İstila Miti – Hein De Haas

İstila Miti – Hein De Haas

Avrupa, Mülteci ve İslam Karşıtlığı

Avrupa'nın Mültecilerle İmtihanı belgeseli için görüştüğümüz Avrupa'da 'sağduyu' sahibi akademisyenler, göç uzmanları, yardım gönüllüleri, mülteciler ve İslam karşıtlığını sorguluyor.

Röportajlar Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Danimarka'da 2016 yılı içinde yapılmıştır.

Hein De Haas

Hein De Haas

Çoğunluk Ilımlı Ama Sesleri Çıkmıyor

Hollanda’nın tanınan göç araştırmacılardan Hein De Haas’a göre Avrupa mülteciler üzerinden bir ‘istila miti’ ve ‘olmayan bir düşman’ yarattı

Hein De Haas Hollanda’nın tanınan göç araştırmacılardan birisi. Batı ve doğu arasında bir çatışma fikrine inanmıyor. Diğer taraftan mültecilere karşı oluşan kampanyayı 1930 -1940 arasındaki anti-semitist döneme benzetiyor. Avrupa’nın tarihinden ders çıkartmadığını kendi bloğunda yazıyor. Mülteclierle ortaya çıkan iklime ilişkin “istila miti” tanımını kullanıyor. “Avrupalı birçok insan, Akdeniz’deki mülteci akınını gördüğünde, aşırı ideolojik bir duruşa sahip olsun ya da olmasın göçmen dalgasının artmasından panik duyuyor. Uluslararası Göç Örgütü ve Birleşmiş Milletler her yıl buna dair sayılar veriyorlar. Zengin ülkeler adeta kendini yoksul göçmenler tarafından sürekli istila edilmeye hazır olarak görüp, göçmenleri tehdit olarak algılıyorlar. Ancak, mevcut en iyi veri, dünyada göç hızla yayılıyor fikrine meydan okuyor. Uluslararası göçmenlerin sayısı 2010 yılında 214 milyon, 1960 yılında 93 milyon olsa da, bakıldığında dünya nüfusu da benzer bir tempoda artmıştı. Uluslar arası göçmenlerin sayısı dünya nüfusuna oranla yüzde 3’te sabit kalmıştır. Madem bu stabilite sürerken, biz neden göçmenliğin gittikçe arttığını düşünüyoruz? Çünkü en başta bu politik sıcak bir mesele haline gelirken, kitle medyası da buna bir hayli ağırlık verdi. Hem muhafazakarlar, hem liberaller kitle göçü karşısında aynı korkuyu hissetti. Avrupa-merkezcilik de bu artış fikrinin ikinci sebebiydi. Küresel bir bakış açısıyla bu görüş tutmuyor.”

Avrupa’nın Batı ve Doğu arasında bir çatışma merkezi olması söz konusu olabilir mi?

Kesinlikle katılmıyorum. Batı ve Doğu arasında büyük bir çatışma olduğuna inanmamızı isteyenler zaten radikaller. Avrupa her zaman farklı dinlere kucak açmıştır. Balkanlara, İspanya’ya bakın, Avrupa’da İslami bir tarih var. Avrupa’da farklı dinler bir arada yaşıyor. Bu, olmayan bir düşman yaratmak ama bundan beslenen siyasetçiler oldukça gerçeğe de dönüşebilir. Bu insanların güçlü konumlara gelmesi esas tehlike. Avrupa’nın Doğu ve Batı çatışmasını merkezi haline geldiği fikri kabul edilemez?

Aşırılık Aşırılığı Besliyor

Asıl sorun aşırılık, her iki tarafta da. Avrupa’da siyasi aşırılık, radikallik var. Müslüman toplumunda da azınlık olsa da radikaller görüyoruz. Bu, ciddi bir problem. Kültürler arası çatışma fikrinden her iki taraf da besleniyor. Avrupa toplumunun çoğu ılımlıdır, radikalleri istemiyorlar. Problem prototipleştirme ve radikalleşme. Bizim ciddi bir kültür çatışması içinde olduğumuz algısını yaratmak istiyorlar. Müslümanların asıl tehlike olduğu ya da Avrupa’nın İslam’a savaş açtığı fikrinden besleniyorlar. Bu doğru değil ama iki tarafın da çıkarı var. Aşırılık aşırılığı besliyor, Avrupalı politikacılar ortamı sakinleştirmeye çalışmalı, aşırılığı beslememeliler ama Avrupa’da şu an bunu yaşıyoruz ve asıl tehlike de burada. Hem İslami radikaller hem de aşırı sağcılar tehlikeli, ilginç olan taraf iki tarafın da bundan çıkar sağlaması.

Mültecilerin terörist gibi görülmesinin sebepleri neler?

Bence temel neden insanların bilgi sahibi olmaması. Birçok kişi insanların Suriye’den IŞID yüzünden kaçmaya çalıştığını sanıyor ki bunun doğru olmadığını biliyoruz. İnsanlar hükümet baskısından ve şiddetin kaçtı, IŞID şu anda oluşturulmuş en büyük düşman. IŞİD tabii ki çok büyük bir problem, çok vahşi bir grup, bu konuda soru işareti yok. Ancak Suriye’den kaçanlar hükümetten kaçıyor, Suriye’de ölenlerin çoğu hükümet güçlerince, Esad güçleri tarafından öldürüldüler. Ama Avrupalıların çoğu insanların terörizmden kaçtıklarını düşünüyor ve onlar kaçarken bazı teröristlerin de onlarla gelmesinden korkuyorlar. Aslında bu çok mantıksız bir korku değil. Ülkemize aldığımız insanlar konusunda çok dikkatli olmalıyız. Oradan gelen herkesin terörist olmadığın anlamak gerek. Diğer taraftan  Brüksel ve Paris’teki olayları gerçekleştirenler mülteciler değildi.

Avrupa İnsan Kaçakçılarını Besledi

Bir makalenizde Avrupa’nın insan kaçakçılığını beslediğini söylüyorsunuz.

Kuzey Afrika ve diğer Ortadoğu ülkelerinden böylesine bir göç talebi varken sadece göç kaçakçılarını suçlamak yanlış. Avrupa ilk olarak 1991’de Schengen vizesinin devreye girmesi ve sınır kontrollerinin artırılmasıyla insan kaçakçılarına fırsat vermiş oldu. Tabi ki, kaçakçıların gaddar olduklarından ve çoğu kez mültecileri aldattığından bahsedebiliriz fakat yine de mesela Afrikalıların gözünde onlar kurtarıcı. Çünkü Avrupa’ya geçebilmelerini sağlıyorlar. Kaçakçılar hizmet veren bir sektör konumunda. Avrupa’nın göçmen politikası özel şirketlere olduğu kadar kaçakçılara da büyük bir pazar oluşturdu. Bu yüzden, hükümetlerin birçok yönden göç kontrol sektörüne kitlesel kamu fonlarını dökerek kendi canavarlarını yarattıklarının farkında olmaları önemlidir. Milliyetçi politikacılar sınır kontrollerin artırılmasıyla mülteci akınını durdurmayı ısrarla savunsalar da bu sadece bir yalan satımı. Çünkü Suriye gibi bölgelerde çatışma ve kaos devam ettikçe mülteciler bir yol bulup Avrupa’ya gelecekler. Dolayısıyla bu problem için kolay bir çözümü yok. Avrupa ülkelerinin koordineli hareket etmeleri ve mülteci ağırlayan ülkelere destek olmaları gerekiyor.

