Karantinanın -E- Hali

Karantinanın -E- Hali

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Karantinanın -E- Hali

Pandemi sebebiyle yaşadığımız karantina, bambaşka tanıklıklarla hepimizi hem kendimiz hem de dünya üzerine durup düşünmeye sevk etti. Halen de kısmen içinde yaşamaya devam ettiğimiz bu döneme dair anılarımız çok tazeyken yazılmış bir kitap “Karantinan’nın E- Hali. ‘’ “Yaşadığımız Neydi? Nasıl bir dünyanın eşiğinden adım attık ’’ sorusuna esaslı yorum ve analizler içeren kitap Nazife Şişman Ve Fatma Barbarasoğlu’nun içinde yaşarken gördüklerimiz ve göremediklerimiz üzerine e -postalarında toplanan yazılarından oluşmuş.

Kitap bizi dünya çapında bir fikir turuna çıkarıyor.  Gözümüzün önündeki çeri çöpü temizlediği gibi, görünene teslim olmamamız konusunda bir başka görme biçimi sunuyor. Olaydan ziyade olayın nasıl yorumlandığına bakıyor. ‘’İsmi koyan tanımlama gücünü de elinde bulunduruyor. Böyle olunca, 65 yaş üstü vatandaşların sokağa çıkma izni olduğu bir günde sahilde kendisine mikrofon uzatılan iyi giyimli, kendisinden emin beyefendi 65 yaş altı olduğunu beyan ettiğinde ‘kaçamak yapmış’ oluyor, evde yiyecek bir şeyi kalmadığı için çöp karıştırmaya çıkan kâğıt toplayıcısı kadın ‘yasağı delmiş’ oluyor. Ben e-posta üzerinden yaptığımız bu söyleşiyi, işte bu sebeple, gözümüzün önündeki çeri çöpü temizleme ve görünene teslim olmadan kendi idrakimizdekileri kelimelere dökme çabası olarak anlamlı buluyorum. “

Doğrusu kitap ilk elime geçtiğinde böylesine sürükleyici, yaşadığımız her ana ilişkin derin analizler içeren bir kitapla karşılaşacağımı düşünmemiştim. Akıcı bir dille gündelik hayatın içinde sarmalanmış felsefe, edebiyat, ekonomi ve siyasetin satır aralarına esaslıca yerleştirildiği bir metinle karşılaşmanın ötesinde sık sık önceki sayfalara geri dönme ve not alma ihtiyacı hissettim. Kitabı okurken kendime de bir okuma listesi çıkarmaya başladım bile…Kitap okurken akıp gidiyor ama ardında sorular bırakarak. Nazife Şişman’ın ekonomi ve sosyoloji, Fatma Barbarasoğlu’nun felsefe ve sosyoloji temeli üzerinden gelişen analizleri bir sohbetin akıcılığında ilerliyor. Karantina’nın E-Hali son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan birisi. Kitabın yazarlarını her şeyin hızla gelip geçtiği bir döneme dair kalıcı bir eser bıraktıkları için ayrıca kutluyorum.

İSMET ÖZEL’DEN ÖDÜNÇ ALINAN MISRALAR

Dijital kültür, fâni ile kadim olan arasındaki hiyerarşiyi yıkmak üzerinden enerji biriktiriyor. “Google Sonrası Yaşam” başlıklı bir kitap ismi ile karşılaşınca zihnim “Ölümden Sonra Hayat” adıyla yayımlanmış kitapları çıkarıp getirdi mahzenden.”

“Artık hepimiz dijital zamanın içindeyiz. Ama bu gerçek ile yüzleşmeyi göze alamıyoruz. Söylem bir tarafa doğru sekiyor, eylem öteki tarafa. İnsanlar ‘evde kalma günleri’ni İsmet Özel mihmandarlığında ‘değerlendirdi’ sosyal medya söylemi üzerinden: Herkesin bahanesi var senin yok/ Günahlı bir gölgenin serinliğinde biraz bekleyebilirsin / Daha sonra burada kalamazsın, başa dönemezsin/ Ama dön/ Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!/ Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!/ Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön! “

Başa dönemiyoruz orası kesin. Ama şair “Burada kalamazsın” derken biz “burada” kalmaya fena hâlde istekli görünüyoruz. Gidilen bir yer olmadığı için dönülen bir yer de olmadı/olmayacak! “Eve döndük, ne güzel oldu” dedi. Oysa ilerleyen günlerde anlaşıldı ki eve döndük diyenlerin bir kısmı daha önce hiç evinde olmamış, dolayısıyla da bundan sonra olması mümkün değil… Evin içerisi ile dışarısını ayıran eşik iptal oldu. Oysa evin içerisi ile dışarısını ayıran eşikler çeşit çeşittir ve eşiklerden biri de gecedir…. Karantina günleri, 7/24 hayatı eve taşıdı. Jonathan Crary, 7/24: Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu adlı o incelikli analizinde uykusuz asker, uykusuz işçi sürecinin uykusuz tüketici kısmına gelindiğine dikkat çekiyor. Karantina günleri uykusuz tüketicinin gezegen çapında kampı oldu âdeta. “

Herkes aynadaki sureti ile diyalog hâlinde. Pandemi günlerinde yüzüne takmak zorunda olduğu maskeden dolayı muhatabımızın suretinden ve siretinden mahrumuz. Birkaç yıl önce Black Mirror olarak seyrettiğimiz pek çok distopiköge, unsur, ürün, hayatımıza çoktan karıştı. 1990’lı yıllar boyunca bütün dünyada “birlikte yaşamak” üzerine derin tartışmalar yapıldı. 2020 yılında taşıyıcı olma ihtimalimiz vardır diye yaşlı akrabalarımızı ziyaret edemez hâle geldik. Acı olan şu ki daha önce distopik bir sahne olarak seyrettiğimiz şeyler hayatımıza dâhil olunca “Yapacak bir şey yok, olması bekleniyordu, oldu işte” kabullenişine demir atıyoruz. Bu kabulleniş beni ziyadesiyle korkutuyor. Bu kabulleniş gelecekten ümit kesmemize sebep oluyor, daha da önemlisi “kötülük” karşısında sorumluluk almamıza engel oluyor.

SEMİYO KAPİTALİZM…

Bir distopya filminden fragmanlar yayınlanıyor gibi, mesela İtalya’da askerî araçların her gün ölen yüzlerce kişiyi hızlı bir şekilde defnetmesi bir görsel olarak geçip gitti önümüzden. Yas günlerinde bu kadar yoğun eğlencenin servis edildiği, tarihte başka bir dönem olmuş mudur bilmiyorum. Sontag “başkasının acısına bakmak” diyordu ya… Biz başkasının ölümüne “eğlenerek bakıyoruz”. Salgınla mücadele kapsamında taziye evine gidilemiyor, cenazelere katılım mümkün değil. Tamam! Ama, bu kadar eğlenmek gerekiyor mu?

Bu yaşadıklarımız neden ibret mesajlarına dönüşmedi sorusu önemli. Buna Nazife Şişman Susan Sontag’dan bir yorumuna dikkat çekiyor.. ‘’Tüketim toplumu bireyi hayatın sonluluğuna dair düşünmeye değil, daha fazla tüketime teşvik ettiği için ölümü hayatın dışına itmiş, kalın bir parantez içine almıştır. İnsanlar sanki hiç ölmeyecekmişçesine hayata davet edilirler. “Yaşanacak tek hayat vardır, o hâlde beden sınır tanımaz bir haz içinde ilerlemelidir.” Popülerkültür her gün, her saat bu düsturu tekrarlar. Finans kapitalizminin pandemiyle değişen yüzüne, her şeyi rakamlarla ekonomi takip eder gibi etmenin yabancılaştırmasına dikkat çekiyor… ‘’Korona sürecinde birkaç video konferansını dinlediğim Franko Bifo Berardi “semiyo-kapitalizm” diyor buna. Yani finans kapitalizmini meşrulaştıran ve akıcılığını sağlayan birtakım sayıların, kavramların tedavülde olması. Gerçekte insanların ne yaşadığı değil, bunu tanımlayanların onları nasıl gördüğü, ekranlarda nasıl takdim ettiği belirliyor her şeyi

Bizim Nesil Ve Öncesi – Rasim Özdenören

Bizim Nesil Ve Öncesi – Rasim Özdenören

Edebiyat

Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...

 

 

Rasim Özdenören

Rasim Özdenören

Bizim Nesil Ve Öncesi

Rasim Özdenören[1]

Ben 1940 doğumluyum ve edebiyatla ilgilenmem çok erken yaşlarda başladı. İlk öykümü 1955-56 yılında yazmaya başlamıştım. Daha önce okuduğumuz, elbette bazı öyküler, romanlar oldu. İlk yazmaya başladığımda bir insanın bir anını anlatmaya çalıştım. Zaman içinde anı anlatmaya çalışırken bunu mekana dönüştürdüğümüzde, noktayı adeta anlatmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Beni yazmaya kışkırtan şey bunu başarabilme keyfiyeti oldu. Bunları yazmaya başladığımda tabii Türk edebiyatının, günümüz Türk edebiyatının hangi safhada olduğunun doğrusu farkında değildim.

Dergilerle irtibat kurmaya başladığımda böyle bir genç yazarlar grubunun da doludizgin öykü yazmakta olduğunu gördüm. Bu yazarlar, benim kendi kişisel birikimimde yeri olan Ömer Seyfettin ve ona benzeyen öykücülerle ilgisiz şeyler yazıyorlardı. Mesela lise birinci sınıftayken ilk okuduğum öykülerden birisi, Aşk Rüzgarı diye bir öykü okumuştum. Bu öykü Ömer Seyfettin’in öykücülüğüyle ilgisi bulunmayan bir öyküydü. Bir amatör öykücü tarafından kaleme alınmıştı. Başı belli değil, birden bire başlıyor ve birden bire bitiyor idi. Benim de zaten yazmak istediğim öykü böyle bir öyküydü.

Çevrimsel Kurgu Ve Bilinç Akımı Tekniği

Klasik öyküde malum; serim, düğüm, çözüm, sonuç diye bölümler var. Fakat benim yazmaya gayret ettiğim, yazmayı başarmak istediğim öykü serimi, düğümü, çözümü olmayan şeydi. Anın öyküsünü yazmaya gayret ettiğimde gördüğüm şey şu oldu: O anın içinde insanın bir gülücüğünü kelimelerle resmetmeye çalışıyorum fakat gördüm ki o an kendinden ibaret bir an değil. O anı besleyen kişinin kendi geçmişi var. Bu geçmişe bir yerden uzandığımız takdirde bunu bir edebiyat sanatı olarak nasıl başarabilirim sorusuyla karşılaşıyorum. Soru beni, öykülerimi çevrimsel olarak kurgulamaya götürdü.

Olaya herhangi bir noktasından başlıyorum, kişinin geçmişini, hafızasını yoklayarak hatıralarına uzanıyoruz. O başlangıç noktasıyla bir çemberi çeviriyoruz. 360 dereceye geldiğimizde bazen öykü orda bitiyor ama bazen öykü orda bitmiyor. 360 derecenin tamamlandığı yerden sonra doğrusal olarak da devam etmeye başlıyor. Bazen bu hilal biçiminde oluyor. Tamamlanmamış bir çember gibi oluyor. Ben kişilerin aklından geçenleri, belirli renklerle işaretliyor ve öyle anlatıyordum. Meğer dünya edebiyatında bilinç akımı diye adlandırılan akım zaten bunu yapıyormuş ve zaten bunun, o günün matbaa teknikleriyle denenmesi ve yapılması da çok kolaymış, sonradan bunu da öğrenmiş olduk. Ama ben kendi kişisel yazı hayatımda bunu kendiliğinden denemiş oldum. Benim için önemli olan bu.

Türk Öykücülüğü…

Dünya öykücülüğünde yeri olan iki ana damar Türk öykücülüğünde de neredeyse aynıyla yaşanmış. Bu iki damardan birisi Edgar Allan Poe ve Maupassant’nın, diyebileceğimiz damar, onlardan geliyor. Bir diğer damar da Rus öykücüsü Çehov’dan geliyor. Türk öyküsü ilkin Çehov damarıyla başlamış. Ben bildiğim kadarıyla öyle değerlendiriyorum. Doruk noktasına Ömer Seyfettin’de ulaşmış. Ömer Seyfettin ve arkadaşları veya Ömer Seyfettin’in izleyicileri olarak 1950’li yıllara kadar devam etmiş.

Türk modern öykücülüğünün, bana sorarsanız çok temel taşlarından birisi olan Sait Faik’in ilk öykülerinde 1940’lı yıllarda yayınladığı Şahmerdan ve diğer Medarı Maişet Motoru gibi bu tür öyküler aslında Çehov öykücülüğünün devamı. Ama 50’li yılların başlarında, Sait Faik’in ölümüne yaklaştığı yıllarda yayınladığı öyküler aslında bugünkü modern Türk öyküsünün de ilk öncüleri olarak ortaya çıkıyor. Sait Faik’in hem Alemdağ’da Var Bir Yılan öyküsü hem de aynı adı taşıyan kitabında toplanmış olan öyküleri 1950’li yılların edebiyatçı kuşağının ortaya çıkmasına ve serpilmesine yol açıyor.

