5- Her Yasal Hak Helâl Değildir – Alev Alatlı

5- Her Yasal Hak Helâl Değildir – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

5- Her Yasal Hak Helâl Değildir

“Şeriatın kestiği parmak acımaz. Neden? Verilen cezanın, işlenen suçla örtüştüğünden kuşku duyulmaz da ondan. Suçlunun cezasını kendisini cezalandırana helâl ettiği, mahkeme ile helâlleştiği ideal, hatta ütopik durum. Günümüz dünyasında mümkün müdür? Bence mümkündür.”

Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 3 Ocak 2015

“Devrim sözcüğünün Erdoğan ile yanyana telaffuz edilmesine içerlediler.” dediniz. Yalakalık suçlaması da buradan mı çıktı?

Ben öyle değerlendiriyorum. “Devrimci” olmanın toplumumuzda yerleşik sui generis bir şıklığı, bir üstenciliği vardır ya, bana duyulan tepkinin o kazanımdan olası eksilmeye karşı telaş olduğunu değerlendiriyorum. “Halkçılık” da böyle bir sözcüktür meselâ. Ak Parti iktidarının gelmiş geçmiş en halkçı iktidar olduğunu söyleyin de bakın ne oluyor. Oysa hem Defoe’dan, hem Orwell’den, hem de Soljenitsin’den bugüne dair alınacak dersler vardır. Hele de, ağır kanser hastası olmasına rağmen gulaglarda telef olan yüzbinleri unutturmamak için yaşayakaldığı teslim edilen eski mahkûm Soljenitsin’den: “Ölenler göreve çağırıyorlar. Sen yaşıyorsun. Görevini yap. Dünya olan biten herşeyi öğrenmeli. Görevini yap.” Bize gelince, 12 Eylül zulmünü anlatan kaç kitap çıktı? “İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün” kıratında bir eser var mı?

İşler “Sev Kardeşim” Şarkısıyla Yürümüyor

Sayın Erdoğan ile bu yazarların arasında kurduğunuz bağlantıyı netleştirmenizi istesem?

Yeterince net olduğunu sanıyordum ama yine de söyleyeyim. “One minute”le başlayan Defoe-vari başkaldırı, İhvan’ın, Esed muhaliflerinin trajedilerini unutturmamak için gösterilen Soljenitsin-vari çaba, dünyanın beşten büyük olduğu gerçeğinin “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha çok eşittir.” diyen Orwell’e yakınlığı. Barış Süreci. Iraklı, Suriyeli muhacirlere her türlü zorluğa rağmen takınılan kucaklayıcı tavır. Somali, Pakistan. Hasılı bu dünyada işler “sev kardeşim” diye şarkı söylemekle yürümüyor Ayşe Hanım. “Mutluluklar bir olsun, acı birlikte” diyorsanız, rahatınızdan fedakârlık etmeye razı olacaksınız. Beyoğlu Suriyeli kaynıyor diye Alman dazlakları misali celâllenecekseniz, dürüst olmalı, safınızı belirlemelisiniz.

Hicret İçin Ne Bekliyoruz?

Merhamet kutbu tasavvurunuzdan bahsetmek ister misiniz?

“Biz size kaval çaldık, siz oynamadınız. Biz yas tuttuk, siz ağlamadınız. Biz size ağıt yaktık, siz dövünmediniz…” (İncil, Matta 11). Dolby Axon’ların kavalın sesini bastıramadığı bir diyar tasavvur ediyorum. Ağıtların sinek vızıltısına indirgenemediği, Emine Hanımınkiler de dâhil olmak üzere, gözyaşlarının onurlandırıldığı bir yer. Acıyla dövünenlerin istihfafla karşılanmadığı bir diyar. Böyle bir dünya, bir tarafıyla ütopik olsa da, diğer tarafıyla da Newtonian dünya görüşünün yoksaydığı gri alanlara itibarlarının iade edilmesi kaydıyla, pekalâ da mümkündür. Mesele, gri alanları savunmakta özgür olduğumuzu içimize sindirebilmekliğimizde. Orwell, özgürlüğü; “İnsanlara duymak istemediklerini söylemektir.” diye tanımlar, Şeriatî, Mekke’nin bir diğer adı olan Beyt-i Atik’deki “atik” sözcüğünün özgürlüğü temsil ettiğini… Pak topraklara hicret için daha ne bekliyoruz, söyler misiniz?

İnsanoğlunun Dünyaya Dair Her Kabülünde Gri Bir Alan Vardır

Gri alan kavramını biraz açar mısınız?

Açmazsam ayağımız güncele basmayacak diyorsanız, haklısınız. Şöyle söyleyeyim, mesela, Cern’dekilerin “Tanrı parçacığı” dedikleri gri alan gibi. Einstein’ın “Matematik gerçeği yansıttığında kesin değildir, kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz.” derken işaret ettiği gri alan gibi. Ölçümlerde sigma harfiyle belirtilen gri alan gibi. Helâl edilmeyen mahkeme cezasındaki gri alan gibi. İmar iznini cebine koymuş müteahittin, 3 bin yıllık bir şehrin silüetini yok eden icraatının cezalandırılamamasındaki gri alan gibi. GDO’lu mısır ticareti yapanın savunmasındaki gri alan gibi. İnsanoğlunun dünyaya dair her kabulünde, her hükmünde gri bir alan vardır. Teferruattır diye ihmal edildiğinde, melâli anlamakta yaya kalan, hedeflenen amacı ıskalatan gri alan.

Diriliş Ancak İstendiğinde Mümkün

Yakın bir gelecekte hukuk reformu öngörüyor musunuz?

Benim ömrüm görmeye yetmeyecektir. Ancak, parçacık fiziğinin Newtonian dünya görüşünü tahtından etme yolunda hayli mesafe aldığı da bir gerçek. Yeni fizikte, malûm, kesinlik yok, tek doğru yok, hiçbir şey mutlak doğru değil, hiçbir şey imkânsız değil. Fuzzy mantığın insanlığı siyah-beyaz düşüncenin cenderesinden, kesin yargıların kabalığından ve zorlamasından kurtaracağı düşünülüyor. Bu gelişmeden hukuk da nasibini alacaktır. Nitekim daha şimdiden suç kavramı tartışılıyor. Hâkimlerin, formal yani resmi hukukun siyah-beyaz kurallarını aşarak, hafifleştirici veya ağırlaştırıcı nedenleri ayrıntılı bir şekilde inceleyebilecekleri düşüncesi taraftar buluyor. Tahkim mahkemelerinin itibarları ile birlikte sayıları da artıyor ki ben bunda helâlleşmenin dava kazanmaktan üstün tutulabileceğini okuyorum. Daha da uç bir gelişim, iki asırdır ilk kez kadı sistemini savunan sesler duyuluyor. Savunanlar da çoklu hukuk yanlısı libertaryan özgürlükçüler.

Ya Türkiye? Edebiyat bir tarafıyla da kehanettir dediğiniz için soruyorum, Türkiye’nin geleceğini nasıl görüyorsunuz? 

Ah ama… “Türkiye, anlaşılamaz. Hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır, Türkiye’ye ancak iman edilir.” Ondokuzuncu yüzyıl Rus düşünürü Fyodor Tyutçev’in kendi ülkesi için söylediği bir sözdü bu. Lâkin o kadar iyi yansıtıyor ki benim Türkiye için hissettiklerimi, iktibas etmekten kendimi alamadım! Kehanet değil ama temennim, yaşadığımız şu kahredici anomalinin hayırlara vesile olması, 2050’li yıllardan geriye bakanların bizim çırpınışlarımızı Türk rönesansı olarak adlandırabilecekleri bir süreç olarak görecekleri umudu. Doğrudur, diriliş ancak isteniyorsa gerçekleşebilir, ancak o zaman mümkündür ama bu yaşananların bizim olduğumuz noktadan değerlendiremediğimiz bir nedeni de olsa gerektir.

Rönesans diyorsunuz ya, şimdi yine tepkiler yağacak!

Yağsın, ne yapalım. Yeniden doğmanın birden fazla yolu vardır. Kiminin yeniden bağ kuracağı Aristo’su, Eflâtun’u, kiminin de hem Aristo’su, Eflâtun’u, üstüne üstlük Harizmi’si, İbni Sina’sı. Allah’ın yolları belli mi olur, bir bakarsınız dünyayı göbeğini kaşıyan o adam kurtarmış, Türkiye’nin logosu adalet ve ahlâk olmuş!

Yargıcın Gözleri Faltaşı Gibi Olmalı

Mecelle’deki tanımı söylüyorsunuz.