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız – Alev Alatlı

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız

Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Onur Ödülleri alan isimler açıklandığında aradım Alev Alatlı’yı. Niyazi Sayın gibi bir üstad ile beraber bir ödüle layık görülmekten duyduğu onuru anlattı. Kapadokya Meslek Yüksek Okulu yayını olan “Bize Yön Veren Metinler” elime yeni ulaşmıştı. Batı ve Doğu’ya yön veren metinlerin farkı üzerine bir röportaj yapmaya karar vermiştik. Aradan bir hafta geçmemişti ki Alatlı’nın törende yaptığı konuşma Türkiye gündemine ağır övgü ve yergi olarak düştü. Alatlı üzerine onlarca roman külliyatı bir tarafa bırakılarak yapılan yorumları, literal bir okumayla yapılan yorumlardaki seviyeyi sorgulayacak değilim. Alatlı’nın dediği gibi “akıllı bir muhalefetin kendisine çok veri çıkarabileceği konuşma” tam tersi biçimde muhalefetin eleştiri odağına yerleşti. Alatlı okurlarının aşina olduğu kodları ve uyarıları içeren metin aslında binlerce sayfayı bulan kitaplarının bir sayfalık özeti gibiydi. Merak ettiğim iki şey vardı; kime hangi uyarıyı yapmak istiyordu? Konuşmasında örneklendirdiği isimlerle nereye işaret ediyordu?
Kısmen bunun cevabını aldım. Ortaya çıkan metine mülakat yerine sohbet ve devamında gelen yazışmalar demek daha doğru olur. Geleceğe bırakacağı bir “nasihatnâme” titizliği ile her kelime Alatlı tarafından ince bir elekten geçirildi. Dünyanın yeni bir yol ayırımı yaşadığı bu çağda elbette bir mütefekkir ile “o onu demiş, bu bunu demiş” bağlamında bir dedikodu röportajı yapmamız beklenemezdi. Konuşmasını oluşturan formülü açmaya ve anlamaya çalıştım. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Ayşe Böhürler – Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi – 30 Aralık 2014

Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldığınız törende yaptığınız konuşma bir taraftan övgü bir taraftan da tepki aldı. Ne demek istediğiniz doğru anlaşıldı mı?

Doğrusunu isterseniz, kendimi Kâbus’u tekrar yazarken/yaşarken buldum. Hatırlarsınız, o romanda ki adı üstünde bir distopyadır, afazik bir Türkiye hikâyesi kurgulamıştım. Bütün bir millet olarak sözcükleri anlama/kullanma melekemizi kaybettiğimiz, içgüdüleriyle yaşayan yabanıl bir kalabalığa dönüştüğümüz durum. Birbirimizle ancak bağırış, çağırış, itiş kakış, küfür, hakaret düzleminde ilişki kurabildiğimiz bir hâl ve onu izleyen ölümcül ayrışma. Kâbus neticeten bir kurguydu ama bugün yaşananlar sahici. Algısal afazi, anlamsal afazi, içgörü yoksunluğu alarm veriyor.

Parmağıma Değil Gösterdiğim Yere Bakın

Size yöneltilen eleştirileri “afazi” kapsamında mı değerlendiriyorsunuz?

Bana yöneltilen eleştirilere takılmayın, Ayşe Hanım. İçine düştüğümüz anomalide benim konuşmamın yarattığı öfke furyası devede kulaktır. Nihayetinde, söylediklerim bir yazarın hezeyanı olarak da geçiştirilebilir. Kâbus’un girişinde, “Parmağıma değil, gösterdiğim yere bakın.” derim ya, öyle. Büyük resme bakınca, önyargıların, mesnetsiz korkuların güdümünde, koyunun altında buzağı arayan, fitne fücur bir topluma dönüşmekte olduğumuzu görüyorum. Ben ondan korkarım.

Kâbus’ta gelecek bir tarihten bahsediyordunuz, sizce toplumsal “afazi” öne mi çekildi?

İşaretler o yönde ne yazık ki. Az önce, anlatmak istedikleriniz doğru anlaşıldı mı, diye sorduğunuz için söylüyorum. Daha “George Orwell” derken patlayan isterik öfke krizi, olası okumaları da paralize etti. “Olası” diyorum, çünkü törenden birkaç gün sonra ben kendi web sitemde yayınlayana kadar ortada yerilecek ya da övülecek bir metin de yoktu. Trajik, tabii. İnsan ülkesini böyle görmek istemiyor.

Tüylerim Diken Diken

İnsan ülkesini nasıl görmek istemiyor?

Metinde yazılanı değil, söylenenin bütününü değil, yazıldığını/söylendiğini varsaydığını okumak/duymak gibi ölümcül olabilecek bir zaafiyet içinde görmek istemiyor. Benim bir konuşmama bu olursa, ülkenin bütününü ilgilendiren iktidar ya da muhalefet kaynaklı bir programa, bir önergeye, iddiaya, yoruma ne olur düşünün artık. Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor, tüylerim diken diken.

Gülen Siyasete Soyunsun

Geçen yıl 17 Aralık’ta yaptığımız röportajda Türkiye iklimi farklıydı. Hükümet üyelerine yolsuzluk suçlamaları vardı. Gülen taraftarları ve hükümet taraftarları iki farklı resim sunuyorlardı. O günden bugüne sizce neler değişti? Bu Türkiye dindarları arasında nefret dolu olduğu kadar, ayet ve hadislerin bolca kullanıldığı tartışmalara sebep oldu. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce meselenin “hükümet taraftarları – Gülen taraftarları” şeklinde adeta eşitlenerek sunulmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Sayın Erdoğan hâlâ seküler/laik devleti yönetmek üzere temiz pak bir seçimle gelmiş bir lider, diğeri aslında tam da neye karşı olduğu bencileyin laik muhafazakârların anlayamadığı muhalif bir dini cemaatin reisidir. Ha, eğer, ülkeyi kendisinin daha iyi yöneteceğine, hepimizin şikâyet ettiği yolsuzluk vb. kötü uygulamaları ortadan kaldırabileceğine inanıyorsa, cübbesini çıkarıp siyasete soyunması gerekir. Kaç tane siyasi parti var, elli mi, yüz mü, bir tane daha kurulsa ne çıkar? Parti programını görür, adaylarının ehliyetini tartar, ona göre vaziyet alırız. Öte yandan, Türkiye dindarları arasında nefret boyutlarına vardığına işaret ettiğiniz çatışma, bana Müslümanların da toplum mühendisliğine soyunduklarını söyler. Büyük ihtimalle de 70’li yıllarda sol fraksiyonların “Ama Troçki der ki…” diye giden tartışmalarının hadisler, ayetler, tefsirler üzerinden yürütülen yeni bir versiyonu sahnelenecektir. İçi boşaltılmadık bir dinimiz kalmıştı, o da gerçekleşirse, ört ki ölem Ayşe Hanım, daha ne diyeyim.

Beyaz Türkler Öldü

Bilginin seçkin bir azınlığın tekelinde olduğu günler geride kaldı. Rasyonel otoritenin bile yok olduğu bir süreç yaşanırken, beyaz Türklerin geri dönmeleri mümkün değildir. Rasyonel otoriteden kastımın hoca ve talebesi bağlamında, bilenin bilmeyen üzerindeki otorite olduğunu hatırlatayım. Beyaz Türklerin bir vasıfları da yabancı dillere, dünyaya dair malûmata ulaşmalarını mümkün kılan ayrıcalıklarıydı. Günay Rodoplu gibi onlar da hayalleri ve yalanlarıyla öldüler. Ama itiraf etmeliyim ki ben asıl Michael Jackson tipolojisinden korkarım. Beyazlaşacağım derken ucubeleşen zavallı.