Siyaset açısından 1950’li yıllar Türk siyaset hayatında çok partili demokratik dönemin emeklemeye başladığı yıllar. Bana göre o emekleme hâlâ devam ediyor. Bir türlü bebek henüz ayağa kalkamadı diye düşünüyorum. Ama o yılların öyküsüne baktığımızda şöyle bir yorum yapıyorlar. Deniyor ki; ‘Demokrat Parti üç dönem seçildi. Bir 1950, bir 1954, üçüncü seçilişi 1957 yılına tekabül ediyor. 1960 yılı askeri darbeyle hükümet indirildi, yerinden edildi, birkaç idamla neticelendi bu hükümet darbesi. Demokrat Parti özellikle 1957 yılından itibaren muhaliflerine karşı müsamahasız bir tavır sergilemeye başladı.’ deniliyor.

Cumhuriyet Dönemi Ve Garip Akımı

Ve gerek şiirdeki İkinci Yeni’nin, gerek öyküdeki 1950 kuşağının ortaya çıkmasının Demokrat Parti’nin bu despotça – ben çok da doğrusu katılmak istemiyorum buna, ama ben söylenenleri sadece nakletmiş olayım- tavrına bir tepki olarak doğduğunu söylüyorlar. Fakat edebiyat içi değerlendirmelerle hareket edip açıklamaya çalışırsak; 1940’lı yıllar Türk edebiyatında Cumhuriyet döneminin uç vermeye başladığı, Orhan Veli ve arkadaşları, Oktay Rıfat, Melih Cevdet Anday’ın dönemi. Cumhuriyet dönemi edebiyatı bence o yıllarda başlıyor. Bunu şöyle kendimce açıklamaya çalışıyorum: Cumhuriyet siyasal anlamda kendi geçmişiyle irtibatını kopartan bir dönümün ve dönem.

Orhan Veli ve arkadaşlarının şiiri Garip Şiiri diye adlandırılıyor. Bu şiir de kendi geçmişiyle irtibatını tümüyle kesmiş bir edebiyat olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla 1930’lu yıllardaki edebiyatı aslında cumhuriyet döneminin asal edebiyatı olarak kabul etmek istemiyorum.  Çünkü o dönemde ürün veren edebiyatçılar aslında Osmanlı döneminde doğmuş, o dönemde kendi edebiyat zevklerini belirlemişler. Ürünlerini o dönemden itibaren vermeye başlamışlar. 1930’lu yıllarda da artık olgunluk dönemlerinin ürünlerini vermeye başlamışlar. Ama bunlar cumhuriyet dönemini temsil eden ürünler olarak görülmüyor. Necip Fazıl olsun, Ahmet Hamdi Tanpınar olsun, Ahmet Muhip Dıranas olsun, Ahmet Kutsi Tecer olsun daha sayabiliriz… Fazıl Hüsnü gene o dönemde ürünlerini vermeye başlamış. Cahit Sıtkı o dönemde, Ziya Osman Saba o dönemde ürünlerini vermeye başlamışlar fakat bunlar Cumhuriyet döneminin tipik ürünleri olarak anılmamalı diye düşünüyorum. Cumhuriyet döneminin tipik ürünleri Orhan Veli ve arkadaşlarının Garip adıyla adlandırılan şiiriyle başlamış.

Atilla İlhan Şiiri

1950’li yıllarda ise Garip şiirinin ortadan kaldırmaya çalıştığı şairâneliğe yeniden bir dönüş var. Atilla İlhan Sisler Bulvarı şiirini yazıyor 1950’li yılların başlarında. Romantik bir şiir. Efendim, bireysel bir şiir. Aynı zamanda şiir söylemini yeniden mecaza döndürüyor. Halbuki Orhan Veli şiiri nükteye boğuyor. Hayat, fakirlik hayatı, “Cep delik cepken delik, kevgir misin be kardeşlik” sözleriyle özdeşleştirilmiş oluyor. Buna karşı ilk tepki Atilla İlhan’ın şiiriyle doğuyor.

İkinci Yeni

İkinci büyük tepki İkinci Yeni diye adlandırılan ve Türk edebiyatında bence gene o şairlerin, İkinci Yeni şairlerinin arasında yer alan Cemal Süreya’nın “Çağdaş şiir geldi kelimeye dayandı.” cümlesiyle açıklanabilir. Şiirin gerçekten gelip kelimeye dayandığı, yani imaja dayandığı, şairâneliğe dayandığı bir dönemin adı. O dönemde kelimelerle öylesine oynamaya başlıyor ki şairler, artık anlam da elimizin altından kaymaya başlıyor. Sartre’ın kendi ülkesinde bahsettiği bir durum var: “Yer ayağımızın altından kayıyor gibi düşünüyorduk.” diyor. Türkçe’ye dönüştürdüğümüzde sanki kelimeler artık elimizden kaymaya başlamış gibiydi. Cemal Süreya yazdığı şiirlerden birinin mısra şöyle başlıyor: “Laleli’den kalkıp dünyaya giden bir tramvaydayız” diyor.

Gene o dönem şairlerinden Sezai Karakoç’un dikkatiyle konuşursak o şunu söylüyor: “Bizim klasik şairlerimiz veya daha önceki şairlerimizin trenleri Laleli’den kalkarsa mutlaka Sirkeci’ye giderdi. Varış yeri, terminalleri Sirkeci olur.” diyordu. Ama bu İkinci Yeni’nin şiiri Laleli’den kalkıyor fakat dünyaya doğru yol alan tramvayın içindeyiz. Bizim de yazmaya başladığımız dönem bu dönem oluyor.

Edebiyatta 10’ar Yıllık Dönemler

Biz bu şairlerden, böyle bir edebiyat akımından haberli olmaksızın adeta kelimelerle oynayarak, kelimelere mecazi anlamlar yükleyerek, tümüyle istihareye dönük metinler yazmaya çalışmak suretiyle aslında kendi çağdaşlarımızın durumunu kendi taşra kentimizde, adeta onlara bir cevap olarak veya adeta onlara bir yankı gibi kendi öykümüzü yazmaya çalışıyorduk. Ama bizim bu dediğim insanlardan en az 10 yaş farkımız var. Fakat 1960’lı yıllara geldiğimizde ben Sezai Karakoç’la tanıştıktan sonra onun yazdıklarının edebiyat için yeterli olduğunu düşündüm ve kişisel olarak yazı yazmamaya, öykü yazmamaya karar verdim. Fakat kısa bir dönem sonra birkaç yıllık suskunluktan sonra tekrar Sezai Karakoç’un talebi üzerine öykü yazmaya başladım. Bu tarihte artık ne yaptığımı, ne yapmam gerektiğinin tümüyle bilincindeydim.

Hem kendi kişisel edebiyat tarihçem açısından, hem de Türk edebiyatının genelinden şunu söyleyebilirim: 1920’li yılların ayrı bir karakteri var. 40’lı yılların, 50’li, 60’lı ve günümüze kadar gelen her 10 yılda Türk edebiyatı kendine göre bir karakter kazanmış ve bu karakteri de yansıtabilmiş.

30’lu yılların karakterinden bahsettik. 30’lu yılların karakteri aslında Cumhuriyet dönemine yansıtmıyor. Osmanlı döneminde yetişmiş edebiyatçıların olgunluk dönemi ürünlerini verdiği dönem. Orhan Veli ve arkadaşlarının şahsında, Cumhuriyet dönemini karakterize eden öyküler olarak 40’lı yıllarda yayınlanmış oluyor ki, şiirle öyküyü birbirlerini yansıtan aynalar olarak farz ettiğimiz takdirde böyle bir dönem oluyor.

Nesirde Nurullah Ataç’ı söyleyebiliriz. Ataç her ne kadar 30’lu yılların edebiyat nesline mensup olsa bile kendisini cumhuriyet dönemiyle özdeşleştirmiş ve kendisini cumhuriyet döneminin en karakteristik yazarı olarak ortaya koymuş. Bu benim kendi değerlendirmem. O da çünkü denemelerinde keyfiliğe başvuruyor. Yazdığı denemelerde, eleştirmelerde ‘bazıları öznel’ diyor ama bence keyfi bir yazı. Eleştirmelerinde ‘beğendim, beğenmedim’ diye tümüyle keyfiliğe dayanan değerlendirmeler yapıyor. 1950’li yıllar Türkçe’nin İkinci Yeni marifetiyle kendi içinde yaptığı bir atılım olarak ortaya çıkıyor.

Necip Fazıl, Sezai Karakoç

60’lı yıllar kendisini Müslüman olarak izah eden, tanımlayan yazarların ilk başlangıç kuşağı. Sezai Karakoç’un şahsında ve bizim neslimizin geldiği kuşak. Biz Sezai Karakoç’tan bir nesil sonra edebiyat dünyasına adımımızı atmış olmakla beraber Sezai Karakoç’un nesriyle ve şiiriyle beslendik. Sezai Karakoç da Necip Fazıl’ın nesriyle ve şiiriyle besleniyor. Necip Fazıl’ın şiir olarak ürünleri 1930’lu yıllarda… 30’lu yılların şiiri olarak kabul edilmekle beraber, nesri 50’li, 60’lı. 70’li yıllarda oldu. 1983’te ölünceye kadar, kendisini Müslüman olarak tanımlamak isteyen yazarları besleyen kaynaklardan biri olmuştur. Bu şu anlama gelmez: Bundan sonra gelen, gerek Sezai Karakoç ve onun nesli, gerek ondan beslenen bizim neslimiz tümüyle Necip Fazıl’dan beslendi veya onun taklitçisi olarak kaldı. Bu anlamda söylemiyorum. Ama onun etkisiyle, yani Necip Fazıl’ın açtığı ana caddede yürümek isteyen yazarlar neslinin başlangıcı 1960’lı yıllarda.

Bizim Nesil

Bizlerin ise 60’lı yıllarda yazıyor olmakla beraber esas itibariyle 1970’li yıllarda ürünleri kitap haline geliyor. Arkadaşım rahmetli Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları ki Türk edebiyatının çok özgün şiirlerinden birisi, 1968 yılında yayınlandı. Benim 1968’de çıkan ilk öykü kitabım Hastalar ve Işıklar adını taşıyor. Gerek Cahit Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları, gerek benim ilk öykü kitabım Hastalar ve Işıklar, bunların da bir öncesi yok kendi edebiyatımızda. Her ne kadar üslup itibariyle ilgiler elbet kurulacak. Çünkü her edebiyatçı, her yazar; kendi edebiyat geçmişini, kendi edebiyat tarihini kendi şahsında belirler, kendi şahsında o birikimi taşır. 70’li yıllarda bizim diğer öykü kitaplarımız yayınlandı. Bu kitapların arasında Çok Sesli Bir Ölüm kitabı var. Bu Çok Sesli Bir Ölüm’de birkaç tane köy öyküsü var. Bu öyküler aslında Türk edebiyatının 1940’li, 50’li, 60’lı yıllarında dolu dizgin gitmekte olan, köy edebiyatıyla bugün, Türk edebiyatında köy edebiyatı diye anılan bir tür öykü ve roman yazımına, retoriğine muhalefet eden yazılar.

O öyküler yani köy romancıları, köy öykücüleri denilen yazarların öyküleri insanı karakterize ederken belli bir şablona oturtuyor. Genelde bu insanlar kendilerini sosyalist olarak tanımlıyorlar. Sosyalist olarak tanımlayınca olaya Türk toplumunun, Türk siyaset hayatının realitesine ideolojik açıdan bakıyor, sınıfsal açıdan bakıyor. Türk toplumu da sanki Batı toplumları gibi, sınıflara ayrılmış gibi telakki ediliyor. Halbuki Türk toplumunun geçmişinde, bana sorarsanız realitede ne burjuvası var, ne aristokratı var, ne işçi sınıfı var.

Türk toplumunun toplumsal ve siyasal hayatına baktığımızda, bizim geçmişimizde feodalite olmadığı gibi onun devamı olan proletarya yok.. Sınıf olarak değil ama bir işçi zümresi var. Ama bu zümre Batı’da olduğu gibi belli bir sınıfın temsilcisi olarak ortaya çıkmış değil.  Bunun içinde hem aristokratların mensupları var hem fakir insanların temsilcileri var. Fabrika işçisi fabrika işçisidir. Zengin aileden de gelse fakir aileden de gelse. Halbuki bu sınıf tanımı Batı’da ayrı bir temellendirmeye dayanıyor. Bizim köy romancıları ve köy öykücüleri öğrendikleri bu sınıfsal realiteyi, mevcut olmayan Türk toplumsal hayatına uygulamak suretiyle çarpık bir insan tipi ortaya çıkarttılar. Biz şimdi çarpık insanı yerli yerine oturtmak suretiyle anlatmaya çalıştık ve birkaç örneğini vermeye çalıştım. Bu insanların da üzülebilecekleri, köylü de olsa efendim, maraba da olsa, sömürülen insanlar da olsa; öyle onların tabiriyle o ideolojiyi benimsemiş insanların deyimini benimseyerek kullandığımızda, böyle de olsa netice itibariyle insan olarak bakılabileceğini göstermeye çalışan bu ürünleri vermeye çalıştım. 70’li yıllardaki durum da bu. 1980’li yıllarda, 90’lı yıllarda Türk öyküsü yeni bir nesille birlikte gerçekten yeni bir evreye girmiş oldu.