Evet, Mecelle’nin 1792. maddesi. Yani, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, yani, adli hükümler kitabındaki yargıç tanımı, 1800’lü yılların üçüncü çeyreği. Baksanıza, çeviri yapmadan iki çift lâf konuşamıyoruz Ayşe Hanım. Şimdi, gelin de desteklemeyin Osmanlıca öğretiminin ihyasını! Yeri gelmişken, beni helâl olmayan yasal haklara uyandıran Hayrettin Ökçesiz Hoca’nın kısa fakat özgül, ağırlıkları fevkalâde yüksek makalelerinden birinde rastladığım bir Nietzsche alıntısını paylaşmak isterim. “Soğuk adaletinizi sevmiyorum… Yargıçlarınızın gözlerinden/ Cellatla, onun soğuk demiri bakıyor/ Söyleyin nerede bulunur, gören gözleriyle sevgi olan adalet?” Bana da sorarsanız, bir yargıcın gözleri fal taşı gibi açık olmalıdır ki gri alanları görebilsin. Roma hukukunun gözleri bağlı tanrıçası bize göre değil.

Gören gözleriyle sevgi olan adaletin bulunabileceğine gerçekten inanıyor musunuz?

Evet, inanıyorum. Sevgisiz adaletin, cezanın helâl edilemediği adalet olduğunu görürsek, iyileştirmenin yolunu bulabiliriz. Yargıçların gözlerinden bakan soğuk demiri yok etmelerinin yolu, Ökçesiz Hoca’nın ifade ettiği gibi, “Zaaflarından arınmadan, kemale ermeden, içlerine sinmeyen bir kararı vermemek /yani özgür olmak/ cesaretini bulamadan, yedi günahından arınıp, yedi erdemin kisvesini giyinmeden kendilerine sunulan peygamber postuna oturmama”ları olsa gerek. Gönüllü feragat, yargıçlar için de geçerli olmalı.

Şeriatın Kestiği Parmak Acımaz

Törende yaptığınız konuşma bir uyarı mıydı?

Her yasal hakkın helâl olmadığını hatırlatmak noktasında uyarı olarak da telâkki edilebilir, evet. Bakın, siyasilere sokulmak ile siyasilere maruz kalmak arasında fark vardır. Bencileyin Türkiye nöbeti tutan tiplerin hemen her zaman siyasilere söyleyecek bir şeyleri vardır. Ancak, adabı muaşeret size saygıyla kulak verene saygıyla mukabele etmeyi gerektirir. Bana gelince, devletin en üst katında onurlandırılmış olmak ayrıcalığını, güncel siyasetin tetikleyebildiği adaletsizlikleri iyileştirebileceğini düşündüğüm bir formülü Sayın Cumurbaşkanının bizzat kendisine sunarak karşılamayı seçtim. Olay budur.

Bir 21. yüzyıl projesi olarak, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek… 

Evet, o. Newtonian dünya görüşünün en etkin olduğu alan, hukuk. Neyin suç olup, neyin suç olmadığı kesin olarak belirlenir. Cinayet, hırsızlık vb. suçlar ve cezaları, matematiksel bir hassasiyetle maddeler, fıkralar şeklinde tanımlanmaya çalışılır. Bir sanık, ya katildir ya da değildir, ya hırsızdır ya da değildir. Biraz katildir, biraz değildir diye bir şey yoktur. Kâinatta olduğu gibi, burada da gri alanlar yoktur. Gri alanlar keyfilik, hukuksuzluk sayılır. Nasrettin Hoca misali, hem davalıyı, hem davacıyı, hem de ikisinin birden haklı olamayacağını savunan, kâtibi haklı bulan bir mahkeme düzeni olamaz. Öyle mi? Peki, meselâ, Ermeni soykırımının olmadığına kanaat getiren bir bilim adamını hangi gerekçeyle cezalandırırsınız? Nefret cezasıyla. Peki, nefreti hangi “basit, sade ve kesin” kurallarla tesbit edersiniz? Edemezsiniz. Ama şeriatın kestiği parmak da acımaz. Neden?

Neden acımaz?

Verilen cezanın, işlenen suçla örtüştüğünden kuşku duyulmaz da ondan. Suçlunun cezasını kendisini cezalandırana helâl ettiği, mahkeme ile helâlleştiği ideal, hatta ütopik durum. Günümüz dünyasında mümkün müdür? Bence mümkündür, çünkü her ne kadar İslami bir kavramsa da, yeryüzünde mukim tüm ulusların kendi örfleri, adetleri, vicdani kanaatları doğrultusunda tanımlayabilecekleri bir “helâl” kavramı ille de vardır. Önemli olan, ülkenin yasalarında “helâl” dediğimiz o gri alanı karşılayacak payı bırakmak. Mahkeme kararlarını, suçlunun vicdanının kabul edeceği cezaya yakınlaştırmak.

Gönüllü Feragat Müessesesi İşletilebilir

Yasalarda “helâl” dediğiniz gri alanı karşılayacak payı bırakmaktan söz ettiniz. Bu, kaosa sebep olmaz mı? Subjektif algı, kişiye özel durumlar. Ortak bir değerlendirme kriterimiz olmalı.

Bu saatten sonra onca çabayla oluşturulmuş ortak değerlendirme kriterini altüst etmek söz konusu olamaz, Ayşe Hanım. Tüm yasaları iptal edip, yerine yenilerini koysanız dahi olmaz, çünkü bir mekanizmayı diğeriyle değiştirmekle kalırsınız. Benim söylediğim gönüllü feragat müessesini işlerliğe kavuşturmaktır ki ister özel ister kamusal, her alanda işlev görebilecektir. Roma hukukunun özünü teşkil eden “utendi et abutendi” yani “kullanmak tüketmektir” anlayışını, “kullanmak tüketmek değildir” şeklindeki Müslümanca anlayışla ikame etmekten bahsediyorum. Yani, imar ruhsatını cebine koyan müteahhitin 3 bin yıllık şehrin silüetini yırtan gökdeleni dikmekten gönüllü feragatı. Yani, bal üreticisinin şeker katarak elde ettiği kârdan gönüllü feragatı. Yani yazarların yangına körükle gitmekten gönüllü feragatları. Yani kul hakkının örneğin hac farizasından aşağı kalmayan önemle onurlandırılandırıldığı durum. Hayatın her alanından yüzlerce örnek düşünülebilir. Hâsılı pozitivizm çıkışlı müsbet hukuğun insanoğlunun vicdanı ile perdahlandığı; hukuğun maddeler, fırkalar, yönetmelikler değil, adalet dağıttığı merhamet kutbuna yöneliş. Olanla olması gereken arasındaki sıkışmışlıktan kurtuluş.

Gönüllü feragat insan fıtratına ters değil midir?

Hayır, eşrefi mahlûkatın doğuştan açgözlü olduğuna dair veri yok elimizde. Adam Smith’in “homo economicus”u gibi bir aldatmacadır bu da. Tüm davranışlarını ekonomik çıkarların yönlendirdiği sözde evrensel mahlûk, kapitalizme meşruiyet kazandırmak için kurgulanan ve yerleştirilen, insan tasviridir. Bizi de inandırdılar ki, fisebilillah kavramı dilden düştü, ucunda maddi bir çıkar yoksa kimsenin bir göreve talip olabileceğini düşünemez olduk.

Burada hâkim ve savcılara büyük görev düşer.  

Öyle, tabii. Helâl olmayan bir yasayı tefrik ve ilân edebilecek yegâne kurumdur, hâkimlik. Yargıcın “hakîm, fehîm, müstakîm ve emîn, mekîn ve metîn” yani, “bilge ve bilgin, akıllı, anlayışlı, doğru, kendisine güvenilen, korkusuz, vakarlı, temkinli, metanetli, dayanıklı” olması istenir. Bence bu tanıma eklenecek iki ibareden biri “özgürlüğünü içine sindirmiş”, diğeri “İslam fıkıhına hâkim” olabilirdi.

Türkiye Bugün Okumazsa Yarın Mutlaka Okuyacaktır! – Alev Alatlı

Türkiye Bugün Okumazsa Yarın Mutlaka Okuyacaktır! – Alev Alatlı

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Türkiye Bugün Okumazsa Yarın Mutlaka Okuyacaktır!