Ama Bir Nesil Var Arkada Yine De…

Muhafazakâr dünya görüşüne muhalefet her zaman olacaktır da, “Beyaz Türkler”e atfedilen türden yabancılaşmanın kırılacağını düşünüyorum. Örnek vermek için söylüyorum, Mehmet Şimşek gibi Batman’dan üstelik Gercüş gibi daha da yoksul bir kazasından gelen bir Kürt’ten başarısı uluslararası ölçütlerde tartışılmaz bir Maliye Bakanı devşirebilen süreç geri gitmez.

Toplumlar Da Hastalanıyor

Konuşmanıza verilen tepkilerden kaygınızı dile getirdiniz ve “Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor” dediniz. Nasıl bir cinnetten bahsediyoruz? Açar mısınız?

Rusya’da “ebedî muhalif” diye bir tanım vardır. Her türlü reformun ve kazanımın karşısına düşman gibi dikilen bu zümrenin ülkenin küllerinin üstüne kendi tasarladıkları dünyayı dikebilsinler diye Rusya’nın meselelerinin barışçıl çözümünü önledikleri anlatılır. 20. yüzyılın başlarındaki Rusya’da ihtilâli illâki gerekli kılan hiçbir şey yoktu, ihtilâl olduysa müsebbibleri fanatik profesyonel muhaliflerdi derler. 1917’nin kışkırtıcı kampanyalarını düzenleyen, Petrograd’daki muhafız alayını, streltsî, ayaklandırıp lokal bir yangını ulusal bir cehenneme dönüştürenlerin bunlar oldukları anlatılır. Oysa dönemin başbakanı Pyotr Stolîpin, ülkenin kanayan yarası tarımda görülmedik reformlara imza atan bir devlet adamı. Bugün hâlâ ülkelerinin banisi Aleksandr Nevskî’nin hemen ardından “En büyük Rus” diye anılır. Nevskî’yi Eisenstein’ın aynı isimli filminden hatırlarsınız, Rusya’yı Töton Şövalyelerinden kurtarışını anlatır. Uzatmayalım, halkın ülkenin toptancı bir biçimde dönüştürülmesini istediğine dair en ufak bir veri, bir belge olmadığı halde on milyon insanın öldüğü o korkunç iç savaş. Kıssadan hisse: toplumlar da hastalanabiliyorlar, Ayşe Hanım.

Mevlana Bile Teselli Etmiyor

Türkiye’de bir iç savaş ihtimali görmüyorsunuz herhalde?

Elbette, görmüyorum. En azından bu boyutlarda (Rusya iç savaşını kastediyor) görmüyorum, ama işaretleri de hiç yok değil. Gogol’un İzinde’yi yazarken Rusya’da tanıştığım bir yazar vardı, “Devrimciler halkla konuştular konuşmasına ama duydukları onları düşündüreceği yerde kızdırdı ve şiddete yöneltti.” diye hayıflanırdı. Bahsedilen kızgınlık size de birilerini çağrıştırmıyor mu? Keşke aklın ve merhametin askıya alındığı süreçler sadece Müslüman olmayan toplumlara özgü olsa. Ama değil. Bakın, bir cümlede ne dendiğini ancak ikinci, üçüncü okuyuşunda kaptırabilen “okumuşlar”ın ambargosu altındayız. Toplumsal afazinin ülkeyi siyasal kutuplaşma şöyle dursun, atomizasyonla tehdit ettiği aşamadır bu. Mevlana’nın “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” saptaması da teselli etmiyor.

Biz Bu Memleketi Sokakta Bulmadık

Konuşmanız, iktidarın, gücün yanında olmak gibi algılandı…

Bunu sizinle daha önce de konuşmuştuk. Sizin “Peki, şimdi ne olacak?” sorunuza verdiğim “Ne olacak, eleştirilerimizi erteleyip, Tayyip Bey’in etrafını saracak, destek atacağız.” cevabımın devamı, “Çünkü en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır. Ve devleti korumak, iktidar partisinin boynunun borcudur. Bu memleketi sokakta bulmadık, kuytularda gizlenmiş kurda kuşa emanet edecek halimiz yok Türkiye’yi.” şeklindedir. O gün bugün, ne Türkiye’ye yönelik tehditler azaldı ne benim tutumum değişti ne de algısal afazi sayrılığına çare bulundu.

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür – Alev Alatlı

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür

“Sanılmasın ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur… ‘Öteki’ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. ‘İslam’la demokrasi bir arada düşünülemez’ şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar.”

Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 31 Aralik 2015

Yandaşlık algısına vurgu yaptığınız için soruyorum. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü yandaş olduğunuz için mi aldınız?

Hiçbir ödül yoktur ki siyasi tınısı olmasın. Ben 2006’da “Mikhail A. Sholokov 100. Yıl Roman Ödülü”ne de layık görüldüm. Layık görenler, IMF’nin elinde oyuncak olan ekonomik reformlarının trajedisinden fevkalâde müteessir olan yurtsever Rus aydınlarıydı. Ödülün gerekçesi de “Halden anlayan bir Türk aydını” olmaklığım. Aynı çevreler, Nobel ödülünün “Stockholm’un liberal farmasonları’ tarafından ‘pasifist, enternasyonalist, bîtaraf, sözde-komünistlere’ verildiğini” söylerlerdi. Nitekim Soljenitsin’e verilmesini Rusya’ya hakaret saydılar. “Batı, 1970 Nobel ödülünü Soljenitsîn’e verecek kadar ileri gittiyse, bir nedeni olmalı.” diyorlardı. 2014 Cumhurbaşkanlığı ödülüne gelince, Kutbü’n Nâyî Niyazi Sayın’la birlikte anılmak benim için şereftir. Keza, Yaşar Kemal, Turgut Cansever, Sezai Karakoç, Halil İnalcık gibi isimlerle aynı platformu paylaşmak da öyle. Selim İleri’den Oya Eczacıbaşı’na, Ahmet Kaya’ya geniş bir yelpazeyi gözeten AK Parti iktidarının en azından Cumhurbaşkanlığı katında “yandaş” kollamadığı açıktır.

Edebiyat Kehanettir

Cumhurbaşkanlığı ödülleri 2005’den beri veriliyor. Size gelinceye kadar sessiz sedasız gerçekleşirdi. Siz niye gündeme oturdunuz?

Konuştuğum için. Sayın Cumhurbaşkanı’na teşekkür edip, Beştepe külliyesinden etliye sütlüye karışmadan sessizce ayrılmak da vardı, şüphesiz. Ama mahallenin ortak bilincine ters düşen çıkışlara iyi gözle bakmayanların hışmına uğramamak için susmak benim kitabımda züldür, düşkünlüktür. Bakın, ben edebiyatın bir tarafıyla muhbirlik, diğer tarafıyla da kehanet olduğunu savunan biriyim. Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm. Nitekim yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen göstermem de bundandır. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü ile onurlandırılıyorsanız, haysiyet cellatlığı, iftira, itibarsızlaştırma, aforoz, linç vs. vs… Bütün bu aşağılık girişimleri göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz demektir.

Ben Muhacir Mahallesindenim

Mahalle diyorsunuz, peki, siz hangi mahalledensiniz?

Muhacir mahallesinden. Ben muhacir mahallesindenim. Ciddi söylüyorum. 1912 Balkan Göç’ünden bu yana, ailemizden olup da aynı kabristana gömülebilme lüksüne erişmiş tek karıkoca benim annemle babamdır. Geri kalanlarımız, Makedonya Prilepe’sinden Anadolu’ya uzanan o uzun dağınık güzergâhta düştükleri muhtelif şehirlerde gömülüdürler.

