Kimlikler Eriyor Mu?

Kimlikler Eriyor Mu?

Yukarıdaki başlığı bana attıran, 2024 yılı içinde iki farklı kesimden araştırma grubunun değerlere ve kimliklere odaklanan araştırması oldu. İki araştırma da siyasetin yeniden okuması gereken bulgular içeriyor.

Söz konusu edeceğim ilk araştırma Bekir Ağırdır başkanlığında Veri Enstitüsü tarafından yapılan “Türkiye’nin Değişen Yüzü – 2024” başlığını taşıyor. Bu araştırmanın odağında seçmen davranışına yön veren kimlik ve değerlerin değişimi yer alıyor. Değişimin en çarpıcı sonuçlarından birisi değerlerin eskisi kadar açıklayıcı olmadığının ortaya çıkması. Değerler artık oy verme dahil kişilerin davranışında ilk belirleyici etken değil. Değerlerin yerini ise algılar ve beklentiler alıyor.

Yeni dünya yeni değerler ve yeni kimliklerle şekilleniyor. Değerler sıralaması değişiyor. Artık net duruşlar, keskin ayrımlar yok! Her şey görece! Tutarlılık aranmıyor! İç içe geçmiş kimlikler ya da başat kimliğe muhalif eylemler davranış ve tutumlar görülebiliyor.

Araştırmaya göre sadece değerler değil, modernlik gibi kavram ve tanımlar da göreceli hale gelmiş durumda. Birçok kavram, model, davranış şeması ve kategorisi anlamını yitiriyor. Toplumsal ve sınıfsal kategoriler farklılaşıyor.

Görülüyor ki değer ve tutarlılık beklentisi eski dünyada kalmış durumda. Böyle bir zeminde davranış biçimlerini tahmin etmek ve anlamak da kolay olmuyor.

Bekir Ağırdır, anlamayı kolaylaştırmak için araştırma yöntemlerinin, biçimlerinin ve değerlendirmelerin farklılaşması gerektiğini söylüyor. Bu araştırmada da verilere çok katmanlı bir yöntemle yaklaşılıyor:

“İkinci kısımda gelir seviyesi ya da sosyo-ekonomik statülerin tutum ve davranışlardaki farklılıkları açıklayıp açıklamadığını inceliyoruz. Hâlâ şirketler ve uygulamaların çok büyük kısmında A-B-C1-C2 şeklinde giden SES (sosyo-ekonomik statü) kümelerini kullanıyoruz. Ancak bugünkü hayat, çok kimlikli bir hayat. 28 yaşındaki genç bir kadın; beyaz yakalı çalışan, anne, inançlı, Türk, yeşil aktivist, vejetaryen, yoga düşkünü, kripto para yatırımcısı olabilir. Her bir alanda ve konuda farklı kimlikleriyle, farklı motivasyon ve öncelikleriyle davranış gösteriyor. Dolayısıyla bu genç kadını bir kümenin içine tıkıştırmak yerine, çok kimlikli, çoklu öncelikleri, tercihleri ve tutumları olduğunu dikkate almak gerekiyor.”

Bir başka bulgu da tereddütler ve davranışlara yansıyan ikircikli tutumlar. Bekir Ağırdır, bu sonuca şöyle bir yorum getiriyor: “Bireyler bazı konulara dair duyarlılıkları artıyor ama bunu gündelik hayatlarında ve özellikle de ortak yaşam alanlarında göstermek, uygulamak konusunda ikircikli davranıyorlar.”

Araştırmacılar, daha net bir veri çıkarmak için davranış kümelerine de odaklanıyor. Ortaya çıkan şey ise melez ve gri alanlar. “Bireyler ister tüketici, isterse de çalışan, abone, okur, müşteri, seçmen olsun, geleneksel kategorileştirmeler, soyutlamalar ve kimlikler dışında gündelik hayat pratiklerinde melez alanlar, gri alanlar oluşturuyor.”

Bu veriler, tutarlı olmanın değer kaybettiği; tutarsızlığın yaygın görüldüğü bir toplumu resmediyor.