Alev Alatlı 1992 yılında yayınladığı Viva La Muerte ile başlayan dörtlü kitap serisinin başlangıcında temenni olarak “Türkiye bugün okumazsa yarın okuyacaktır” yazmıştı. Aradan 26 yıl yıl geçti! “Okumak” temalı 2018 CNR Kitap Fuarı Onur Yazarı olan Alatlı’nın temennisi yine bu cümle oldu. Viva La Muerte-Valla Kurda Yedirdin Beni- Nuke Türkiye kitap serisi Alev Alatlı ile Türk okurunu buluşturan ilk seriydi. Rüya- Shrödinger’in Kedisi’nde 21. Yüzyılın yeni dünya düzenini ve “fuzzy-saçaklı mantığı” anlattı. Safsataları yazdı, Hollywood’u, Beyaz Türkler’i yazdı…” Aydınlanma Değil Merhamet- Ey Uhnem Uhnem ile Rusya’yı anlattı. En büyük hayallerinden birisi Kapadokya’da bir üniversite kurmaktı, bunu başardı. “Batıya Yöne Veren Metinler/4 cilt” ve “Bize Yön Veren Metinler/2 cilt ” Kapadkoya Meslek Yüksek Okulu Yayınları arasından çıktı. Bu yıl Kapadokya Üniversitesi de kuruldu. Alev Alatlı ile 1990 larda başlar sohbetlerimiz. Okur olmanın ötesinde onu izleyen ve dinleyen birisi olarak yakından tanıma imkanı buldum. Her türlü detaya en dibine kadar inmeyi bilen ama sonuçta bütüne bakan; sızlanmadan tespit ve öneride bulunan; bir bilim adamı titizliğiyle yazan; yol gösteren, işaret taşları döşeyen bir yazardı. Bazı kitaplarının yazım süreçlerine tanık oldum. Mesela Solohov ödülünü aldığı Rusya serisi 7 yıl süren bir araştırma, gözlem ve yaşam tecrübesiyle ortaya çıktı. Bir yazar olarak yazdığı her esere verdiği emek, kelimelerine gösterdiği titizlik ve içeriğine gösterdiği özenin en büyük kanıtı, edebiyatı, Türkçesi ve topluma kazandırdığı kavramlarıyla sayısı yirmi yediyi bulan eserleridir.

Her meselede, her kesin hüküm cümlesinde “hele bir durun öyle mi” diyen bir yazar olarak okura da hep farklı pencereler açtı. Türkiye analizleri, Kürt meselesine bakışı, nekrofilyaya karşı biyofilyayı savunan bir yazar oluşu, gelecek uyarıları, beyaz turnaları, fuzzy mantığı, safsata kılavuzu, Filistinizm ve paçozlaşma, aydınlanma yerine merhamet üzerine düşünmemizi sağladığı kavramlar arasındaydı. “Dünyanın İyiliği İçin Türkiye” sloganıyla Türkiye’nin dünyanı gidişatına iyi geleceğine olan inancını ifade ediyordu. Kitapları okura büyük bir dünya kütüphanesinden damıtılmış bilgileri kazandırmıştır. Her zaman hedefleri evrensel yöntemi yerli olan bir yazar oldu. Roman yazdı ama okuyucusuyla bir roman yazarının çok üzerinde bir bağ kurdu. Bilge bir yazar olarak tanımlandı. Şu günlerde bir Nasihatname yazıyor, “ömrümü, tecrübelerimi ve bilgimi sizin ömrünüze katmak için yazıyorum” dediği bir Nasihatname!

Alev Alatlı ile yaptığımız bu röportajın soruları ortak bir havuzda hazırlandı. Benim bu röportajda katkım sorular yön vermek oldu. Umarım beğenirsiniz.

İlk telif kitabınızı 1985 yılında yayınladınız. O günden bu yana onlarca eseri olan, bir çok kavramı kazandırmış bir yazar olarak Türk insanının kitap ile olan ilişkisini değerlendirebilir misiniz? Zaman içinde bu ilişki nasıl gelişti?

Bence en büyük değişim yayıncılık sektöründe gerçekleşti. ’90 yılların ikinci yarısına kadar yayıncılık aşk işiydi. Yayıncıların büyük çoğunluğunu kendi kitapları da olan yazarlar oluştururdu. Topluma verecek mesajı olanlar, bulur buluşturur kendi mizaçlarına, ideolojilerine uygun kitaplar basarlardı. Tirajlar da birkaç bini geçmezdi. Daha doğrusu geçemezdi, çünkü sermaye yetmezdi. Çok satan bir kitabın yayıncısını batırdığı bilirim, neden çünkü bir baskının getirisini piyasadan toplayamadan ikinci üçüncü baskılara girmesi mümkün olmazdı. Kitabın basımı ile getirinin geri dönüşü arasında az üç ay olunca, yayıncı yeni baskılar yapabilmek için borçlanmak zorunda kalırdı. 2000’li yıllardan sonra sektöre sermaye girdi, yayıncılığın şekli değişti.  Şimdi, serbest piyasa ekonomisi bağlamında daha rasyonel bir sektör ve tabii yazarla yayıncısı arasındaki eskinin akrabalığa benzeyen ilişkisi de artık yok.

YAYFED verilerine göre geçtiğimiz yıl Türkiye’de 404 milyon 129 bin 293 kitap yayınlandı. UNESCO verilerine göre de kitap okuma oranında dünyada 86. sırada. Bunun yanında kitap, “sürekli büyüyen bir endüstri” olarak kabul ediliyor ve Türkiye, 2 milyar 100 milyon dolarlık hacmiyle dünyada 11. sırada. Okumak konusuna bu istatistiklerden mi başlayarak yorum yapılmalı, yoksa okumak istatistiklerin dışında bir anlamlandırmaya mı ihtiyaç duyar?

Otuz yıl önce rüyamızda görsek inanmayacağımız rakamlar bunlar. 80 milyon nüfustan hesap etsek, çoluk çocuk adam başına yılda dörtten fazla kitap düşüyor demektir ki, hiç fena değil.  Bu rakamın 2012’de ABD’de 5,3 olduğunu hatırlıyorum. Dünyada neden 86. sırada olduğumuzu anlamak için UNESCO’nun hesaplama yöntemini bilmek lâzım, herhalde başka bir takım kriterler uyguluyorlar.  “Okumak istatistiklerin dışında bir anlamlandırmaya mı ihtiyaç duyar” diye sorunuza gelince, kitaplarla aramızın nasıl olduğunu saptamanın yolu öncelikle bunlar gibi istatistiklerden geçer.  Ancak, satılan her kitap okunur mu, okunursa ne kadarı okunur, kim okur, kim dinler, bakın bunlar ayrı araştırmaların konusudur.

Türkiye’de edebiyat ve yazar çevrelerinin okuyucuya bakışını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce doğru bir iletişim kurulabiliyor mu? Okurun ihtiyacıyla yayınlanan kitaplar arasında doğru bir bağ kurulabiliyor mu?

Şöyle söyleyelim, Türkiye’de veya bir başka yerde, yazar, okura kendi düşüncelerini, duygularını, hassasiyetlerini, değerlerini, acılarını, sevinçlerini, ideallerini, neyse artık, paylaşabileceği biri olarak bakar, daha doğrusu okurunun öyle birisi olduğunu umar. İletişim doğru kurulmuşsa, yani yazarın dilinden tutun da, okurun o dönemdeki ruh haline kadar koşullar denk düşüyorsa, umulan yarenlik ilişkisi oluşur. Diyeceğim, meğer ki, okuru belirgin bir yöne sevk etmek gibi bir ideolojik bir misyonunuz olsun, “okurun ihtiyacı nedir, ne değildir” pek de anlamlı bir soru değildir.  Talim Terbiyenin gözetimi altında ders kitabı yazmıyorsa, yazarın öyle bir meselesi yoktur. Okur “ihtiyacı” olan kitabı kendisi seçer, ihtiyaç duyulmayan kitap satılmaz, SEKA’ya dönüşüme gider. Yazar “ghost writer” dedikleri türden, toplumu dönüştürmek amacıyla para ile tutulmuş bir kalemşör değilse, sahici ise,  okunmama riskini göze alacaktır. Alır da. Zaten yazar dediğiniz, yazamazsa ölür.

Dijitalleşme, uzun metinlerin yerini kısa metinlerin alması, aynı anda çoklu okuma yapabilme imkânları okuma eylemini nasıl etkileyecek?

Okuma değil de yazma eylemini nasıl etkileyecek diye sormak daha doğru. Az önce okur ile yazar arasında iletişim kurulabilmesi bağlamında belirttiğim kısıtlara bir de metinlerin kısa, öz, tam yerinde, isabetli olmaları gereği eklenecek. Olsun. Bizler kurşun kalem, defter, silgi ortamından, bir dokunuşta yüzlerce sayfa metni redakte edebileceğimiz bilgisayar ortamına geçmiş insanlarınız.  Uzun uzun mukaddemelerden, peşrevlerden nasıl vazgeçtiysek, lâfı uzatmamayı da öyle öğreneceğiz. 

Okumanın “moda” olduğu kitaplar, dergiler, yazarlar var. Sosyal medyada paylaşılan bir kullanım amacı da taşıyorlar. Bu eğilim nasıl anlaşılmalı?

Adı üstünde, “moda,” yani bir kadar uçucu, değişken ve cazip ama unutmayın, ne giyimde kuşamda, ne müzikte, ne de başka bir beşeri heveste, “moda” sürdürülebilir bir tercih değildir. Ama bakın modanın kaliteli olanı  da “vintage” olur, “retro” olur, gelecek kuşaklara aktarılır, hatta mihenk taşı görevi görür. “Sosyal medyada paylaşılan bir kullanım amacı” taşımaktan bahsederken, “daha kolay yayılıyorlar” demek istediğinizi çıkarıyorum. Bence bunun da bir mahzuru yok; daha küçük topluluklara hitap eden, marjinal, hatta “demode” yapıtlar da sosyal medyadan yararlanabilirler. İş ki talep olsun.

“Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm” ve “Ben uyarmak için yazıyorum. Kimseyi eğlendirmek için değil.” diyorsunuz. Okurlara, “yazarın gerçeği” ve “uyarısı” derken neyi kast ettiğinizi açabilir misiniz?

Her yazarın iş edindiği bir alan vardır; kimi aşka kafa yorar, kimi kentleşmeye, kimi özgürlüklere, kimi çevreye, kimi kırsala, sayın artık!  Bencileyn dünya nöbeti tutanlar, “insanlığa bütünde ne oluyor” görmeye çalışırlar. Eşyanın tabiatı icabı, pek de eğlenceli olmazlar.  Hani boş zamanları doldurmak için kitap okumak derler ya, bu tür yazarların kitapları okurdan emek talep eder. İki arada bir derede okunamazlar. Eğlendirmek için yazmıyorum demem o’dur.  Soljenitsin’i mesela okurken ne kadar eğlenebilirseniz, beni okurken de o kadar eğlenebilirsiniz.  Bir de Türkiye toplumunu  “bütün içinde” değerlendirmek, her zaman sevimli sonuçlar vermez.  Kendinizi ne sağa, ne sola, ne Beyaz Türklere, ne de muhafazakârlara yaranabildiğiniz bir konumda bulmanız işten değildir. Gönlünüz susmaya razı değilse, homurdanmaları, eleştirileri göğüsler, işinize devam edersiniz. Her zaman kolay olmaz, ne yazar, ne de okur için. Ama her bir kitap, bir

 Söyleşilerinizdeki “Türk yazar” tarifinden, yazarın bir hedefi olduğunu anlıyoruz. Okurun hedefi ne olmalıdır? Okuma eylemi için bir hedef, dert gerekli midir?

Önce şu tesbiti yapalım: durduk yerde “okumaya meraklı” olunmaz, dağ gibi kitaplar devrilmez.  Ne zaman ki bir şeyi, bir şeyleri merak eder, o konuda kim ne demiş öğrenmeye çalışırsınız, o zaman okursunuz.  Okurun işi o zaman da zordur, çünkü kitap dediğiniz Pandora’nın kutusudur, içinden ne çıkar, çıkan sizin aradığınız mıdır onu da bilemezsiniz.  Her işte olduğu gibi okuma eyleminde de verim, hedefle belirlenir.  Önce ben kimim, kendimle ne yapmak istiyorum sorularını cevaplamak, o cevapların ışığında eyleme geçmek gerekir. Bir de unutmamak lâzım, hedefler yıllar içinde değişir, başka yönlere evrilir. Bunda da bir mahzur yoktur. Siz değişirsiniz, meraklarınız yön değiştirir, okuduğunuz kitaplar da sizinle beraber değişir. İş ki, ben oldum artık rehavetine kapınılmasın!

İyi Edebiyatın Hedefi Evrensel Yöntemi Yerli Olmalı!

Yazarken yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen gösterdiğinizi belirtiyorsunuz. Bunun sebebi mesajınızı okura, kendisine yakın olanla vermek mi?

Ben iyi edebiyatın, kalıcı, uzun soluklu edebiyatın hedefi itibariyle evrensel, yöntemi itibariyle yerli olması gerektiğine inanırım.  Aslına bakarsanız sanatta da, eğitimde de evrensel hedef, yerel yöntem ilkesine inanırım. Edebiyatta yerel yöntem nasıl olacak diyeceksiniz, her şeyden önce, derdinizi yerel kavramlar aracılığı ile ve sahici Türkçe kullanarak anlatacaksınız.  Sahici Türkçe derken, örneğin meramınızı anlatan sözcük “ahlâksız” kelimesi ise, “etik dışı hareketler”  gibisinden bir tamlama kurup,  yerel dili öğrenmeye çalışan yabancı misafir gibi ses vermeyeceksiniz.  Türkçe bilmek kolay değildir, her şeyden önce Türkiye’yi tanımayı gerektirir ki, o da hiç kolay değildir, emek ister.  Düşünün ki, herhangi bir yabancı dili, bırakın yazmayı, konuşmak için bile o dilin konuşulduğu ülkeye gitmek zorunluluğunu hissedersiniz.  Türkiye’ye gitmeden, Türkçeyi nasıl öğreneceksiniz?  Türkiye üç beş roman, birkaç kafeden ibaret değildir.

Bir konuşmanızda “400 kelimelik dublaj Türkçesinin fecaatından söz ediyorsunuz. bu kadar kitabın basıldığı ve okunduğu bir dilin kelimelerini kaybedişini nasıl yorumlamalıyız? Yazar ve okur taraflarından kelimelerimizi yeniden hatırlamanın yolu nedir?

Kitapların yazıldığı dile bir baksanıza kuzum. Kelime icat eden mi istersiniz, TDK’nın kurallarını onaylamadığı için kendi yasasını uygulamaya kalkan mı, noktasız virgülsüz büyük harfsiz köşe yazarlarının kabul hatta itibar gördüğü bir ortamda yaşıyoruz.  Sözlük kullanma alışkanlığını edinmemiz ve edindirmemiz lâzım. Bakın, Türkçe ile ifade edilemeyecek hiçbir kavram yoktur, meğer ki üşenesiniz ya da sözcüğün ilk anlamına takılıp kalasınız ya da Osmanlıcadır diye küçümseyip kendiniz bir karşılık uydurmaya kalkasınız. Hele de çeviri söz konusu olduğunda tembellik diz boyudur. Bir örnek vereyim, “gelmiş geçmiş” diye bir kalıbımız vardır malûm, bu kalıp nicedir “bütün zamanların” şeklinde kullanılır oldu. Neden, çünkü İngilizce  “alltime”nın harfi çevirisi. Dublaj Türkçesi fecaatı dediğim bu ve bunun benzeri üşengeçliğin sonucudur. Buna bir de cep telefonu Türkçesini ekleyin, ş’ler,ç’ler kaybolsun, şafak olsun “shaphak”, Maçka olsun Matchka, rahmetli Oktay Sinanoğlu’nun dediği gibi “Bye bye Türkçe.”

Benim İtirazım Eli Kalem Tutanın Hayallerini Paylaşması Değil “Silahlı Propaganda” Yapmasıdır. Bu Yasal Ama Helal Değildir…

Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Onur Ödülü’nü  aldığınız törende yaptığınız konuşmada çok önemli tespitler yaptınız. “Bir kalem darbesiyle atar ergenleri, lümpen ergenleri sokağa döken yazar; alevler afakı sardığında suç mahalinde değilse, olayları evinden seyrettiğini ispat edebiliyorsa yasal olarak suçsuzdur. Ama helal değildir yaptığı.” Bu tespitin ardından bu yazarlara karşı okuru uyardınız.. “İdealize ettikleri yaşam biçimlerine atar ergenlerin sırtlarından, onların hayatları pahasına kavuşmayı içlerine sindirebilen kalem erbabına itirazım var. Tutumları doğaya ve diğer canlılara karşı geliştirilen hükmedici tavrın uzantısıdır. Oysa tarih bizi hayalî ideolojilere düşkünlüğün ölümcül sonuçlarına karşı da uyarır.” Okur böylesi bir yazarı nasıl ayırt edebilir? Eleştirel bir okuma geliştirmenin yolu nedir?

Şöyle söyleyeyim, hiçbir yazar yoktur ki bir dünya görüşü, toplumsal ütopyası, hayali olmasın. Ve bu görüşleri yazılarına bir biçimde sızmasın. En sıradan bir aşk romanında bile yazarın politik duruşunu sezebilirsiniz. Seçtiği karakterlerini buluşturduğu mekânlardan, anlattığı ilişkide kadına ve erkeğe biçtiği rollerden, tanımladığı mutluluk veya mutsuzluk hallerinden, diyaloglarda kullandığı Türkçeden, nasıl bir dünya idealize ettiğini çıkarırsınız.  Aslına bakarsanız, toplum mühendisliğine de itirazım yok, nihayet herkesin daha iyi olabileceğini hayal ettiği bir dünya tasavvuru vardır. Eli kalem tutanın hayallerini okurlarıyla paylaşması da doğaldır.  Benim itirazım “silâhlı propaganda”

Kelam Bütünüyle Haysiyettir…

Yine aynı konuşmada “Okumuşların ambargosu altındayız” dediniz. Bunu biraz açar mısınız? Okumak, yazmak ve konuşmak. Bunlardan hangisine daha çok ağırlık verilirse bize ait olanı ayaklandırır, hatırlar, hatırlatırız?