[1] Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.

Türk Dilinin Abideleri ve Şiir – Prof. Dr. Hüsrev Hatemi

Türk Dilinin Abideleri ve Şiir – Prof. Dr. Hüsrev Hatemi

Edebiyat

Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...

 

 

Hüsrev Hatemi

Hüsrev Hatemi

Türk Dilinin Abideleri ve Şiir

Prof. Dr. Hüsrev Hatemi[1]

Şiirle Büyümek

Okumayı yazmayı öğrendiğim andan beri ikiz kardeşimle beraber şiire, vezinli söze, kafiyeli söze ilgi hissettik. Biraz yanlış oldu belki, okuma yazmayı öğrenmeye ihtiyaç yok bu ilgiyi hissetmek için. Evde hafızası çok güçlü ve ilkokul deneyimi bile olmadığı halde devamlı Azeri halk edebiyatıyla ilgili örnekleri bize verebilen bir babaannenin dizi dibinde oturmakla, radyolarda çalan o devir şarkılarının şiir özellikli güftelerine dikkat ederek, evde babamın ara sıra söylediği bize de çevirdiği Şeyh Sadi’den, Hafız’dan bir iki mısra dinleyerek şiiri sevmemek çok tuhaf bir şey gibi görünürdü bize. Herkesi kendimiz gibi zannederdik. Sonra ilkokul başlayınca sınıfta çok sayıda şiirle ilgili olmayan, şiir sevmeyen şahıs da olduğunu görünce, dış dünyayı o zaman tanıdık. Evde büyükanne halk edebiyatı örnekleri veriyor, baba Şeyh Sadi’den okuyor, ablam Faruk Nafiz Çamlıbel şiirini okul kitaplarından okuyordu ki; ne güzel, “Bir kuş tanıyorum ki, baharda” şiirini ablam seviyor:

Bir kuş tanıyorum ki, baharda,

Salkımlar açan bahçemin üstünde uçar da

Akşamların ürperdiği bir sesle öterdi.

Ağabeyim Yahya Kemal’e de çok meraklı, yeni şiire de, Fransız şiirine de, yeni sembolist şiiri… Evde Türk şiiri çok sevilirdi. Ağabeyimden başka Batı müziğine yatkın biri yoktu. Hüseyin’le ben de kendimizi hem halk edebiyatına yakın hem de divan edebiyatını anlamasak da ezberlemeye çalışan tipler olarak ortaya çıkmış bulduk. Mesela;

 

Şeb-i zülfinde kalanlar zulumât ile yürür

İrişen leblerine âbına hayât ile yürür

(Pîrî Mehmed Paşa)

 

Benim ezberlediğim ve çok sevdiğim bir beyitti. Manasını bilmezdim. Bir gün dördüncü-beşinci sınıftayken misafir odasında babamın yanında, babamın arkadaşlarından birine okuduğumda, adamcağızın utanıp parmak uclarına baktığını hatırlıyorum. Benim divan edebiyatı merakım böyle bir ahengi ezberleyerek, anlayarak da… “Yar yanıma geldi nice duymadım” veya “ Şen Olasın Halep” veya Aşık Garip ile Şahsenem, Köroğlu kitabında geçen koşma üslubuyla yazılmış bütün halk şiirlerini birader de ben de ezberlemiştik. Ancak orta birde bende şiir yazma başladı. Çoğunluğunu yırtıp attım sonra. Üniversite bir – ikiden itibaren yırtıp atmadığım şiirler ortaya çıkmaya başladı.

İlk şiir kitabımı 30 yaşındayken görmüştüm. Ben erken yaşta yayınlayanlardan değilim. Kardeşim benimle aynı yaşta olduğuna göre 61’de kendi bastırarak ilk basılı şiir kitabına kavuşmuştu, 23 yaşındaydı. Ben kendim bastırmak istemedim. Biraz kendimi öksüz sanırım diye düşünüyordum. Bir yayınevi basmazsa insanlar heveskârlık yapıp; “Öksüz sanırım ben kendimi yalnız içerken” güftesinde olduğu gibi, kendimi kendim yayınlarken öksüz sanacağımı düşündüm. Bir fırsat olmasa benim şiirler yayımlanmadan kalsın diye düşünüyordum.

Hayran Olduğu Şairler ve Kendi Şiiri

Benim en çok Yahya Kemal’i sevmem, hemen ona yakın derecede Ahmet Haşim’den etkilenmem, onun gibi şiir yazamadıkça, yazdığım şiirleri küçümsememle geçti gençliğim. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Fuzûlî hayranlığıyla geçti… Kardeşim aruza doğal olarak çok hakimdi… Ben de aruzla yazabiliyordum ama takır tukur buluyordum. Aruza uysun diye seçilmiş kelimelerin takırtısı benim kulağımı rahatsız ediyordu. Ben hece veznini denemeye başladım. Onu da biraz yavan bulup, çoğunu atıyordum. Hece veznini küçümsediğimden değil, benim yazdığım şiirleri  Faruk Nafiz’e, Orhan Şaik’e benzetemediğimden. Bu biraz ilkel oluyor diye yazamıyordum. Serbest veznin küçümsenecek bir vezin olmadığının farkına lise sonda vardım. Sonra üniversite bir-ikide serbest vezinle şiirlere başladım. Ama etki olarak, arka fon olarak hiçbir zaman divan edebiyatı eksilmedi benim şiirimden. Serbest vezne geçmekle ne Ahmet Haşim’le vedalaştım, ne Yahya Kemal’le vedalaştım. Ama arka fona Nazım Hikmet de girdi artık. Onun şiirlerini de çok sevmeye başladım. Attila İlhan’la 1960’da üniversite ikideyken karşılaştım. Ben Sana Mecburum kitabını da 1961’de satın aldım ve okudum. Ve ondan sonra Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım Hikmet gibi Attila İlhan’ı da seven biri oldum. Divan edebiyatı şairlerine geri dönüp onları saymıyorum. Divan edebiyatına sevgim hiç eksilmedi zaten.

 

Eski Kentte Bir Gece kitabım biraz Attila İlhan havası sezdirirdi. Bazı eleştiri yazılarında da bu yazıldı. Fakat daha ikinci kitapta 1973, “ bazı eleştiri cümlelerinde söylendiğine ben de katılıyorum. Galiba Attila İlhan etkisi olan ilk şiirler dışında benim kendimin bir havası var. Biraz son yıllarda karşılaştım, Alper Gencer’i kendi havama çok yakın bir genç şair görüyorum.

Şiirinin Kendine Özgü Yanları

Yeniyi reddetmemek, fakat eskiyi küçümsemeyen bir hava olduğunu söyleyebilirim. Mesela Prag’ın komünizmi terk etmesiyle, birden bire geçmişini reddeden, daha önce “kahrolası sosyalistler, bize bunları yaptırdılar” demeden sanki arada hiçbir şey olmamış gibi gene Avusturya- Macaristan İmparatorluğu’nun bir eyaleti, bir Bohemya Krallığı gibi eski Praglılığa devam…Biz bir devirden ötekine geçerken, eskisini kötüleriz. İşte bende o yok. Cumhuriyet devrini Cumhuriyet devri gibi seven bir anlayışım var. Osmanlı devrini Osmanlı gibi, Selçuklu devrini Selçuklu gibi, İslam öncesi Türk edebiyatını o devir edebiyatı gibi sevmek…

Cumhuriyet Sonrasında Yaşanan Değişimler

Cumhuriyet sonrası sosyal değişimler oldu. Cumhuriyete geçmenin muhakkak ki çok büyük, çok temel etkileri olmuştur. Ama mesela; Fransa’da III. Napolyon Fransası, Fransız edebiyatı tabii ki XIV. Louis devriyle aynı değil. Bu kaçınılmaz bir şey, zamanın geçmesiyle devirlerin, edebiyat anlayışının insanlar arası ilişkilerin değişeceği çok normal. Bunun için benim temelde itirazım pek yok. Değişimi geçmişi kötülemeden yaşamak lazım diye bir sızlanma şeklinde yapıyorum. Acı bir tenkid yok, çünkü zamanın değişeceğini biliyorum. Yani insanlar zamanın değişmesiyle bazı değişikliklere uğrarlar bunu bütün nesiller yaşamıştır. Tevrat’ta da var, eski Mısır papirüslerinde de var. Mehmet Akif’de de var. Mehmet Akif’in Safahat’ında bir kırsal bölgede yapılan düğünde “Eskiden burası ne kadar yeşildi, ne kadar mahsulü bereketliydi” diye Mehmet Akif de Safahat’ta bir şiirinde zamanın ne kadar, tabiatı yozlaştırdığını, insan ilişkilerini yozlaştırdığını söylüyor. Yani bu önü alınamaz, kaçınılamaz bir şey. Gönül elverir ki eskiyi kötülemeden yeniyi yaşayalım, bir de “ne yapılmalı” diye, “bir şey yapamaz mıyız” sorusu içimizde olsun. Benim şiirlere yansıyan “kahrolsun, niye böyle olduk”  cümlesi tabii bir şey ama biz buna direnmeliyiz. İnsan iradesi bazı şeylere  karşı koymayı da gerektirir. Yalnız fizik, sosyal şartları kabullenmez diye ona sızlanıyorum. Yoksa her değişiklik karşısında sızlanmıyorum. Haksızlık etmemek bir de… Mesela Yahya Kemal hayatında 1950’den sonra tanınan şairlerden pek iltifat görmeden öldü. Yahya Kemal 58’de öldü. Garip akımı şairleri Yahya Kemal’e hayatında pek iltifat yöneltmediler. Eskidi diye düşündüler Türkiye içinde. Ama geçenlerde elimde Fransa’daki Türk Büyükelçiliği’nin 70’li yılların son bir iki senesinde bastırdığı bir Fransızca küçücük bir broşür geçti. Yahya Kemal’i Fransa’ya tanıtıyor, Türk Büyükelçiliği yazdırmış, hazırlatmış. Başyazısını Melih Cevdet Anday yazmış, dışarıya Fransızca anlatırken, Yahya Kemal’e hayatında Türkçe okunduğunda bundan beş cümle söyleseydi Yahya Kemal mutlu ölürdü. Melih Cevdet Anday onun Türk klasik şiirini modern şiirle nasıl uzlaştırdığını, nasıl önemli bir edebiyatçı olduğunu Fransızca anlatıyor. Ama yurt içinde Melih Cevdet Anday bizim klasiklerimiz yoktur diye Attila İlhan’ı isyan ettirmişti aynı yıllarda. Attila İlhan Hangi Batı kitabında, “Bizim klasiklerimiz olmaz olur mu? Bâkî, Fuzûlî, ne güne duruyor” diye yazmıştı. İşte bu davranışa ben karşı koymak istiyorum.

İslam Öncesi ve Sonrası Türk Dilinin Abideleri

Bir: Orhun Yazıtları, iyi ki varlar. İki: Bazılarının zannettiği kadar geç ortaya çıkmamışlar. Bazılarının zannettiği kadar da “ah ulan, ahh” mantığıyla milattan önce 5000’de de 2000’de de bizim yazı dilimiz vardı abartmaları gereksiz. Övünme yalanla karışırsa gençler bu sefer gerçekten de korkuyorlar. Hâmâsi edebiyat diye OrhunYazıtları’nın güzelliğinin tadına varmayı bırakıyorlar.

Hazreti Muhammed’in doğduğu milattan sonraki 6. yüzyılda bir Romalının ne gibi bir cümleyle yazı yazdığını biliyoruz. Eski Yunan edebiyatını da biliyoruz. Hazreti Muhammed doğduğu sırada, Fenikelilerin yazı dilini de biliyoruz. İran’ın da, Zerdüşt dininin kitapları ortada. Ama maalesef daha önce Türk yazı dili diye birşey olmadığı için Orhun Kitabeleri’nden başlatmak zorundayız. Bunu küçük görüp geçmişe doğru belge veya iddia uydurursak, o zaman bir takım gençler her şeyi aşırı ırkçılık zannedip Orhun Kitabeleri’nin zevkine varmayı da bırakıyor, “ben böyle hâmâsi edebiyat okumam” diye.