Bekir Ağırdır’a göre bugünün karmaşıklığını tek bir araştırma, yöntem ve disiplinle kavrayabilmek mümkün görünmüyor. Çoklu yöntemlerle, çoklu kaynaklarla, çoklu iş birlikleriyle, çeşitliliği zenginleştirilmiş verilerle toplumu anlamaya çalışmak gerekiyor.

POLİTİK YELPAZEYİ TANIMLAYAN KİMLİKLER DEĞİŞİYOR

Bu yazıda söz konusu edeceğim ‘değer’ eksenli araştırmalardan bir diğeri de Ankara Sosyal Bilimler Vakfı tarafından, Beşir Atalay, Ömer Demir, A. Ömer Toprak ve Cem Eyerci tarafından yapılmış. “Türkiye’de Kimlikler: Din, Ekonomi ve Siyaset – 2024 Değerler Araştırması” benzer konulara dikkat çekiyor. İnsanın bugün tek bir kimlikle tanımlanamayacağı konusunda yukarıdaki araştırmayla hemfikir.

“Geçmişte toplumu incelemede işlevsel olan bazı kimlikler artık eskisi kadar işlevsel değil; bunların dışında kalan bazı kimlikler genel kabul görmeye başladı, politik yelpazeyi tanımlayan kimlikler değişti.”

Genel tanımlarla baktığımızda; modern kimlik en yaygın kimlik. Bu kimliği kendine uygun görmeyenlerin oranı %13. Yani muhafazakârı, dindarı, çoğunluk kendini modern olarak tanımlıyor. Diğer yandan toplumun yarısından fazlası muhafazakâr kimliği kabul ediyor. Muhafazakâr kimlik karşıtlarının oranı %28. Modern-muhafazakâr çatışması bitmiş.

Kemalist, sağcı ve solcu kimlikler geçerliliğini yitirmiş durumda. “Atatürkçülük” daha önce ayrıştırıcı bir kimlik olarak öne çıkarken, şimdi toplumun çoğunluğu (%71) tarafından sahipleniliyor.

Bir taraftan modern olarak kendini tanımlayanların oranı yüksek diğer taraftan da modernleşmeye dair tepkisel sonuçlar da artıyor. Ancak bu tepki, Batı’daki “woke” kültürüne olan tepkiye benziyor. Geniş halk kesimlerinin üzerlerinde baskı kuran Batı hayranı ulusal elitlere olan tepkiler Batı karşıtlığı olarak ifade edilebilir.

Hayatın içinde bariz görülmeyen bu tepkinin siyasal alanda güçlü biçimde ortaya çıkması ilginç bir sonuç. Küresel bir eğilim olan bu tablo, her ülkede küçük bir azınlık olan ama yönetimi elde tutan seküler elitlerin geniş kesimlerin yaşam tarzı üzerindeki baskısına verilen tepki olarak yorumlanabilir. Bu bağlamda araştırma raporunda sosyolog Peter Berger’in “ironik bir şekilde dine yönelimin bir yönüyle dini olmayan bir gerekçeye dayandığı” tespitine de atıfta bulunuluyor.

Bu çerçevede, “Devlet din işlerine hiç karışmamalıdır” görüşüne sekülerler %67.2, muhafazakârlar %50.9 oranında katılıyor. Aradaki fark ise çok anlamlı: 6.3 puan.

“Devlet işlerinde dindar insanlar daha çok söz sahibi olmalı.” görüşü ise en çok farkın olduğu konu. Devlet yönetimiyle ilgili dindarlık, ayırt edici bir kriter olarak algılanmıyor. Toplumun %70’i kendisini dindar ya da inançlı olarak tanımlıyorken, devlet yönetiminde daha fazla dindar olması gerektiği görüşüne katılım bu oranda değil. “Ahlâklı bir birey olmak için dindar olmak gerekir” görüşüne katılanların oranı, muhafazakârların içinde %50’nin altında. Demokrasiye inanç konusunda ise muhafazakârlar ve modernler arasında fark çok az.

Temel hak ve özgürlükler ile ülke savunması denkleminde büyük çoğunluğun ülke savunmasını öncelediği görülüyor.

