Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Bu başlık, değerli tarihçimiz, tek partili dönemler ve İsmet İnönü dönemi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Cemil Koçak’ın kitaplarından birisine koyduğu isim. Cemil Koçak kitabın girişine şu cümlelerle başlıyor: “Artık öğrendim psikolojik savaşın önemli bir unsuru; yalan ve iftira. Sık denenir. ‘Ya tutarsa misali” … Cemil Koçak’ı bir tarihçi olarak bu iftiraların hedefi haline getiren şey yakın tarihimize ait uyduruk tarihçiliğe olan itirazıdır. Uydurma sözleri ifşa etmesidir. Bazen de belgelerin yanılttığı tarihçileri yazmasıdır.  En önemlisi de “görülen lüzum üzerine”, ”ihtiyaç halinde” tarih yazımına karşı çıkışıdır.

Sadece yazarlar değil, tarihi okuyucuları arasında da manşetlerden anlatılan  uyduruk tarihçiliğe itirazlar giderek yükseliyor. Artık herkes görüyor ki bu geçmişi eğip bükerek yazmak nesillerin aklı-selim düşünme yetisini de etkiliyor. Bu dürüst olmayan tarih algı ve aktarımının bizim de kuyumuzu kazdığına olan inancımı paylaşmak isterim. Bu velev ki yakın tarih olsun. 27 Mayıs Darbesi de bunlardan birisidir. Sebep ve sonuçlarının manşetlerin dışında değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Görünen artçıları ise aşağıdaki gibi gelişmiştir.

27 MAYIS ARTÇILARI…

Türkiye’nin ilk darbesi ile 27 Mayıs 1960’da yapıldı. 1958’de Kara Kuvvetleri komutanı olan ve 3 Mayıs 1960’da Milli Savunma Bakanı’na ‘alınması gerekli tedbirlerle’ ilgili 10 maddelik mektup göndermesinin üzerine emekliye sevk edilmek üzere izne çıkartılan Cemal Gürsel, ihtilali gerçekleştiren subaylar tarafından İzmir’den uçakla Ankara’ya getirilip Milli Birlik Komitesi’nin başına geçirilir. 28 Mayıs’ta devlet ve hükümet başkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı yetkilerini üstlenerek yeni hükümeti kurar. 10 Ekim 1961 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı seçilir. Bu süreçte parlamentoyu feshedilir, Demokrat Parti kapatılır.

İDAMLAR-SİYASİLERE MESAJ

14 Ekim 1960’ta başlayıp, 15 Eylül 1961’de karara bağlanan Yassıada duruşmalarında aralarında Celal Bayar’ın da bulunduğu 15 kişi idam cezasına çarptırılır. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamı onaylanır. İdamlarla, gelecekteki siyasilere yönelik de bir gözdağı verilir. İdamlardan bir ay sonra 15 Ekim 1961’degenel seçim yapılır…

CHP’NİN TALEPLERİ HAYATA GEÇTİ

CHP’nin 12 Ocak 1959’daki Büyük Kurultayı’nda ilan edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”nde yer alan birçok fikir 1961 Anayasa’sında yer bulur. “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti;” diye başlayıp; “….Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.” diye biten Anayasa’nın başlangıç bölümü darbeyi adeta meşrulaştırır.

Yeni Anayasa ile çift meclis uygulamasına geçilerek, TBMM’nin Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşması öngörülür. Çoğunluk sistemi ile seçilen 150 üye ve eski Milli Birlik komitesi üyeleri ile cumhurbaşkanı tarafından atanacak 15 üyeden oluşan Senato bir denge-denetim-fren mekanizması olarak siyasi sisteme eklenir. 1961 Anayasası ile getirilen hak ve özgürlüklerin bir bölümü 12 Mart Muhtırası’nın ardından 71-73 yıllarında yapılan anayasa değişiklikleriyle geri alınır.

İdamlardan 1 ay sonra yapılan ve Adalet Partisi oyların %34,7’sini, CHP %36,7’sini aldığı seçimlerden sonra Cemal Gürsel duruma bir daha müdahale eder. Gürsel’in siyasi parti temsilcilerini imzalamaya zorladığı “Çankaya Protokolü”nün ardından Gürsel Cumhurbaşkanı seçilir, İnönü Başbakan olur. 1965 ve 1969’daki seçimleri başında bulunduğu Adalet Partisi ile kazanan Süleyman Demirel rövanşını 1973’te alır. Askerlerin Cumhurbaşkanı adayı Faruk Gürler’e karşı, Bülent Ecevit ile anlaşır ve Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı olur.

12 Mart Muhtırası’nın ardından yapılan seçimlerle birlikte koalisyon hükümetleri dönemini de başlar. 1973 seçimi sonrası 1. Milliyetçi Cephe hükümeti olacak AP-MHP-MSP koalisyonu, 1977’de de Demirel’in başbakanlığında AP-MSP-MHP’den oluşan 2. Milliyetçi Cephe Koalisyonu kurulur.

Sonuç olarak; 1980 darbesine giden kardeşin kardeşi öldürdüğü, gencecik çocukların birbirini öldürdüğü, asıldığı, gizli ellerin suikastlerle ülkeye biçim vermeye çalıştığı ve tüm bunları bir günde sonlandıran 1980 darbesinin yolu 1960’dan geçmektedir. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği, Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin adaya müdahale etmek zorunda kalacağı bir safhaya gelmesi ve daha pek çok dış gelişmeyi içerdeki sürece odaklandığım bu akışa ilave edemedim… Ama şüphesizki ikisine birlikte bakmakta fayda var…

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Türk’ü Ne Tanımlıyor?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Türk’ü Ne Tanımlıyor?

Avrupa Parlamentosu Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini askıya alma çağrısında bulunan raporu kabul etti. Çarşamba günü yapılan bu oylamaya ilişkin haberi okurken Hollanda’da bir hukuk profesörü olan Peter Rodriguez ile yaptığım röportaj aklıma geldi. “Mülteci akını Avrupa’yı ikiye böldü. Schengen anlaşması gereği bütün ülkelerin mültecileri kabul etmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Üye ülkeler kendilerine uyacak çözümler arıyorlar. Bu uzun vadede farklı konularda da olabilir.” Birliğin ortak zemininde mültecilerle başlayan çatırdamanın devam edeceğine işaret etmişti. Murphy Kanun: Bir çatlak varsa illa ki büyür… Avrupa’da sayıları da oy oranları da her geçen gün artan aşırı sağ partilerin her ülkede iki ortak hedefi var: “Müslüman mülteciler gitsin ve Avrupa Birliği’nden çıkılsın.”

Benim neslim için her ülkenin parasının ayrı olduğu zamanlar çok eski değildir. Ardından Euroya geçiş ile birlikte birçok ülkede halk ekonomik sorunlarını bu birleşmeyle ilişkilendirdi. Bu aynı zamanda ‘yeni sağ’ dediğimiz akımların geri dönüşüyle aynı tarihlere denk gelir. O dönemde ortak bir Avrupa dilinin inşası dahi konuşuluyordu. Sınır kontrolleri, pasaportlar kalkmış tüm Avrupa birleşmişti. Ulus devletlerini tek tek inşa eden Avrupa şimdi de 500 milyonluk bir millet inşa ediyordu. (Bu millet inşasında bizim ne işimiz vardı sorusu ayrı bir bahis.) Ama tutmadı ve geri tepti… Şimdi bunun lafı dahi edilmediği gibi tam tersi söylem rağbet görüyor. Halklar eski hallerine dönüş özlemi taşıyorlar. Avrupa’da sağ partiler ikinci sıraya yükselirken sol ve liberalleri artık halk değil statükoyu sağlayan yapılar ayakta tutuyor. Tüm bu süreçte Avrupa Birliği’ni Amerikan-İngiliz siyasetinin ortaya çıkardığını da akılda tutalım. Bu işin bir tarafının da ulus-devletlerle sermayenin arasındaki ittifakın bozulması olup olmadığını da düşünelim.
Kurumlar da insan gibi eskir, yıpranır, artık ihtiyaç hissedilmez. Şu anda Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın kendisi ihtiyaç hissediyor mu? En önemlisi de Amerika ihtiyaç hissediyor mu? Avrupa’da ki yeni sağ akımların Amerikalı ideologlarla bağlantılı bir şekilde geliştiğini de göz ardı etmeyelim. Asıl soru; Avrupa’nın ulus- devletlerinde yeni sağ ile geri dönen duygu milliyetçilik olarak adlandırılabilir mi?

Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Alman filozof J. G. Herder tarafından kullanılmış, 19. yüzyıldan itibaren de ulus-devlet kavramının en önemli bileşeni olmuştu. Bir devletin millet esasına dayalı olması fikri 19. yüzyılda Avrupa’da 20.yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’de hakim düşünce durumuna geliyor. Modern dünyanın bir kavramı olan ‘nation’, Türkçe’de ‘millet’ kelimesiyle karşılanmış, bu kelime dini içeriğinden soyutlanarak sosyolojik ve siyasal bir kavram olmuş. Bunun eş anlamlı kelimesi olan ‘ulus’ kelimesinin kökenine dair tartışmalarda Abdülkadir İnan kelimenin Türkçe olduğunu söylüyor. 8.yüzyıl Kül Tigin anıtlarında rastlandığına, Kaşgarlı Mahmut’un da “uluş” kelimesini Çingilce “karye”, Agruca “şehir” diye açıkladığına dikkat çekiyor: “Eski Türkçede şehir anlamına gelen uluş kelimesi Moğol istilasından sonra ş / s değişimiyle ulus şeklinde yayılmış ve halk, kavim, millet (Türk ulusu vs.) devlet (Çağatay ulusu gibi) anlamlarını ifade etmiş.”

(Dikkatimi çeken bir not olarak konu dışı da olsa aktarmak isterim. Abdülkadir İnan 1936’da Mustafa Kemal tarafından Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Türk lehçeleri profesörlüğüne getiriliyor, 1944’te Türkçülük ve Türk milliyetçiliği davası sebebiyle Hasan Ali Yücel tarafından görevinden alınıp okutman olarak görevlendiriliyor. 1948’de fakültedeki görevine son veriliyor. Durum TBMM’ye intikal edince bir süre öğretim görevlisi olarak çalışıyor. 1955’te oradaki görevinden de alınıyor. Aynı zamanlarda Türk Dil Kurumu’ da baş uzman olarak devam ettiği çalışmalarına da dilde tasfiyeciliğe karşı olduğu için son veriliyor.)