Orhun Yazıtları

Orhun Yazıtları zannedildiği kadar geç değildir. Fransızca milattan sonraki 8. yüzyıla ait bir belgeyle ilk defa yazı dili örneğini vermiştir. Çünkü daha önceki Fransızca, Keltçe. Keltçe Fransızcanın aynı değil. % 50’si de Latince. Latince de Fransızca’nın aynı değil. Fransızca dediğimiz dilin ilk yazı dili örneği Kral Kel Charles (II. Charles) devrinde yazılmış bir belgedir. Kel Charles da Endülüs Emevi Devleti kurulduktan sonra ortaya çıkan bir kraldır. Yani milattan sonra 8. yüzyıl. Endülüs Emevi Devleti yeni başlamış İspanya’da, Fransız yazı dili çıkıyor. Aynı yüzyıllarda da belki de Fransızca’nın ilk yazılı belgesinden 200 yıl önce önce de Yenisey Irmağı boyunca Orhun Yazıtları yazılmış ama Kel Charles’ın belgesini insanlık biliyor. Ancak Orhun Kitabeleri bilinmek için Thomsen’in[2] okumasıyla 19. yüzyıl sonunu bekleyecek. Bu da II. Abdülhamit zamanı. Biz ancak II. Abdülhamit zamanında bizim dilimizde, milattan sonra 8. yüzyıla ait belge var öğreniyoruz. Bu büyük mutluluk, bunun keyfini sürmeliyiz. “üze kök tengri asra yagız yer kılıntukta ekin ara kişi oglı kılınmış” (Üstte mavi gök, altta yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasında insanoğulları yaratılmış).

Orhun Yazıtları, Türk muhakemesinin en az iki yüz üç yüz yıldır böyle cümleler kurmaya hazır olduğunu gösteriyor. İleri bir yazı dili cümlesi.

Dîvânu Lugati’t-Türk

Dîvânu Lugati’t-Türk’e[3] gelince gene okumadan, -ben lay lay lom tabirim çok kullanırım- lay lay lom anlayışla Dîvânu Lugati’t-Türk’ü basit bir sözleri bir araya getirmek, verdiği şiir örneklerini de şiirsel değeri pek yüksek olmayan ağıtlar, harp şiirleri zannetmek doğru değil. Halbuki  Dîvânu Lugati’t-Türk’te hece vezni gibi bir vezinle yazılmış bir gazel beyti sayılacak bir beyit de var:

 

Artıp durur aşk

Sevgi artıp durur

Ayrılış günü belirir

Ayrılış günü yaralı yüreğine

kirpiklerini kırpıp durma

Dökülen göz yaşların seni ele verir.

 

“Artup gider sevüklük, Adrış küni belgirer” diye başlıyor. “Belgirer” belirir demek. Gayet güzel. Dîvânu Lugati’t-Türk de iki yeri beni vuruyor. Biri bu. İkincisi Dîvânu Lugati’t-Türk’ün giriş kısmında Kaşgarlı Mahmud “Peçenekler Batı’da bizim dilimizi konuşan Türklerdir” demesini biliyor. Peçenekler o sırada Müslüman değil, Kaşgarlı Mahmud Müslüman. Demek ki bir Türk milleti anlayışı Dîvânu Lugati’t-Türk’de var. Herkesi Oğuzlar’dan ibaret veya herkesi Uygurlardan ibaret bilmiyor. Bir kelimeyi örnek verirse “Bu Oğuz kelimesidir.” diyor. Başka bir kelime sırasında “Uygurların kullandığı bir kelimedir.” diyor. Türk milleti diye bir millet olduğunun din dışında da farkında olan biri ki Kaşgarlı Mahmud Peçeneklerden bahsediyor. “Pek bilmediğim, çok ilerilerde yaşayan bir Peçenekler var.” demiyor. “Bizim dilimizi en Batı’da konuşan da onlardır.” diyor. Peçenekler o sırada Bizans’la savaşan veya yeni Hristiyan olup Bizans’la savaşlara son veren, Bulgarlaşmaya başlayan bir Türk kavmi.

Kutadgu Bilig

Kaşgarlı Mahmud’un bize Türk medeniyetinin İslamiyet’e geçmesiyle yaptığı sıçramadan bahsetmiyor. İşte onun eksiğini aynı yüzyılda tamamlayan biri; Yusuf Has Hacib. Kaşgarlı Mahmud’un kitabında “Buda mabedlerini yıktık biz” diyen Türkler, İslamiyet’i kabul edince Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig kitabında[4] şunu söylemeye başlıyorlar: “Hendese öğrenmek istersen Euclides’in (Öklid) kapısını çal.” Kaşgarlı Mahmud’la Yusuf Has Hacib aynı yüzyılda yaşamış. Biri daha az medeni değil. Kaşgarlı Mahmud da medeni ama konusunu biliyor. O lügat yazma konusu seçmiş. İslam medeniyetinin etki etmediği, Arapçadan önceki Türk dili örneklerini verecek ki “Arapça’dan eksik değil Türkçe” diye kitabı yazış tezine uygun bir kitap ortaya koysun. Metodla yapıyor bunu, İslamiyet’i küçük gördüğünden değil. “Bizim dilimiz de Arap diline yakın dillerden biri” demek için. Onun için İslamiyet’in kattığı kelimeleri almıyor lügatine. Yusuf Has Hacib’in yazdığı kitap tipik bir İslam dönemi ahlak ve genel bilgi ansiklopedisi gibi yazılmış. Birden bire; “Hendese öğrenmek istersen Euclides’in kapısını çal.” İşte İslam medeniyetinin Türk medeniyetine sağladığı sıçrama. Orta Doğu’nun ortak medeniyeti olan Akdeniz medeniyeti Arapların yaptığı tercümelerle, Abbasiler devrinde yapılan çevirilerle islam medeniyetine kazandırılıyor. Oradan İran’a ve Türkistan’a yayılıyor. Yusuf Has Hacib, “Euclides’in kapısını çal, hendese öğren.” diyor. Bu, benim Kutadgu Bilig’in gözümde en çok yer eden cümlelerinden biri.

Hoca Dehhânî, Yunus Emre, Anadolu Türkçesi

Sonra Anadolu Türkçesinin büyüklüğü geliyor. Gene lay lay lomca düşünmede şöyle yanlışlar var: “Mevlana Farsça yazdı. Fakat o sırada biz bilinçsizdik. Resmi dilimiz Türkçeydi. Neyse ki iki yüz sene Karamanoğlu Mehmet Bey geldi. Mehmet Bey, ‘Çarşıda, pazarda herkes Türkçe konuşacak.’ diye bir bağırış bağırdı ki herkesin ödü patladı, herkes Türkçe konuşmaya başladı.” Karamanoğlu Mehmet Bey’in Türkçe konuşulacak fermanı (1277) yalnız Karamanoğlu Beyliği’nde geçerliydi. Eğer Karamanoğlu Mehmet Bey Selçuklu’da Selçuk sultanının yerini almış olsaydı bu fermanın bütün Anadolu’yu Türkçe konuşturduğuna inanırdık. Fakat Karamanoğlu Mehmet Bey’inki yalnız o sırada kendi beyliğinde söylenmiş bir sözdür. Bu fermandan otuz – kırk yıl önce, Hoca Dehhânî[5] çıkıyor.

 

Aceb bu derdümün dermanı yok mı

Ya bu sabr itmegün oranı yok mı

 

Yanarım mumlayın baştan ayağa

Nedür bu yanmagun pâyânı yok mı

Begüm, Dehhânî’ye ölmezdin öndin

Tapuna irmegü imkânı yok mı… diyor. “Oran” kelimesi TDK’dan yıllar önce “Ya bu sabr itmegün oranı yok mı” diye Mevlana’nın çağdaşı, sohbetlerinde de bulunmuş Hoca Dehhânî tarafından söyleniyor. Gene Mevlana’nın yirmi otuz yaş küçüğü Yunus Emre, Karamanoğlu Mehmet Bey korkusundan değil kendi içinden Türkçe fışkırdığı için Türkçe kullanıyor. O kadar güzel Türkçeyle… Selçuklu devrinde halkın Türkçe konuştuğunu herkes biliyor. Sadece resmi dil Farsça. Bu da her toplumun başına gelebilir. Bize mahsus bir şey değil. İngilizler de; kendilerinin de Norman istilasından sonra yüz yıl kadar İngilizceyi saray dili olarak kabul etmeyip Fransızca konuşmalarını hiç bir zaman geçmişlerinin başına kakmıyorlar. “Yuh be! Biz Norman devrini yaşamışız, ne bilinçsizmişiz.” demiyorlar. Soğukkanlı tarihçilikle “Evet Norman istilası devrinde saray dilimiz, resmi dilimiz Fransızca olmuş. Sonra 11. yüzyıldan sonra İngilizceye kavuşmuşuz.” diyorlar.

Selçukluların Türkçeyi bozma gibi bir etkileri yok. Henüz yazı dilini yeteri kadar gelişmiş bulmadıkları için veya Gazne Sarayı’nın varisi oldukları için, saray dilini Farsça kabul ettikleri için, onlar Gazneli Mahmud’dan devlet bürokrasisini, saray adetlerini devraldıkları için, kendi bürokratlarını yetiştirinceye kadar Nizâmülmülk gibi anadili Farsça olanları bürokrat olarak kullandıkları için… Mevlana’nın da anadili Farsça. Belh’de doğuyor. Anadili Türkçe olsaydı o da Hoca Dehhânî’den geri kalmaz, Türkçe konuşurdu. Ama oğlu (Sultan Veled), ikinci nesil Anadolulu olduğu için hemen çok güzel bir Türkçeye başlıyor, Karamanoğlu Mehmet Bey’in gelecekteki fermanından korkmayarak!

 

Sinün yüzün güneşdür yoksa aydur

Canum aldı gözün dakı ne eydür

Binüm iki gözüm bilgil canumsın

Bini cansuz koyasın sen bu keydür

Gözümden çıkma kim bu yir sinündür

Binüm gözüm sana yahşı sarâydur

 

Böyle konuşan, çok güzel Türkçe konuşan Sultan Veled’i unutuyoruz. Yunus Emre için ancak UNESCO bir yıl ilan etsin de öyle laylaylom mikrofon nutukları atalım diye bekliyoruz.

Yani Karamanoğlu Mehmet Bey’le başlamamıştır Türkçe. Kendi dinamizmiyle, Türk halkının kendi içinden fışkırmıştır. İlk fıskiyelerden biri Hoca Dehhânî’dir. Türkçenin dinamizmi Kutadgu Bilig’le zaten Malazgirt sırasında fışkırmış. Yusuf Has Hacib Malazgirt sırasında yaşıyor ama Selçukluların emrinde değil. Daha doğuda, Türkistan’da yaşıyor. Selçukluların görev bölgesinde değil.

Tabii ki yeni şiir yazılacak. Şimdi herkes otursun da Bâkî gibi şiir yazsın diyenlerden değilim. Ben de öyle yapmıyorum zaten. Zamanın doğal değişmesini kabul edeceğiz diyorum. Ama bu verdiğim örnekteki laylaylomluğa mani olmaya çalışmamız lazım.

Osmanlının Son, Cumhuriyetin İlk Şairleri

Osmanlı’nın son dönemini de Cumhuriyetin ilk dönemini de hazırlayan şahıslar aynıdır. Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal. Bunlar Cumhuriyetin ilk ama aslında Osmanlının son şairleri. Cumhuriyetin ilk şairleri, hepsi II. Meşrutiyet’in ortaya çıkardığı şairlerdir. Cumhuriyetin ilk edebiyatçıları Ziya Gökalp dahil, Mehmet Akif dahil, Yahya Kemal, Ahmet Haşim de dahil. II. Meşrutiyet, Cumhuriyet devrinin edebiyatının hazırlayıcısıdır.

Yedi Meşaleciler

Eğer yönetim şekli değişikliğini cetvelle çizgi olarak çizersek ilk cumhuriyetçi edebiyatçılar Yedi Meşalecilerdir bana göre. Mümtaz Bey, Cevdet Kudret Solok, Sabri Esad Siyavuşgil. Maalesef bir atımlık barutları vardı ki sonra çoğu edebiyatta devam etmemiş, şiiri 1930’lardan sonra bırakmış şahıslardır. Bir de Orhan Seyfi Orhon’la, Yusuf Ziya da… Gerçi onlar da mütareke devrinde tanınmaya başlayan, Ziya Gökalp’in 1913’de rahle-i tedrisine oturmuş şairlerdir. Ama Yusuf Ziya Ortaç asıl Cumhuriyet şairi olarak Cumhuriyet devrinde tanınmıştır. Orhan Seyfi Orhon da ‘Fırtına ve Kar’ı Cumhuriyet devrinde yayımladığı için daha önce Ziya Gökalp’in çevresinde yazdıklarını biraz atlatıp, -on sene kadar ileriye taşıyıp- Orhan Seyfi’yi, Yusuf Ziya Ortaç’ı, Kemalettin Kamu’yu, Yedi Meşalecileri Cumhuriyetin ilk şairleri sayabiliriz.