Nükleer santral taraftarlığı, iki kimlik arasında ayrışmanın yaşandığı alanlardan biri.

Göçmenler, farklı kimliklerin birleştiği temalardan birisi. Farklı kesimlerin birleştiği konular arasında Batı’ya bakış, küreselleşme sorunları, iş dünyası ve serbest piyasa ekonomisi yer alıyor.

Batı dünyasının insan haklarını bir baskı unsuru olarak kullandığına dair yaygın kanaat; %67 ile üzerinde birleşilen nadir konulardan biri.

“Bireyi ve başarıyı daha çok vurgulayan bir anlayış olarak muhafazakâr kimliğin içerik olarak diğer kimliklerden daha çağdaş çıkması” da araştırmanın ilginç sonuçlarından biri.

Kimlikler Eriyor Mu?

Tarafımı İnsanı Yaşatmaktan Yana Seçiyorum…

Bunu yaparken de her türlü barış ihtimalini sabote etmeyi vazife edinen Türkiye’nin enerjisini terörle mücadeleye sarf etmesi için uğraşan tüm karanlık mihrakları ve TUSAŞ mühendislerine yönelik terör saldırısını lanetliyorum…

Bu vesilesiyle Cumhurbaşkanımızın ve Sayın Bahçeli’inin Türkiye’yi kurda kuşa yem etmek isteyenlere geçit vermeyeceğini ilan den açıklamalarının öneminin altını çizmek istiyorum. Türkiye  Orta Doğu’nun yenik devletleri arasında yer almayacaktır.

Cumhurbaşkanımız R. Tayyip Erdoğan’ın son açıklamalarıyla vurgu yaptığı üç önemli noktayı, son dönemdeki gelişmeleri anlamak açısından önemli buluyorum:

“Açtığımız tarihi fırsat, hırsa kurban edilmemeli.”

“Terörün ve şiddetin olmadığı bir Türkiye inşa etmek istiyoruz.”

“İsrail’in sınırımıza taşıdığı yangına karşı iç cephemizi güçlendiriyoruz.”

Bu üç cümle, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin gündemi sarsan açıklamasının çerçevesini oluşturuyor. Bu açıklamalar bizim gibi ömrünü bu çatışmalar içinde geçiren nesil için, gençlerden çok daha fazla önem taşıyor.

1978’de PKK’nın kurulduğu yıl, lise ikinci sınıf öğrencisiydim. Bir yıl önce, 1977’deki 1 Mayıs Taksim olaylarında 42 kişi öldürülmüştü. Olaylar bizim gibi kız liselerine bile sıçramıştı. Örgüt isimleri havada uçuşuyordu, kimin neden öldüğü belli olmayan, ülkemiz için umutsuz olduğumuz, koalisyonlarla hükümetin yönetilemediği, suikastlerin sıradanlaştığı günlerdi. PKK bu kaos ortamında, 28 Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Fis köyünde kuruldu. “Bağımsız Kürt Devleti” için mücadele edeceklerini söyleyen örgüt, Marksist-Leninist bir çizgi benimsemişti.

Aradan 45 yıl geçti. Zaman ve zamanın ruhu değişti. İki kutuplu dünya yıkıldı, Soğuk Savaş bitti. Sosyalizm tarihteki ivmesini kaybetti. O günlerin soğuk savaş atmosferinde geçerli olan ideolojik yaklaşımlar ise zamanla önemini kaybetti. Özellikle SSCB 1991’de yıkılmasıyla bu ideolojik zemin daha da kayboldu. PKK Amerika tarafından eğitilen bir örgüt haline geldi.

Tarih, siyaset, devletler, her şey değişirken, insan da değişti. Biz “boomer kuşağı”nın gündemindeki konuları “Z kuşağı”nın gündeminde değil. I-Gen kuşağı bunları anlamakta bile zorlanıyor. Haliyle Kürtler de değişti, Z kuşağı, I-Gen kuşağı Kürt gençleri de bireyselleşti. Toplumculuk, ideoloji, bağımsızlık ve özgürlük kavramları anlam değiştirirken örgütler de etkisini kaybetti. Hayatlarını örgütler için feda eden, eskisi gibi kendini ölümüne adayan insanlar kalmadı.