Milliyetçiliğin analizini en iyi siyaset bilimciler yapar elbette. Onu onlara bırakalım. Ancak milliyetçiliğin içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandıran bir ‘temsil sistemi’ olduğunu ve milli/ulusal kimliklerin sürekli olarak yeniden üretilerek var olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. 2000’li yılların başında “milliyetçiliğin sonunun gelmesi ya da gücünü yitirmesi” beklentisi siyaset ve fikir dünyasına hakimdi. Ancak bugün tam aksine, gücünü arttırarak toplumsal dünyanın neredeyse en muteber değeri olmayı başarması üzerine yeni analizlere ihtiyaç var.

Bana bu konuyu yazdıran sebep bizde bir taraftan milliyetçiliğin artık çağının geçtiği söyleyen analistlerin sayısının artması, diğer yandan da kendini milliyetçi olarak tanımlayanların oranının yükselmesidir. Kendini milliyetçi olarak tanımlayan gençlerde oran neden bu kadar yüksek? Siyaset bilim profesörü Süleyman Seyfi Öğün hocanın dediği gibi Türkiye’de olay milliyetçilikten ziyade devletçilik mi? Dış tehdit algısının artması mı milliyetçiliği tetikliyor? 

Diğer yandan siyasi partiler içinde kendini milliyetçi olarak tanımlayanlar hangi milliyetçiliği sunuyor? Sundukları milliyetçilik tanımı, kendini milliyetçi olarak tanımlayanların beklentisi veya algısı ile ne kadar örtüşüyor? Yeni olan ne?
Kemal Tahir’in Çorum ağzıyla tanımladığı bu “deli tepelek Türk’ü şimdilerde ne tanımlıyor? Bu sorularla bu bahsi noktalıyorum.

 

Kıyameti Çağırmak ve Yeni Dünya Düzeninin Yahudi-Hristiyan Sembolleri

Kıyameti Çağırmak ve Yeni Dünya Düzeninin Yahudi-Hristiyan Sembolleri

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Kıyameti Çağırmak Ve
Yeni Dünya Düzeninin Yahudi-Hristiyan Sembolleri

AB: 21. Yüzyılda, efsaneler, hurafeler, büyüler, simyacılar hiç olmadıkları kadar gündemde… Onlarca sözlü-yazılı edebiyat eseri, tarihi yeniden yazabilecek devasa fonlar, arkeoloji kırıntılarından ortaya çıkan çok satan romanlar, diziler, filmler, senkretik; tahrif edilmiş, bağdaştırılmış, birleştirilmiş bir din pazarına katkı sağlıyor. Yahudi Hristiyan sembollerle örülü yeni dünya düzeninin dilini çözüp, kendimizi koruyabilmek için ne yapmamız gerekir? Alev Alatlı geçen bölümlerde bu konunun üzerinde durmuş ve Yehova’nın nasıl bir Tanrı olduğundan söz etmişti. Bu bölüme bu sorularla başlamak istiyorum. Yahudiliği ve Yehova’yı tanımak neden önemli? Tarihe dikkatlice baktığımızda uydurulan düzmece olayları, hainleri ya da kahramanları nasıl tanıyabiliriz? Bize neyi empoze ediyorlar?  Bu sorular ve daha fazlasını Alev Alatlı’ya soruyoruz.  

Hocam bu sorulara geçmeden önce bir kitaptan söz etmek istiyorum. Pınar Yayınları’ndan çıkmış, “İslamofobi İmparatorluğun Siyaseti”. Bu günlerde çok da gündemde olan bu konuya Amerika uygulamalarıyla bakıyor. Yazarı Deepa Kumar.

AA: Müthiş, yani yenilenmiş Edward Said diye bakılabilir. Çok değerli bir çalışma. 

AB: Deepa Kumar’ı bundan sonra biz de izleyelim notunu düşerek Yahudilik konusuna kaldığımız yerden başlayalım isterim.  Yahudiliği tanımak neden bizim için önemli?

Neocon Kafa Yapısı İle Yahudiliğin Bağlantısı

AA: Şimdi bunun karşılığını şöyle vermek lazım. Çünkü denir ki – bunu  da diyen Israel Shahak-, “Yeni dünya düzeni dediğiniz şey klasik Yahudiliğe geri dönüştür.”

AB: Israil Shahak  Yahudi Tarihini yazan bir Yahudi olduğunun altını çizelim.

AA: Yani söylemek istediğim şu ki; “Yeni dünya düzenine bir diğer bakış, klasik Yahudiliğe geri dönüştür”, denir.  Bunu dediğiniz zaman bir durup bakmak lazım, ne oluyor diye… İkincisi de Neocon kafa yapısı ile Yahudiliğin bağlantısı nasıl kuruldu? Ama şunu hemen söylemeliyim ki; bizim işimize yarayacak mı bu bilgiler diye bakmamak lazım. Bir genel nasihatim ya da uyarım, ikazım olacak gençlere. Bir konuyu illa ki belirli bir sebepten dolayı öğrenmemek lazım, çünkü Allah’ın yolları belli olmuyor. Okuyorsunuz, hiç beklemediğiniz bir şey karşınıza çıkıyor, şimşek gibi geliyor, oradan fışkırıyor, başka bir yol çıkıyor önünüze. Bu da bir mesele çözmenize yarıyor. Bir biçimde ülkenize değen, şahsınıza değen, inançlarınıza değen, ne olduğunu anlamak.

AB: Belki de bu nedenle uzak olduğumuz konuları burada konuşarak tavsiyenizi yerine getiriyoruz. Yehova’yı kitaplarınızda anlatırsınız. Burada sözünü ettiğiniz  “Yehova Kafası” nedir?

 AA: Nekrofildir (ölüsevici) Yehova kafası…   “Nuke Türkiye” çok erken yazılan bir kitap. Bu kitapta biri Yahudi ve biri, bir Hristiyan mezhebi olan Üniveryan mezhebinden karı koca, Pavloviç’ler Türkiye’ye gelir. Ve üç taraflı işler. Bir taraftan Yahudi olanın inançları, diğer taraftan Evanjelist türü kadının inançları,  bunların birlikteliği, artı Türkiye anlatılır. Ve bunlar sonunda ‘Nuke Türkiye’ derler. Yani ‘Türkiye’ye nükleer bomba atın, ölsün’ diye… Ve buradan kaynaklanan düşmanlığın kitabıdır bu. Ve çok ilginçtir, kaç sene evvelinden sanki İslamofobiyi tanımlayan, öngören bir kitaptır bu. Kitabın başlangıcını ben okuyacağım. Çünkü niye Yahova dediğimiz için. Bu tekvinden: Tekvin 22.  Sure, 16 ve 18. ayetler bunlar. Şimdi Yahova şunu diyor: “Kendi adıma yemin ederim ki”, şimdi bir durun ve kendi adına yemin eden bir Tanrı nasıl bir kavram, ona bir bakın… “Kutsadığım zaman seni kutsayacağım. Döllendirdiğim zaman senin tohumlarını yeryüzündeki yıldızlar, kıyılardaki kum taneleri kadar çoğaltacağım, ve senin tohumun tüm düşmanlarının kapısını tutacak. Ve dünyanın bütün ulusları senin tohumunla kutsanacak, çünkü sen benim sesimi dinledin.” Bu kutsal kitap, Tekvin, 22. Sure 16 ve 18. Ayet… Şimdi bu bir kenara koyun.

AB: Peki Yehova ne yapıyor? 

AA: Yehova için en iyi lafı Richard Dawkins söylüyor. Oxford üniversitesi hocası, biyoloji profesörü, etimoloji, tarihçi vs. 1941 doğumlu.  Söylediği laf şudur: “Eski Ahid’in Tanrısı Yehova, gelmiş geçmiş edebiyat karakterlerinin en sevimsizidir” der. Ve nedenlerini ortaya koyar. Gerçekten de dayanabilip okuyabilirseniz Eski Ahid’e, inanılmaz bir şey görürsünüz; kan içici, seksist, kadınlara karşı müthiş merhametsiz, soykırım, kendini beğenmiş, kibirli, asla ve asla bir Müslümanın akıl erdiremediği türden bir Tanrı portresi görürsünüz. Örnek; hepsini vermeyeceğim iş uzamasın diye genellerini söyleyeceğim. Mesela; “Kendimi büyük edeceğim, kendimi takdis edeceğim, çok milletlerin gözünde tanınıyor ve benim Rab olduğumu bilecekler.” Şimdi şunu görmek lazım, Kenan illerine gelen muhtelif kabilelerin kendi tanrıları var. Bu da sonradan İsrailoğulları adını kapacak olan kabilenin tanrısı. Bu tanrılar arasında rekabet var. Dolayısıyla bu konuşurken öteki tanrılardan önce kendisini üstün kılacak ve üstün kıldıktan sonra da kendisine yar olanları dünyanın bir numaralı ulusu haline getirecek. Yani okuduğunuz zaman ilahi falan hissetmek zordur, dediğim gibi bir Müslüman için çok bir iştir. Yahu bu ne diyor diye bakarsınız. Örnek: “Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden koyuna, deveden eşeğe kadar, herkese saldıracak, doğrayacak..” Neden? Benim ne kadar güçlü olduğumu bilmezseniz,  şöyle yaparım böyle yaparım. Kadınlara olan tavrı korkunçtur. Mesela: “Erkekle yatmış olarak, erkeği bilen her kadını öldürün ve erkekle yatmış olmayarak erkek bilmeyen – (bakire diyor zahir)-, bütün genç kızları kendiniz için sağ bırakın.” Savaşa girdiniz ya…

Yeni Dünya Düzeninin Dilini Çözmek İçin…

AB: Yahudi erkelerin Ağlama Duvarı’nda tekrarladıkları  dualardan birisidir: “Ya Rabbi beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” Erkekler gidebilir, kadınlar zaten gidemiyor Ağlama Duvarı’na.

AA: Evet, bu çok yerinde bir dua! Çünkü kadın oldunuz mu yandınız zaten! O kadar ağırdır ki: “Erkekler kavga ederken birinin karısı yaklaşıp, kocasını dövenin elinde çekip kurtarmaya çalışırsa…” Kadını direk orada öldürüyorsunuz, erkeklerin işine karışıyor diye… Yetmiyor gibi, Hitler’e parmak ısırtacak kadar ırkçıdır. Mesela şuna bakın: “Penisi ezilmiş olanları, gayri meşru çocukları ve gayri meşru çocukların onuncu kuşağa kadar ahfadını kulluğa kabul etmem” diyor. Korkunç!

AB: Bütün bunlar Yeni Ahit’e de taşınıyor mu?