Batı’dan Doğu’ya Hicret Ettim

Ödül töreninde bahsettiğiniz göç bu değildi ama?

Haklısınız, bu değildi. Gerçi, törende kısa bir tanıtım filmi gösterildi. Orada muhacerete atıf yapılmıştı, 1390’larda Sultan Yıldırım Beyazıt’ın Manastır Sancağı’na yerleştirdiği Karamanlı Yörük Türkmenlerindeniz biz. Hacı Bektaş Veli’nin kırk yiğide kılıç kuşandırıp suyun öteki tarafına gönderdiği şeklindeki esatiri benimseyenlerden. Benim sözünü ettiğim hicret ile bu hicret arasındaki benzerlik, her ikisinin de yönünün Batı’dan Doğu’ya olması.

Dünya Nöbeti Tutan Seferî Sayılır

İslâm’a ulaşmak demiyor, “ilâhiyat”a ulaşmak diyorsunuz?

Doğru. Bana göre aslolan, nizam-ı âlem, yani büyük resimdir. Higgins parçacığıyla, uzay aracı Rosetta’yla, Schrödinger’in kedisiyle, her gün yeni bir nano cüzünü keşfettiğimiz büyük nizam-ı Rabbü-l Âlem’in. Her yeni bilgiyle zihnimizde yeniden şekillenen kâinatların, varsa günümüzdeki İslam tasavvuru ile örtüşmediği enstantaneler, İslam’ın hasmının bilim değil, eksikli, hatta belki de ayıplı yorumu olduğu düşüncesi. İlâhiyatın bütününe teksif olmak gerekir diye düşünürüm. Kusur örter çünkü.

Kusur örter derken, ibadette kusurdan mı söz ediyorsunuz?

Dünya nöbeti tutanın seferi sayılabileceğini yorumluyorum diyelim. Şeriatî’nin hac yolunda sıyrılmamızı öğütlediği ‘ihtiyaç ve doymak bilmez arzular’ın bendeki karşılığı; küresel kapitalizmin pompaladığı arsız tüketimin ötesinde, radikal bireysellik oluyor. Radikal bireysellik, göreli ahlâk sistemine revaç verir ve eninde sonunda otokratlara davetiye çıkarır. Bakınız Stalin, bakınız Hitler. Otokrat, adı üstünde, kudreti kendinden menkul olan egemen. Otokratın sadece devlet yönetiminde değil, dinde, bilimde, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alanda karşımıza çıkabildiğini hatırlatayım.

Hacc Risalesini Ürpererek Okudum

Konuşmanızda seçtiğiniz her konu tek başına başka konuşmaların başlığı olabilir. “Aklî hicret” kavramını kullanmanızın sebebi neydi? Sizi Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret ettiren ve bunu bu konuşmada vurgulatan sebep neydi?

Şeriatî’nin ata ruhlarımdan birisi olduğunu söyledim. Yıllar evvel onun “Hacc” risalesini okuduğumda ürperdiğimi hatırlarım. Ürperdiğimi ve Birleşmiş Milletler’in her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir ‘kavramlar sözcüğü’ kotarmaya soyunması gerektiğini düşündüğümü. Bir söyleşide hakkıyla açıklamak mümkün değil elbet, ama rahmetlinin hacca dair söylediklerinin hemen tümünün seküler terminolojide karşılığı olduğunu gördüğüm içindir ki kendi düşünsel serüvenimi ‘aklî hicret’ diye nitelendirebiliyorum. Biraz bölük pörçük olacak ama Şeriatî’nin “Kişinin evinden çıkması, çevresini terk ederek, pak topraklara ulaşması /bu suretle/ çektiği yabancılıkların bitmesi, kendisini bulması” diye betimlediği hac süreci, benim matematik-istatistik-ekonometri üçlüsüyle başlayıp, felsefe tarikiyle, ilâhiyata ve nihayet edebiyata ulaşma serüvenimle neredeyse birebir örtüşür. Hatta kendini bulmak, arınmak, pak olmak bağlamında Japonların ahlâk kodu Bushido ile de örtüşür ki bu da bana Tokyo’da okuduğum günlerin armağanıdır.

Haritada Ankara’yı Bulamazlar

Yurt dışında ve içinde Erdoğan’ın otokratlaştığı iddiası hayli yaygın. Özellikle de Guardian gazetesi Erdoğan ve Putin’in lider tarafından domine edilen siyasi partilerin veya elitlerin başında bulundukları şeklindeki iddialarını sürdürmeye devam ediyor.

Guardian, Independent, Sunday Telegraph ya da Washington Post. Günün sonunda, dervişin fikri neyse zikri de odur. Sanılmasın ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur. Guardian’ın Martin Rowson nam karikatüristini hatırlayın. Musa Kart beraat ettiği halde, on yıl hapse üstelik bizzat Başbakan Erdoğan tarafından çarptırıldığını duyurmuş, bir de twitter’da kınama kampanyası başlatmıştı, ‘tatsız, narsist, despot’ dediği Tayyip Bey’e karşı. Kısmı azamı haritada Ankara’nın yerini gösteremeyecek kaba saba adamlardır bunlar. “Öteki”ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. İslam’la demokrasi bir arada düşünülemez şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar. Erdoğan Müslüman bir liderdir, öyleyse Erdoğan despotiktir şeklindeki argüman. Rusya’yı kim tanır, kim bilir ama şark despotizmi denilen formülden yola çıkıp, Putin’i bir kalemde itibarsızlaştırabilir, en azından itibarsızlaştırmayı deneyebilirsiniz. Üstelik bunu adamın arkasındaki devasa ulusal mutabakatı hiçe sayarak yapabilirsiniz.

Eşref’i Mahlûkat Rütbesini Söktüler

Sayın Erdoğan’ın arkasında da devasa destek var ama aynı mantıksal çıkarım bizde de yaygın. Bu nasıl oluyor?

Sayın Putin’i destekleyenleri ‘Rus ayısı’ efendim, Erdoğan seçmenlerini ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye ehemmiyetsizleştirmekle oluyor. Bakın, benim arkamda bıraktığımı umduğumu söylediğim ‘aydınlanma’ bir yönüyle de sıradan insanın eşref’i mahlûkat rütbesinin söküldüğü, yeni baştan yaratılması gereken maddesel bir yaratığa indirgendiği süreçtir. Beşeri faaliyetlerin ‘tımarhane’ olarak algıladıkları düzensizlikten çıkıp, ‘insan aklına uygun’ yani tıkır tıkır işleyen mekanize bir dünya düzenine dönüşebileceğini hayal eden aydınlanmışların, ‘kusurlu’ türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düştükleri süreç. 1687’de Newton’un ‘Principia’sı ile başladı, o saat bu saat hız kesmeden devam ediyor.

Şeriatî, Serüvenime Yön Verenlerdendir

Kendi göç hikâyeniz ile Ali Şeriatî’nin Hicreti arasında kurduğunuz bağ ile neyi anlatmaya çalıştınız? Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret etmenin sebep ve sonuçlarını konuşalım. Konuşmanızın ilk teması neden Hicret oldu? 

İzin verirseniz, önce Ali Şeriatî. İslam dünyasının elbirliği ile ululadığı bir düşünür olmadığı malûm Şeriatî’nin. Ona yaptığım gönderme en az Orwell’e yaptığım gönderme kadar irkiltici olabilecekken, başta Erdoğan çifti olmak üzere, o gün o salondaki hazirunun sergilediği rikkatin en iyimser beklentimin de üstünde olduğunu söylemeliyim.

