yaptığı, İnternet oligarşisinin fikirlerimize hakimiyet kurduğu, nihilizmin kuşattığı bir çağda “Mitoloji bilmeden din anlaşılmaz.” diyerek;

Avrupa tarihinde paganlık ve Hristiyanlığa dair bugün de devam eden kültürel kodlara,

Yahudi-Hristiyan sembollerle örülü yeni dünya düzenine,

dünyada devam eden derin aristokrasi örgüsüne,

kapitalizmin insanla kavgasına,

popülizme, kutuplaşmaya, siyasetlere değin

ve hepsinin bütününde Anglosakson dünyaya derinlemesine paralel kurguyla holistik bir bakışı ekrana taşıdı.

Bu özet programa dair sadece ipuçları verebilir. Programın kitap haline gelmesinde ise pek çok kişinin emeği var. Burada TRT 2’nin yeniden yayına geçme aşamasında emeği olan ve Alev Alatlı’nın çok sevdiği Selman Yılmaz’a, sonraki TRT 2 ekibine TRT Genel Müdürü Zahit Sobacı’ya, TRT 2’de görev yapan ve Alev Hocama saygı ve sevgide kusur etmeyen tüm ekibe, hiçbir zahmetten çekinmeyen editörümüz Büşra Sönmezocak’a ve program başladığından beri tüm metinlerimizi takip eden kitabın da editörlüğünü tam Alev Hoca’nın istediği gibi yapan Deniz Şahin’e ve emeği geçen tüm ekibe teşekkürü borç bilirim.

İhmal Edilebilir Nasihatler bir televizyon programı olmanın ötesinde derdi ve davası olan insanların elinde hayat buldu.  “Biz kendimiz olarak nasıl başarırız” sorusuna bir giriş oldu. Eğer izlemediyseniz ya da dinlemediyseniz bildiğiniz tüm ezber bilgileri bir kenara atın okuyun derim.

Gafletten Uyanma

Malezya Yolunda Notlar…

Malezya’da Malaka’da yıllar önce bir nişana şahit olmuştum. Gelin almaya damat tarafı tepah sirih denilen hediyelerle geliyorlardı. Bu bettlenut (betel cevizi), bettlenut yaprağı, limon ve yemişler dolu bir kutuydu. Malay kültüründe bir çeşit buzları eritme ve diyalog başlatma girişiminin sembolü olan bu kutuyu kız tarafının kabul etmesi evliliği onayladıkları anlamına geliyordu.

Malezya için buzları eritme, diyaloğu başlatma, siyasetten aileye her alanda ortak bir davranış modeli. Ülkenin politikasını biçimlendiren en önemli kavram “İslam hadhari.” “Hadhari” kavramıyla tanımladıkları resmi devlet ideolojilerinin; İslam’ın “eşitlik, adalet ve hakkaniyet” şeklindeki temel değerlerinden hareketle çözümler üretmek olduğunu söylüyorlar.

Palmiye ormanlarının çevrelediği ultra modern şehirleri, kendine has güzellikleri, hızlı ve istikrarlı ekonomik büyümesi ile Malezya dikkat çekici bir ülke. Ülkenin inşasında kalkınmayı İslami prensipler üzerinden kurgulayan ve tüm toplum kesimlerini arkasına alan, 1981-2003 ve 2018-2020 yıllarında başbakanlık yapan Mahathir Muhammed’in politikalarının payı büyük.

Ülkenin geçmişini şekillendiren Avrupa sömürgeciliği olmuş. 400 yüzyılı aşkın süre önce Portekizlilerin ardından Hollandalıların ve son olarak İngilizlerin hâkim olduğu ülkede Malaka şehrinin sembolü olan Hollanda yeldeğirmenleri sömürgeci geçmişin izlerinden sadece birisi. 1957’de bağımsızlığını kazanan Malezya’da  İngilizlerin işgücü olarak getirdiği Çinli ve Hintliler ülkedeki  etnik dağılımı bir hayli etkilemiş.

Siyaset “Bumi Putra” yani toprağın prensi denilen Müslüman Malayların elinde. Eğitimden, mülk edinmeye, ticarete pek çok konuda Malayların imtiyazları var. Ülke dönüşümlü bir meşruti monarşi sistemiyle yönetiliyor. 13 eyaletin her birinin bir sultanı var. Sultanlar sırayla ülkenin kralı oluyor.

Malaysia Boleh (Malezya Yapar) ülkenin sloganlarından birisi.