AA: Tabi ki taşınıyor, çünkü Kutsal Kitap, bunlar bir bütün gelir. Aynı kapağın içindedir. Birisi (Eski Ahit), birisi (Yeni Ahit) buradadır.  Ve taşınmaması zaten mümkün değildir. Buna rağmen denir ki: “İşin farkında değilsiniz.” Bunu kime diyor? Bunları bize demiyor. Yahudilere ve Eski Ahit’i ellerinde bulan  Hristiyanlara diyor. Bu hiçbir şey değil, yani Eski Ahit’in içindeki bir takım emirlerden olan bir başka kitap daha var; Tevrat dedikleri. Bu kitap daha da önemli. Çünkü bu cımbızla hükümleri seçiyor. Seçtiği hükümlerin hemen hepsi, bütün bir dünyanın ve insanların Yahudilere hizmet etmek için, yaratıldığına ilişkin hükümlerdir. Ve bu o kadardır ki; en azılı olduğu zamanlarda… Mesela embriyodan bahseder. ‘Fuzulidir, Yahudi değilseniz, öldürebilirsiniz.” Bu akıl almaz bir seçkinlik iddiasıdır. Hastalıklıdır, ama çağlar boyunca da devam etmiştir. Bugün devam ediyor. Başhahamı vardır, New York’ta oturur. Küçük bir grup mu? Evet, küçük bir grup. Lakin kolları uzanan bir grup olduğu anlatılır; orada okul, burada sinagog vs. Dolayısıyla, şöyle bir baktığınız zaman, bu fikirleri duymamış Yahudi bulmak çok zordur. Bütün Yahudiler mi böyle düşünür, asla… Geçen sefer söyledim, onu tekrar etmek isterim, hali hazırda dört temel mezhep var Yahudilerin içinde. Ortodoks Yahudiler vardır malum, reformistler, muhafazakarlar ve seküler olanlar var. Zaten bütün nüfusları 14 milyondur başı sonu, hadi 15 milyon diyelim. Şimdi bu söylediğim ekipler Ortodoks Yahudilerin Hasidiklerin -hani şu saçları lüleli olanlar- içinden bir grup halinden çıkar. Bu gurubun yaşam biçimi ve kuralları o kadar keskindir ki başka türlüsünü bilmezler zaten… Bununla doğar, bununla eğitim görür, bununla ölürler. Ve bunu kaç bin senedir yapıyorlar bir düşünün… Bazen kendi kendime gülerim. İşte eğitim ne kadar önemlidir, ince ayar, süreklilik vs. Fakat bunlarınki kadar iyi eğitim sistemlerinin de bir sıkıntısı vardır, kötüyü de taşır.

AB: Kötüyü de eğitim olarak bir sonraki kuşaklara taşıyor.

AA: Durup bir düşünmek lazım, hep böyle yakınırız, eğitim sistemimiz gidiyor da, yetersiz de, örf adetlerimizi kaybediyoruz, özümüzden uzaklaşıyoruz falan filan… Şunu tekrarlamak isterim, bazen ‘asıl’ denen şeyden uzaklaşmakta yarar vardır. Çünkü o ‘asıl’ denilen şey illa da pürü pak bir asıl olmuyor. Sanki ‘en istenilir geçmiş” olmayabiliyor. Geçmişi bu güne zararsız, hasarsız taşımak her zaman doğru sonuç vermeyebiliyor. Çünkü insanoğlu da tekamül ediyor. Ha tekamülü bırakıyor bu kadar acayip birinin peşinden gidiyorsunuz!

AB: Filistin’e birçok kez gittim. Bunlardan birisinde El Halil/ Hebron’da bu söylediklerinizi yakından gördüm. Hebron Hasidik Yahudilerin en fazla olduğu bölgelerden. Bu şehrin kutsallığına inanıyorlar. Hebron’da dolaşırken, bir Yahudi’nin yüzünüze tükürmesi normal bir şey, çünkü dini emrediyor. O bölgedeki Müslümanların bütün dükkanlarının kepenkleri kapalı, çünkü açılmasına fırsat vermiyorlar. Çarşıda yürürken üzerinizden bir kova pislik dökülmesi, pis su atılması ya da  size zarar verilmesi  (üzerinize köpek salmak, kol kırmak, arabayla çarpmak gibi) çok olağan. Görevliler uyarıyorlar… Eğer bir Yahudi mahallesinden geçiyorsanız, “Dikkatli olun, zarar verebilir” diyorlar. Ben buna yakından şahit oldum. Böyle bir Yahudi mahallesinden geçerken bir kadın arabayı üzerimize sürdü, resim görevliler yanımızda olmasaydı bize zarar verebilirlerdi. Sebep olarak da benim başörtülü olmamı gösterdiler. Bu tür davranışlar onlar için son derece doğal kabul ediliyor. Çoğunlukla Amerika’dan göç eden bu guruplar 12 çocuk, 15 çocuk sahibi oluyor, erken yaşlarda evleniyor ve hiç çalışmıyorlar. Mesela kadın ve erkeklerin otobüsleri de birbirinden ayrı. Asla aynı otobüse binmiyorlar. Bambaşka bir dünyaları var.

 AA: Bir kült… Şimdi gelin görün tabi ki bu kültün; kendi içindeki ezoterik inançları, yani neredeyse Satanik inançlar demek lazım –ki diyorlar da, diyenler var- bu Satanik inançlar herkesi kapsamıyor. Seküler Yahudiler hiç oralı değiller. Reformist Yahudiler de orada değiller. Onlar da ilginçtir…

Yahudilerden Neden Çok ‘Deha’ Çıkar

AB: Yahudi deyince bunu topyekun bir şey olarak algılamayalım. Anlattığımız konu Yahudilerin içinde bir grubun inançlarını yansıtıyor. …

AA: Neden bu küçük grup önemli, neden durup dururken absürt şeylerini konuşalım? Şundan: Çünkü taş atıyorsunuz ve o taşın izi kalıyor. O iz de devam ediyor.

AB: Avrupa’nın antisemitist kanunları var. Bizim ülkemizde Yahudi düşmanlığı hiç bir zaman oradaki gibi olmamıştır. Yahudilerin Avrupa’dan kaçarken Osmanlıya sığınmaları, hem Osmanlı hem sonrasında yaşananlar önemlidir. Ancak yine de sizin Batıcı aydınlar diye tanımladığınız aydınlardan, Yahudilere dair bir şey konuştuğunuz zaman hemen, Yahudilere karşı bir nefret söylemi söz konusuymuş gibi bir yanlış algı var. Böyle olmadığını söylemek isterim. 

AA: Olayı yanlış anlıyor. Şöyle söyleyeyim,  Yahudilere karşı olan bir şey değil. Bu hesapça hiç dinler tarihi, tarih, sosyoloji okumayacağız vs. vs. Bu birilerine karşı olmak gibi bir şey değildir. Bir vakıanın anlatılmasıdır. Ben size bir şey söyleyeyim mi Ayşe Hanım; bana bıraksalar, ben bütün bu tarihi lise de inanç kültürü diye okuturum. Bunu da okuturum, Şamanizm’i de okuturum, Taoizm’i de okuturum, Katolik mezheplerini de okuturum. Kim olsa okutur. Çünkü bence yeryüzünde hiçbir sosyal bilim ilahiyat tarihi kadar, dinler tarihi kadar önemli değildir. Çünkü yüzyıllardır şekillendiren bu oldu insanoğlunu… Bir şey okuyacaksanız, inanç tarihi okuyacaksınız. Sadece Ortadoğu mu? Yok canım, dünyanın dört bir köşesi… Şimdi Ortadoğu dediğiniz zaman Yahudiliği öğreneceksiniz, iyisi ve kötüsüyle. Ve söylenen şudur… ”Evet Yehova vardır. Bu tip bir bir kabileye özgü Tanrı’dır! Ve diğer tanrılarla rekabet içerisinde olan bir Tanrı’dır.” Ve bu ne Alev Alatlı ne de Richard Dawkins tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Bunlar açıktadır, ortadadır, bir zahmet okumaya bakar.

AB: Bir not daha ilave etmek isterim. Biz bu konuları ilahiyatın içine dalarak  konuşmuyoruz. Yani bunları konuşurken, yeni dünya düzeninin dilini çözmeye ve anlamaya gayret sarf ediyoruz.

AA: Şimdi ilahiyattan kastınız nedir bilmiyorum, İslam ilahiyatı vs. kast ediyorsanız, tabii ki yaptığımız işin hiç alakası yok. Ama şunu yapıyoruz; belirli bir dönemde, belirli bir grup insanın inancının hangi yönde olduğunu anlatıyoruz. Bunun adına ne derseniz deyin. Kim bundan gocunur, neden gocunur ben bunu bilemem. Ama bu bir vakıadır, bilinmelidir. Acınacak, gocunacak bir tarafı yoktur. Kaldı ki; geçen programda da söyledim, şimdi de söylüyorum, bilmeden antisemitist bile olunmazsınız. Çünkü çok dağınıktır ve çok farklı Yahudi grupları vardır. Ayrıca bu arka plandan gelip de bunu reddetmiş, aşmış insanlar da  vardır. Mesela reformist Yahudi dediğimiz… Nasıl bir reformist biliyor musunuz, aydınlanmanın reformudur. Avrupa aydınlanmasından yola çıktığınızda dinle bağı kesersiniz. Nasıl çıktı zannediyorsunuz bunca bilim adamı Yahudi inancının içinden… E böyle çıktı tabi. Siz bir yanda böyle bir Yahovacı diğer yanda Einstein olmadınız, böyle bir şey yok!

AB: Freud’dan Einstein’a bir sürü yazar çizer, bilim adamı, felsefeci sayabiliriz.

AA: Gayet tabi… Şurası bir gerçek ki 15 milyonluk bir gruptur ve dünyaya şekil veren çok sayıda deha üretebilmiş bir gruptur. Anlaşılması gereken bunun nasıl olduğudur?

2 Bin Yıldır Beyaz Yakala İşler Yahudilerde

AB: Nasıl olmuş peki?

 AA: Ben şöyle görüyorum: İsa’dan 70 yıl öncesinden itibaren her anne babaya 7 yaşına gelmeden erkek çocuğuna, kutsal metinleri okuyacak kadar okuma yazmayı öğretmesini şart koştuğunu düşünün. Fetva bu, şaka gibi değil. Bunu siz yapıyorsunuz, iki küsur bin yıldır yapıyorsunuz, bu bir. Bunu bir düşünün. İki, bu becerinizden dolayı, bütün beyaz yakalı işler sizin. Mesela madenlere inen bir Yahudi görülmemiştir, çiftçilik yapan görülmemiştir. Gemilere atlayıp İngilizler gibi deniz aşırı keşifler yapan, bulduğu kauçuk tarlasına çöken bir Yahudi görülmemiştir. Bunlar kitaplarla ve akli kurgularla yaşayan insanlar. Bu gelenek ister istemez sizi kitap kurdu yapıyor ve bu tür kariyerlere hazırlıyor.

AB: Bu nedenle mi bir çok düşünür, bilim adamı  onlardan çıkıyor?