Bu söylediğinizden Ali Şeriatî ile özel bir bağlantınız olduğunu mu anlamalıyım?

Mezhepsel bir bağlantı ima ediyorsanız, hayır. Lâkin ata ruhlarımdan, yani Batı’dan Doğu’ya seyreden düşünce serüvenimi yönlendiren yücelerden birisi olduğu muhakkaktır.

Dinin Aslî Hasmi Dinsizlik Değil, Dindir

Ben, söylediklerinizden, Ali Şeriatî’nin sizin gönlünüzde özel bir yeri olduğunu çıkarıyorum. Doğru mu?

Rahmetli Şeriatî’nin benim gönlümdeki özel yeri, kendisinin dinsel bir yapılanmanın tarihteki bütün toplumlarda her zaman var olagelmiş olduğu ve hiçbir dönemde, hiçbir yerde, hiçbir millette dinsiz bir insan olmamış olduğu gibi, her yeni dinin mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmış bir din olduğu mealindeki tespitinden gelir. Hal bu olunca, binlerce yıl öncesinde olduğu gibi günümüzde de, dinin aslî hasmı, dinsizlik değil, yine dindir. Ve dolayısıyla, konuşmamın odakladığı “helâl” kavramı, muhtelif isimler altında ama hep var olmuştur ve olacaktır. “21. yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek” derken, “helâl” kavramına küresel geçerliliği olan değişmezlik, adeta matematiksel bir konstant niteliği yükleyebilmiş olmaklığım bundandır.

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin – Alev Alatlı

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin

“Aydınlanmanın tezgâhından geçmeyen beri gelsin, Ayşe Hanım! Görülen o ki biri kaliteli müzik dinlemediği, diğeri İslam anlayışını doğru değerlendirmediği için ‘kusurlu’ bulduğu türdeşlerini yeniden formatlamak istemektedirler.”

Ayşe Böhürler – Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi – 1 Ocak 2015

Ben, “aydınlanmışların, ‘kusurlu’ türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düşmesine takıldım. O iş nasıl oluyor?

Şöyle açıklamaya çalışayım, sizin kafanızda dünyanın nasıl işlemesi gerektiğine dair doğruluğundan ‘kesinlikle’ emin olduğunuz bir proje varsa ve dünya sizin düşündüğünüz hedefe doğru ilerlemiyorsa, ‘kusuru’ türdeşlerinizde buluyorsunuz. Hâl böyle olunca, onları ‘yeniden yaratmak’, sizin düşündüğünüz gibi düşünecek, sizin gibi davrandığınız gibi davranacak şekilde yeniden formatlamak gayretine giriyorsunuz. Bilimsel dayanağınız da Newtonian dünya görüşü oluyor. Yani, madem ki dünya ve kâinat belirli parçacıklardan oluşur, mademki bu parçacıkların gözlem ve çözümlenmeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin yasa ile “bütün”ü şekillendirmek mümkündür, kim tutar… Meselâ, birkaç gözlemden çıkıp Putin’e eşkıya, ‘thug’ diyen Kampfner nam gazeteciyi? Bakın, 2014 itibariyle, başta siyaset ve hukuk olmak üzere, tek bir kamusal faaliyet yoktur ki Newtonian dünya görüşü ile uyumlu olmasın.

Fazıl Say Toplum Mühendisliğine İyi Örnek

Bu kamusal alanlara din dâhil mi?

Din dâhil. Takvanın ‘birkaç sade, basit ve kesin yasa’ ile açıklanmaya kalkışıldığı durumu düşünün. Felâketimiz, olur değil mi? Nitekim oluyor da. Çağdaş insanın zihnini formatlayan faaliyetlerin tümü, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, tarih, sanat, edebiyat hatta müzik, Newton fiziği kuralları doğrultusunda yapılanmıştır. Meselâ, ekonomide, Newton parçacıklarının yerini Adam Smith’in ‘homo economicus’ları alır, kapitalist/liberal anlayışı oluşturur. Müzikte sesleri birkaç sade, basit, kesin notaya indirger, do ile re ve diğer notalar arasındaki sesleri duymaz olursunuz. O duymadığınız sesler, gri alanlar, sıradan insanlar gibidirler. Sıradan insanların ‘kusurlu’ sesleridirler. Adam gibi bir senfoni bestelemeniz, onlardan kurtulmanıza bağlıdır.

Fazıl Say ne yapsın diyorsunuz…

Fazıl Say da kendi dalında toplum mühendisliğine iyi bir örnektir, Ayşe Hanım. Beslendiği kaynak aynı. Newtonian dünya görüşünde belirsizlik, bulanıklık, sır yoktur. Fransız Newton’u lakaplı Laplace’ı hatırlayın. Aydınlanmaya Newton’la birlikte damgasını vuran fizikçi. ‘Gök Mekaniği’ isimli beş ciltlik eserin müellifi. Kitaplarını okuyan imparator adayı Napolyon, Tanrı’nın bu mekanik sistemdeki yerinin ne olacağını sorduğunda, “Tanrı gibi bir hipoteze ihtiyacım yoktu.” demişti. Bu cevap, aydınlanmanın ruhunu yansıtır. Bir şey ya siyah, ya da beyazdır, gri alanlar yoktur. Keskin ideolojiler gibi, onların pratikteki sonuçları olan toplum mühendisliklerini de aydınlanmanın “ya hep, ya hiç” kuralına borçluyuz. Say’ın “Arabesk dinleyen vatan hainidir” beyanı, yani “ya arabesk dinlersin ya da yurtsever olursun” formülü ile “ya Müslüman olacaksın ya laik” hükmü arasında da epistemolojik fark yoktur.

Epistemolojik? 

Aynı kaynaktan neşrettikleri anlamında. Her iki hüküm de gri alana kapalıdır, bu bağlamda toplum mühendisliği tınısı verirler.

Sakin Olmakta Fayda Var

Türkiye’ye dair soruları küresel trendlerle açıklıyorsunuz…

Evet, haklısınız. Bir olguda teksif olup kalmaktansa, geri çekilip onu doğuran yan unsurlarını da görebileceğim mesafede konuşlanmaya çalışırım.

Google haritası yöntemi gibi mi?

Aynen öyle! Böyle yaparsanız, münferit bir hadisede takılıp kalmaz, o hadisenin küresel telmihlerini kestirebilecek görüş alanını yakalayabilirsiniz. Bakın, son tahlilde tecrübelerimiz, türdeşlerimizin tarihin muhtelif zamanlarında yaşadıklarından pek de farklı değildir. Bu bakımdan, sakin olmakta fayda vardır, dinlemeyi mümkün kılar.

Demokrasi Feragat Rejimidir

Bir yandan da muhafazakâr kesime karşı eleştirilerinizi sürdürüyorsunuz. Niteliksizleşme, sıradanlaşma, vasatlaşma, eblehleşme, paçozlaşma…

Dediğim gibi, bir Türk romancısının en çetin görevi ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemektir. Deneme yazarı hatta köşe yazarı olsanız işiniz daha kolay. “Filistinizm” diye bir vakıa olduğunu hatırlatır, orada bırakırsınız. Ama roman yazdığınızda, Filistinî tipolojiyi etlendirirsiniz. Karşınızda kanlı canlı belirdiğinde bu defa okuyan kadar yazanı da müteessir eder. Ağlaya ağlaya yazdığınız bile olur. Kardeşim benim mazoşist olduğumu söyler, bilir misiniz?