Sonra cumhuriyet biraz ilerledikten sonra Behçet Kemal. Cumhuriyet şairi sayılır. Behçet Kemal Çağlar önce biraz hamasi şair, sonra biraz daha lirik şiirler de katıyor. Çok önemli bir şair sayılmaz. Ama her şair çok önemli olmak zorunda değil. O da bir köşe taşı. Behçet Kemal Çağlar, 10. Yıl Marşı’nı yazmasıyla da gene bir işaret taşı gibi bir Cumhuriyet şairi. “Çıktık açık alınla”yı yazan şair… Atatürk’ü öven gençlik şiirleri var. Sonra biraz lirik şiirleri de, Anadolu’yu anlatan şiirleri de var.

Mehmet Akif

Mehmet Akif meşrutiyet şairidir. II. Abdülhamit devrinden hemen sonra şiire hükmetmeye başlamıştır. Dönem olarak tasnif yaparsak şiirini İstiklal Marşı’yla bitirmiş bir şairdir. En zirve şiir denecek şiirlerinden biri Bülbül, biri İstiklal Marşı, biri Çanakkale Şehitleri’dir. Yani Mehmet Akif’den manzume değil şiir denecek on şiir çıkarabiliriz, bu da yeter. Çünkü arka planda Türkçeyi çok başarılı kullandığı, aruza uydurduğu manzum hikayeler, manzumeler var. Şiir lirizmi kazananlardan Safahat’da on tane seçilebilir. Bu yeter bir şair için. Hepsi lirik olan şiirlerden bile üç şiir ancak seçebildiğimiz bir çok şair var.

Nazım Hikmet

Nazım Hikmet de geçmişle “bağımı kopardım” dese bile inanılmayan, koparmamış birisidir. Dedesi Mevlevi, Selanik Valisi Nazım Paşa’nın yanında söylediği ‘Ben de Müridinim İşte Mevlana’ gibi şiirleri var. Yani dini inanışını terk edinceye kadar söylediği samimi hece vezni ile Müslüman görüşünde şiirler var. Sonra Marksizme geçmiş. Ama başka karaktersiz herhangi birinin geçişinde daima, geçmişini ayaklar altına alma, geçmişe küfretme vardır. Nazım Hikmet çatarken “İlmihal kitaplarının yeşil sarıklı iskeleti” der. İslam dininin özüne, Tanrı’ya ve Allah’ın elçisine çatmaz. O terbiye içinde kalmıştır. Mısır’a, Nasır’a sempati şiiri gönderirken, “Mısırlı kardeşim benim köylerimde kelâm-ı kadim okunur senin dilinden” diyen gene Nazım Hikmet’tir ölümüne beş, altı yıl kala. Birçok laylaylom’un yaptığı gibi “Ben artık Marksist oldum” deyip İslam dinine, inanç sahiplerine küfretmez. Mehmet Akif’i de tam yerine koyar. Namuslu bir şahıs olarak Nazım Hikmet ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nurettin Eşfak Bey’e o devrin adamlarından söz ettirirken Akif Paşa’dan “Akif inanmış adam” dedirtir. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Nazım Hikmet’in kendi ağzından konuşturduğu şahıs Nurettin Eşfak’tır.

Necip Fazıl

Necip Fazıl’ı Cumhuriyet dönemi şairlerini sayarken ilk onun dışına koyamayız. Abartma yapıyor ama abartmaları kaldırsak da Necip Fazıl vasatın altına düşmez. Gene de bütün abartmalarından soyutlarsak, soyarsak abartmaları; Necip Fazıl’ın Türk diline yumuşak bir söyleyiş getiren, ona inanç da katınca iyice, iyice yumuşayan, duygulu bir dili var. O duygulu dili daha da ileriye götüren iyi bir Türk şairi oluyor.

Necip Fazıl en başta laylaylom genç şairlerdendi. Bohem ve Asmalımescit’deki dönemlerde Abidin Dino’yla arkadaş. Bir gün Abdülhakim Arvâsi’yi ziyarete gidince, Abidin Dino da kendisi de çok etkisinde kalıyorlar. Necip Fazıl’da o zaman değişim oluyor. Bohem bir genç şairken tasavvufa, İslam felsefesine, Kur’an’ı anlamaya yönelen bir Necip Fazıl oluyor. İlk şairliğine hiç bir sözüm yok. Yani bohem devrinin şiirlerinde iş yoktu, onlar şiir sayılmaz demiyorum. Nazım Hikmet’le karşılaştırma yapıyorum. Nazım Hikmet Marksizme geçiyor. Fakat eski şiirler, eski inanışlarıyla küfür alış verişleri yok. Yeni bir inanış biçimine geçmiş, Hz. Muhammed’e, Kur’an’a dil uzatacak kadar ileri gitmiyor.

Hikmet Kıvılcımlı

Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’den de ileri. Hikmet Kıvılcımlı da Marksist ama son notlarından biri; “Kur’an harikulade üslubuyla diyor ki…” diye bir ayet çevirisi. Zaten onu yakından tanıyanlarla da çok konuştum. Hikmet Kıvılcımlı devamlı Kur’an’dan örnek getiren bir Marksist. Ama küfür onda hiç yok.

 

[1] Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.

[2] Alman asıllı Rus dilbilimci Wilhelm Radloff ile Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen yazıtlarda kullanılan alfabeyi çözmeyi başardılar. 15 Aralık 1893’te bu yazıtların Türklere ait olduğu duyuruldu. Şifreyi açan, ilk okunan sözcük ise; “Tengri” idi, yani Tanrı.

[3] Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugati’t-Türk’ü 1072’de yazmaya başladı ve 1074’te tamamladı.

[4] Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu Bilig’in bugünkü Türkçe ile anlamı: kut+ad-gu bil-i-g: mesut olma bilgisi. Hicri 462 (1069-70)

[5] Horasan’dan Anadolu Selçuklu hükümdarı III. Alâeddîn Keykubâd veya I. Alâeddin Keykubad devrinde Anadolu’ya geldiği tahmin edilen (Anadolu’da bulunduğu süre için yapılan tahminler: 1298-1302 veya  1220-1237), Anadolu’da divan şiirinin öncülerinden, XIV. yüzyıl Türk şairi.

Benim Avrupa – Zeynep Atikkan

Benim Avrupa – Zeynep Atikkan

Avrupa, Mülteci ve İslam Karşıtlığı

Avrupa'nın Mültecilerle İmtihanı belgeseli için görüştüğümüz Avrupa'da 'sağduyu' sahibi akademisyenler, göç uzmanları, yardım gönüllüleri, mülteciler ve İslam karşıtlığını sorguluyor.

Röportajlar Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Danimarka'da 2016 yılı içinde yapılmıştır.

Zeynep Atikkan

Zeynep Atikkan

Benim Avrupa

Avrupa sağında müslüman karşıtı örgütlenmeyi en erken fark eden gazetecilerden birisiydi Zeynep Atikkan. Daha önce yazdığı kitaplarda sanal dünyadaki örgütlere yönelmişti. 2006 yılından itibaren blog ve ağlarda güçlenen yeni batının ırkçı söylemi uzun süredir seçim meydanlarında dile gelmeye ve de oy getirmeye başlayıp Avrupa siyasetinde giderek daha çok taraftar bulunca bu konuyu araştırmaya başladı. Geçtiğimiz aylarda yayınlanan “Avrupa Benim” kitabı Atikkan’ın Avrupa aşırı sağı üzerine yaptığı araştırmaları içeriyor. Bu röportajı Zeynep Atikkan ile Moda’daki evinde 2015 yılında Yenişafak gazetesi için yaptım.

Ayşe Böhürler : ……

Zeynep Atikkan : Amerikan Cinneti’ni neo-conlarla konuşarak yazdım. Büyük gazeteler ve medya hep aynı şeyleri söylüyordu. Amerika nerede, başka türlü düşünen insanlar yok mu derken adeta fışkıran blogları gördüm. Amerika’nın dinamik tarafını budum. Onların içine daldım ve en ilginç fikirleri, en muhalif görüşleri oradan takip etmeye başladım. Bir süre sonra bunu yazmaya karar verdim. Dijital devrimin içindeyiz. Bu devrim gazeteciliği ve siyasi kültürü etkiliyor, insanlar arasındaki etkileşimi farklılaştırıyordu. Breivik de bu bloglardan ortaya çıkmıştı. Avrupa’da beyaz adamın üstünlüğünü ön plana çıkartan ırkçı yabancı düşmanı, saldırgan blogları bu dönemde yakın takibe aldım. Burada bir şeyler oluyordu. Bu benim bildiğim batı değil derken bu araştırma zinciri Beni Avrupa’ya ve Avrupa kitabını yazmaya götürdü.

Ayşe Böhürler : Size bu benim gördüğüm Batı değil dedirten sebepler nelerdi? N e gördünüz orada?

Zeynep Atikkan : Aşırı sağ partilerin yükselmeye başladığını çok net gördüm. Avrupa medyasında yazılamayan şeylerdi bunlar. Bunu yazmaya karar verdim. Aşağı yukarı 5 senelik bir araştırmanın sonucu olarak bu kitap ortaya çıktı.

Ayşe Böhürler : Batı derken hangi ülkeleri kastediyorsunuz?

Zeynep Atikkan : Araştırmaya Kuzey Avrupa’dan özelikle İskandinav ülkelerinden başladım. Bunlar demokrasinin ve hoşgörünün, insan haklarının en gelişmiş olduğu ülkelerdi. İnsan hakları promosyonu yapmakta iddialı ülkelerdi.
Aşırı sağın en hızlı geliştiği ülke şaşırtıcı biçimde Danimarka’ydı. İsveç kadar göç almaya alışkın bir ülke değil. Hatta “İsveç gibi olmak istemiyoruz “derler. Daha homojenler. Schengen yasalarını etkileyecek kadar aşırı sağ partileri vardı ve bunlar hükümette etkili oldu. Almanya’ya yakın olmalarının da bunda etkisi var. Yine ilk karikatür krizi de orada yaşandı. Devamında Hollanda, Fransa ve İtalya’ya, Avusturya’ya kısaca Batı Avrupa’ya ağırlık verdim. Almanya tarihsel nedenlerden ötürü aşırı sağ partilere yer veremeyen bir ülke. Belki de bu nedenle aşırı sağ hareketler kendilerini sokakta daha kolay ifade edebiliyorlar. Bu ülkeler demokrasi yolunda epey mesafe kat etmiş, insan hakları konusunda söz sahibi olmuş ülkelerdi.

Berlin Duvarının yıkılması farklı sınır problemlerini Avrupa’ya getirdi. Macaristan gibi ülkeler hala 19. yy milliyetçilik anlayışı içindeydi. Bu nedenle bu karşılaşma bir sınır problemi olarak yansıdı.
Avrupa’nın sınır problemi yoktur. Her ne kadar birbirlerinden farklı olsalar da ortak paydaları vardır.

Ayşe Böhürler : Kitapta neden İskandinavya ve Fransa’ya ağırlık verdiniz?

Zeynep Atikkan : Hollanda, Avrupa kültürünün taşıyıcı ülkelerindendi. Ancak göçle birlikte bütün siyasi kültürü değişmişti. Onlar yeni bir taşıyıcı kolon olamazlar.

Ayşe Böhürler : Avrupa’nın bu değişimini ne zaman başlatıyorsunuz? Avrupa’ya göç dalgasının 1960’larda başladığını düşünürsek…

Zeynep Atikkan : 70’lerin sonu 80’lerin başında net bir şekilde göçmenler burada, Avrupa’dalar ve kalıcı olacaklar fikriyle karşı karşıya geliyor. Biz bunlarla ne yapacağız diye düşünmeye başladıklarında farklı görüşler ortaya çıkıyor.
68 olaylarından sonra Avrupa imajına ilişkin dünyada bir kurgu vardı. Sol, feminist, eşitlikçi düşünceler hakimdi. Her yerde Avrupa’da başka görüşler ortaya çıkamaz izlenimi vardı. O dönemde Fransa’da yeni sağ diye bir aydınlar hareketi başladı. Bu yeni sağın ideologları aralarında toplanıp, 68’de aldığı darbeye rağmen sağı yeniden yeşertmeliyiz, faşist geçmişi anımsatan renklerden kurtulmalıyız diyorlardı. Bu görüşlerini ilk iş olarak bir dergi hareketi ile entelektüel çerçeveye oturtmaya çalıştılar.

Ayşe Böhürler : Ne diyorlardı?

Zeynep Atikkan : Özetle “Kültürler eşittir ama aynı değildir” diyorlardı. Avrupa dışından gelen kültürler oldukları yerde gelişmelidirler. Çünkü birbirleriyle kaynaşamazlar, onları tecrit edelim temaları hakimdi. Aynı zamanda anti-Amerikan söylemleri vardı, Amerikan kültürel hegemonyasına karşı çıkıyorlardı. Avrupa Birliği fikrine tam karşı çıkmasalar da bölgeler Avrupası fikri ön plandaydı. Brüksel’in uyguladığı merkezi politikalara karşıydılar. Bu hareket Fransa’da başladı, giderek İtalya’ya kısmen Almanya ve Avusturya’ya ihraç oldu. Çok etkili değillerdi. 70’lerin sonuna doğru Le Figaro gazetesinde bu görüşlere yer verilmeye başlandı. Bu faşizm diye kıyamet koptu.