AA: Başka bir şey daha söyleyeyim. Neden imam hatipte okuyanların Türkçesi daha iyidir normal lisedekilere göre? Çünkü, birincisi ikinci dil Arapçadır –Türkçe’ye yakın olması babında söylüyorum-, buradan destek alırlar. İkincisi, kavram düşünürsünüz, soyut düşünürsünüz, her ne kadar o yaş için yeterlidir, değildir, o ayrı bir konu… Ama böyle bir tarafı vardır dini eğitimin… Soyutlamaları mümkün kılar. Şimdi siz böyle bir şeyseniz, son iki bin yıldır beyaz yaka işleri yapıyorsanız, Firavun’un muhasebecisiyseniz ve sürekli muhasebe, tıp gibi işler yapıyorsanız… Osmanlı Sarayı’nda da öyleydi. Bütün bunlar size bir alt yapı hazırlar ve sizi bir yerlere getirir.

AB: Peygamberimiz döneminde de Yahudilerin ticaretle uğraştıklarını biliyoruz. Her dönemde bu işleri yapan bir topluluk olmuşlar…

AA: Ama sakın yanlış anlaşılmasın, kendi içlerinde bir hiyerarşileri vardır. Yoksul Yahudi vardır. Derebeyleri ile haşır neşir olan daha zengin palazlanmış Yahudiler vardır, Rabbinik mesele vardır. Rabbinik Yahudilik dediğimiz şey; kaideleri, kuralları koyan haham sınıfıdır ki, zaman zaman çok katı olabilmiştir. Kesin, sert ve baskıcı…

AB: Sizin akışınızı bozmak istemiyorum ama, İsrail’de ya da dünyanın diğer yerlerinde bu katılığa karşı çıkan ya da hiç takmayan  liberal, Yahudiler de var. Mesela Filistin’de İşgali tasvip etmeyen buna karşı Filistinlilerin yanında duran Yahudiler de var. Ve Yahudilerin kendi arasındaki ayrımcılığı söyleyen, Yahudiliğe dair eleştiriler getiren de yine onlardır. Bütün Yahudileri aynı kefeye koyarak konuşmuyoruz.

AA: Bunu böyle yapmak zaten çok büyük haksızlık olur. Ama Türkiye’ye de haksızlık olur. Nihayetinde Yahudi meselesinin gündeme gelmesi zaten İsrail ile beraberdir. Filistin bu kadar sıkıntı çekmeseydi, Türkler de bu konuda bu kadar duyarlı olmayacaklardı.

Rusya’da Yahudilik Kıtlıklar Yüzünden Arttı

AB:  Yahudiler ile birlikte yaşamış bir toplumuz. Bu süreçte kültürel bir takım yargılarımız da vardır; Yahudi fakir olmaz gibi..

AA: Bu kalıplar vardır, ama doğrudur da! Şu bağlamda doğrudur. Bakın; bu Rusya’da vardı. Çünkü, Çariçe Katerina’dan itibaren Yahudilere tahsis edilmiş bölgelerde yaşamaya zorlanıyorlardı. Rusya’nın kıtlıkları malumdur, bu kıtlıklar arasında herkes ölür kalırken, Yahudilerin aynı oranda ölmediği ortaya çıktı. Bu zaman içerisinde vay bu Yahudiler kimi kandırıyorlar da paraları ceplerine koyuyorlar dedikoduları çıktı. Esas mesele sadaka. Bakın onlarda da sadaka vardır, yardımlaşma vardır. Ve kolay kolay kimseyi ölüme terk etmezler etmediler de… Birbirlerine çok bağlı ve her şeye rağmen kollayan bir topluluk düşünün. ‘Aç mezarı yoktur’ lafı vardır Türkiye’de, orada da aynı şey söylenir. Şimdi hal böyle olunca o zaman yüz binlerce Ortodoks, Yahudi olmak istediler.  Eee ne oldu? Bir süre sonra toprak yetmemeye başladı. Rivayet odur ki; ‘Yahudi kadından doğarsa ancak Yahudi olur’ lafının o zaman çıktığı söylenir. Yani anne olunca biliyor çocuğu, baba olunca bilmiyor filan… Mesele mümkün olduğu kadar Yahudi nüfusu az tutmak, yani konu ekonomiktir.

AB: Yehova’ya gelirsek ?

AA:  Yahova’yı böyledir diye ortaya koyduk. Yalnız bir de ilk Hristiyanlar var. İlk Hristiyanlar böyle bir Yahova olamaz tepkileridir.

Sahte Tanrı Demiurge

AB: Hristiyanlığın temelini oluşturan Pavlus bir Yahudi değil miydi?

AA: Elbette ki Pavlus bunu şekle sokar ama uzaklaşanlar var. Bu kadar sert Yahudiliğe akıl sır erdiremeyenler var. Bu insanlar, zaman içerisinde bir kavram ortaya koyarlar. “Demiurge” denir Ayşe Hanım ben Türkiye’de konu edinildiğini hiç duymadım. Demiurge şu demek; sahte tanrı. Derler ki, yeryüzünde şu gördüğümüz işleri yapan tanrı asıl tanrı değil, bu bir Demiurge. Sahte tanrı, şeytan gibi değil gibi… İslam ilahiyatında karşılığını bilmiyorum, bildiğim kadarıyla yok. Ve bu Demiurge’yi ne yapıp edip yenip asıl tanrıya kavuşmak lazım diye bir düşünce geliştirilir. Sahte tanrı ile mücadele edecek, gerçek tanrıya ulaşacak. Buna ulaşırken, nasıl olacak? Kalbinin sesini dinleyecek vs. Yapısı itibari ile de kurallı kaideli değildir, değişik fraksiyonlar ortaya çıkartır. Hristiyanlıkta Gnosis dedikleri şey biz de marifet diye söyleyebileceğimiz şeydir. Yazılı akideyi bir kenara koyarak, siz kendi içinizden bir şeyler yapmaya çalışırsınız. Bu bir yol oluşturur. Az önce söylüyordunuz, nasıl oluyor da oluyor.

AB: Nasıl oluyor da oluyor? Demiurge’den gerçek Tanrı’ya doğru nasıl bir yol haritası çizildi?

AA: Problem şuradan çıkıyor: Bu kadar şedit bir tanrıya akıl erdiremiyorsunuz. Haşin, sadist, vs. Korkunçtur. Bir zahmet edip okumak lazım. Müslüman kökenli birinin bunu anlaması çok zordur. Bir de zahmet edip okumuyoruz zaten, öyle bir derdimiz de yok. Hep kulaktan dolma bütün bildiklerimiz. Demin gelen yorumlardan da görürsün, ‘haksızlık ediyorsun, etmiyorsun… falan. Ya kardeşim oku o zaman… Hep kulaktan dolma itirazlarımız veya kabullerimiz var, evimizi yıkan da o.

Yahudilik’te Faiz Goyime Mübahtır

AB: Fakat bir seyircimizin finansın Yahudilerin elinde olmasını faizin diğer kitabi dinlerde haram, Yahudilerde helal olmasına bağlamış.  

AA: Hayır, hiç de doğru değil. Yahudilikte faiz haramdır. Mesele farklıdır. Yahudilikte seçkin kul olduğunuz için, Yahudilere yapmadığınızı başkalarına yapabilirsiniz. Açık seçik fetvalar vardır ‘istediğiniz gibi faiz uygulayabilirsiniz goyime (Yahudi olmayan)’ diye. Ötekine. Kendileri dışındaki herkes için mübah gördükleri davranışlar vardır, faiz bunlardan bir tanesidir. Çok uzun ve karmaşık bir itikad zinciridir. Bir zincirdir bu, hangi noktada ki neden vazgeçti de tahrif etti veya tevil etti. Ama takiye olayı kesin doğrudur.

AB: Cemil Meriç’in Işık Doğu’dan Gelir isimli kitabında Eski Ahit ve Yeni Ahit’i bilmenin Doğu kültürünü anlamak açısından çok önemli olduğunu söylüyor.  

AA: Başka yolu yoktur. Çünkü siz Kur’an-ı Kerim’den biliyorsunuz bu insanları. Peki ama pratik o değil… Ne kadar tahrif edilmiş olabileceğini, pratikte neye dönüşmüş olabileceğini bilmiyorsunuz. Bu o bakımdan kim derse ki; ben Kutsal Kitab’ı okumadan çözdüm, bilirim, e yalan söylüyordur, olmaz. Çözemediğiniz gibi Bolşevik devrimi dahil, büyük devrimleri de çözemezsiniz. Altında yatanı çözemezsiniz.

AB: Bolşevik devrimi yapanların büyük çoğunluğu Yahudi olduğu söylenir.

AA: Tabii ki. Şunu söylemeye çalışıyorum; bunlar derin derin inançlardır ve tarih içerisinde evrilirler: İdeolojilere, teröre, hareketlere… Evrilme yöntemlerini ve sürecini anlayabilmek için biliyor olmak gerekir. Şimdi gelelim bu demiurge inancının evrildiği yere.

AB: Bu arada bir izleyicimiz inançlar tartışılmaz, ırkçılık yapıyorsunuz demiş, bu ırkçılık değil. Biz burada bir inancı tartışmıyoruz.

AA: Aman hiç üzerinde konuşmayın. İnançlar tartışılır efendim, eğer adam öldürmeye inanıyorsanız şayet, öyle bir tartışırım ki, hem de yargılarım, hem de kınarım. Pedofiliden bir şey olmaz türünden  bir inancınız varsa ne yapacağım ben o inancı… Kabul mü edeceğim… Hayır.

AB: Özellikle Almanya’da son zamanlarda en çok tartışılan konulardan birisi bu söylediğiniz. Yeşiller Partisi içerisinde bazı kişiler, pedofilinin serbest bırakılmasını istiyor. Zaten Avrupa’da bir yasak yok biliyorsunuz, hastalık olarak sayılıyor. Sadece takip sistemine alıyor. Bu gurup bunun da kaldırılması, yani hasta kabul edilmemesine ilişkin fikirler ileri sürüyor.