Bir yerde Filistinlilere ayıp olmasın diye paçozlaşma dediğinizi hatırlıyorum.

Doğrudur. Ancak, paçozlaşma, muhafazakâr kesime özgü değildir. Kadim değerlere sahip çıkan, hattı harekâtını o değerler doğrultusunda tanzim eden muhafazakâr, paçozlaşmaz, olsa olsa demode olur. Oysa paçozlaşma, saldım çayıra Mevlâm kayıra türden radikal liberalizm ve türevi göreli ahlâk anlayışında neşv’ü nema bulur.

Ruh ikizi diye bir şey yoktur diyordunuz…

Hayır, yoktur. Hele de bir siyasetçiyse teğet geçtiğiniz noktaların sayısı diyaloğu sürdürmeye yeterli miktardaysa öpüp de başınıza koyacaksınız. Bu nedenledir ki düşünce farklılıkları beni delirtmez. Düş kırıklığına uğratmaz. Hakaret, asla aklımdan geçmez. Ha, Sayın Erdoğan, benim doğru bulmadığım bir hükmü dillendirerek, aynı vatanı paylaştığım insanların teveccühlerini kazanıyormuş, ne yapalım? Bu defa da çaylar benden olsun der, sıramı beklerim. Demokrasi bir tarafıyla da feragat rejimidir. Hayatın ille de sizin istediğiniz gibi gitmemesine tahammül edersiniz.

Tüm Dünyada Dine Dönüş Trendi Yükseldi

Bu çerçevede, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Dindar bir nesil istiyorum.” sözlerini nasıl karşılıyorsunuz?

Vazettiği dünya görüşü çerçevesinde tutarlı olduğunu düşünürüm. Şimdi, bakın, “kusurlu” türdeşleri “ıslah” etmenin barışçıl yolu, onları modern dünyaya yön veren tarihtir, coğrafyadır, ekonomidir vb. akademik disiplinlerle hemhal etmekten geçer. Ne ki Rousseau, Diderot, Voltaire, Descartes, Kant, sayın artık… Aydınlanma devlerinin damgalarını taşıyan bu disiplinler, Allah’ın kâinatın merkezinden sürülüp, bir hipoteze indirgendiği ortamda geliştirilmiş sistemlerdir. Nitekim, din ve bilimin birbirlerinden kesin olarak ayrılması, birinin diğerini yok sayması da o saat bu saat, bizcileyin toplumlarını da önüne katmış sürükleyen sürecin eseridir. Sayın Erdoğan, sürecin yıkıcı etkilerinden korunmanın din bilgisinden geçtiğini savunan Doğulu, Batılı yüzlerce devlet adamından birisidir. Bu konuda yalnız olmadığı gibi, üçüncü milenyum itibariyle tüm dünyada dinlere dönüş trendinin yükseldiği de ayrı bir gerçeklik.

Çıkıntılık Yapmışlığım Çoktur

“Çıkıntılıklarım” derken?

Çözüm sürecinin ortalık yerinde çıkıp, bir yanımda İlber Ortaylı, öteki yanımda Halil İnalcık, o resimleri görmüşsünüzdür, “Türk milleti adına hareket edenleri” uyarıyoruz. “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkarılamaz” diye bildiri imzalamak çıkıntılık değil de nedir? Bir başka yerde, “eğitim sorununu Kürt sorunundan da, yeni anayasa meselesinden de daha çok önemsediğimi” söyleyip milleti ayağa kaldırmıştım. “Akiller olsa olsa elçi olurlar.” demişliğim de vardır. Diyeceğim, çıkıntılık yapmışlığım çoktur…

“Beyaz Türkler Küstüler” muhafazakâr kesime söylemediğini bırakmayan bir romandı. Benim bile rahatsız olduğum yerler olmuştu. Bakışınızı yer yer üstenci buldum. 

Yapmayın Ayşe Hanım! Siz siz olun romanın müellifi ile karakterlerini karıştırmayın! Ama haklısınız, çıkıntılıklarımın arasında o da sayılabilir. “Or’da Kimse Var Mı?” serisinin ilk kitabı, “Viva la Muerte” yerlilerin hikâyesiydi. Hatırlayacaksınız, Müslümanların greve gitmeleri halinde ortada kalacak bir cenaze ile başlar. “Valla Kurda Yedirdin Beni,” Kürtlerin “serok Apo” ile sonuçlanan arayışlarını hikâye eder; bu son kitap da beyaz Türkler cephesindeki altüst oluşu. Size bir şey itiraf edeyim mi, iddiam odur ki bu beşli seri okunmadan Türkiye’nin sosyolojik tarihi anlaşılamaz.

Erdoğan Temiz, Pak Bir Seçimle Geldi

“Ya Müslüman olacaksın ya laik” sözünün Cumhurbaşkanımıza ait olduğundan yola çıkarak, Sayın Erdoğan’a da ‘toplum mühendisi’ sıfatını yakıştırır mısınız?

Günün sonunda, aydınlanmanın tezgâhından geçmeyen beri gelsin, Ayşe Hanım! Görülen o ki biri kaliteli müzik dinlemediği, diğeri İslam anlayışını doğru değerlendirmediği için ‘kusurlu’ bulduğu türdeşlerini yeniden formatlamak istemektedirler. Öyle olmasa, kendi işlerine bakar, Fazıl Bey oturur piyanosunu çalar, bestesini yapar, Tayyip Bey ticaretle uğraşır, siyasi parti kurmak, onca risk alıp ülkeyi yönetmekle uğraşmazdı. Burada mesele dünya görüşünü benimsetme sürecinde baskı, korkutma ve şiddet gibi jakobenist yöntemlere başvurulup vurulmadığı meselesidir ki temiz, pak bir demokratik seçimle gelmiş Sayın Erdoğan için bunlar söz konusu değildir. Say’a gelince, az önce sözünü ettiğim Rus yazarı hatırlamadan edemiyorum. Piyanoyu Nemrut’a çıkartmak, halka gitmek iyi de, bir de halkın müzik beğenilerine öfkeleneceğine, anlamaya çalışaydı.

Bana Ödül Vermek İçin Herhangi Bir Nedenleri Yoktu

Kendinizi laik muhafazakâr olarak tanımladığınız için soruyorum, Cumhurbaşkanımızın “Ya laik olacaksın, ya Müslüman” sözünden alınmıyor musunuz? Pek çok kişi Sayın Erdoğan’ın kendilerine ayar veren sözlerinden rahatsız olduklarını ifade ederlerken siz ne hissediyorsunuz?

Teker teker cevaplayayım. “Ya laik olacaksın, ya Müslüman” sözünden alınmıyorum, çünkü bu bir vakıadır. Özel alanımda Müslüman, kamusal alanda laik olabilirim ve öyleyim. Burada olsa olsa, Sayın Erdoğan’la aramızda kodlama anlaşmazlığı olur ki bunu da doğal karşılarım. Kendileri de doğal karşılıyor olmalılar ki onca çıkıntılığıma karşın Büyük Edebiyat Ödülü ile onurlandırdılar. Komisyonun önerisini reddebilirdi, ruhum bile duymazdı. Mamafih, duysam ne olurdu, Sayın Cumhurbaşkanı’nın beni hoş tutmaları için nasıl bir nedenleri olabilir? Öte yandan, devleti yönetenler şöyle dursun, insanın eşiyle bile istinasız her noktada buluşması, eksiksiz örtüşmesi mümkün değildir.