Rahmetli Atatürk’e dair bir hadise anlatırlar. Orman Çiftliğinin bahçesinde olsa gerek, oturmuş rakısını yudumlamakta, bir yandan da zamanın Maarif Vekili ile bugün halâ yaptığımız gibi, ne olacak bu eğitimin hali diye hasbıhal etmektedir.  Bir noktada ne demek istediğini anlatamadığını hisseder, duralar, ilerde nöbet tutan Mehmetçiği çağırır, rakı kadehini gösterir, “Oğlum, bu nedir.” Cevap, “İraki, kumandanım.”  Soru, “Mekruh değil mi?”  Cevap, “Siz içmeyeceksiniz de kim içecek kumandanım.”  Eri gönderir, yaverini çağırır, bu defa ona gösterir, “Oğlum, bu nedir?”  Yaver kızarır bozarır,  “Siz alkol almazsınız, kumandanım.”  Atatürk, Vekil beye döner, yaveri işaret eder, “Bunun gibi okutup yarı aydın bırakacaksınız, hiç dokunmayın Mehmet gibi ummi kalsın.”  Diyeceğim, ister okuyun, ister konuşun, ister yazın, bütün mesele samimiyettir, dürüstlüktür. Kelâm bütünüyle haysiyettir, hangi formda olursa olsun.

Milletlerin her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir ‘kavramlar sözlüğü’ kotarmaya soyunması gerektiğini düşünürüm.” derken yazarlara hangi görevleri yüklüyorsunuz. Yazar olmanın sorumluluğunu özelikle de yazar adaylarına nasıl anlatırsınız?

Yazmanın,  konuşmanın, iletişimin sorumluluğundan bahsetmek daha doğru olur.  Yazar adayı olunur ya da olunmaz, twitter cümlesi kuruyor bile olsanız, ağızınızdan çıkanı kulağınız duyacak.  Çocuğun daha okumayı söktüğü günden itibaren üzerinde durulması gereken bir meseledir;  görev değil, zorunluluk. Eli kalem tutan herkesin, karşılaşabileceği en büyük müşkülün ne demek istediğini eksiksiz anlatan cümleyi kurabilmek olduğunun ayırdına varması lâzım. Ha, varmaz da ne olur, bir ömür boyu “ay ben yanlış anlaşıldım” diye dolanır, ne hacıya ne hocaya yaranır. Bir de, ben kavramlar sözcüğü derken Birleşmiş Milletlerden söz etmiştim.  Özellikle de semavi dinlerdeki ortak kavramları ortaya çıkaran bir sözlükten bahsediyordum, meselâ, İbranice “şalom”un, Arapça “selâm” anlamına geldiğini hatırlatan bir sözcük.

Ömrümü Ömrünüze Katarak Sizlere 21. Yüzyıl Yolculuğunuzda Bir Avans Sağlamaya Çalışıyorum…

Kızgınlıklarımı tümüyle yok edebilmiş değilim, akranlarımla helâlleşebilmiş de değilim. Bitirmemi bekleyen kitaplar olduğu sürece, topluma olan borçlarımı kapatmış da sayılmam...” derken bitirmeye çalıştığınız kitaptan da söz eder misiniz? Şimdi neyi yazıyorsunuz? Neden?

Nasihatname yazıyorum. Elim henüz kalem tutarken, tecrübemi tecrübenize, bildiklerimi bildiklerinize, hadi, lâfı dolandırmayayım, ömrümü ömrünüze katarak, 21. Yüzyıldaki yolculuğunuzda sizlere belirli bir avans sağlama gayreti içindeyim.  Teknoloji, küresel ısınma falan derken önümüzdeki yılları bir elimiz yağda, bir elimiz balda geçiştiremeyebiliriz gibi duruyor. İsterim ki, elinizden geleni değil, yapılması gerekeni yapın, dünyaya bir de benim açtığım  pencerelerden bakın. İstemediklerinizi kapatın, yenilerini açın. İstihkâmlarınızı güçlendirin, zor zamanları fırsata çevirin. Benim yaşıma geldiğinizde, benim hiç olamadığım kadar hakîm, fehîm, müstakîm, emîn, mekîn ve metîn olun.

Helalleşmenin Tek Yolu Ciddiyettir, Cesarettir Ve Sabırdır…

 “Haysiyet cellâtlığı, iftira, itibarsızlaştırma, aforoz, linç vs. vs. bütün bu aşağılık girişimlerini göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz.” diyen bir yazar olarak şu anda insanlara ne söylemek gerektiğine inanıyorsunuz. Israrla ve tekrarlarla ne söylenmeli?

Bakın, korkak “gerçek”le yüzleşmeyi reddeder, hırçınlaşır. Cahil “gerçek”i idrak edemez, küçümser. Hain kendi çıkarının peşinde, “gerçek”i tahrif eder, saptırır. Halleşmenin tek yolu ciddiyettir, cesarettir ve sabırdır.

Okumak Ve Öğrenmek Fetiş Olmalı Yazmak Değil

21. Yüzyılda bir yazar en çok neyin üzerinde durmalı?

Yazar heveslisi Türk ise önce kendisinin sonra da hasım kültürün cemazülevvelini öğrenmek durumundadır, yoksa ne kendi kariyeri, ne kendi toplumu, ne de uluslararası camia için anlamlı olacak üretimi gerçekleştiremez.  Kabul etmeli ki, İngiliz’i de tanımıyoruz, Çinli’yi de, Bantu ile merhabamız bile yok. Küresel köyde yaşayakalacaksak, hiç değilse Gürcü’yü Abaza’dan ayırd edebilelim. Fetiş olacaksa okumak ve öğrenmek fetiş olmalı, yazmak değil. 

Rusya üzerine yazdığınız kitap serisinde dünya nöbeti tutan Rus entelijensiyasından söz edersiniz. Bu “dünya nöbeti” kavramını biraz açar mısınız?

Rus entelijensiyasının ülkelerine ait sorunları edebiyat üzerinden tartışmak temayülünden söz ediyorum. Makale, deneme, bildiri gibi yazın biçimlerinde ahkâm kesmek yerine, dertlendikleri durumu ve önerdikleri çözümü edebiyat mecrasında, roman veya hikâye formatında yazarak iletirler. Daha doğrusu, iletirlerdi. Tolstoy’un Harp ve Sulhu meselâ baştan sonra Fransız-Rus savaşının eleştirisidir.  Diyeceğim, Rusya dediğinizde, tıpkı Türkiye dediğinizde olduğu gibi, dünyanın geri kalanını yok sayıp işinize bakamazsınız. Ülkenizin nöbetini tutmak istiyorsanız ister istemez yüksek bir irtifaya tırmanıp hiç değilse komşularınızın da hallerini göreceksiniz. Onu demek istiyorum. Bu bağlamda, hiçbir büyük Rus yazarı yoktur ki, meselâ, Şekspir’i bilmesin. Şekspir’i bilirseniz, İngiliz’i bilirsiniz, İngiliz’i bilirseniz ülkenize dair teklifleriniz daha bir gerçekçi olur gibi bir şeydir.

Vasatistanda Tıkılı Kalmadan 21. Yüzyılı Göğüslemeliyiz…

Bir yazar olarak Türk okuruna kazandırdığınız, üzerinde düşünmeyi davet ettiğiniz kavramlardan birisi de “Filistinizm”dir.” Filistinizm”i büyük bir tehlike olarak görüyorsunuz. “Filistinizmi başka bir deyişle paçozlaşmanın önüne set çekmek zorundayız” derken  yazarlara yüklediğiniz görevler nedir?

Görev yüklemekten söz edeceksek, sallapatiliğe, ciddiyetsizliğe, mesnetsiz ahkâma set çekmek, yazara, çizere, siyasiye, gazeteciye, şarkıcıya, öğretmene, öğrenciye, memura, sanatçıya, bankacıya, borsacıya,  ev hanıma, anneye, babaya istinasız hepimize düşen üstelik hayati bir görevdir. Yoksa vasatisdanda tıkılı kalır, 21.yüzyılı göğüsleyemeyiz. Onu söylüyorum.

Okumaktan daha çok seyretmenin önem kazandığı bir çağda ikisi arasındaki ilişki dengesi nasıl kurulmalı?

Seyretmek adı üstünde üstünkörü bir eylemdir.  Üstünkörü temasın yetmediği konunun derine indikçe kendiliğinden ortaya çıkacaktır zaten. Hangi bilim, edebiyat ya da sanat dalında sadece seyrederek ilerleyebilir, birikiminizi arttırabilirsiniz ki?  Hiç birinde. Önemli olan, herhangi bir konuda elinden geleni yapmış olmak rehavetine kapılmadan, yapılması gerekeni yapmayı öğrenmektir. Bu gerçek şiar edilirse, şiar ettirilebilirse, gerisi kendiliğinden gelir. Hangi çocuk meselâ virtüöz mertebesinde bağlama çalmayı tv seyrederek öğrenebilir?  Ya da felsefeyi veya tarihi?  Diyeceğim, siz öğrenme hevesini yerleştirmeye bakın, televizyon, iPad neyse artık, eninde sonunda kapatılacaktır.  Ha, öğrenme sürecine bir faydası varsa, bırakın açık dursun. Kategorik çözümler yoktur, demeye getiriyorum.   