AA: Onun için söylüyorum, hanımefendi veya beyefendi kimse böyle bir inanca razı ise ben inancı tartışırım, hem de kınarım, hem de karşı dururum vs. Şimdi ne oluyor, dönelim Demiurge’ye. Demiurge başa dert ya hu hesapça. Ve dünyadaki kötülüklerden sorumlu. Oysa diğerine ulaşmak lazım. Nasıl olacak bu? Bir sürü usulleri var, işte gnosis dedikleri. Peki bu olacak mı? Gerçek Tanrı’ya ulaşa biliyor musunuz? Evet, ulaşacak. Yalnız onlara göre bu ulaşma, maddi olandan kopup, manevi olana dönmekle olacak. Ruhunuzu maddeden temizleyip, manaya döneceksiniz. Manaya dönmekle birlikte de bu demiurgeden sahte tanrıdan kurtulacaksınız. Bunun (Demiurge) Eflatun kökenli olduğunu biliyorsunuz. Dualizm burdan çıkan bir şeydir. -Yani İslamiyet’in kıymetini kim biliyor acaba diye düşünüyorum.- Şimdi bu maddi şeyden öbür tarafa geçerken bu böyle çok sessiz olan bir iş değil. Kiminle oluyor? Mehdi ile oluyor. Ve Mehdi öyle sessiz sedasız gelip bu işleri yapmıyor tabi ki! Kıyametler kopuyor, taş üstünde taş kalmıyor yeryüzünde. Ve bu büyük sarsıntıların sonunda kurtuluş ve manevi dünyaya duhul etmiş (dahil olmuş) oluyorsunuz.

Yahudilik ve Mehdi İnancı

AB: Bu sarsıntıların olması Mehdi’yi yeryüzüne indirecek süreç…

AA: Evet indirecek ve tabi ki sizden yana olacak. Niye? Çünkü siz zaten seçilmiş kullarsınız! Bununla birlikte yeryüzünde ne zaman bir şey yanlış gitse; kıtlık, şu bu falan, fetret devirleri, sapıklık dönemleri… Hep bir Mehdi inancı ve beklentisi yükseliyor. 1665, Gazzeli Nathan. Bu adam bir papaz… Yine ortalık karışmış –size bir tavsiyem var. Ne zaman böyle bir tarih verilirse o günlerde dünyada neler oluyor bir bakmak lazım. Ya bir kıtlıktır, ya bir savaştır vs. Bir bunalım vardır-, Gazzeli Nathan rüya görüyor ve karar veriyor ki bu İzmirli Sabatay Sevi gelecek olan Mehdi. Tutuyor onu Mehdi olarak ilan ediyor. Onu Mehdi ilan ettikten sonra, müthiş bir halkla ilişkiler faaliyeti, A şehrinden B şehrine mektuplar yazıyor falan… Fakat 4. Mehmet’in, “Gel buraya, ya bu işten vazgeçersin ya boynunu vurdururum” diye bir karşı durması var. Sonunda tamam diyerek güya Müslüman oluyor. Bu yalnız burada bitmiyor. Bir başka adam var. Yakup Frank (Jacob Frank) dedikleri, Galiçya’lı. Şunu bilin ki; bu tür laflar dağılır, şehir efsaneleri bugün nasıl dağılıyorsa, o zaman da dağılıyor.

 AB:  Tevatür ile yayılan haberler için illa bir sosyal medyaya gerek yok. Biraz zaman alsa da yine dağılıyor.

Yakup Frank Ve ‘Günahın Kurtarıcı Gücü’

AA: Evet, ağır ağır dağılıyor. Sabatay zaten bilinen bir adam. Yaşayakalmaya devam ediyorlar. Geceleri sinagog, gündüzleri cami vs. Toprak altına iniyor dolayısıyla… Şimdi Yakup Frank denilen adam ne yapıyor? Kalkıyor, bir meselenin değiş yerindeyse üstüne gidiyor. Ve sonunda, demiurgeden bir an evvel kurtulmanın yolunun, Tanrı’nın emirlerine tamamen karşı gelmek ile mümkün olabileceğini söylüyor. Ve dolayısıyla kıyameti çağırmaya başlıyor. Kıyameti çağırmak demek; Yahova tarafından, hahamlar tarafından ne yasaklanıyorsa hepsini yaptıkları bir günah yarışına giriyorlar. Ve bu dönemin Katolik kilisesi tarafından teşvik edilen bir şey Yahudileri parçalamak üzere. Yetmiyor gibi adama baronluk veriyorlar. Olay böyle devam ediyor. İşin bittiği nokta şudur: Artık fuhuş falan zirveye çıktığı noktada, Katoliklerin bile dayanamadığı bir noktada, adamı yakalarlar, hapse tıkarlar, fakat Ruslar Avusturya’yı işgal eder adamı hapishaneden kurtarırlar falan. Yalnız bu hikaye bitmez, şundan dolayı… ‘Günahın kurtarıcı gücü’ olduğu şeklinde bir kavram yerleşir.

AB: 17. Yüzyıl’dan konuşuyoruz, ortalama 16-17…

AA: 17-18’e kayıyoruz artık. Günahın kurtarıcı olması, ne kadar korkunç bir kavram… Bir adım daha ileriye gidin ve sekülerleştirin bunu. Eğer amacınız hayırhah ise, günah işlemeniz de affedilir oluyor. Yani takvadan vazgeçiyor deyin.

AB: Bu bana başka bir şey çağrıştırdı, özellikle cemaat örgütlenmesi içinde de gördüğümüz bir yapı var. Tedbirci diye bir yapılanmadır bu ve bu yapılanmada günah işlemeniz, bir Müslüman’ın yapmayacağı şeyleri yapmanız hoş görülür, çünkü bu ‘iyi bir amaç için yapılıyor’ diye kabul edilir. Bu nedenle bir çok cemaat içinden olan kendisini gizler ve onları ayırt etmeniz mümkün olmaz. İçki içer, kumar oynar, bir Müslümanın yapmaması gereken her şeyi kolaylıkla yapabilir.

AA: Bakın bu ne zamandır devam ediyor. Benzeri mesele Sovyet devriminde vardır. Sovyet devrimin olaylarına ince ince bakarsanız… Mesela, şu kadar insanı ölüme göndermek… Ukrayna’da kıtlık yaşanır çünkü  insanların ellerinden tohumlukları alınmıştır. Bir defada 16 milyon insanın ölümü gibi… Tohumluk buğdayları alınmıştır ve bununla silah alınmıştır. Kim tarafından, Troçki tarafından, nerden Almanya’dan… Yani insanları sarf malzemesi olarak görmek böyle başlar zaten. Hiç önemli değil, sizin hayırhah bir amacınız var, bu amaç uğruna yapmayacağınız yoktur!

AB: “Tanrıyı Kıyamete Zorlamak” diye bir kitaptan söz etmiş bir izleyicimiz. Hatta Şia’da İmamiye Şia’sında da benzer bir akaid var, yani farklı dinlerde de benzer şeyler var.

AA: Bunun orijini Zerdüşt’tür. Kıyamet kavramının yazılı çizili ilk ortaya çıkanın Zerdüşt olduğu bilinir, böyle anlatılır. Aslında siyasi bir şeydir. Yani siz bir iş yapacaksınız, bunu yaparken yıkmadan dökmeden, zarar vermeden nasıl yapacaksınız? Kendinizi nasıl affettireceksiniz? O zaman diyorsunuz ki; yıkmadan olmaz, ille yıkılacak. Ve daha da ileriye götürürseniz, insanlar bu yıkımın içinde kurban olmayı bir görev addediyorlar. Kıyamet kavramının, Yahudilere Zerdüştlük’ten geldiği ve oradan yayıldığı anlatılır. Ama böyle bir kıyamet; batacak ve biri gelecek ve kurtaracak.

AB: Bizdeki gibi bir ahiret, mahşer, hesap günü inancı yok burada.

 AA: Hayır, hayır hiç yok. Benim bildiğim bizimkine benzer bir inanış yok. Ama yine de altını çizelim, ben bir ilahiyatçı değilim.

AB: Ama uzun süre teoloji üzerine çalıştığınızı biliyorum.   

AA: Dünyayı anlamaya çalışıyorum. Bütün mesele bu, dünyayı anlamaya çalışıyorum. Nasıl oluyor da oluyor? Beni iten budur. Böyle dediğiniz zaman, dinler tarihi bilmeden mümkün değil, inanç tarihi diyelim. Çünkü bunların bir kısmı din oluyor, bir kısmı kült olarak kalıyor. Ama bu inanç akışı çok önemli yeryüzünde ve insanlar nelere kaptırıyor kendilerini… Geçmişi taşırken bugüne, bunları taşıyabiliyorsunuz bugüne. Bu çok hazin. Şöyle düşünüyorum; insan ömrü çok kısa. Ve insanlar kendi hatalarını ikinci kere yaşayıp, düzeltme şansına sahip değiller. Belki ömürler 400’er sene olsaydı, 100’de bu hatayı yapıp, ikinci 100’de düzeltilir olabilirdi.

AB: Bir kuyuya atılan taş, dalga halinde yüzyıllar içinde büyüyerek devam ediyor ve her kuşakta büyüyor…

AA: Devam ediyor ve her kuşak tekrar cahil. Düşünebiliyor musunuz yani bu söylediğim mezhep 2 bin yıldır kendini klonluyor. Söylediğim mezhep, ha batar ha batar dedikleri hareket. Bu adam kendini klonluyor, . Bu burada duruyor, değişmeye kapatıyor kendini. O yüzden özgürlükler, o yüzden demokrasi; aman ha hiç, asla vazgeçilmeyecek şeylerdendir. Eğer özgürlükler ve demokrasi ile götürürseniz o zaman doğal seleksiyon çalışır. Abuk sabuk saçma sapan kötü olanın kaybolma şansı daha güçlü olur. Yoksa siz bütün fi tarihinden kalma inançlarınızı birleştirip, sandıkta saklar da ara ara çocuklara öğretir ve tekrar saklarsanız, sonu gelmiyor.

Neoconların Yahudi Düşkünlüğü Nereden Geliyor?

AB: Bütün bu kıyamete zorlayan düşüncelerin Neocon ideoloji ile birlikte bir etkisini görüyor musunuz?

AA: Evet görüyorum. Şimdi, kıyamet saplantısı tuhaftır. Kıyamet saplantısına girdiğiniz zaman, kıyamet olacak, sonra daha iyi olacak.

AB: Şimdi ben burada direk Hollywood’a döndüm. Sinemaya baktığımızda özellikle 80’lerden sonra kıyamet, şeytan, dünyanın kurtarılması, tek kişinin kahramanlığıyla dünyadaki hayatın devam etmesi gibi temaları görüyorsunuz. Anlattıklarınızın karşılığını filmlerde görüyoruz.

AA: Şimdi Ayşe Hanım, teknoloji, uzay bilim vs. sağlamlaştıkça, hurafe kaynaklı inançların dizleri titremeye başlıyor. Dolayısıyla başka şeyler arayışına giriyorlar. Bir de kilise size özellikle istediğinizi vermemişse, doğru olduğunu düşündüğünüzü vermiyorsa… Ne gibi derseniz? Mesela feministsiniz. Katolik Kilisesi diyor ki ben seni saymıyorum. Siz o zaman Katolik Kilisesi’nin o söylemini değiştirecek bir şeyler aramaya başlıyorsunuz. Kutsal Kitap, Damacanalar şunlar bunlar hep bundandır. Yani başka sırlar var aslında da onlar bize söylemiyor türü… Çok senaryo olabilecek şeyler. Bunların arasında mesela Maya tabletleri buradan çıkmıştır. Mun Kıtası çıkar. Maya tabletlerinden ortaya çıkarsanız, tarihin sonu, 2000’li yıllarda bitecek… Oysa Maya takvimi böyle değildir. Maya takvimindeki gün büyüklüğü de bugünkü gün gibi değildir. Alakası yoktur gerçekten. Ama şehir efsanesi… Şimdi alıyorsunuz böyle yepyeni bir şey çıkartıyorsunuz. New Age nedir? New Age’de alırsınız, Hristiyanımsı bir alt yapının sağına soluna bir şeyler koyuyorsunuz.