Ayşe Böhürler : Fikren onları kim destekliyordu?

Zeynep Atikkan : 80’lerde Amerika’sında Reagan döneminde, neo-conlar çok etkili olmaya başladılar. Ön plana çıkarttıkları fikir “Batı medeniyeti zayıflıyor” idi. Yıldız Savaşları filmlerinin projelendirildiği yıllardı. Neo muhafazakar düşünce giderek Avrupa’nın aydın çevrelerinde etkili olmaya başlamıştı. Bu döneme destek veren bir başka şey de İngiltere’deki Thatcher dönemi ve neo-liberal ekonomiye geçişin bu süreçte gerçekleşmesidir. Fransa’daki Le Pen’in bunlarla organik bağı yok ama savunduğu fikirlerin kökeni aynı yerden geliyor. Bu arada Amerika’da göçmenlere karşı fikirler dolaşıma girmeye başlamıştı.

Ayşe Böhürler : Tüm bunların yanında ekonomik sebepler de var mıydı?

Zeynep Atikkan : 80’lerin sonunda Avrupa’da işsizlik görülmeye başladı. Refah devletinin sürdürülebilir olmayacağı fikrine alışmaları gerekiyordu. Refah devletinin sürdürülebilir olmaması onlar için Avrupalı kimliğinin zaafa uğraması demekti. Refah devleti, toplumu eşitleyiciydi. İşsizlik başlayınca bu yara aldı. En önemlisi, beyaz yakalılar da işlerini kaybetmeye yeniden iş bulma imkanlarını yitirmeye başladılar. Fransız sağının önemli ismi Jean-Marie Le Pen’in en çok oy aldığı yerler eski komünist partisinin hakim olduğu yerlerdi. Soldan sağa bu kayışın tek sebebi bu insanların işsizliğin tokadını yemiş olmalarıydı. İşsizlik tokadını yemiş sola oy veren insanlar sağa kaymaya başlamışlardı. Refah toplumu, bu dönemde sendikaları zayıflatmış hatta bitirmişti. Yaşam tarzı vurgusunu Avrupa sağının diline yerleştiren kişi Thatcher’dı. Thatcher ‘İngiliz yaşam tarzı’ vurgusunu ya da “toplum yoktur” sözlerini, marksist bir takım aydınlar ‘Faşizm İngiltere’nin kapısına dayandı’ diye yorumladılar.

Ayşe Böhürler : Avrupa yabancı düşmanlığı ile ne zaman tanıştı?

Zeynep Atikkan : 80’lerde Fransa’da Mitterrand cumhurbaşkanıydı. Otomotiv sanayinde büyük grevler başlamıştı. İlk defa bir İçişleri Bakanı çıktı ve bu grevlerin farklı bir dine mensup işçiler tarafından yapıldığını, bunun dışarıdan körüklendiğini söyledi. Bir grev ilk defa kültür boyutuyla yorumlanmış oldu. Bu yabancı işçiler Müslümandı. Müslümanlar üzerine araştırmalar yapılmaya başlandı.
Sosyalist hükümet merkez sağdaki bir hükümetin alması gereken kararları almaya başladı.

Ayşe Böhürler : Avrupa sağı ve solu arasındaki fark ne zaman kapanmaya başladı?

Zeynep Atikkan : Kıta Avrupası’nın neo-liberal ekonomiye uyum sağlama çabası bunu gerçekleştirdi. Merkez sağ ve sol partilerin programları birbirine benzemeye başladı. Yeni sol bugünlerde ortaya çıktı. Sol hareket, artık işini kaybeden, büyük bir travmaya sürüklenen, sosyal devletin zayıflaması karşısında kendisini güvencesiz hisseden insanların endişelerine cevap veremez olmaya başlamıştı. İnsanlar sandık başına gidip oy kullanmadılar. Aşırı sağ partiler bu boşlukta güçlendi.

Ayşe Böhürler : Avrupa’nın bu yeni sağı neyi savunuyordu?

Zeynep Atikkan : Yeni sağ, 90’larda oluşan siyasi boşluğu doldurdu. Bu partiler her ülkede birbirine benziyor, yeni bir şey söylemiyorlardı. Sadece toplumda oluşmuş korkuları kullanıyorlardı. Onlara siyasi müteşebbis demek daha doğru olur. Bu yıllarda yabancılar iyice göze batmaya başladı. Aynı yıllarda özel televizyonların güçlenmesi de önemli bir faktördü. Özel televizyonlardaki rekabet, sansasyonel haber arayışları, Müslümanları medyanın önemli konuları haline getirdi. Yaratılan negatif Müslüman imajı medyada sansasyonel habercilikle iyice ivme kazandı. Bir yerde sorunlu bir kişiye bir mikrofon uzatılıyor, sanki hepsi böyleymiş gibi veriliyordu. Bu partilerin kökleri eski faşist, Nazilerle işbirliği yapmış partilere de dayanıyor. Yeni bir sayfa açtık diyerek bir kongre yapıyorlar, özellikle yerelde siyasete dalıyorlardı. Yeni sağ partiler şirket CEO’su gibi siyaseti yönettiler. Yerel yönetimlerde, ulusal seçimlerde etkili olmaya başladılar.
En önemli temaları göçmen -İslam karşıtı- olmalarıydı. Bir ekonomik programları yoktu. Ancak ekonomik kriz sırasında Brüksel karşıtı oldular.
Kendilerini aşırı sağ olarak tanımlamadılar. Radikal merkeziz diyorlardı. Le Pen partisini aşırı sağ diye niteleyenleri mahkemeye vereceğini söylüyordu. Ancak merkezi radikalleştirdiler.

Ayşe Böhürler : Almanya, İnglitere ve Fransa… Bu üç ülke için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Zeynep Atikkan : Evet. Mesela Merkel, Cameron, Sarkozy eş zamanlı olarak “Avrupa çok kültürlü değildir” açıklamasını yaptılar. Bu tema yeni sağ partilerin sürekli tekrar ettikleri bir cümleydi. Danimarka gibi ülkelerde hükümeti destekledikleri için istediklerini dayattılar. Mesela Schengen ülkeleri arasında kimlik kontrolü yok. Ama Almanya’dan Danimarka’ya geçerken kontrol noktası konmasını istediler. Bu Schengen’in açıkça ihlaliydi, ama yaptılar. Buna karış çıkan hukukçulara tehditler yağdı.

Ayşe Böhürler : Bu partiler Avrupa demokrasisini tehdit eder mi?

Zeynep Atikkan : Etmez. Ama liberal politikaların yeşermesi konusunda engelleyici olduklarını düşünüyorum.

Müslümanlar Camialaştırıldı…

Ayşe Böhürler : Müslümanlara bakış nasıl değişti?

Zeynep Atikkan : Fransa bağlamında bakarsak, mahallede Arap, Tunuslu, Faslı giderek Müslüman olmaya başlıyor, Müslümanlar tek tip bir isim altında camialaştırılıyordu. 11 Eylül’den sonra bu camia terörle özdeşleştirilmeye başladı. Başörtüsü sorun olmaya bu dönemde başladı. Göçmenler için artık gitmeyecekler endişesi arttı. Onların kalıcılıklarını kabullenmek Avrupa’ya zor geldi. Yugoslavya’nın dağılması da bu süreçte etkili oldu. Somali’den çok sayıda sığınmacı Fransa’ya geldi. Bütün bunların yarattığı sıkıntılar toplumda birikti.
Bugün Pegida’nın yakaladığı boşluk bu. Alman siyasi kültüründe Hristiyan demokratların sağında bir oluşumun çıkması düşünülemezdi. Ama Pegida orayı doldurmaya başladı.

Ayşe Böhürler : Eski Avrupa nerede kaldı?

Zeynep Atikkan : Avrupa eski Avrupa değil. Yeni insanlar ne yapılacak sorusu üzerine odaklanıyorlar. Avrupa Birliği’nin de esas problemi bu. Ben AB projesine inanan birisiyim. Amacı barışı tesis etmekti. Ama bu proje 21. yüzyıla geçmekte büyük sıkıntı yaşıyor. Çünkü 21. yy problemleri çok farklı. Göçmen realitesi, göçmenlerin büyük çoğunluğunun Müslüman olması ve bunlarla beraber yaşamak noktasında sıkıntılar AB projesinin sürdürülebilirliğini tehdit ediyor.

Ayşe Böhürler : Avrupa göçmenlerin farkına yeni mi vardı?

Zeynep Atikkan : Avrupa bu realite ile yüzleşemedi, uzun süre yok bildi. Onları periferide, uzaklarında tuttu. Gerçekle karşılaştığı zaman ise istemedi. Sanırım bugün de ne yapacağına karar veremiyor. 11 Eylül’ün de göçmenlerin imajı konusunda dönüştürücü etkisi var. Artık yeni bir batı var. “Bizim uygarlığımız tehdit altında” diyen bir batı.

Ayşe Böhürler : Amerika Avrupa’yı ne kadar etkiliyor?

Zeynep Atikkan : Bernard Levis gibi neo-muhafazakarlar Avrupa’ya gelip konferanslar vermeye başladılar. Demografik veriler ortaya atıldı, korku senaryoları yazılmaya başlandı. 2014’te yapılan araştırma da bunu başarıldığını gösteriyor. Mesela İngiltere’de toplum İslamlaşıyor endişesi var. UK Independence bir araştırma yayınladı. Halka, Müslümanların nüfusa oranı soruluyor. Gerçek % 8 iken halk % 31 olduğunu söylüyor. Bu algının böylesine abartılı biçimde ortaya çıkmasının bir diğer nedeni de nüfusun yaşlanması. Nitekim Fransa’da işini kaybetmiş 50 yaş üzeri insanlar aşırı sağa oy vermeye başladılar. Le Pen’in kızı partinin başına geldikten sonra kadınlarda bu kesime katıldı. Oysa önceleri daha bir erkek partisiydi.

Ayşe Böhürler : Avrupa’da sağın güçlenmesi hangi sonuçları çıkartır?

Zeynep Atikkan : Avrupa’nın bir çatışma alanı olabileceğini söylüyorum. Bu kaynaşamayan toplumlardaki ihtilafların ciddi ihmallerin sonucunda oluştuğunu düşünüyorum. Bu ihmallerde devletin olduğu kadar sivil toplumun da payı var. Toplumların kaynaşamamasında en fazla etkin yapı ise medya. Şimdi artık iki taraf da radikalleşecek. Ve bu internet üzerinden bireysel alanları kapsayan iletişimlerle gerçekleşecek. Ne olup bittiğini çok sonra fark edeceğiz.

Ayşe Böhürler : Avrupa Birliği’ne ne olacak?

Zeynep Atikkan : Bu projenin 21. yüzyıla geçemeyeceğini düşünüyorum. 20. yüzyılda kaldı. Özellikle de göçmen realitesi karşısında başarısızlığa uğradı. Bugün Avrupa Birliği orada dahi konuşulmuyor.

Ayşe Böhürler : Charlie Hebdo saldırısı bu süreci nasıl etkileyecek?

Zeynep Atikkan : 7 Ocak’tan sonra değişik gelişmeler olabilir. Her şeyden önce Hollande yeniden doğdu. Krizi doğru yönetti. Halk desteğini artırdı. Bundan sonra süreç Avrupa için geriye de gidebilir, kendi değerlerini yeniden düşünmeye de sevk edebilir. Bu saldırı ölü toprağı serpilmiş olan Avrupa’da entelektüel bağlamda çok tartışılacaktır. Avrupa çok çabuk kararların alındığı bir yer değil. Bu durum Fransa’nın yeni Avrupa’yı düşünmesi için bir adım atmasına sebep olabilir.

Ayşe Böhürler : Bu saldırı Fransa özelinde hangi sonuçları doğurur?

Zeynep Atikkan : Fransa, nüfusu genç olmasına rağmen ekonomik çöküntü nedeniyle travmanın içine daha çok itilmiş oldu. Fransızlarda, kültürünü ihraç etmeye alışmış bir ülke olarak entelektüel üstünlüğünü kaybetmenin getirdiği travmalar vardı. Anglosakson dünyanın Batı Avrupa’ya karşı üstünlüğü hakimdi. Avrupa hep krizlerle ve krizlere aranan çözümlerle gelişen bir yapıdır. Yeniden düşünmeye başlayacaktır.

Ayşe Böhürler : Marine Le Pen yükselir mi yoksa daha mı düşer?