Temkinli Adımlar – Muazzez Ersoy

Temkinli Adımlar – Muazzez Ersoy

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Muazzez Ersoy

Muazzez Ersoy

 

Temkinli Adımlar

Muazzez Ersoy’un ‘Ben de varım’ dediği günlerden, zirveye ve ötesine giden yoldaki bir kadın sanatçı olarak düsturu: “Bastığın yeri, attığın adımı, çaldığın kapıyı, oturup kalkmasını bileceksin….”

Meslek hayatımla ilgili bu uzun yola çıkarken yoksulluğun getirmiş olduğu engellerim oldu. Allah’tan başka kimsem yoktu. Ne ben ne annem ne babam çıktığım bu yolculukta bilgi sahibi değildik. Tanıdığımız, bildiğimiz ya da ahbaplığına güvenebileceğimiz kimse de yoktu. Ben Allah’a sığınarak çıktım bu yola. Kendi kendime dedim ki “İnanıyorum, kötü hiçbir şey yaşamayacağım! Tabii ki zorluklar olacak ama zorluklarla mücadele edebilecek güce sahibim.” Böylece çıktım yola.

Müziğe Kasımpaşa’da Başladım…

Müzikle tanışmam çok küçük yaşlarda oldu. Annem zaten müziğe ve musikîye âşık bir insandı. Bana müzik sevgisini o aşıladı. Onun sevdiği şarkıları her gün ondan dinlerdim çocuk yaşta. Annem babam çalışırdı. Ben de evde yalnız kalınca süslü bir kumaş parçasını belime bağlar, kolonya şişesini mikrofon yapıp şarkı söylerdim.

Benim doğduğum semt fakir insanların olduğu bir semtti; Kasımpaşa’da dünyaya geldim. Çocukluğum orada geçti. O yoksul insanların düğünlerinde, kınalarında, sünnetlerinde, nişanlarında ben de çıkar şarkı söylerdim. İnsanlar bana sesimin çok güzel olduğunu söylerlerdi. Annemden aldığım bilgiler ışığında bu yola çıkmaya karar verdim.

Birlikte çalıştığımız kız arkadaşım bu konuya biraz soğuk baktı.  Kendisi şu anda çok önemli bir iş kadını. Soğuk bakmasının sebebi bu konuda bilgi sahibi olmamamdı. Benim için endişe ediyordu. Ben de Allah’ın en büyük destek olduğunu söyledim. Hakikatten tam da düşündüğüm gibi oldu. Ufak tefek hatalarım oldu ama büyük hatalardan Allah her zaman korudu. O yolda yürürken çok sıkıntı yaşadım. Yoksulluğun getirmiş olduğu sıkıntılar yaşadım. Tecrübesizliğin getirmiş olduğu bir takım meşakkatler yaşadım. Ama sıkıntıların yanı sıra güzel şeyler de yaşadım ve bugünlere geldim.

Doğru Yoldan Yürümek

Bir kadın olarak şunu da her zaman savunurum: Bastığın yeri, attığın adımı, çaldığın kapıyı oturup kalkmasını bilirsen zorlukların içinden çıkmayı başarırsın. Yeter ki ne istediğini bil. Düşünerek sağlıklı adımlar attığınız zaman varmak istediğiniz noktaya doğru yoldan varıyorsunuz. Bunun içinde birinci şart,doğru olmak, dürüst olmak, her şeyden önce ulaşmak istediğim hedefe doğru bir çerçeveden geçerek ulaşmak.

İlk Hocam Annem

Müzik konusundaki ilk öğretmenim annem. Çünkü benim annem daha önce müziğe olan sevgisinden dolayı Direklerarası’nda Necati Başaran Hoca’nın talebesiymiş. Ondan aldığı bilgileri direkt bana aktardı. Türk müziği ve halk müziği konusunda bütün bildiklerini bana aktardı. Ondan sonra ben çeşitli üstatlardan, hocalardan ders aldım. Bunlardan bazıları: İrfan Özbakır, Erol Sayan, Cahit Ünyaylar… Onlarla yaptığım çalışmalar oldu.

Sınırlarım Var…

Batılı sanatçıların kliplerinde, fotoğraflarında sınırlamaları yok ama ben kendi yaptığım işte her zaman bir sınır, bir kural koymuşumdur. Çocukluğumdan beri kuralları olan bir insanım.

Sansasyonu sevmem. İnsanlarla ya da meslektaşlarımla polemiğe girmem. Dekoltenin de benim için ölçüsü vardır. Her tarafı açık bir elbise giymeyi asla tercih etmem. Göğüs dekoltesi varsa diğer tarafları kapalı olmalıdır. Diz, belki dizin 4 parmak yukarısı; onun ötesi olmaz. Her zaman sınırlarımı korumaya çalışmışımdır. Özel hayatımın içinde de çerçevelerim, kurallarım vardır. Özel hayatımla ilgili konuları meslek hayatıma yansıtmamak adına çok büyük çabalar harcamışımdır.

Artık Hedefim Zirve Değil…

İlk zamanlar bu işin içinde ben de varım demeye başladığım o günlerde hedefim zirveydi. Sanatçı kimliğimle ve sanatçı kişiliğimle zirveyi de aştım. Zirve altımda kaldı diye düşünüyorum.

Şimdi herkesin bakış açısı tabii farklı farklıdır. Herkesin kendi bakış açısıyla bağlantılı olarak doğruları ve yanlışları vardır. Ama ben Türkiye’de yaşayan bir Türk kadını olarak, Allah’a şükürler olsun, şu ana kadar kadın olmamın getirdiği hiçbir zorlukla karşılaşmadım.

Benim hayatımda hiçbir zaman baskı olmadı. Bu yüzden de ben hiçbir zaman baskı unsurudur, diye düşünmem. Çünkü yeri göğü yaratan kâinatı yaratan o kâinatın içindeki o muhteşem güzellikleri yaratan bir güç var, bir kudret var. Allah, yani onun inancı, onun sevgisi ben de ve bütün gönüllerde var, diyorum. Bütün dünya insanlarının yüreğinde olan bir sevgi bu: Allah sevgisi. Ben bu sevginin apayrı bir dünya, apayrı bir şey, apayrı bir ruh olduğuna inanıyorum.

Kadınca Hissedip Okudum – Sabahat Akkiraz

Kadınca Hissedip Okudum – Sabahat Akkiraz

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Sabahat Akkiraz

Sabahat Akkiraz

Kadınca Hissedip Okudum

“Alevi dedeleri bana, binlerce yıldan bugüne kadar getirdikleri kültürü aktardılar. Bu felsefede kadına karşı ayrı bir sevgi vardı. Fakat erkek duyarlılığıyla okunuyordu türküler. Ben kadın duyarlılığı içinde okumaya başladım.”

Babam Sivaslı, ben Mersin doğumluyum. Biraz gurbet gezen bir aileyiz. Ankara’da ilk eğitimimi bitirdikten sonra Almanya’ya göç ettik ailece. Orada da epey kaldık. Ama müzik hayatıma dönmem için beş yaşıma geri gitmem gerekiyor. Babam Mersin’de kolejde çalışırken müzik öğretmeni babamı uyarıyormuş “Bu beş yaşında türkü söylüyor. Bunları radyodan mı duyuyor, annesinden mi? Bu kız müzisyen olur. Ona dikkat edin ve önünü açın.” diye.

Zaten ailemizde âşıklarımız, çalan söyleyenlerimiz var. Annemin de sesi çok güzeldir. Çok küçük yaşlarımda plak yapmamı istediler. O zamanlar bu çok zordu. Meselâ benim büyük nenemi de TRT sanatçı olarak istediği zaman dedem izin vermemişti. Böyle zor aşamalar geçirdik. Babam izin verdi ve ilk plağımı yaptım 70’lerde. Çok heyecanlıydım. Çocuktum daha. İlk plağımda da profesyonel sanatçılarla çalıştım. O zaman Arif Sağ ve Orhan Gencebay vardı. Plağım çok da sevilmişti. Sağ olsun, babamdan her zaman destek gördüm. O bir Anadoluluydu ama ileri görüşlü birisiydi. Bir de Alevilerde kadınlar çok rahattır. Böyle bir inancımız da var. Hayatım boyunca istediğimi yaptım, babam da her zaman önümü açtı. Almanya’da devamlı bize gelen Âşık Daimi gibi büyük ozanlarla oturduk. Onların muhabbetlerinde bulundum, konserlerine gittim…

Ozan Geleneğiyle Büyüdüm

İçimde hep müziğe karşı bir istek vardı. Okula da gitmiyordum, başka bir şey de yapmıyordum. Türkü söylemeyi çok seviyordum. Almanya’da yabancı müzisyenlerin gitarla şarkı söyleyip “Bu benim müziğim.” diye onu sunduklarını gördüm. Onları gözlemledim. “Biz de kendi müziğimizi dünyaya sunmalıyız!” diye düşünüyordum. İçimde böyle bir istek vardı. Ozanların muhabbetlerinde bulunmam bana ayrı bir şevk verdi. Çünkü bana göre onlar bir filozoftu, geleneklerimizle aramızdaki yoldu. Sabahlara kadar sazla, sözle, aşkla yaptıkları muhabbetlerde anlayamadığım manevi duygular vardı. Bu geleneklerle beraber büyüdüm. Ozanların çok faydası oldu bana; yolumu açtılar.