AB: Bunu biraz açalım. Tahrif edilmiş dinler gibi mi bakalım?

AA: Hepsi tahrif edilmiş. Ama şunu görmeniz lazım. Nedir Neocon’ların Yahudi düşkünlüğü? Buna bir bakın. Bildiğinden değil, nitekim söylenir de ‘Ah siz Hristiyanlar haberiniz bile yok burada neler dönüyor’ diyenler vardır. Bizi bir kenara bırakın zaten biz Müslümanlar üstüme iyilik sağlık bir haldeyiz de Hristiyanlar için de aynı şeyin olduğu söylenir: ‘Aklınız nerde, ne yapıyorsunuz?’ diye feryat figan vardır. Yani bu konularla ilgilenen arkadaşlar ne olur okusunlar. Bunlar açık bilgi.

AB: Bu yaklaşımın Hristiyanlık üzerine etkisini başka bir başlık – bölüm- mı yapalım?

AA: Kısaca söyleyeyim ne olduğunu. O kadar da uzun anlatmaya gerek yok. Eski Ahit elinizde, Demiurge kavramı zaten var… Ve siz Eski Ahit ile kendinizi bazı ortak noktalar buluyorsunuz, öyle söyleyeyim. Eski Ahit’i okuyorsunuz, kapatıp atmıyorsunuz, ortak noktalar buluyorsunuz. Zaten ilk Hristiyan tarikatları var, onlarla koyup, eklemek çok daha kolay oluyor.

AB: Zaten dil de ortak, ilk Hristiyanların dili de Aramice, Yahudilerin dili de Aramice.

Mesihi Doktrin Ve Marksizim

AA: Olmaz mı… Mesela Staroveri’ye bakın. Ruslar ‘en eski inanlar’ derler. Staroveri denilen ekip, bunlar kendini yakarak intihar edenlerdir. Kiliseye girer, kendini yakar. Eski inanan demeleri de Bizans akaidini kabul etmeyen ekiplerdir bunlar, eski inananlardır. Ve müthiş zulüm görmüşlerdir, hem Ortodoks kilisesi tarafından, hem de daha sonra Sovyetler zamanında. Ve biliyor musunuz şu sondaki iki parmaklarını keserlerdi üçlü haç çıkartmamak için. Ama şunu dinleyin: Yazılı tarihte kıyametten ve dünyanın sonundan bahseden ilk kişi Zerdüşt, onu söyledim daha önce. İsa’dan Önce 628 – 551. Bu kavramın (kıyamet) Mezopotamya’ya İran, Hindistan aksından yayıldığına inanılır. Peki, bir adım sonraki esas iddia buradadır: Mesihi doktrinin Marksizm’in özü olduğu söylenir. Ama şöyle denir: ‘Oyunun birinci perdesi İran’da oynandı’ denir. Şimdi size okuyorum: “İkinci perde Mezopotamya’da oynandı. Daniel Peygamber Yahudileri iyilik cephesine yazdığı zaman. Üçüncü perde Frankistler gibi bir takım fanatik Yahudi tarikatların kıyameti beklemektense hızlandırmak, Mesih’in bir an önce gelmesi için uğraştıklarını gördük. Dördüncü perdeyi Karl Marks açtı. Oyunu kitlelerin anlayacağı şekilde popülize etti. Komünistler dünyanın sonunun gelmesini bekleyen milenyumculardan bir adım öne geçtiler. Kıyameti gerçekleştirmek için ellerinden geleni ardlarına koymadılar. Hatta o kadar ki Marks’ın editörü olduğu Neue Rheinische’nin son sayısı kırmızı mürekkeple basılmış. Nedeni de Frankistlerin Almanya’da yayınladıkları Kızıl Risale başlıklı yazının da kızıl mürekkeple yazılmış olması.” Yani Marks o risaleye gönderme yapıyordu deniliyor. Ve dönüp gelinen bugünkü dünyada ‘yeni dünya düzeni’nin de aynı anlayıştan yola çıktığı söyleniyor.

AB: Son bölümündeyiz artık Kelebek Etkisi’nin. Sona gelince biz de hızlanıyoruz, hızlıca konuları tamamlamak için.

AA: Çok zor Ayşe hanım. Onu itiraf edeyim size. Bir televizyon programında, dar zamanlarda, ne kadar dikkat edersem edeyim geçiştirmek çok zor. Çünkü taraf oluyormuşsunuz gibi bir hava oluyor. Ben de bundan gerçekten nefret ediyorum. Çünkü taraf değilim. Bu tarza da pek alışık değiliz biz bu ülkede. Yani  ayna, ayna tutuyorum herkes kendi meshebine göre bunu yorumlayacak. Bunun başka bir çaresi de yok. Benim için doğrusu insanoğlunun yeryüzündeki hüzünlü bir serüvenidir bu. Başınızı ordan oraya çarpıp duruyorsunuz.

Yahudilere İçerden Bir Eleştiri: Israel Shahak

AB: Bunları bilirsek daha mı az çarpacağız?

AA: Bence evet. Ama bu bir anlayıştır, tarzdır. Ama ben ‘mandıra barışı’na inanmam. Mandıra barışından kastım şudur: Ne kadar mutidir (itaatkar) inekler yan yana, iki dakika sonra kesilmek üzere beklerler orda yan yana, çok sakindir, sükundur. Ben buna inanmam. Bu bir yapı meselesi. Ben daha savaşçı bir tipim ben. Yani bilgiyi, mutlaka bilmek anlamak isterim. Niye öyle oldu diye ikna olmak isterim ve ondan sonra da kötü bir şeye karşı yapabileceğim bir şey varsa, ön almak isterim. Nitekim bu hikaye de bu, anlatmaya çalışmak. Yani özellikle de gençler için; ‘bir de şurdan bakın, şunu atlamayın, bakın şöyle yapın’ gibi bir açı verebilme gayreti.

Şimdi geriye dönelim, demin söylediğimize. Yine bizde pek bilmediğimiz oluşumlar var. İki tane adam, bir tanesi Edvard Radzinsky, ötekisi de Israel Shahak. 1930’lar doğumlular bunlar. Shahak İsrail’de yaşıyor Polonya Yahudisisiydi ve benim bildiğim baya bir süre de toplama kamplarında kaldı, ondan sonra İsrail’e göç etti. Fakat öyle görünüyor ki namuslu bir adam. ‘Kendimizle yüzleşmek lazım’ diyen bir adam. Yani benim yapmaya çalıştığımı, kendi insanları için yapmaya çalışan bir insan: ‘Bakın bu böyle bir arka plan’ demeye çalışan bir adam. Yahudilik tarihiyle, inanç tarihiyle ilgili kitapları var. Şimdi ben burada siyaseten doğru olsun diye bir sürü bir şeyi dillendirmiyorum, yoksa girip orijinal metinleri okursanız ne kadar ağır yorumlarda bulunduğunu görürsünüz, hem onun Radzinsky’nin… Hem de bu konularda yazan insanların hangi dipnotlardan çıkara çıkara ne kadar ağır konuştuklarını anlarsınız. Türkiye’de ilk defa bu laflar açıldığı için benim gibi birisinin o ağırlığa girmesi pek mümkün olmuyor. Ama olay çok sıcak bir olay.

AB: İsrail’in neden nükleer enerjiye bu kadar önem verdiğine dair açıklamaları da var Shahak’ın.

AA: Bunu kendi insanı için yapıyor. Unutmayın ki Hitler zulmünü çekmiş bir adam. Hitler zulmünü ben çekmiş olsam kıyameti kopartırdım herhalde Türkiye hakkında gerçekleri Türkler bilsin diye. Kafa yapısını takdir ettiğim bir adam.

Şimdi bununla birlikte bilmemiz gereken, takip etmemiz gereken bir örgüt var. Tarih Tashih Enstitüsü (Institute for Historical Review- IHR). Bunun başında Mark Weber diye bir adam var. Bu da tarihçidir, resmi tarihin dışına çıkmaya çalışıyor hep, çok cesur bir adam. Bu Tarih Tashih Enstitüsü kaç defa yakıldı yıkıldı, bombalar konuldu vs.

AB: Nerde bu Tarih Tashih Enstitüsü?

AA: Amerika’da, Güney Kaliforniya’da. Bunlara olmayan şey kalmadı, ona rağmen bu Mark Weber ve etrafı bunu devam ettiriyor. Yapmaya çalıştıkları şeyler; Ya bu işin aslı…’ diye. Mesela ‘Hollywood soykırımı’ diye bir kavram var. Nerden çıkıyor, nasıl çıkıyor. Ve bunlar hep bunun gibi doğrusunu anlatmaya çalışan ama tabii başta ADL –Anti Defamation League olmak üzere[i]  – IHR’nin bir numaralı düşmanı- bu adamı ‘soykırım inkarcısı’ ilan ettiler. Soykırım inkarcısı değil kimse, meselenin boyutlarını yerine oturtmaya çalışıyorlar.

Demin kim söylüyor demiştiniz. Bu grubun anlattığıdır… Burada üçüncü dünya savaşına giden yolun açılabileceği doğrultusunda uyarıları  var. Ha bu açılırken nasıl oldu da açıldı? Bu bir kehanet değil, bir komplo teorisi değil. Şimdi birileri Mesih beklediği zaman, bu öyle aptal bir şeydir ki; ‘Müslümanları ortadan kaldır al sana kıyamet kopsun’ diye de çıkabilir. Böyle bir düşüncenin de yayılabileceğini söylemek istiyorum.

AB: Bu arada IŞID’in İsrail tarafından kurulduğunu söyleyenler de var. Bu yaklaşımın bir izdüşümü olarak bunu soruyorum. IŞID vasıtasıyla Müslümanlıkla mücadeleyi küresel boyuta taşımakla ilgili bir komplo teorisi ama ihtimal verir misiniz böyle şeylere?

AA: Yani IŞID’in oraya nasıl geldiğini bilmek mümkün değil. Ama bu okumamla, bu eğitimimle artık ben şunu bildiğimiz zannediyorum: Ne çıkıyorsa ‘batıl inançtan’ çıkıyor.