Asya kaplanları ile birlikte 1997’de girdiği ekonomik krizi, IMF borçlanmasını alt eden, turbo kapitalizmin çarklarından yenik ülkeler klasmanına düşmeden, kendine özgü bir modelle çıkmayı başaran bu güzel ülkeye dair notlara devam edeceğim…

SONU ZORLAYANLAR

ABD Başkanı Trump’dan akla ziyan açıklamalar gelmeye devam ediyor. Amerika’nın 21 trilyon dolarlık üretimini neredeyse yakalayacak olan Çin’e rağmen dünya hegomonu olamayacağı ortadayken ülkesini bir şirket gibi yöneten Trump’un yeni bir dünya savaşını zorlamaya çalışması da kaçınılmaz görünüyor.

Artık sorun ideolojik değil ekonomik. Tekno kapitalizmin gelip dayandığı yer sistemin kendisi olmuş durumda.

Trump koltuğa oturduğundan beri Çin ile savaşıyor. Çünkü; Çinli bir şirket 100 gbsp’lik rekor bir veri akış hızına ulaşarak uydu verilerini dünyaya aktarmak konusunda Elon Musk ve Starlink’i geride bıraktı. TikTok’un ana şirketi ByteDance yalnızca tek bir fotoğrafla gerçekçi videolar elde edebilen programını piyasaya sürdü. DeepSeek nedeniyle yapay zeka devi Nvidia Amerikan borsasında en büyük düşüşü gördü, teknoloji hisseleri toplam 1 trilyon dolarlık değer kaybına uğradı. Sosyal medya uygulaması RedNote Amerika’da App Store’da ücretsiz uygulamaların ardından  bir numaraya yükseldi.

ABD’nin gözlem uydusu Çin’in gizlice dünyanın en büyük nükleer füzyon lazerini inşa ettiğini ortaya çıkardı. Bu tesis ABD’deki benzerinden kıyaslanamayacak derecede büyük. İstihbarat uydu verilerine göre Pekin’de devasa bir savaş zamanı askeri komuta merkezi inşa edildiği ortaya çıktı.

Çin’in sonsuz enerji üretmeyi hedeflediği yapay güneşi nükleer füzyonla kendi dünya rekorunu kırdı. Ocak ayının başında Çin altıncı nesil savaş uçağının ilk uçuş testini gerçekleştirdi…

KAPİTALİZMİN KRİZİ

Theatcher ve Reagen ile zirveye ulaşan neoliberalizm 1980’li yıllardan bugüne çok yol katetti. IMF denetimi ve dayatılan modeller bunun yol açtığı krizler 1990’lı yıllara damgasını vurmuştu. 1997’de Tayland’dan başlayarak, Malezya ve Filipinler de dahil çok sayıda ülkeyi kapsayan Güneydoğu Asya krizinde olduğu gibi o vakte kadar Asya kaplanları olarak bilinen ülkelere IMF kapitalin girip yüksek faiz alabilmesini sağlamıştı…

2008’de ABD’de başlayıp küresel bir hal alan finans kriziyle birlikte kapitalizmin krizi giderek derinleşti. Kapitalizm kendi sistemini kurtarmaya odaklandıkça ülkeler daha çok krize sürüklendiler.

Bugün gelinen noktada ABD’yi yakalayan Çin Trump’un hedef tahtasında. Çin dengeleri değiştiren en büyük aktör. Her geçen gün daha yükseğe odakladığı teknolojik sıçramalarıyla Amerika’nın en büyük rakibi haline gelmiş durumda.

Çin ile Batı’nın çatışma geçmişi de çok travmatik. Öyle ki Afyon Savaşları olarak bilinen savaşın zengin ettiklerinden Astor ailesinin mutemedinin Escobar olduğu söylenir.

Diğer taraftan kültürel olarak da “milletlerin rahmi” denilen Çin yekpare toptancı tanımlar ve kavramlarla anlaşılabilecek bir ülke de değil.

Dini inanışları Konfüçyüs’ün formüle ettiği ataların yolu gibi kavramlara dayanıyor. Geçmişin doktrinine sadık kalıyorlar gelecek politikalarında da oradan ilham alıyorlar.

Zamanında teknikte, bilimsel düşüncede Batı dünyasının binlerce yıl ilerisinde olmuş Çin şimdi kaybettiği yılları kapatıp daha ileriye gitmeye hazırlanıyor.

Bu yolculukta Güneydoğu Asya ülkeleri kilit rol oynuyor.