Marx diyor ki; “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.”

Özetle geçmişten devreden verili koşullar değişti. Bu değişim ile birlikte, artık ideolojik dayanağını kaybeden, varlığını devam ettirebilmek için etnik bir silahlı terör örgütüne dönüşen bu yapının ülkeye verdiği zarara ve toplumda yarattığı dehşetli kayıplara, acılara şahitlik ederek geçti hayatımız. Biz de bu koşullar ve acılar içinde devraldığımız sorunlarla bugüne geldik.

Şimdi girdiğimiz kavşak ise tam da bu noktada büyük önem taşıyor. Türkiye için geçmişte, AK Parti iktidarı döneminde başlatılan ama inkıtaa uğratılan toplumsal bütünleşme için, tarihi ve hatta son fırsat. O dönem bizim bu projeye verdiğimiz isim “Milli Birlik ve Barış” projesiydi. Bu başlığın bugün için de en ihtiyaç duyulan olduğunu düşünüyorum.

Elbette bu kolay olmayacak. Fakat bambaşka bir dünyanın içine doğru ilerleyen Türkiye, neredeyse elli yıllık geçmişi olan bir sorunu çözerek ülkenin geleceğini ipotek altına almaktan kurtarıyor, bunu görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz.

Benim gözümde Kürt meselesi, annelerin gözyaşıdır.

İç Anadolu’nun metruk bir evinde duvarda asılı bir asker ya da Trakya’nın bir köyünde duvara asılı öğretmen fotoğrafıdır. Karadeniz’de çocuğunun mezarını ziyaret ederken boğazı düğümlenen annenin göz yaşı, Akdeniz’in ufkuna bakarak bir daha dönmeyecek oğlunu bekleyen babadır. Tam da bu nedenle barışın yanında durmayı, insanı yaşatan her yüce amaca sonuna kadar katılmayı insani ve imanî bir mesele olarak görüyorum.

Tüm bunların yanı sıra, Orta Doğu’da ve Türkiye’nin çevresinde, uzun süredir “vekâlet savaşları” şeklinde devam eden çatışmalarda vekiller ortadan kalktı,  artık devletlerin doğrudan sıcak çatışmalara girdiği yeni bir Orta Doğu konjonktürü var. Dünya bir üçüncü dünya savaşına adım adım ilerlerken, İsrail’in aynı anda Tahran, Bağdat, Şam, Beyrut ve Yemen’i vurması bölgedeki istikrarsızlığı derinleştiriyor. Bu tür çatışmaların gölgesinde, Türkiye’nin iç barışını güçlendirmek, yalnızca bir seçenek değil, bir zorunluluktur.

Tarafımı sonraki nesillere miras bırakılacak bir barıştan yana seçiyorum.

Kimlikler Eriyor Mu?

Sosyal Medyada Egemen Kim?

Devletlerden çok daha büyük bütçeleri yöneten teknoloji şirketleri dev yığışımlara dönüştüler. Artık devletlerin yasalarıyla, kurallarıyla uğraşmak istemiyorlar. Kendilerini kendi yasalarını koyacak güçte hissediyorlar. Kâr maksimizasyonu dışında hiçbir etik, ahlaki kaygıları yok. İletişim teknolojileriyle her şeyi aşıp bireye sızma kapasitesiyle sınırların anlamsız olduğu bir dünyaya hükmediyorlar. Ve suç çetelerinden kötü niyetli kişilere kadar herkes için elverişli ortamlarını “özgürlük” maskesiyle kolayca kamufle ediyorlar.