Zeynep Atikkan : Olive Roy’a katılıyorum. Müslüman göçmenlerin hepsini tek bir camia gibi görüp değerlendirmek çok yanlış. Batının kafasında Müslümanlar artık tek bir camia. Aralarındaki kültürel sosyal bağ olan her Müslüman an gelir, batı düşmanı olabilir. Buna inanıyorlar. Onların kendi aralarında kültürel bağ olduğunu düşünüyorlar. Seküler düşünceyi benimseyemeyecek, batı değerlerini kabul edip yaşayamayacak insanlar topluluğu olarak görüyorlar.

Ayşe Böhürler : Farklı düşünenler yok mu?

Zeynep Atikkan : Elbette var. Mesela Danimarka’da karikatür krizi konusunda çalışan bir antropolog var Peter Hervik… Danimarka’da gazeteler bir provokasyon çerçevesinde bunu yayımladılar. Bizzat o gazetenin genel yayın yönetmeni “Biz Müslümanların nasıl tepki göstereceğini test etmek için yaptık” dedi. Bu araştırmayı yaparken olayın gittiği noktayı gördüm. Bir gazetecinin görevi insanların tepkisini ölçmek midir? Eski Avrupa, farklılıkları içe alan bir yapının, düşüncenin oluşması gerektiğini söylüyordu. Yeni Avrupa ise Amerika gibi iç güvenlik yasalarını çıkartarak İslam karşıtlığını güçlendiriyor.

Ayşe Böhürler : İslamofobi tanımlaması doğru mu?

Zeynep Atikkan : Olaya Hristiyan-İslam atışması olarak bakmak doğru mu bilmiyorum. Avrupa’da Hristiyanlık din değil kültür olarak var. Hristiyan sağ bugüne kadar olmadığı ölçüde aydınlanma değerlerine sahip çıkıyor, Olmadık ittifaklar kuruyor. Mesela feminist gruplar ya da 68 kuşağının aydınları sağ ile ittifak ediyor. Bizim uğruna mücadele ettiğimiz değerler yok oluyor. Müslümanlar yüzünden yok oluyor diyerek Hristiyanlık ya da kilise konusunda daha hoşgörülü oldular. Artık Hristiyanlığın aydınlanma değerleriyle tezat teşkil etmediğini söylüyorlar. Akla gelmedik gruplar olmadık ittifaklar yapıyor artık.
Görünen o ki din bazında çatışma kültür çatışmasına indirgendi. Hristiyanlık ise bir din olmanın ötesinde Avrupa kültürünün bir parçası .

Ayşe Böhürler : Avrupa kimliği sizin araştırmanızda nasıl tanımlanıyor?

Zeynep Atikkan : %95’i barış projesi diyor. Avrupa kimliği nedir diye sorduğunuzda kimse insan hakları, demokrasi olarak tanımlamıyor. O kimlik nedir diye sorduğumda aydınlanma ve Hristiyan kimliği ön plana çıktı. Bu soruları üniversite kampüsünde sordum. Aldığım cevaplar ilginçti. “Bizim kültürümüz elden gidiyor, tehdit var.” diyorlardı. Demografik analizlerde ortaya çıkan tablo ırkçılığı ya da bu görüşe yakın insanları ürkütüyor. İslam korkusunu salmak için demografik verileri öne sürüyorlar.

Ayşe Böhürler : Birlikte yaşama kültürü, çoğulculuk söylemleri nereye gitti?

Zeynep Atikkan : Artık Avrupa beraber yaşamayı konuşmuyor. Liberal aydınlar, bunu devlet yapamaz, toplum yapabilir derken ortak kaygıları aydınlanmanın elden gitmesi oldu. Sokaktaki insan söylüyor bunu. “İslam kötüdür, geldi ve bizi istila ediyor.” söylemi kabul görüyor. Görünen o ki Avrupa bu çoğunluğu yönetemiyor.
Banliyö gençliğinin % 40’ı işsiz, toplumun dışına itilmiş, umudu yok.
Olive Roy bunlar Avrupa’nın meselesi derken şunu söylüyor; İslamı kullanarak radikalleşiyorlar ama Avrupa’daki Müslümanlar Filistin davasına sahip çıkarak eylem yapmıyorlar. Fransa’daki bir olaya ilişkin eylem yapıyorlar. Hapishanelerin yarıya yakını Müslümanlardan oluşuyor.

Türkiye AB’ye Girsin Demek Cesaret İster

Ayşe Böhürler : Türkiye bu olayların neresinde?

Zeynep Atikkan : Türkiye’nin bu konuda önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Getireceği öneriyle, yaklaşımıyla sorumlu ve yardım edici bir rolü olabilir. Ak Parti hükümetinin İslam geçmişi bazı sorunların, hassasiyetlerin anlaşılmasında daha net politikaların ortaya çıkması için bir açılıma sebep olabilir. Ancak hükümetin bu olayı yönetim biçimini talihsiz buldum. Bu meseleye, Charlie Hebdo’dan önce eğilmeliydi. Ne bu hükümet ne de bundan öncesi Avrupa Birliği’ni Türkiye toplumuna doğru anlatmadı. 7 Ocak Avrupa Birliği’nin devamı için bir zıplama tahtası da olabilir geri kaymasına da sebep olabilir. İki ihtimal de mevcut. Avrupa’da bu tartışma bitmiş durumda değil. Bugün Türkiye AB’ye girsin demek cesaret ister. 21.yy Avrupa projesini nereye götürebilir bilmiyorum. Avrupa, bu çoğunluğu nasıl yönetiriz sorusunun cevabına, çoğunluğu Müslüman bir ülke olan Türkiye ile birlikte olarak ulaşabilir. Avrupa soft power geliştirmek istiyorsa bunu yapmalı. Bundan sonra atacağı her adım Avrupa Birliği’nin 21. yüzyılda var olup olmayacağını belirleyecek.

Ayşe Böhürler : Peki Avrupa’da İslam karşıtlığı mı din karşıtlığı mı yükseliyor?

Zeynep Atikkan : Travmaya reaksiyon veriyorlar. Sadece İslam karşıtlığı değil. Anti semitizm de yükseliyor. Avrupa kendini Yahudi-Hristiyan kültürü içinde tanımlarken bunu yapıyor.

Ayşe Böhürler : Müslümanlar devlet kademelerinde varlık gösterebiliyor mu? Ya da yabancı evliliklerin sayısı nasıl?

Zeynep Atikkan : Fransa’da yabancı evlilikler Almanya’dan daha az. Ama polis ve orduda çok Müslüman var. Bu da ilginç bir gösterge, bu olaylara daha cesur bakılırsa açılım yapmak zor olmayabilir.

Ayşe Böhürler : Entegrasyon çıkar mı?

Zeynep Atikkan : Çok zor. Yeni talepleri olan insanların kendilerini Fransız hissederek huzur içinde yaşaması ve diğerlerinin de bunu kabul etmesi çok zor. Dün böyle bir talep yoktu bugün böyle talepleri var. Avrupa bu talebe alışkın değil. Bu talebe cevap veremezse Avrupa sıkıntılı bir yer olur. Çatışma alanı haline gelir.

Ayşe Böhürler : Bu çatışma Avrupa’yı nereye götürür?

Zeynep Atikkan : Krizler liderleri yaratır. Toplumda itibarı gerilerde olan Hollande şimdi bir yeniden doğuşu tetikleyebilir. Bu krizden farklı bir siyaset çıkmazsa deflasyona girmiş Avrupa ekonomilerinin çöküşü gerçekleşir. Ülkeler ekonomik sıkıntıların olduğu devirlerde yaratıcı ilerici adımlar atmakta zorlanırlar. Bir politika değişikliği ile tartışmalar başlar da kamuoyunun farklı düşünmesi sağlanabilirse belki sağa olan destek de azalabilir.

Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir! – Farid Hafez

Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir! – Farid Hafez

Avrupa, Mülteci ve İslam Karşıtlığı

Avrupa'nın Mültecilerle İmtihanı belgeseli için görüştüğümüz Avrupa'da 'sağduyu' sahibi akademisyenler, göç uzmanları, yardım gönüllüleri, mülteciler ve İslam karşıtlığını sorguluyor.

Röportajlar Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Danimarka'da 2016 yılı içinde yapılmıştır.

Farid Hafez

Avrupa 1930’lara Dönüyor

Farid Hafez… Avusturya Salzburg Üniversitesi’nde siyaset bilimci. 2010’dan beri İslamofobi Araştırmaları Almanağı’nı çıkartıyor. Hafez’e göre mülteci reddinin ve İslamofobinin önemli ayağı ırkçılık ve bu düşüncenin gerçeklerle değil kuruntularla ilgisi var.

Mülteci krizi tartışmaları oldukça revaçta. Avusturya mülteci krizini nasıl değerlendiriyor?

Avusturya’da mülteci tartışmasıyla ilgili toplumsal atmosferde, kabul ediş ya da etmeyişlerde farklı dalgalanmalar yaşadık. İlk dalga şuydu: Avusturya mültecilerin Batı’ya doğru geçmesine seyirci kalırken Almanya “Bunun üstesinden gelebiliriz” demişti. Bu şu anlama geliyordu: Avusturya’nın ne lehte ne de aleyhte herhangi bir açık pozisyonu yoktu. Bunun yerine sadece Almanya’ya geçiş söz konusuydu. Daha sonra bunu bir dayanışma dalgası takip etti. Nedeni otobanda içinde birçok insanın havasızlıktan öldüğü bir otobüsün bulunmasıydı. İnsanlar bu olay üzerine acıma duygusuyla bir dayanışma sergilemek istedi. Köln olaylarından kısa bir süre önce üçüncü dalga gerçekleşti. Burada ise daha çok “law and order” “kanun ve düzen” şeklinde bir yönelim söz konusuydu. Bu durum Avusturya Dışişleri Bakanı tarafından düzenlenen Balkan Konferansı ile daha da ciddileşti.

1990’lardan beri bu kadar büyük göç dalgası yaşanmamıştı. Avusturya siyaseti bu meseleye nasıl yaklaşıyor?

Batı Avrupa ülkelerinin birçoğunda sağcılar oldukça güçlü. Avusturya’da bu konuda en önde gelenlerden. Avusturya 1999’da en önemli sağ popülist parti FPÖ’nün ikinci güçlü parti olduğu bir ülke. O zamanlar bu bir skandala neden olmuştu. 14 Avrupa Birliği ülkesi sağ popülist bir partinin hükûmette olamayacağı gerekçesiyle Avusturya’yı diplomatik olarak boykot etmişti. Bu istisnai bir durum değil. Şu anda başka ülkelerdeki birçok sağ popülist parti benzer şeyleri başarmış durumda. Böylece Avusturya Parlamentosu’nda sadece sağ popülist bir güç oluşmadı. Ötesinde çok önemli sağ popülist bir söylem de ortaya çıktı. Diğer Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi bu özel bir durum değil.

Avusturya’daki İslam Yasası Ayrımcı

Ulusal Cephe, İsveç Demokratları, Flaman Menfaati Partisi gibi birçok sağ popülist parti Batı Avrupa’ya yayılmış durumda. Bu partiler en geç 11 Eylül’de, ama birçoğu daha önceden 90’larda da Müslüman figürünü ırkçı diskur içerisine yerleştirdiler. Yani bu duruma uzun süredir alışkınız. Bu analizler geniş kapsamlı değil. Bu nedenle de böyle bir şeyin söz konusu olup olmadığını söylemek zor. Avusturya’da 2015’te yeniden düzenlenen bir İslam yasamız vardı. Bu yasa Ulusal Meclis’te sosyal demokratlar ve Hristiyan demokratların oy çokluğuyla onaylandı. Birçok açıdan ayrımcı olarak nitelendirilen ve bu nedenle eleştirilen bu yasa, çok rahat bir şekilde FPÖ’nün kaleminden de çıkabilirdi. Batı Avrupa için genel olarak artık sağ popülistlere ihtiyaç olmadığını söyleyebilirim. Bunun yerine sosyal demokrat ya da Hristiyan demokrat fark etmeksizin hükûmetler bu işi üstleniyor zaten. Söylemdeki fark sadece sağ popülistlerin bunu daha yüksek sesle dile getiriyor olmaları. Sosyal demokratlar ya da Hristiyan demokratlar sadece biraz daha uygar görünüyorlar. Ama özü itibariyle söylemler birbirine çok benziyor.

Merkez partilerde gizli bir İslamofobi var ve bu durum halka da yansıyor. Bu şekilde ifade edebilir miyiz?

Özellikle somut siyasi pratiklere bakarsak böyle olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’da başörtüsü yasağı olduğunda bu yasak sağ popülist bir parti tarafından yürürlüğe konulmadı. O zamanlar AFD bile yoktu. Sağ popülistler neredeydi peki? Ama bizim çok açık İslamofobik bir siyasetimiz var. Çarşaf yasağı için yasalar var. Fransa’da olağanüstü hâlle birlikte yasalar ve okulda başörtüsü yasağı var. Hem de sağ partiler olmaksızın.