Gafletten Uyanma

Kimlikler Eriyor Mu?

Yukarıdaki başlığı bana attıran, 2024 yılı içinde iki farklı kesimden araştırma grubunun değerlere ve kimliklere odaklanan araştırması oldu. İki araştırma da siyasetin yeniden okuması gereken bulgular içeriyor.

Söz konusu edeceğim ilk araştırma Bekir Ağırdır başkanlığında Veri Enstitüsü tarafından yapılan “Türkiye’nin Değişen Yüzü – 2024” başlığını taşıyor. Bu araştırmanın odağında seçmen davranışına yön veren kimlik ve değerlerin değişimi yer alıyor. Değişimin en çarpıcı sonuçlarından birisi değerlerin eskisi kadar açıklayıcı olmadığının ortaya çıkması. Değerler artık oy verme dahil kişilerin davranışında ilk belirleyici etken değil. Değerlerin yerini ise algılar ve beklentiler alıyor.

Yeni dünya yeni değerler ve yeni kimliklerle şekilleniyor. Değerler sıralaması değişiyor. Artık net duruşlar, keskin ayrımlar yok! Her şey görece! Tutarlılık aranmıyor! İç içe geçmiş kimlikler ya da başat kimliğe muhalif eylemler davranış ve tutumlar görülebiliyor.

Araştırmaya göre sadece değerler değil, modernlik gibi kavram ve tanımlar da göreceli hale gelmiş durumda. Birçok kavram, model, davranış şeması ve kategorisi anlamını yitiriyor. Toplumsal ve sınıfsal kategoriler farklılaşıyor.

Görülüyor ki değer ve tutarlılık beklentisi eski dünyada kalmış durumda. Böyle bir zeminde davranış biçimlerini tahmin etmek ve anlamak da kolay olmuyor.

Bekir Ağırdır, anlamayı kolaylaştırmak için araştırma yöntemlerinin, biçimlerinin ve değerlendirmelerin farklılaşması gerektiğini söylüyor. Bu araştırmada da verilere çok katmanlı bir yöntemle yaklaşılıyor:

“İkinci kısımda gelir seviyesi ya da sosyo-ekonomik statülerin tutum ve davranışlardaki farklılıkları açıklayıp açıklamadığını inceliyoruz. Hâlâ şirketler ve uygulamaların çok büyük kısmında A-B-C1-C2 şeklinde giden SES (sosyo-ekonomik statü) kümelerini kullanıyoruz. Ancak bugünkü hayat, çok kimlikli bir hayat. 28 yaşındaki genç bir kadın; beyaz yakalı çalışan, anne, inançlı, Türk, yeşil aktivist, vejetaryen, yoga düşkünü, kripto para yatırımcısı olabilir. Her bir alanda ve konuda farklı kimlikleriyle, farklı motivasyon ve öncelikleriyle davranış gösteriyor. Dolayısıyla bu genç kadını bir kümenin içine tıkıştırmak yerine, çok kimlikli, çoklu öncelikleri, tercihleri ve tutumları olduğunu dikkate almak gerekiyor.”

Bir başka bulgu da tereddütler ve davranışlara yansıyan ikircikli tutumlar. Bekir Ağırdır, bu sonuca şöyle bir yorum getiriyor: “Bireyler bazı konulara dair duyarlılıkları artıyor ama bunu gündelik hayatlarında ve özellikle de ortak yaşam alanlarında göstermek, uygulamak konusunda ikircikli davranıyorlar.”

Araştırmacılar, daha net bir veri çıkarmak için davranış kümelerine de odaklanıyor. Ortaya çıkan şey ise melez ve gri alanlar. “Bireyler ister tüketici, isterse de çalışan, abone, okur, müşteri, seçmen olsun, geleneksel kategorileştirmeler, soyutlamalar ve kimlikler dışında gündelik hayat pratiklerinde melez alanlar, gri alanlar oluşturuyor.”

Bu veriler, tutarlı olmanın değer kaybettiği; tutarsızlığın yaygın görüldüğü bir toplumu resmediyor.

Bekir Ağırdır’a göre bugünün karmaşıklığını tek bir araştırma, yöntem ve disiplinle kavrayabilmek mümkün görünmüyor. Çoklu yöntemlerle, çoklu kaynaklarla, çoklu iş birlikleriyle, çeşitliliği zenginleştirilmiş verilerle toplumu anlamaya çalışmak gerekiyor.