Zihinlerine girdikleri çocuklar ömür boyu onların sunduğu pek çok şeyin müşterisi oluyor. Alıcı garantisi de böyle sağlanıyor. Tekno-kapitalizmin dizginlenemez dünyasında birey kendini nasıl koruyacak, devletler hangi önlemleri alacak? Bu yeni dönemin önündeki en önemli soru olarak duruyor. Teknoloji şirketlerinin sosyal medya platformlarının özgür düşünce kılıfıyla bin bir zehrin akıtıldığı, gerçeklerin gizlendiği, parayı bastıranın kendi gerçeğini dayattığı, toplumları manipüle ettiği bir dünyanın çığırtkanları da ne yazık ki içimizden birileri…

Çin, Rusya gibi ülkeler yerli sermayeyle kurulmayan platformlara kapılarını daha önce kapattı. Çin siber seddini “Çin’in Büyük Ateş Duvarı” olarak isimlendirdi. Çin’de Google’ın millî ve yerli alternatifi Baidu. WeChat ise adeta “her şeyin uygulaması”: Uygulamanın içinde mesajlaşma, sesli ve videolu görüşme, sosyal paylaşım, yemek siparişi verme, oyun oynama ve hatta çöpçatanlık hizmetleri bile yer alıyor. Çin Batı için ayrı, kendi toplumu için ayrı yazılımlar üretti. TikTok Çin’de kullanılmayan Çin kaynaklı bir sosyal medya uygulaması. Bu ülkeler Batılı teknoloji devlerinin tutsağı olmak istemiyorlar.

En vahimi tabii ki WhatsApp başta olmak üzere teknoloji devlerinin İsrail’e verdiği her tür desteğin Gazze’deki katliamlara attığı imza.
Sosyal medya Batı’nın kendi içindeki çekişmelerin de tarafı haline geliyor ve bu konudaki çifte standartlar artık gizlenemiyor. Mesela İngiltere’de ne zaman ki göçmen karşıtı ırkçı sokak hareketleri çığırından çıktı, sosyal medya şirketlerinin kontrol edilmesinden söz edilmeye başlandı.
Daha bir ay önce Kayseri olaylarında gözlemlenen sosyal medya etkisinden söz edilince tepki gösterenler, sekiz gün süren Instagram erişim engeline karşı bas bas bağıranlar -ki bu koroya maalesef muhalefet de her rengiyle dahil oldu-, İngiltere Başbakanı Keir Starmer’in sosyal medya şirketlerine uyarıları karşısında ses vermediler. Daha önce hükümete ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a demediğini bırakmayanlar İngiltere Başbakanı’nın söylediklerini duymadılar. Konunun “özgürlüklerin kısıtlanması” değil, “sınır nöbeti” olduğunu umarım anlarlar.
İngiltere’deki olayları kısaca özetleyeyim: Southport’ta başlayan, Kayseri olaylarına benzer şekilde sosyal medya üzerinden organize edilen olaylar bir türlü durulmadı. Gösteriler başka şehirlere yayılmaya başlayınca hükümet olayları kışkırtan sosyal medya platformlarının kontrol edilmesinden ve kısıtlanmasından söz etmeye başladı. Arap baharı, gezi olayları, turuncu devrim gibi hareketlerde “kullanışlı bir araç” olan sosyal medya söz konusu olan İngiltere olunca bizzat başbakanı tarafından tehlikeli bulundu. Starmer, Elon Musk’u İngiltere’nin içişlerine karışmakla suçladı ve gerekeni yapacağını söyledi. Starmer sosyal medyanın sokak isyanlarındaki “turbo etki”sine vurgu yapıyor, sosyal medya platformlarının sorumluluklarını yerine getirmediğini ve kontrol edilmeleri gerektiğini savunuyor. Onunu açıklamalarını okuyunca “aman Allahım” dedim, Cumhurbaşkanımız söyleseydi totaliterlikten başlanır, faşizmden çıkılırdı.
Konu İngiltere Başbakanı olunca Amerikan medyası da destek vermiş, New York Times (NYT) hemen bir yazı kaleme almış. Liberal Demokrat Parti Sözcüsü Christine Jardine de Starmer’i desteklemiş; “Sosyal medya devleri platformdaki kriminal aktviteyi engellemeleri için hesaba çekilmeli.“ diye bir açıklama yapmış. NYT’in yer verdiği YouGov anketine göre halkın üçte ikisi sosyal medya şirketlerini suça teşvik eden içeriklerden sorumlu tutuyor, yüzde 70’i sosyal medya şirketlerinin yeterince kontrol edilmediğini savunuyor. Londra Belediye Başkanı Sadıq Khan da online güvenlik kanununun yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini söylüyor. CNN de imdada yetişmiş; “Sosyal medya gerçek zarara yol açabilir, her şey daha kötüye gidiyor.” diye haber yapmış… Cüneyt Özdemir’den Fatih Altaylı’ya medya mensuplarımızın bu Anglo Sakson dayanışmasına karşı çıkararak, sosyal medya özgürlüklerine sahip çıkmalarını bekliyorum.
Sakallı Celal’e atfedilen bir söz var, çok severim. “Türkiye Doğu ‘ya yol alan bir büyük gemi. Bu geminin içinde Batı ‘ya koşanlar var. Ve biz de bunu ‘Batılılaşmak’ sayıyoruz… ” Bu durum hiç değişmedi. Mesele ne Batı ne Doğu, memleketine sahip çıkmak meselesi.