AB: Hurafelerden çıkıyor. Dün Arap Şark Enstitüsü’nun yaptığı toplantıda bir oturum izledim.  Orda konuşan bir yabancı konuşmacı, IŞID’ın başındaki Zevahiri’yi üç yıl önce gördüğünü, tanıştığını ve o zaman doktora yapan bir öğrenci olduğunu ama üç yıl içinde bir örgüt lideri haline taşındığını anlattı.

AA: Bu mümkün. Bakın şimdi nerden çıktı diyeceksiniz, Harun Yahya[ii] olayına bakın. Nedir o? Yani böyle şeyler dıştan yardımsız olmaz. Yani şimdi siz şuradan çıksanız bir tane Kırıkkale tabancası alacak yeri bilmezsiniz. Böyle olmaz bu işler. Belli ki bir şey var. Ama dibinde, arka planında dini inançlar olmayan hareketler de başarı kazanmıyor. Ve şu kavram yerleşmiş olmasa; ‘iyi bir şey için ölmek lazım…’ Zerdüşt’ten beri… Mezopotamya çıkışlı medeniyet… Dünyanın hakim ideolojisi haline geliyor bu anlayış. Bu hale gelince bunun sekülerleşmiş hali ihtilaldir. Giyotin işler Fransa’da olduğu gibi. Bunu daha da abartırsınız, gidersiniz Hristiyan olsun diye –ruhu kurtulacak!- yerlilere yapmadığınızı bırakmazsınız.

Mesih Beklentisi Ve Yahudilik

AB: Yehova vs. gibi misyonerlik çalışmalarını nasıl görüyorsunuz? ‘Tanrıyı kıyamete zorlamak’ yaklaşımını konuşurken misyonerlik çalışmaları için ne söylenebilir?

AA: Vallahi tek başına Yehovacılar için bunu bilmiyorum ama Mesih beklentileri bitmedi. ‘Mesih gelecek, hangi tarihte gelecek?’ Şaşarsınız hesap kitaplar falan, inanamazsınız insanların ciddiyetine. Eski Ahit’ten gider, gün be gün hesaplar ve karar verir: 1844 öğleden sonra saat 2! Gelecek… Beklersiniz, yok. Neyi yanlış yaptık diye oturur düşünür bir daha yapar. 2000 meselesi buydu. Ve bunu destekleyecek de insanlar bulur kendine.

AB: İlluminati’yi bunlarla bağdaştırır mısınız?

AA: İlluminati de olayın bir parçasıdır ama o başlı başına bir iştir onu daha uzun bir zamanda konuşalım.

AB: ‘Balam şentov’u tanısaydık hem terminolojiden kopmazdık hem de yeni dünya düzeninin dilini çözerdik’ diyorsunuz.

AA: Ba’al Şem Tov Rusya kökenli çok önemli bir hahamdır.[iii] Bu hareketlerin belkemiği hüviyetindedir. Ama derin bir tarihi vardır, gene bugünün – kısa zamanda konuşulacak- işi değildir. Bakın bizim nerde yanlış yaptığımız kanısındayım, şimdi bunu da söyleyeyim ortalık, kıyamet kopsun… Şimdi Batılılaşacaktık ya: Batılılaşmanın iki ayağı vardır malum. Yunan – Roma ve Yahudi-Hristiyanlık. Sanmayın ki bu Cumhuriyet ile başlamıştır, biz Tanzimat’tan itibaren hep Yunan-Roma ayağını seçtik. Yani Batı’yı anlamaya Aristo’dan kalkıştık. Bunu yaparken neyi ihmal ediyorsunuz, biliyor musunuz? Esas kemiği. Biz Yahudi – Hristiyanlık edebiyatından girmeliydik.

AB: Rahmetli Cemil Meriç’in de tavsiyesi de o. Yahudi ve Hristiyan edebiyatını bilmemiz gerektiğini söylüyor.

AA: Biz terminolojiye yabancı kaldık. Oysa biz bunu sular seller gibi biliyorduk. Zaten önemli bir kısmını biz hediye etmiştik. Biz bunu sular seller gibi bilirken bilirken, nasıl yaptıysak kendimizi Aristo’ya vs.’e hapsettik, oradan bir adım ileri götüremedik, çünkü temelimiz yoktu. Terminolojiyi de dolayısıyla kaybetmiş olduk. Bu terminoloji bizde olaydı anlardık. Çünkü bakın gerçekten ne diyor, niye onu demek istiyor bilmiyoruz. Bakıyorsunuz Rockefeller gibi bir adam 2 milyonu yeter 4 milyonu şöyle yaparız böyle yaparız diye Birleşmiş Milletler’de nutuk atıyor. Şimdi şaşıyorsun, nasıl diye. Ee atar… Çünkü arka planı farklı. Dini inançlarını, dünya görüşünü vs.’sini anlayabilseydik, bu bilgiler bizde olaydı… Bu bilgiler yok bizde.

AB: Süremizin dolmasına 2 dakika kaldı. Süre dolmadan ben İngiliz etkisini de konuşmak istiyorum. Yahudiliğe ilişkin araştırmalar, arkeolojik kazılar hep İngilizler tarafından yapılıyor. Bütün bu arkeolojik buluşlarla yeni bir tarih yazılacak. Bütün bu süreçte, İsrail’in kurulması da dahil olmak üzere İngilizler üzerine ne söylersiniz?

AA: Niye böyle işlere maydanoz olurlar diye düşünmek lazım. Şimdi tabii Levant – East Levant şirketi[iv] vs. İngilizleri anlamaya çalışırken şöyle düşünün bir küçücük adadasınız. Nasıl hakimiyet kuruyorsun sen? Hakimiyet kurmanın ötesinde kime yanaşarak bunu kuruyorsunuz? Ee Amerika’yı elinizde tutmanız gerekir – arka bahçe-. Amerika’yı tutarsanız, Kanada’yı tutmanız gerekir – arka bahçe-. Hangi güçle? Bir tek şey var; aklınızı kullanacaksınız! Aklınızı kullandığınız zaman da ne yaparsınız? Bakmayın bu işler çok ucuz işler Ayşe Hanım. Bir Süveyş Kanalı uğruna kaç kişinin öldüğü sizi ilgilendirmez! İş ki kanal sizin olsun. Bu kadar da basittir yani. Hiç unutmayın Kûtu’l-Amâre’ye kimler getirildi?[v] Müslümanlar savaştırıldı. Yani insanlara sarf malzemesi gözüyle bakarsanız, ondan sonra dama taşı gibi; onu oraya, bunu buraya… Sizin içiniz yanıyor, mültecileri gördükçe… Karşının böyle bir tepki verdiğini düşünüyor musunuz? Yoook.

AB: Tabi onlar için bir muhasebe hesabı, onu da görüyorum. Avrupa açısından kendi maliyet hesapları içinde maliyetler artıran bir kalem.

AA: Şeyi de unutmayın: Bizde ‘Aman diyene kılıç çekilmez.’ Aman diyene kılıç çekmeyen kaç tane ulus vardır, bilmek isterim.

[i] ADL’nin açık adı, Anti-Defamation League. “Defamation” karalamak, çamur atmak, iftira etmek, demek; yani, tam adı “Anti-İftira Birliği”… Kararlamaya Karşı Birlik, ADL, ABD’de, 1913’de, “B’nai B’rith Bağımsız Tarikatı” tarafından kurulmuş. Resmi misyonu, “Yahudi halkına yöneltilen iftiralara /öncelikle/ akla ve vicdana, gerekirse yasalara başvurmak suretiyle son vermek” olarak açıklanmış… ADL’nin topu tüfeği yoktur; gücü, anlatageldiğim B’nai B’rith Bağımsız Tarikatı, BBYO, Inc., AIPAC, Braun Soykırım Enstitüsü, Soykırımı Araştırma Enstitüsü gibi birlikte hareket ettiği, irili ufaklı yüzlerce akraba-örgütün mecmuu. Alev Alatlı – ADL’NİN DERDİ NE? (1/ 2) başlıklı yazıları.

[ii] Harun Yahya takma adıyla birçok kitap yazan Adnan Oktar birçok kez gözaltına alındı. En son 11 Temmuz 2018’de Adnan Oktar ve Adnan Oktar suç örgütü üyesi oldukları gerekçesiyle çok sayıda kişi yakalanıp gözaltına alındı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca Adnan Oktar için casusluk, örgüt kurma, cinsel saldırı ve tehdit suçlamasından 870 yıl hapis talep edildi. Oktar’ın tutuklu yargılandığı dava – Haziran 2020 tarihi itibariyle- halen devam ediyor.

[iii] Hasidizm, İbranice “çasidus” kelimesinden türer ki, “takva” diye çevirmek mümkün. Dini bir hareket olarak 1700lü yıllarda Beyaz Rusya ve Ukrayna’da ortaya çıkmıştır. Kurucusu, İsrail bin Eliezer’dir. 1698-1760 yılları arasında yaşayan bu haham, Ba’al Şem Tov olarak da bilinir. Alev Alatlı – Bakın Şu İran’ın Yaptığına! (2) yazısı.

[iv] İngiltere’nin büyükelçilikleri hepsi şirket bayilerinden türemiştir. Mesela şöyle; Kıbrıs’taki büyükelçiliği Levant Company denilen ticaret şirketinin bir ofisi bir bayii iken sonra İngiliz hükümetinin orada temsilcisi haline gelmiştir ve bayrak çekmiştir. Kelebek Etkisi 1. Bölüm

[v] Irak Cephesi’nde Halil Paşa’nın kumandasındaki 6. Ordu’nun 1916 Nisan’ında Kut’ül Amare’de İngilizler’e karşı kazandığı zafer Çanakkale’nin ardından Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük zaferidir. General Sir Charles V. F. Townshend komutasındaki 5 general, 481 subay ve 13 bin 300 erden oluşan İngiliz birliği 4 ay 23 gün süren Kut kuşatmasından sonra Osmanlı’ya teslim olmuştu. Esir alınan İngiliz birliğinde yalnız 2 bin 900 İngiliz vardı. Geri kalanı Hintli idi. Bu Hintliler içerisinde çoğu Pencap Bölgesi’nden  2 bin Müslüman asker bulunuyordu.

Uzun bir yol hikayesiydi bu…

Uzun bir yol hikayesiydi bu…

Belgeseller

Duvarların Arkasında

Uzun bir yol hikayesiydi bu…

Yolculuğa ilk çıktığımızda karşımıza çıkacakların neler olduğunu bilmiyorduk.

İlk durağımız Umman’dı. İstanbul’dan bir kış günü yola çıkıp kendimizi Umman’ın çöllerinde bulduk. Heyecan, yorgunluk, merak, üzüntü, şaşkınlık, tartışma, bıkkınlık arasında gidip gelen duygular arasında geçen iki yılda her türden ortamda yaşamaya alıştık.