Yurda dönüşümde önümü yine Alevi dedeleri açtı. Bana, binlerce yıldan bugüne kadar getirdikleri kültürü aktardılar. Ozanlık geleneğinden bu kadar faydalanmama rağmen mahallî okuyan âşıkları da dinledim.     

 Bu felsefede kadına karşı ayrı bir sevgi vardı. O güveni hep aldım. Fakat burada bir şey de vardı. Bütün çalıp okuyanlar hep erkekti. Hep erkek duyarlılığıyla okunuyordu türküler. Ben kadın duyarlılığı içinde okumaya başladım. Deyişlerde bile dem söylememe rağmen kadınca bir duyarlılık vardı.

Kendimden Çok Şey Kattım

Ozanlardan aldığım otantik ezgileri doğru aktarmaya çalışmama rağmen sonradan baktım ki Anadolu müziğine kendimden de çok şey katmışım. Meselâ “Yemen bizim neyimize, figan düştü evimize, bah yavrular yetim galdı, güvenmeyin beyinize.” Bu bir kadın ağıtıydı ama erkekler söylüyordu. Duygu aktarımı çok derin değildi. Müzikte o duyguları anlatabiliyorum ama sözle anlatamam, korkarım. Oradaki kadınca bir tepkiydi ağıttı, isyandı, aşktı… Bazı arkadaşlarım hâlâ farkında değiller. Türküleri erkek ağzıyla okurlar. Ama ben kadınca hissedip öyle okumaya çalıştım.

Ülkemde 20 yıldır çok ilgi gören bir sanatçıyım. Dinleyenlerime çok müteşekkirim.

20 senenin içinde 18 albümüm oldu; güzel derlemeler yaptık. Çok başında fark ettim ki bir sanatçı olarak projeniz ve biraz da iddianız olmalıydı. İddia derken bunun kendinizi beğenmişlik babında söylemiyorum. Yaptığınız işi sevmeniz anlamında söylüyorum. Anadolu müziğini seviyorsanız iddia odur. Onu taşımak çok güzeldir. Bütün dünya festivallerine taşımak dediğim iddia buydu. Ben birçok dünya müziğinin içinde Anadolu müziğinin önemli bir yeri olduğunu biliyorum.

Ülkemizde her yıl albümlerimizi sunuyoruz dinleyenlerimize. Bunlar bizim projelerimiz. Uzak vadeli projelerimiz de dünya festivallerine katılmak ya da albümlerimizin dünya çapında diğer müzisyenlerle ortak bir şekilde yer alması.  Derlemeleri çok önemsedim. Anadolu’da 20 yıldır her fırsatta derlemeler yapıyorum. Ama bütün yöreleri değil tabii ki. Orta Anadolu, Malatya, Tokat… İşte 18 albüm oldu. Çoğu albümümde bir milyona varan satışlar olduğu söylendi. Tabii bunu patronlarımız bize yıllar sonra söylüyorlar; şımarmayalım diye herhâlde. Şimdilerde, alım gücünün düşmesinden midir yoksa korsan satışlardan mı, satışlar o kadar yüksek olmuyor.

Londra Caz Festivali’nde Türkü Okudum

1997’de Londra’dan, caz festivalinden bize teklif geldi. Tabii ben caz bilmediğim için çok meraklanmıştım. Oraya gitmem gerektiğini düşündüm. Kalktım, gittim. Onlar bize dostane yaklaştılar. Hatta sazlarıyla bir birliktelik sundular. Ben türkülerimi birebir okudum. Onlar sazlarıyla eşlik ettiler. Çok da yabancı gelmedi bana. Çünkü bizim ozanlık geleneğinde doğaçlama okuma var. Caz da öyleydi. Birbirine çok iyi oturdu. Orada 6 konser verdik. Daha sonra dünyanın ünlü kadın vokalistleri olarak birkaç konsere daha davet edildik. Sonra bunlar albüm olarak yayınlandı. Türkiye’ye de geldi.

Bundan sonra uluslararası konserler için Brezilya’ya kadar gittik. Fakat caz çalışması ayrı bir çalışma olarak kaldı. Ben yine geleneksel Anadolu sazlarımızla birlikte dünya festivallerinde görev aldım. Orada dinleyenleri izledim. Çok beğenildi. O zaman müziğimizi dünyaya şerefle taşıdığımızı anladık. Müziğimizin, dünya müziği içinde çok büyük bir yeri olduğunu gördük. Hatta Brezilya’da bir TV programında renkten yola çıkarak “Benim müziğimin adı turkuvazdır.” dedim. Bundan çok hoşlandılar. Birden ağzımdan çıktı. Demek ki öyle hissetmişim.

Yaş Ayrımcılığı Çağı – Gülay Göktürk

Yaş Ayrımcılığı Çağı – Gülay Göktürk

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Gülay Göktürk

Gülay Göktürk

Yaş Ayrımcılığı Çağı

Gülay Göktürk liberal düşünceyi temsil eden yazarlardan biri. “Biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Yaş ayrımcılığının başladığı bir çağdayız. Gençlik tapınması, yaşlılığın horlanması var” diyor.

14-15 yaşlarından beri kadın-erkek eşitliğine inanan ve bu konuda çok hassas olan bir insan olarak yetiştim ve çok doğal bir biçimde kendimi feminist olarak tanımladım. Yani bunu aslında demokrat olmanın kadın hareketine uyarlanışı gibi gördüm.

Ben kendimi zaten erkeklerle eşit görüyordum ve bana da öyle davranılmasını istiyordum. Epey bir zaman sol hareket içinde var olan cins ayrımcılığına karşı da böyle yer yer mücadelelerim oldu, direndiğim oldu bu tip ayrımcı tutumlara karşı. 80’li yıllarla birlikte sol hareket örgütü, sol hareketin dağılması belki bir ölçüde örgüt baskılarının kalkması, belki insanların tekrar fikriyatını gözden geçirme ihtiyacını hissetmesi; bir çok etken olabilir bunda.

Ev toplantıları yapardık ve ev toplantılarında hem Türkiye’de neler yapılabilir konuşulurdu, hem feminist literatürü anlamaya ve vakıf olmaya çalışılan bir çalışma dönemi geçirildi. Küçük gruplar daha da büyüdü. Kendimi feminist olarak tanımlıyorum, fakat şunu ayırmak durumundayım: Sadece Türkiye’de değil dünyada da feminizmin evreleri var biliyorsunuz. Uzun yıllar esas kadın hareketine damgasını vuran, adına liberal feminizm veya eşitlikçi feminizm diyebileceğimiz feminist hareket, işte her alanda kadın-erkek eşitliğini baz alan hareket, hem hukuk planında mücadele etti, devlet nezdinde eşitlik için mücadele verdi.

Fiktif Bir Kadın Kimliğine Karşıyım

Daha sonra dünya çapında kimlik politikalarının yaygınlaşmasıyla birlikte genel olarak kimlik politikaları, postmodernizmin etkisiyle birlikte kadın hareketi içinde feminizmin bir başka aşamasına geçildi. Burada esas olan artık eşitlik değil, farklılıktı. Kadın-erkek farklıdır dedikten sonra o farklılık üzerine bir kadın kimliği inşa edilmeye çalışılıyordu. O kimliğe atfedilen özelliklerle fiktif bir kadın kimliği oluşturulmaya çalışılıyordu.

80’li ve 90’lı yıllarda feminist kadınlar farklı kadın kimliğini öyle noktalara götürdüler ki, neredeyse bir zamanlar reddettikleri geleneksel ruh bölüşümünü savunur hâle geldiler. Yani kadın farklıdır çünkü kadın annedir. Bu arada doğurmanın ve anneliğin yüceltilmesi o cenahta tekrar ortaya çıkmaya başladı. “Kadın duygularıyla hareket eder, erkek aklıyla hareket eder.” gibi katılmadığım söylemler oldu.

Kadın Meselesi Evrenseldir

Şimdi muhafazakâr kesimler içinde iki farklı önemli kesim görüyorum. Bir tanesi ki çok önem verdiğim bir kesim. İslâmî hareket içinde yer almış, yani kendini muhafazakâr olarak tanımlayan lider kadınlar var, önder kadınlar var. Bunlar 80’den beri aynı zamanda bir dönüşüm içindeler ve kadın hareketini tartışıyorlar. Ben bunu çok önemsiyorum. Çünkü o kesimi etkiliyorlar, doğrudan bir rol modeli oluyorlar ve onların ne düşündükleri, nasıl algıladıkları çok önemli.