ROBLOX, OYUN PARKININ ETRAFINDA GAZİNO AÇMAK

Memlekette pek çok konuda anlaşamayabiliriz ama çocuklar konusunda anlaşabileceğimizi düşünmüştüm, yanılmışım. Şu Roblox oyununun yasaklanması yapılan en hayırlı işlerden birisi oldu. Çocuk psikiyatristleri, pedagoglar yıllardır bu konuda uyarılarda bulunuyordu. Bağımlılığı geçtim, bu oyunun sebep olduğu giderilemeyecek pek çok hasar vardı. En önemlisi pedofili çetelerine veri oluşturması, çocukların kandırılmasına, şantaj ve istismara uğramasına zemin hazırlamasıydı.

Roblox yasağı üzerine ne desek dinlemeyeceklere Batı’dan iki davayı örnek vermek istiyorum. Birinci dava 2022 Ekim ayında San Francisco yüksek mahkemesinde, Roblox’un bir kız çocuğunun hem maddi hem cinsel istismara maruz kalmasına sebep olduğu suçlamasıyla ebeveynleri tarafından açılıyor. 2009 doğumlu kız çocuğu on yaşında başlıyor Roblox oynamaya. 2020 yılında pedofili grupları onunla kontak kuruyor. Bu grup başka mecralarda da hesap açmasını istiyor kızın, daha sonra ilaç kullanmasını, çıplak resimlerini talep ediyorlar, şantaj ve para talebi devamında geliyor. Çocuk bu olayların sonucunda çok ciddi mental travma geçiriyor, intihara teşebbüs ediyor. Ailesi, sosyal medya platformlarının yeterince önlem almadığını, bağımlılığa ve oradan da çocukları suça, depresyona ve intihara teşvik ettiğini savunuyor.

İkinci dava iki anne tarafından bu oyunun kumara teşvik ettiği ve sanal casinolardan kâr elde ettiğini iddiasıyla California’da açılıyor. Anneler oyunun içerisinde alınan Robux isimli paranın Satozuki, Studs ve RBLXWild gibi sanal kumar sitelerinde harcanabildiğini, Roblox’un bunu teşvik ettiğini iddia ediyor. Hakim dosyayı okuyup, davayı kabul etmiş. Hakimin Roblox yorumu şöyle: “Bu, oyun parkının etrafına casino açmaya benziyor.”

Kimlikler Eriyor Mu?

Cumhuriyet’in Fikir Arka Planı…

Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu akademik çalışmalarına İstanbul Üniversitesi’nde başlar. Şerif Mardin, Tarık Zafer Tunaya, Kemal Karpat gibi önemli isimler çalışmalarında etkili olur. Abdullah Cevdet üzerine yazdığı doktora tezi sahada bir ilk sayılabilir. Sabırlı ve kuyumcu titizliğiyle çalışan bir akademisyen olarak biliniyor. Otuz yılı aşkın süredir Amerika’da Princeton Üniversitesi’nde yakın dönem tarihi dersleri veriyor.