POLİTİK YELPAZEYİ TANIMLAYAN KİMLİKLER DEĞİŞİYOR

Bu yazıda söz konusu edeceğim ‘değer’ eksenli araştırmalardan bir diğeri de Ankara Sosyal Bilimler Vakfı tarafından, Beşir Atalay, Ömer Demir, A. Ömer Toprak ve Cem Eyerci tarafından yapılmış. “Türkiye’de Kimlikler: Din, Ekonomi ve Siyaset – 2024 Değerler Araştırması” benzer konulara dikkat çekiyor. İnsanın bugün tek bir kimlikle tanımlanamayacağı konusunda yukarıdaki araştırmayla hemfikir.

“Geçmişte toplumu incelemede işlevsel olan bazı kimlikler artık eskisi kadar işlevsel değil; bunların dışında kalan bazı kimlikler genel kabul görmeye başladı, politik yelpazeyi tanımlayan kimlikler değişti.”

Genel tanımlarla baktığımızda; modern kimlik en yaygın kimlik. Bu kimliği kendine uygun görmeyenlerin oranı %13. Yani muhafazakârı, dindarı, çoğunluk kendini modern olarak tanımlıyor. Diğer yandan toplumun yarısından fazlası muhafazakâr kimliği kabul ediyor. Muhafazakâr kimlik karşıtlarının oranı %28. Modern-muhafazakâr çatışması bitmiş.

Kemalist, sağcı ve solcu kimlikler geçerliliğini yitirmiş durumda. “Atatürkçülük” daha önce ayrıştırıcı bir kimlik olarak öne çıkarken, şimdi toplumun çoğunluğu (%71) tarafından sahipleniliyor.

Bir taraftan modern olarak kendini tanımlayanların oranı yüksek diğer taraftan da modernleşmeye dair tepkisel sonuçlar da artıyor. Ancak bu tepki, Batı’daki “woke” kültürüne olan tepkiye benziyor. Geniş halk kesimlerinin üzerlerinde baskı kuran Batı hayranı ulusal elitlere olan tepkiler Batı karşıtlığı olarak ifade edilebilir.

Hayatın içinde bariz görülmeyen bu tepkinin siyasal alanda güçlü biçimde ortaya çıkması ilginç bir sonuç. Küresel bir eğilim olan bu tablo, her ülkede küçük bir azınlık olan ama yönetimi elde tutan seküler elitlerin geniş kesimlerin yaşam tarzı üzerindeki baskısına verilen tepki olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda araştırma raporunda sosyolog Peter Berger’in “ironik bir şekilde dine yönelimin bir yönüyle dini olmayan bir gerekçeye dayandığı” tespitine de atıfta bulunuluyor.

Bu çerçevede, “Devlet din işlerine hiç karışmamalıdır” görüşüne sekülerler %67.2, muhafazakârlar %50.9 oranında katılıyor. Aradaki fark ise çok anlamlı: 6.3 puan.

“Devlet işlerinde dindar insanlar daha çok söz sahibi olmalı.” görüşü ise en çok farkın olduğu konu. Devlet yönetimiyle ilgili dindarlık, ayırt edici bir kriter olarak algılanmıyor. Toplumun %70’i kendisini dindar ya da inançlı olarak tanımlıyorken, devlet yönetiminde daha fazla dindar olması gerektiği görüşüne katılım bu oranda değil. “Ahlâklı bir birey olmak için dindar olmak gerekir” görüşüne katılanların oranı, muhafazakârların içinde %50’nin altında. Demokrasiye inanç konusunda ise muhafazakârlar ve modernler arasında fark çok az.

Temel hak ve özgürlükler ile ülke savunması denkleminde büyük çoğunluğun ülke savunmasını öncelediği görülüyor.

Nükleer santral taraftarlığı, iki kimlik arasında ayrışmanın yaşandığı alanlardan biri.

Göçmenler, farklı kimliklerin birleştiği temalardan birisi. Farklı kesimlerin birleştiği konular arasında Batı’ya bakış, küreselleşme sorunları, iş dünyası ve serbest piyasa ekonomisi yer alıyor.

Batı dünyasının insan haklarını bir baskı unsuru olarak kullandığına dair yaygın kanaat; %67 ile üzerinde birleşilen nadir konulardan biri.

“Bireyi ve başarıyı daha çok vurgulayan bir anlayış olarak muhafazakâr kimliğin içerik olarak diğer kimliklerden daha çağdaş çıkması” da araştırmanın ilginç sonuçlarından biri.