Öncü kesim açısından önemli gördüğüm, zaaf olarak gördüğüm meseleyi işaret etmek istiyorum. Bu kesimin kadınları kendilerini ayırmak için eşitlik mücadelesi veriyorlar ancak “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz. Kendi kültürümüze ve ananelerimize uyan bir özgürlük istiyoruz”  diyorlar. Bu noktada bir sınır çekmeye çalışıyorlar. Ben bunu yanlış ve tehlikeli görüyorum. Neden? Çünkü bir kere kadın meselesinin evrensel karakterini bulandırıyor. Oysa kadın meselesini evrensel kılan en önemli faktör kadının geleneksel rol bölüşmesi içinde annelik ve eşlik rolüyle sınırlanmasıdır.

İlk toplumsal iş bölüşümü dediğimiz o iş bölümü, bence feminizmin de söylediği gibi kadının geri kalışının da temelidir. Bu geleneksel rol bölüşümü evrenseldir. Kadın meselesinin evrensel oluşumu altında da bu yatar. Dünyanın her yerinde kadın hareketinin, feminist hareketin ana temaları da zaten anneliğin kutsanışı ve annelik vasıtasıyla kadının eve hapsedilişine karşı çıkmak olmuştur. Çalışma hayatında ikinci sınıf telakki edilmeye karşı çıkmak olmuştur.

Kadın hareketinin bunlara karşı geliştirdiği özgürlük temaları da evrenseldir. İslâmî kesimden gelen bazı arkadaşlar “Biz Batı’nın dayattığı özgürlüğü istemiyoruz!” dedikleri zaman bu evrenselliği reddetmiş oluyorlar. Benim özgürlük anlayışım bana, senin özgürlük anlayışın sana dediğiniz anda konuşacak da pek fazla bir şey kalmaz. Ama bir özgürlük anlayışı her iki tarafında kabul ettiği bir kavram olursa bunun üzerinde konuşmak mümkün olabilir.

Siz çocuk da büyütebilirsiniz, ev işi de yapabilirsiniz. Her türlü şeyi yapabilirsiniz ama yeter ki onu sizin asli işiniz, hayattaki en temel fonksiyonunuz, varlık sebebiniz olarak görmeyin.

Feminist Mücadele Bireyselleşti

Türkiye’de de, dünyada da feminizm artık devletlerle mücadele ederek varabileceği yere vardı. Çünkü hukuksal olarak her türlü ayrımcılık aşağı yukarı kalkmış durumda. Hiçbir devlet, kadınları özellikle geri bıraktırmak için bir şey yapmıyor, baskı uygulamıyor.

Burada mesele kadınların kendi kendilerine bir şeyler yapmamalarıdır. Bizim feminist mücadele bireyselleşti. O yüzden artık, 1970’lerde ki gibi kitlesel kadın hareketleri, kadın yürüyüşleri göremezsiniz. Çünkü o zaman devletten isteyecek bir şeyler vardı ve devlet üstüne düşeni yaptı. Rejimler sistemi kurdular. Eşitlik kâğıt üzerinde sağlandı ama zor kısmı bu. Çünkü bu eşitliğin hayata geçirilmesi tek tek her kadının kendi evinde başlamak üzere hem kendini dönüştürmesi gerekiyor hem eşini dönüştürmesi, ailesini dönüştürmesi gerekiyor. Bu bireysel açıdan çok önemli bir şey.

 Aile Bireyi Ezmemeli

Ben aile içinde yaşayan ve aileme değer veren biriyim. Ama muhafazakâr kesime aileyi ne olursa olsun korumak noktasında eleştirim var. Bence korunmayı hak eden aileler korunmalıdır, korunmayı hak eden evlilikler korunmalıdır.

Aileyi korumak; o ailenin, o evliliğin nasıl olduğundan bağımsız olarak bir değer olamaz. İnsanların kurdukları evliliklerin yıkılması hoş bir şey değil ama şunu unutmayalım ki o korumaya çalıştığımız aile çok büyük oranda; hem bizim toplumlarımız da, hem de Batı toplumlarında mutluluk üreten değil, mutsuzluk üreten bir kurum. Ailelerin içine girip baktığınızda nasıl büyük acılar üretildiğini görüyorsunuz.

Burada evlilik içindeki bireylerin tek tek korunmasını esas alan ve ailenin korunması uğruna o evlilik içinde ezilen bireyleri feda edebilen anlayışla mücadele edilmesi gerekiyor. Eğer birey onun içinde gelişiyorsa, mutluysa, kendini gerçekleştiriyorsa o aileye can kurban. Ama hayatı ziyan eden, idareten yaşatan bir kurumsa evlilik o zaman o bireylerin hayatlarını kurtarmayı esas almalıyız.

Bana kalırsa Türkiye’deki en önemli kadın sorunu aile içi rollerin hâlâ yeterince sorgulanmamış olmasıdır. Türkiye’nin önemli farklarından bir tanesi de tek bir kadın gerçeği olmaması ve farklı kadın kesimleri arasında uçurumun çok fazla olması. Yani bizim hakikaten ezilen kadınımız çok fena eziliyor, kurtulmuş olanlar da Amerika’dakilerden daha özgür durumda. Bizde uçurum çok fazla.

Kadınlar Birbiriyle Çarpıştırıldı

Türkiye’de siyasal mücadele ne yazık ki çok yoğun bir biçimde kadın üzerinden yürüdü. Tanzimat’tan beri Batılılaşmanın biraz kılık kıyafetle birlikte gelmesi ve onun ön planda olmasının da etkisiyle olsa gerek… Daha sonra cumhuriyet devrimleri döneminde de Türkiye’nin hangi dünyanın bir parçası olacağı tartışması, beraberinde hep kadınların kılık kıyafetinin ne olacağı ve kadınların kamu alanında nasıl görüneceği tartışmasıyla birlikte yürüdü. Her iki taraf da sık sık kadınları böyle koç başı gibi ellerine alıp birbirlerine çarpıştırdılar. Bu aslında kadının talihsizliğiydi. Belki bu kadar bir simge olmasaydı başörtü yasağı Türkiye’de bu kadar çok uzun süre halledilemeyen sorun olarak kalmazdı ve bu kadar da acı çekilmezdi.

Şimdi “Türban simgedir.” diyenler aslında o projenin simgesi başı açık kadın olduğu için bunu simge olarak görüyorlar. Çünkü tayyörlü başı açık kadındı modernleşme projesinin simgesi. Dolayısıyla bir simgeler çatışması olarak görüyorlar bunu. “Bizim simgemize karşı başka bir simge çıkardılar.” diye düşünüyorlar. Böylesine yoğun ve uzun süreli bir siyasal çatışmanın, bir kutuplaşmanın simgesine dönüştü.

Toplumda hiçbir zaman yoğun bir biçimde türban düşmanlığı olmadı. Bu sadece lâik kesimin elit kesiminde söz konusuydu, yasaklanma talebi oradan geldi.

Siyasetin Gücü Azalıyor

Benim dileğim şudur: Kadın siyasete heveslenene kadar siyasetin belirleyici gücü, etkileyici gücü iyice azalmasın. Çünkü görebildiğim kadarıyla siyasi alanların giderek daraldığı bir dönem yaşıyor dünya. Yani bakıyorsunuz hukuk konuları siyaset dışına çıkıyor. Ekonomi konuları giderek siyaset dışına çıkıyor. Siyasi alanın daraldığı bir dönem yaşıyoruz. Bu da apayrı bir tartışma konusu ama kadın ve siyaset deyince değinmek istediğim başka bir nokta var. Sık sık kadının siyasete farklı bir boyut getireceğinden söz ediliyor. Bence bu da, altı çok fazla doldurulamamış bir ifade. Yani ben şu ana kadar hiçbir yerde farklı bir kadın siyaseti üreteni görmedim.

Yaş Ayrımcılığı

Aslında kadın-erkek ayrımcılığı üzerine konuşmak istemezdim. Size şu kadarını söyleyeyim: Çağımız artık bu ayrımın bittiği ama başka bir ayrımın başladığı bir çağ. Bundan sonraki kuşak uzun uzun yaş ayrımcılığını konuşacaklar. Orada çok büyük bir ayrımcılığın filizleri var. Gençlik tapınması, yaşlılığın horlanması var. Çok büyük çelişkilerin olduğu bir alan orası. Bence biz cins ayrımcılığının sıkıntısını çeken son kuşaklarız. Bizden sonra tabi ki dünya durmayacak, başka çelişkiler ortaya çıkacak. Ben oradaki en önemli adayın yaş ayrımcılığı olduğunu düşünüyorum.