Şükrü Hoca üniversitede basın tarihi derslerimize gelmişti. O zaman da ezber bozan, özgün bir akademisyendi. Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve erken dönem Cumhuriyet üzerine yaptığı çalışma izleğini Batı’da devam ettiği akademik yaşamında sürdürdü. Uzun süredir Türk Kahvesi’nde konuk etmek istiyordum. Nihayet 30 Haziran’da kendisini ağırlama fırsatım oldu. Programda erken Cumhuriyet tarihindeki zihniyet analizleriyle bugün arasında bağ kurdu. Öyle ki; sadece program sonrası süreçte katıldığım Meclis çalışmalarında bu zihniyetin devamlılığına şahit oldum.

Meclis’te muhalefetin (bu bazen CHP, bazen DEM, bazen İYİ parti olabiliyor) söylemlerinde Atatürk dönemine ilişkin, eğitim, din, Türk tarihi üzerine yapılan konuşmalarda tekrarlanan pek çok klişenin ve düşüncenin 100- 150 yıl öncekilerin tekrarı olduğunu fark ettim. Kürsüde sık sık bilimin izinde gitmek üzerine kurulan cümleler, CHP vekilinin evrim dersinin ders kitaplarından çıkarılmasının bir felaket olduğunu söylemesi, DEM vekili Özgül Saki’nin hayvan hakları ile ilgili tartışmayı Darwinizmin inkârına bağlayıp, muhafazakâr vekillerin evrim teorisin reddettiği için bu yasayı hazırladığını ileri sürmesi gibi pek çok olay sayabilirim.

Aşağıda yazılanlar bugün ile bağlantılı. Çünkü bugünkü kutuplaşma, Cumhuriyet’in lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün ve kurucu ekibin zihniyet dünyalarının nasıl şekillendiğiyle ve o dönemin ruhuyla çok yakından ilişkili. İki bölüm olarak planladığım bu yazı bir özettir. Detaylar Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk – Entelektüel Biyografi kitabındadır. Ancak bilgi ve belgeler ışığında yazılan bu kitapta okuduklarım Türkiye’de iki mahalle olarak ortay çıkan yaklaşımın tarihine işaret ediyor. Bir zihniyet inşası ve devamlılığı üzerinden aşağıda okuduklarınız bugüne de ışık tutuyor. “Nurlar içinde yatsın.” temennisi yerine geçen “Işıklar içinde yatsın.” lafına kadar derin bir zihniyet analizine kapı açıyor. Yargılamadan anlamanın peşinde olduğumu belirtmek isterim.

BİR ENTELEKTÜEL BİYOGRAFİSİ OLARAK ATATÜRK KİTABI

Doktor Abdullah Cevdet Türkiye Cumhuriyeti’nin düşünsel fikir babalarından birisi. Şükrü Hanioğlu doktora tezini yine bir zihniyet analizi ve entelektüel biyografi olarak Abdullah Cevdet üzerine yaptı.

Hanioğlu Abdullah Cevdet’e bugünkü Cumhuriyet zihniyetinin fikir babası olarak görür. Bunu da şöyle bir anekdot ile anlatır. Atatürk Abdullah Cevdet’i bir dönem mebus yapmak istiyor. A. Cevdet bunu İçtihad Mecmuası’nda Gazi Paşa’nın köşkünde makalesinde anlatır. Atatürk “Doktor sen bunca yıl bir sürü şeyler yazdın. Şimdi bunlar hayata geçiriliyor ne diyorsun?” diye sorar. Abdullah Cevdet bundan çok etkilenir. Makalede çok ilginç de bir ifade kullanarak der ki; “Gazi Paşa ile görüştükten sonra şunu anladım ki o başkalarının kulaklarıyla duymayı ve başkalarının gözleriyle görmeyi istemeyen ve kabul etmeyen bir insan.”

Abdullah Cevdet aynı zamanda İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin ilk kuruluşunda görev alan insanlardan birisi olması sebebiyle Atatürk onu mebus yapmaktan vazgeçer. Fikirleri iktidar olsa da kendisi iktidarda görev alamaz.