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız – Alev Alatlı

4- Birleşmiş Milletler Evrensel Dolandırıcılık – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

4- Birleşmiş Milletler Evrensel Dolandırıcılık

Ve Orwell’in haykırışı: “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir.” ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ağzına bakan Birleşmiş Milletler’in “hayırhah”lık iddiası, evrensel dolandırıcılık değil de nedir?

Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 2 Ocak 2015

Dindar nesile itirazınız olmadığını söylediniz, peki zorunlu din derslerine ne diyorsunuz?

Önce şunda anlaşalım, Sayın Erdoğan’ın “Dindar bir nesil istiyorum.” sözlerini yadırgamadığımı söyledim ama benim isteyebileceğim “dindar nesil” nasıl bir yapılanma olmalıdır, bakın onu söylemedim! Şaka bir yana, zorunlu din dersinden benim anladığım, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” dersidir ki, insanoğlunun onbinlerce yıllık düşünce/inanç serüveninin başta kitaplı dinler ve mezhepleri olmak üzere, Budizm’den Taoizm’e kadar mümkün olabilecek en geniş yelpazeyi içerecek şekilde öğretilmesinin en az tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji gibi beşeri bilimler kadar önemli, hatta dört başı mamur bir eğitim sisteminin olmazsa olmaz şartı olduğunu düşünürüm. Ve fakat buyurun size yeni bir çıkıntılık daha: Felsefe ve mantık gibi gelişkin soyutlama melekesi gerektirdiği için, zorunlu din dersleri ilköğretimde değil en erken dokuzuncu sınıftan başlatılmalıdır.

İslam’ı Öğretecek İyi Kurumlar Var

Çok geç olmaz mı?

Öyle olmadığını düşünüyorum. Kâinat tasavvuru gelişmemiş bir çocuğa hele de televizyonların abuk sabuk bilim kurgu filmlerinin egemenliğinde olduğu günümüzde Rabbül Alemin’i ancak ezberletebilirsiniz, içselleştirtemezsiniz kanaatindayım. Bana sorarsanız, ilâhiyat eğitimi de belirlenecek alanlarda lisans derecesi almış öğrencilerin girebilecekleri yüksek lisans ve doktora programları seviyesine yükseltilmek suretiyle mükemmelleştirilebilinir. Siz sormadan şunu da söyleyeyim, çocuklara İslam akidesini öğretecek dersler beşinci ders yılından itibaren ayrı bir müfredatla sunulabilir. Bakın işte seçmeli olacaksa onlar olur, çünkü çok şükür İslâm’ı milli eğitim sisteminin dışında ve büyük ihtimalle çok daha iyi öğretecek kurumlarımız vardır.

Dublaj Türkçesi Fecaati

Ya Osmanlıca diyelim de bu faslı kapatalım. Osmanlıca’nın yeniden gündeme gelmesi konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bence çok iyi olur! Bu saatten sonra eski Türkçe’nin hakkıyla öğretilebilmesinin pek mümkün olmadığı kanısındayım, çünkü mesele alfabeden öte kelime bilgisi meselesidir. Malûm olduğu üzere, eski harfleri sökseniz bile kelimeyi bilmiyorsanız, okuyamazsınız. Ama hiç değilse yeni Türkçe’ye maledip üzerinde durmadığımız o dört yüz kelimelik dublaj Türkçesinin fecaatına karşı farkındalık geliştirilebileceği umulur. Kavramları yerine oturtmaya, idrakta incelmeye mutlaka faydası olacaktır. Geçmişle bağ kurma noktasında, mezar taşlarını okuyabilecek düzeyde Osmanlıca eğitimi fevkâlâde ağırdır, uzmanlaşma gerektirir. Yapılacak iş, orta eğitimde haftada birkaç saatle dostlar alışverişte görsün misali geçiştirmek yerine, üniversitelerdeki Türk dili ve edebiyatı ve ilgili filoloji birimlerini güçlendirmek, günümüzde sayıları iki elin on parmağını geçmeyen nitelikli dilbilimcilerin sayısını arttırmaktır. Eski eserleri yeni Türkçeleştirecek dev bir kampanyaya girişmektir diye düşünürüm.

Sorokin’in Gözlemi Hâlâ Geçerli

Modern dünyaya yön veren disiplinlerin yıkıcı etkileri dedikleriniz neler?

Müsaade ederseniz, ne demek istediğimi Pitirim Sorokin’den bir alıntı ile izah etmeye çalışayım. Harvard’ın sosyoloji bölümünü kuran pek ünlü bir bilim adamıydı, Sorokin. Rus kökenli, muhteşem bir hümanist aydınlanmacı. 1941’de yayınladığı özeleştirisi, “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olan bitenin beni şaşkına çevirdiğini itiraf etmekten utanmıyorum.” diye başlar: “Beklediğim, barışın tekâmülüydü, savaşın değil. Toplumun barış içinde yeniden düzenlenmesiydi, kanlı ihtilaller değil. Merhametti, kitle katliamları değil. Arıtılmış demokrasilerdi, otokratik diktatorya değil. Bilimin ilerlemesiydi, propagandanın ve gerçeğin yerine geçen otoriter sloganlar değil. Her cephede ilerlemeydi, barbarlığa geri dönüş değil.” Toprağı bol olsun, Sorokin’in gözlemi bugün halâ geçerli. Son yıllarda yaşananlara bir bakın. Irak’taki “Facility 1391” nam işkencehanede resim çektiren gencecik Amerikalı kadın askere bakın, Kaddafi’ye fiili livata uygulayan Müslümana bakın. Uzağa gitmeye ne hacet, Diyarbakır’da o dört ergeni linç eden ergenlere bakın. Allah’ın varlığı, ruhun ölümsüzlüğü şöyle dursun, insanoğlunun aklının sınırlı olabileceği ihtimalini düşünseler, edebe, adaba, geleneklere, sıradan insanların düşüncelerine biraz değer verseler, hadlerini böylesine aşmazlar, bunca acıya neden olmazlardı.

Vicdanin Sesi Kısılıyor

İnsan hakları kavramları gelişiyor derken aydınlanma sürecini iyi okumak gerekir diyorsunuz.

Öyle. Anlaşılan o ki hümanist dünya görüşü yerleştirilmeye görülsün, “hümanist” derken, kelimeyi bizdeki yaygın ve yanlış kullanımıyla “iyiliksever” manasında değil, “Tanrı’nın fonksiyonlarını üstlenen” mealindeki özgün anlamında kullanıyorum. Allah’ın yerine kadiri mutlak bir “Tanrı-insan,” bir süpermen, yerleştirilmeye görülsün, insanoğlu kendisini derhal onun yerine koymaya kalkışıyor. Dünyayı ve diğer insanları dilediği gibi kullanmakta özgür olduğu düşüncesine kapılıyor. Tevazuyu, sorumluluklarını unutuyor. Vicdanın sesi kısılıyor. Sonra, gelsin ihtilâller, darbeler, gelsin beyaz adamın uygarlaştırma misyonları, gelsin özgürleştirme, demokratikleştirme aldatmacaları. Gelsin, Stalinler, Hitlerler, Maolar, Frankolar. Hasılı insanı evrenin merkezine yerleştirmek niyetiyle döşenen yol, eşrefi mahlukatın rakamlara indirgendiği, sarf malzemesiymişcesine muhasebeleştirildiği mekanik olduğu kadar da acımasız ve kaba bir dünya görüşüne evrilmiştir, vesselâm.