Kadın sorunlarının çeşitliliği kadar tektipliği karşısında yılmamak için büyük çaba sarf ettik.

Kimi zaman dindarlığını, kimi zaman feminizmi sorgulayan müslüman kadınlarla tanıştık.

Kimi zaman taşlandığı halde vazgeçmeyen bir kadın hakları aktivistinin mücadelesini, kimi zaman da bu erkekler değişmez diyen bir pesimisti, kimi zaman dindar bir toplumda sıradışı işler yapmanın bedellerini ödeyen kadınların hikayelerini, kimi zaman bir sporcunun umutlarını dinlerken bulduk kendimizi.
Ramallah’ta kızı intihar bombacısı olan bir annenin acısı ile ağladık; çıkmaz sokaklarla dolu bir kampta.

Amman’da sürgünde bir kadın gerillayı dinledik. “Hayat ile ölümün arasını kısaltmayın” diyen sesi hala kulaklarımızda.

Jakarta’da köyünden ailesinin geçmini sağlamak için yollara çıkmış bir kadın şarkıcının zirveye çıkma mücadelesini dinlerken duygularına tanık olduk; “seksiyim diye beni günahkar saymayın” diyen.

Kimi zaman bir holding patronunun, kimi zaman bir siyasetçinin evine konuk olduk.
Dügünlerde, nişanlarda mutluluklarını paylaştık.

Çöl gecelerinde çok eşli olmaktan şikayet eden erkekleri, çaresiz kadınları, çok eşliliği önlemek için dernekler kuran, yasaları zorlayan kadınları dinledik…
Golan tepelerinde Kuneytra’da 30 yıl önce yıkılmış evinin yasını tutan bir yaşlı teyzenin anılarıyla hüzünlendik.

Tahran’da “ben sadece yazmak istiyorum, cenneti falan değil” diyen isyankar bir yazarın cesaretine hayran kaldık.

Cezayir’de bağımsızlık savaşının kahramanı bir kadın savaşçının hatıralarında gözyaşı döktük.

Kültür, coğrafya, mesafe farklarımız duygudaşlığımıza engel olamadı.
Dayak aldatma, şiddet, haksızlık, aşağılama, yok sayılmak, yasaklar, dayatmalar, anti demokratik uygulamalar, insan hakları ihlalleri, yoksulluk, göç gibi tüm dünyanın ortak sorunlarına çözüm oluşturma çabasının en önemli ortak paydamız olduğunu gördük.

Kimi zaman da bunlardan bihaber güzellik, gençlik, zenginlik, kariyer peşindeki kadınlardan dinledik kadın sorunlarını. Bir mülteci kampından diğerine giderken aradaki hayatlardaki çelişkilerle hüzünlendik. Bir şehir bombalanırken kadınlar ne yapar sorusunun cevaplarını Beyrut’ta bulduk. Her şeye rağmen Beyrutlu kadınları gezdiğimiz bölgelerin en süslü kadınları olarak ilan ettik.

Kimbilir kaç asırdır sadece kendileri üzerinden yürüyen tartışmalara, baskılara rağmen kendi seslerini korumayı başarmış Müslüman kadınların seslerine biz önyargısız kulak verdik, umarım bu sesler size de ulaşır.

Ayşe Böhürler

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

İç mi, Dış Mı?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İç mi, Dış Mı?

Görülen o ki, 2023 seçimleri sadece iç siyasete ilişkin konular ile geçmeyecek. Finanstan teknolojiye, yatırımcılar, dış çevreler ve Ortadoğu’nun eski ve yeni güçlerinin uzantılarının etkisi iç siyasette daha çok hissedilmeye başlanacak. Hem küresel, hem bölgesel hem de yerel aktörlerin itişip kakışması önümüzdeki yıllarda daha çok gündem olacak. İç siyasette de dış siyasette de olan bitene bakarken bu itişip kakışmayı görüyorum. Tam da iç ve dış mihrakların ele ele vereceği bir seçim dönemi bekliyor Türkiye’yi.

Çin Dışişleri Başkanı’nın ziyaretinin ardından Avrupa Birliği (AB) delegasyonunun Türkiye ziyareti ve yeni İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik küstah sözlerini kişisel olarak algılamamak, içeride olanların ötesinde, dış konjonktürle birlikte değerlendirmek lazım. Orta Doğu’daki bilek güreşi uzun sürecek. Bu dalgalanmalara hazırlıklı olmak ve sağlam duruşumuzu bozmamak gerekiyor.

Çin, İran ile 25 yıllık strateji anlaşmasını imzaladı. Ticaretlerini 10 yılda 600 milyar dolara çıkartacaklar. İran- Çin işbirliği anlaşması demiryolu, limanlar, madenler, iletişim, uzay dahil pek çok şeyi kapsıyor. Çin medyası bu anlaşmayı, ‘Batı Asya bölgesinde ABD-Batı hegemonyasını altüst edeceği’ şeklinde yorumluyor. Yorumculara göre Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin İran’a Suudi Arabistan üzerinden gitmiş olmasının sembolik değeri olduğu gibi, Türkiye, İran, BAE ve Umman’ı ziyaret etmesi de ayrıca önem taşıyor. Bu arada Suudi Arabistan’ın enerji şirketi Aramco’nun önümüzdeki 50 yıl boyunca Çin’in enerji güvenliğine öncelik vereceğini taahhüt ettiğini de hatırlatalım.

Filistin ile İsrail arasında arabuluculuk teklifini de içeren; Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarı sağlamaya yönelik beş hedefli planıyla Çin artık uzak Asya değil yakın Asya’da, ABD’nin bölgedeki hegemonyasının karşısında. Bu ikili çekişmede Rusya’nın ittifak zeminlerine dikkat etmek gerekiyor. Rusya ve AB’de denkleme dahil olduğunda ciddi çıkar çatışmaları ve dalgalanmalar yaşanıyor. Bu ilişkilerdeki her gelişme, AB-Türkiye ilişkilerinden iç siyasete kadar pek çok yere yansıyor ve yansıyacağa benziyor. Siyaseti konuşurken iç-dış diye ayırmadan konuşmak gerekiyor. 

NE PAHASINA OLURSA OLSUN” DRAGHİ KİMDİR? 

‘73 yaşında Süper Mario’ olarak tanımlanan Draghi, 2011-2019 yılları arasında Avrupa Merkez Bankası başkanlığı yaptı ve bu dönemdeki “Euro’yu ne pahasına olursa olsun kurtarma” sözüyle hatırlanıyor. 2012’de yaptığı bir konuşmada sarf ettiği “ne pahasına olursa olsun” (whatever it takes) tabiri o tarihten sonra Draghi’nin adıyla birlikte anılmaya başlandı ve popüler kültürde, duvar yazılarında alıntılanacak kadar yer etti.

Draghi, ocak ayında yaşanan hükümet krizi üzerine Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Şubat ayında göreve başlayan hükümetinde, teknokratların yanı sıra Beş Yıldız Hareketi gibi ırkçı aşırı sağ partiler ve aşırı liberallerin de olduğu karma bir liste var.  Güven oylamaları öncesinde dış politika alanındaki önceliklerini açıklarken, “Bu hükümet Avrupa ve Atlantik ilişkileri yanlısı olacak, Balkanlar, Libya ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere Akdeniz bölgesi ve Afrika’ya yönelik ilgimiz güçlü biçimde devam edecek. Ancak aynı zamanda, İspanya, Yunanistan, Malta ve Kıbrıs gibi Akdeniz konusunda özel bir hassasiyeti, çevre ve göç alanlarındaki sorunları paylaştığımız devletlerle de işbirliğini pekiştirmek gerekecek. Bir NATO ortağı ve müttefiki olan Türkiye ile AB arasında daha adil bir diyaloğun tesisi için çalışmayı da sürdüreceğiz.” dedi…

Draghi’nin Ankara’da yaşanan, AB Komisyonu ve AB Konseyi Başkanı arasındaki rekabetin yol açtığı ‘koltuk’ vakasına ilişkin soruyu yanıtlarken Erdoğan’ı “diktatör” olarak nitelendirmesinin gelişigüzel, boş bulunarak söylenmiş bir söz olduğunu zannetmiyorum. Görülen o ki yine Erdoğan bahane edilerek Türkiye’ye aba altından sopa gösterilmeye çalışılıyor.

‘Ne pahasına olursa olsun Draghi’ euroyu olduğu gibi sadece İtalya’yı değil, Avrupa’yı da kurtarmak için işe Türkiye’den başlamışa benziyor. Elbette bizim de elimiz armut toplamıyor. 

RAPORLAR 

Bu ara önüme gelen Türkiye araştırma raporunu okuyorum. Doğrusu bu raporları okurken araştırmayı yapanların sunumlarının ötesinde, yorumlayanlara da gıpta ile baktığımı söylemek isterim. Rahmetli Işıl Alatlı, Özal’ın bu verileri sunulanın ötesinde farklı yorumlamada çok iyi olduğunu söylerdi. “Gece yarısı arar, ‘Işıl şunu şöyle bunu böyle hesap et tekrar bak, sonuç değişecek’ der ve haklı çıkardı” diye anlatırdı. Doğrusu araştırma verilerini standartların dışında okuyan gözlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Benim bu araştırmalarda ilgimi çeken; seçmen kitlesini merak edenlerin çeşitliliği. Yabancı şirketler, finans kuruluşları, siyasi partiler, düşünce kuruluşları araştırma sipariş edenlerin içinde yer alıyor. Türkiye’de değişimin hızını ve boyutunu ölçen, seçmen kitlesinin özelliklerini ölçüme sokan bu araştırmalardan yabancıların bizden daha çok faydalandığı ortada. Peki ya biz? Kendimizi doğru sorularla araştırabiliyor muyuz? Bu soruyu burada bırakıp dikkatimi çeken konu başlıklarına dair bir iki şey söylemek istiyorum.

Siyasi eğilimler araştırmalarda öne geçiyor, ama bir o kadar da dindarlık kriterlerine ilişkin ölçümler dikkat çekici. Az dindar, çok dindar, namaz kılar kılmaz, cumaya gider gitmez vb. maddeler var. Bir diğer önemli başlık da Kürt seçmen kitlesinin tutumları.

Anlaşılan o ki siyasetçilerin yumuşak karınları, zayıf noktaları bu araştırma sonuçlarına göre işleniyor.

Not: Bu arada okuduklarımdan dikkatimi çekti, Türkiye’de orta sınıf ciddi oranda büyümüş, gelişmiş ve değişmiş. Dindar kesim artık orta kesimin içinde. Bu, seçmen kitlenin taleplerini değiştiren bir veri olarak dikkate alınmalı.