Kızıl Düşmanın Yerine Yeşil Düşman!

İslamofobi sabit mi? Yoksa özellikle Batı Avrupa’da İslamofobinin yükselişi mi söz konusu?
İnsanların müracaat ettiği klişeler oldukça eski. İslam’ı şeytanvari bir din ve deccal olarak gören ilk stereotipler ve olumsuz tasvirler M.S. 8. yüzyıla kadar uzanıyor. Ama ben çizgisel ve sürekli bir İslamofobiden bahsedemem. Yeni bağlamların yeni anlamlar geliştirebileceğini söyleyebilirim. 11 Eylül’ün ise mutlaka belirleyici bir an teşkil ettiğini söyleyemem. Bunun yerine Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından uluslararası düzeyde ortaya çıkan “Şimdi Batı’nın düşmanı kim olacak?” sorusunun belirleyici olduğu daha net. Samuel P. Huntington 1993’te Medeniyetler Çatışması’nda da aynı şey var. Bu, “Kızıl düşman gittiğine göre ‘yeni düşman olarak’ kime ihtiyacımız var?” sorusuna bir cevaptı. Yeşil düşman -İslam- zaten oradaydı. 90’lı yıllarda savaşlar hakkında nasıl konuşulduğuna bakarsak bunların çok açık bir şekilde dinî çağrışımlar içerdiğini görürüz. Özgür dünyanın safında Sovyetlerdeki kötü komünistlere karşı savaşan ve cesur olarak görülen mücahitlerin nasıl birden kötü olduğunu görüyoruz. Farklı aktörlere dair tasavvurlar jeopolitik açıdan değişti.

Neden?

Bunun nedeni kimin kötüyü tanımladığına dair bir gerekliliğin ortaya çıkması. Mesele tam burada tersine dönmeye başladı. 11 Eylül, “Batı dünyasında” daha geniş bir etkiyle güçlendirdiği ve daha anlaşılır hâle getirdiği en üst noktayı oluşturdu. Sıçrama noktası da burası. Tarihsel açıdan bakılırsa biraz daha geriye gidilebilir. 1492 ve 1501’de temel olarak yeni dünya düzeni, buna bağlı Yahudilerin ve Müslümanların Avrupa’dan kovulması ve transatlantik köle ticaretinin bu tarz bir ırkçı düşüncenin nedenleri arasında olduğu iddia edilebilir. Yani Avrupa’dan sadece Müslümanların kovulması değil, transatlantik köle ticareti de etkenler arasında. Tarihçiler Protestan değil ama Katolik köleler için Müslüman kölelerin büyük bir problem oluşturduğunu çünkü dinlerini değiştirmedikleri için Müslüman kölelerin diğer köleler arasında isyan etme ihtimalinin büyük tehlike arz ettiğini ortaya koyuyor. Köle ticareti yok etmeye odaklandığı için hiçbir zaman tutarlı bir şekilde Amerika’nın tarihinde ele alınmamıştır.

Irkçılık Kuruntular İcat Eder

Ne kadar fazla mülteciye sahip olursa Avrupa popülasyonunun korkusu da o kadar artıyor. Bu korkunun nedeni tam olarak ne?

Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir. Fransız filozof Sartre der ki, “Eğer Yahudi olmasaydı da antisemit onu icat ederdi.” İslamofobiklerin İslam hakkında söylemleriyle antisemitlerin Yahudiler hakkında ya da ırkçıların zenciler hakkında söylemleri tamamen aynıdır. Konunun aslının olmasına, gerçekle alakalı olmasına gerek yoktur. Asıl mesele yaratılan resimler, tasavvurlardır. Bir genelleştirme söz konusudur. Gazete haberlerinde de bu şöyle görülür: “Bu zenci, bu Müslüman bu suçu işledi. Burada zenci olmanın ya da Müslüman olmanın önemi ve rolü nedir?” Bu yaklaşımı beyaz bir adam ya da köken itibariyle Alman olan biri söz konusu olduğunda görmeyiz. Ya da Hristiyanlık adına ve Hristiyan Batı’nın savunması adına eylemini gerçekleştirmiş olmasına rağmen Breivik’e karşı da bu yaklaşımı görmüyoruz. Tarihsel olarak da 2083 gibi bir sayıya, 1683’te Savoy Prensi Eugen’in Osmanlıları Viyana kapılarından kovmasından 400 sene sonrasına odaklanmasına rağmen. Burada DEAŞ’ın İslam adına bu eylemleri yaptığı iddiasına benzer bir şekilde çok açık bir iddia olmasına rağmen Hristiyan fundamentalizminden bahsedilmez. Çünkü bu Batı’nın dünya tasavvuruna uymuyor. Müslüman’ın kötü olması bu tasavvura uyduğu için “Müslüman suç temayülü”nden ya da “İslami terörizm”den bahsediyoruz. Ama kendi cemaatinin içerisinden aynı örnek söz konusu olduğunda aynı şey yapılmıyor.

Yeni Düşman Kim Olacak?

Anladığım kadarıyla gizli bir sağ radikalizm Avrupa’da her zaman vardı. Mülteci krizi zaten var olanı daha yüksek sesle dile getirilir hâle soktu.

Belki şunu belirtmem gerek, Avrupa İslamofobi Raporu’muzun da gösterdiği gibi Doğu ve Batı Avrupa arasında farklar var. Batı Avrupa’da İslamofobi’nin uzun bir geleneği var. Batı Avrupa’da sömürgeci savaşlar yürütmüş, sömürge projelerine sahip olmuş ya da bizzat sömürgeci olmuş birçok ülke var. Ve bu açıdan bu ülkelerin çoktan beri belli birer pozisyonları ve bir baskı geçmişleri var. Doğu Avrupa’da ise bu söz konusu değil. Doğu Avrupa Müslümanlardan hem uzak, hem de çok az Müslüman nüfusa sahip. Batı Avrupa’daki ülkelerde yüzde 5 ila 10 arasında değişen oranlarda Müslüman yaşarken, Doğu Avrupa’da birçok ülkede yüzde 1’in altında Müslüman yaşıyor. Doğu Avrupa ülkelerinde mülteci krizi Müslümanlar olmadan yeni bir İslamofobi oluşmasına neden oldu. Derlediğimiz ülke raporları birçok siyasetçinin önceden hiçbir neden olmamasına rağmen “kötü Müslüman” temasını “kötü mülteci” olarak algıladığını gösteriyor. Yani Doğu Avrupa’da, Batı Avrupa’da olduğundan çok daha farklı bir dinamik gözlemliyoruz.

İslamofobi De Irkçılıktır

Gelecek için tahmininiz nedir?

Açıkçası bilemiyorum. Çok provokatif bir şekilde iki ihtimal olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, yeni bir düşman algısının eskisinin yerine geçmesi. Yeni siyasi pozisyonlarla örneğin Rusya ya da Çin en büyük düşman olacak ve Rus ya da Çinli azınlıklar devlet içinde devlet ya da paralel toplum olarak görülerek dışlanacak. Bu birinci ihtimal. İkinci ihtimal ise büyük bir çatışma meydana gelmesi.
Ben birçok açıdan İslamofobi’nin gerçekte ne anlama geldiğinin küçümsendiğini düşünüyorum. Guantanamo’nun demokratik bir devletin hapishanesi olarak ama hiçbir hukuk devleti ilkesi umursanmadan faaliyete devam etmesi -herkesin de kendi değerlerinin yüceliğinden bahsettiği bir ortamda- ne anlama geliyor! İslamofobik bir tutum hâkim ve gerçek bir savaş mevcut. Ama tezgâhlanan bir savaş. Mesela ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgali… Bu problemlerin hepsinin birbiriyle bağlantılı çıkış noktası orası. Burada gayri insani durumların zaten hâlihazırda mevcut olduğunu görüyoruz. Ben kendime şu soruyu soruyorum: 30 sene sonra bizim şu an yaşadığımız zaman hakkında nasıl konuşulacak? Nasyonal sosyalizm sırasında Avusturya’da yaşayan kendi akrabalarıma o sırada Yahudilere yapılanlardan neler gördüklerini sorduğumda, “Bizim bir şeyden haberimiz yoktu” cevabını veriyorlar. Bugün de birçok insan, “Bizim bir şeyden haberimiz yok” diyebilir. “Beni ilgilendirmiyor. Evet, bir ara bazı konular vardı ama tam bilmiyoruz” diyebilir. Bu benim Holokost’u bire bir yaşamayan ama havada ters giden bir şeyler olduğunu sezen akrabalarımın niteliksel cevabı.
Herkesin istediği her bilgiye çok çabuk ulaşabildiği ve insansız hava araçlarıyla insanların öldürüldüğü, ama kimsenin kılını kıpırdatmadığı bu çağ hakkında insanlar 30 sene sonra neler söyleyecekler?

Biraz daha dar bir açıdan meseleyi ele alacak olursak, İslamofobi pratikte kendini nasıl gösteriyor? Özellikle Müslüman bayanlar buna Müslüman erkeklerden daha çok maruz kalıyor.

Kavramsal olarak bakalım, bence İslamofobi ile Müslüman karşıtı ırkçılık aynı şey. Ben bu ikisi arasında bir fark gömüyorum. Ayrıca ırkçılık hakkında konuştuğum zaman reel olarak diğer ırklardan olanları kastetmiyorum, ki bence başka ırk diye bir şey yok. Irk ile kasıt sadece ten rengi değil; aynı zamanda gen, kan, düşünce mantalitesi…

Bunu sizinle konuşmamızdan çıkardım, bu yüzden tekrar vurgulamak istiyorum: Irkçılık ve İslamofobi kavramlarını ayırt etseydik mesela hangisi ırkçı, hangisi İslamofobi olurdu?

Irkçılar ve İslam düşmanlarının yaptığı şey siyahilere zamanında yapılan neyse o. Müslüman olmanın zihnî bir fark teşkil ettiğine, kan farkı teşkil ettiğine inanıyorlar. Her ne kadar bugün kültürel ırkçılık olarak bu farklı bir şekilde nitelendirilse de. Ama esas itibarıyla işleyişleri aynı.

“Türkiye Eşittir İslam Demek”

Bence biz Müslümanlar için bilhassa da koyu ten rengine sahip Müslümanlar için durum bulunduğu ülkede, yabancı ama Hristiyan olanlardan daha zor.

Şüphesiz. Bunu aynı zamanda elde ettiğimiz bilimsel veriler de kanıtlıyor. Özellikle kadınlar İslamofobi’den daha çok etkileniyor çünkü başörtüsü taktıklarında daha kolay fark ediliyorlar. Bu meselenin bir yönü. Bu meslek hayatında kendini gösteriyor, sokaklarda her gün yaşanan saldırılarda kendini gösteriyor. Ayrıca İslamofobi camilere yapılan saldırılarda da kendini gösteriyor. Geçtiğimiz yıllarda Paris’te bunu çok sık yaşadık. Paris’teki Charlie Hebdo saldırılarından sonra başka ülkelerde de bunun örneklerini gördük. Buralarda da domuz kafaları, bağırsakları cami kapılarına bırakıldı vesaire. Bunlar İslamofobi’nin açıkça, hiç de saklanmadan kendini gösterdiği örnekler. Ya da seçim kampanyalarında karşılaşıyoruz:“İslamlaşmaya hayır!”, “Mülteci kaosuna hayır!”

Burada camilere yapılanlar bir sinagoga yapılmış olsaydı çok geniş güvenlik önlemleri alınır ve güvenlik zaafları da ortadan kalkardı. Konu camiler olunca nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Antisemitizm bağlamında cevap verecek olursak, şu açık ki antisemitizm savaş sonrası Avrupa’sının gözünde büyük bir suçtur. Savaş sonrası Avrupa’sında antisemitizme yer yoktur. Her ne kadar bazı açılardan hâlâ aksi söz konusu olsa da. Ama resmî olarak antisemitizm asla kabul edilemez.
Bu yüzden de bir fark gözetiliyor. Her gruba karşı ırkçılık yapabilirsiniz, İslam düşmanı olabilirsiniz ama antisemitist olamazsınız.

Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki mülteci anlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin, bilhassa Almanca konuşulan ve çok sayıda Türk’ün de azınlık olarak yaşadığı ülkelerde, İslam ile özdeş olarak algılanması çok önemli bir husus. Bunu kendi araştırmalarımda da gördüm, sağ popülistler için Türkiye eşittir İslam demek. 2005 yılında Viyana’da seçim kampanyalarında şöyle bir slogan vardı: “Viyana İstanbul olamaz!” İstanbul ne anlama geliyor? İstanbul, Viyana gibi başkent değil. İstanbul, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolüdür. Yani, Almanca konuşulan ülkelerde Türk ve Müslüman eş anlamlı kelimeler. Bu da birçok hususta kendini açıkça gösteriyor. Mesela bunu Erdoğan hakkındaki söylemde de görüyoruz. Belki bir de kısmen Putin hakkında konuşulurken. Ama başka bir örneği yok.