Doğrusu bizim medeniyetimiz de pek sakin gelişmemiş, çatışmalar, kavgalar, savaşlar…

Ben “bizim” medeniyetimiz, “onların” medeniyeti diye bir ayırım yapmıyorum Ayşe Hanım. Küresel bir gezegende Doğu-Batı şeklindeki coğrafi ayrıştırma esasen absürttür. Türdeşler arasındaki fark, aydınlanmanın tezgâhından geçmiş olanlarla, geçmemiş olanlar arasındaki doğayı ve insanlığı algılama farkıyla ifade edilebilir. Yoksa her ikisi de dünyanın dört bir tarafına serpiştirilmiş yaşamaktadır. Mesele, bölgesel yoğunluk ve iktidara yakınlık meselesi. Kamçatka’dan öte “Doğu” yok ama en zalim gulaglar Kamçatka’daydı. Gulaglarda telef olanları “devrimin yakıtlarıdır” diye muhasebeleştiren Stalin, Batılı Himmler’i aratmaz. Benim itirazım, şu ya da bu medeniyete veya topluma değil, aydınlanmanın insanoğluna nihai hakikatmış gibi, kaçınılmaz bir kadermiş gibi dayatılmasınadır. Tarihin doğrusal yorumunadır. Gri alanların yok sayılmasınadır. Sosyal Darvinizmedir, ırkçılığadır, insanat bahçelerinedir. “Tek yol şu ya da bu” anlayışınadır.

Nefret Yasaları Birer Toplum Mühendisliği

Konuşmanızda nefret yasalarına kesin bir dille karşı çıktınız. Anti-Semitizmi önlemek açısından yararlı olduklarını düşünmüyor musunuz?

Nefret edilen oluşumu ortadan kaldırmak yerine -ki bu durumda nefret edilen oluşumun Siyonizme evrilen Semitizm olduğu açıktır- nefret edeni cezalandırmanın adaletle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Nefret yasalarının tek bir açıklaması vardır: toplum mühendisliği. Arzu ettiğiniz dünyanın oluşmasını engelleyen “kusurlu” türdeşlerinizi ceza yoluyla ıslah etmek çabası.

Teşekkür konuşmanızda başka örnekler de verdiniz. Meselâ, ‘atar ergenleri sokağa döken yazarlar.’

Bahsettim, evet. Toplum mühendisliğinin ders kitabı örnekleridir bunlar. Korunaklı mahallelerde kurgulanan “daha üstün” ideolojiler adına feda edilebilir maddesel kitlelere indirgenen ergenler. İdealize ettikleri yaşam biçimlerine atar ergenlerin sırtlarından, onların hayatları pahasına kavuşmayı içlerine sindirebilen kalem erbabına itirazım var. Tutumları doğaya ve diğer canlılara karşı geliştirilen hükmedici tavrın uzantısıdır. Oysa, tarih bizi ütopik ideolojilere düşkünlüğün ölümcül sonuçlarına karşı da uyarır.

Terk ettiğiniz aydınlanma kutbunun nasıl bir yer olduğu az çok anlaşılıyor, peki hicret ettiğiniz pak topraklar nasıl? 

Henüz yoldayım, Ayşe Hanım, hicret tamamlanmadı. Kızgınlıklarımı tümüyle yok edebilmiş değilim. Şekilde görüldüğü gibi, akranlarımla helâlleşebilmiş de değilim. Bitirmemi bekleyen kitaplar olduğu sürece, topluma olan borçlarımı kapatmış da sayılmam. Tek bildiğim ağlamasını bilmeyenlerin kutbundan, ağlamasını bilenlerin kutbuna hicret etmeye çalıştığım. Bu aşamada merhamet kutbunu ancak tasavvur edebiliyorum.

Holigan Tarafgirlik

Konuşmanızda en çok da Orwell’den bahsetmiş olmanız tepki topladı.

Evet, “solcu” ya arkadaşlar, soykırım sözcüğünü Ermenilerden kıskanan Yahudiler misali, “devrim” sözcüğünün, velev ki bambaşka bağlamda olsun, Sayın Erdoğan’ın ismiyle yanyana telâffuz edilmesine içerlediler! Orwell bizim mahallenin yazarıdır, sizin mahalleden birini mümkünatı yok alkışlayamaz tıkanıklığı. Rakip takımın kalecisinin muhteşem kurtarışını takdirden aciz holigan tarafgirliği diye de düşünebilirsiniz. Mamafih, Orwell’in 1984’ünün de diğer kitabının da, Alice Harikalar Diyarında gibi, Küçük Prens gibi, çocukluk okumalarına kurban giden kitaplardan olduğunu söylemeliyim. Okuduğunuzu sanırsınız ama aklınızda sloganlaştırmaya müsait birkaç cümleden fazla birşey kalmadığını idrak etmeniz zaman alır. Bildiğim kadarıyla “Katalonya’ya Saygı” da ancak bu yıl yayınlanabildi.

 

Esma Biltaci Bizdendir

Sayın Erdoğan, Esma için gözyaşı döktüğünde ne düşündünüz? İhvan lideri Muhammed El Biltaci’nin kızı…

Bizdendir diye düşündüm. O törende Emine Hanım’ın gözleri dolunca da öyle.

“Siz” kimsiniz?

Konuşmamda da söylediğim gibi, var olmanın, bu gezegende yaşayakalmanın dayatılagelenlerden daha insancıl yollarının olduğunu görebilen sanatçılar, edebiyatçılar ve ekurileri. Erdoğan’ın reel politiğe aykırı çıkışlarının arkasında yatan hak arayışına bigâne kalamayanlar. Bakın, aydınlanmanın yıkıcı etkilerine karşı uyaranların kısmı azamı bizim taifedendir. Defoe, 1740’da öldü; Orwell 1950’de, Soljenitsin 2008’de. Ömürleri yaklaşık iki asıra serpiştirilmiş bu adamların ortak noktaları; tanıklık ettikleri baskı, zulüm ve hunhar katliamlara karşı uyarı görevlerini yerine getirmiş olmalarıdır. Benim bu isimleri zikretme nedenim, günümüze değiyor olmaları.

Konuşmanızda Orwell’e, Defoe’ya gönderme yapmış olmanız tepki topladı.

Ne yapalım, Ayşe Hanım, ben ne derim tamburam ne çure durumu. Bu ne ilk anlaşmazlığımızdır ne de son olacak, besbelli. Bakın, Defoe, İngiliz Anglikan Kilisesi’nin horgördüğü Presbyterian mezhebindendi. Hapisler, boyunduruğa vurulup Londra meydanlarında yüzüne tükürülmek üzere sergilenmeler, daha neler neler. Kahire’de demir kafeslere tıkılan İhvan’a reva görülenlerden aşağı değildir çektikleri. “Hakikatı gören, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala, hem de alçaktır” diye başlayan sözü, İkinci James’e karşı dikilirken söylediği sözdür. Öteki İngiliz, Orwell… İspanya İçsavaşı’nda Franco taraftarlarına karşı savaşmış bir komünistti. Onun feryadı da fuhuşa, dilenciliğe son veren, Katalonya’yı insanca yaşanabilir hale getiren sosyalist organizasyonlara ihanet eden Stalin’e. Avrupa’da zamansız bir devrim hareketinin başlamasını tehlikeli bulan Stalin, kendi dünya kurgusuna engel teşkil ettiğini düşündüğü yoldaş devrimcilere savaş açar. Ve Orwell’in haykırışı: “Evrensel dolandırıcılığın hüküm sürdüğü zamanda gerçeği söylemek devrimciliktir.” ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’nın ağzına bakan Birleşmiş Milletler’in “hayırhah”lık iddiası, evrensel dolandırıcılık değil de nedir?