MATERYALİST MÜÇTEHİTLER…

“Garpçılar” grubunun fikirleri ilk olarak İçtihad dergisinde yer bulur. Bu dergide Abdullah Cevdet bir anlamda materyalist müçtehit rolüne de bürünür. Dinin aslında bilimle bağdaştırılabileceği gibi bir hattıhareket tayin ederler kendilerine. Atatürk, İctihad dergisi okurlarındandır. Bu dergide çıkan yazılar erken Cumhuriyet reformlarının bir taslağı gibidir. O zaman bunlar hayal gibi görünür, Cumhuriyet ile gerçek olur, hareketin liderleri milletvekili olur. Medreselerin kaldırılması, tekkelerin kapatılması, Fransız tarzı üniversiteler açılması, medeni kanunda değişiklik… Erken Cumhuriyet reformlarıyla ilgili her konu çok önceden bu dergide tartışılır.

Bu hareketin mensuplarından Kılıçzâde Hakkı Bey Cumhuriyet döneminde İzmit’ten milletvekili olur sonra  “Hür Fikir” diye bilimci bir gazete çıkartır. Dine çok şiddetli biçimde hücum eder, öyle ki laik bir ülkede Diyanet’in olamayacağını savunur. Hatta Atatürk’ün ünlü İzmit konuşmaları sırasında “Devletin dini İslam’dır.” sözüne eleştiri getirir. Atatürk onu geçiştirmek zorunda kalır. Daha sonra öyle konuşmak zorunda olduğunu aslında Kılıçzâde Hakkı’ya hak verdiğini ama o dönemde başka bir şey söyleyemeyeceğini söyler.

Şükrü Hanioğlu’nun kaleme aldığı Atatürk biyografisi bir zihniyet analizi olmanın ötesinde bugün hâlâ tartıştığımız pek çok yargı ve fikrin neşvünemâ bulma sürecini çok iyi anlatıyor. Bin sayfalık kitap pek çok yeni belgeyi içeriyor. Hanioğlu, Atatürk biyografisini kaleme alma sebebini şöyle açıklıyor: “Atatürk üzerine yazılmış kitapların birçoğu yetersizdi. Bu biyografiler, mesela ‘Atatürk Caetani’nin İslam tarihini okudu.’ bilgisini veriyor ancak; Caetani kimdi, İslam Tarihi kitabı neyi anlatıyordu sorusunu cevaplamadığı gibi konuyu ‘Atatürk İslam tarihi ile ilgilendi’ye indirgiyor.”

Şükrü Hanioğlu Caetani, Gustave Le Bon, H. G Wells, Jean Marie Guyau , Goltz Paşa gibi yazarların Atatürk’ün düşünce dünyasına ve erken dönem Cumhuriyet’e etkisinin muhteşem bir analizini yapıyor. Ve diyor ki: “Toplumun önemli bir kesimi kendisini Atatürkçü olarak tanımlıyor. Ama Atatürk’ün fikri çerçevesi nasıl oluştu, ne yaptı bunu bilen yok. Biz Atatürk’ü hep yapıcı olarak görüyor, Türkiye’yi nasıl şekillendirdi sorusu üzerinde duruyoruz. Bu kitapta aynı soruyu Atatürk için sordum.”

Ş. Hanioğlu Atatürk’ün sahip olduğu dünya görüşünü en temelde iki kavramla açıklıyor: “Türkçülük-bilimcilik.” Yetiştiği Selanik çok önemli. Kozmopolit bir şehir, Selanik’te ‘vals’ ve tekkelerdeki ‘zikir’ bir arada bulunuyor. Mustafa Kemal buradan ‘modern’ olan valsi tercih ediyor. Atatürk hayatı boyunca şehirliliğin topluma benimsetilmesinin gerekli olduğunu düşünen bir insan. Ve çok genç yaşlardan itibaren iki konu üzerinde karar vermiş: Türkçülük ve bilimcilik. Bu iki sütun üzerine dünya görüşünü inşa ediyor.

BİLİMCİLİK VE TÜRKÇÜLÜK…

Yine Hanioğlu’nun verdiği bilgilerden devamla: Türkçülük 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yükselişe geçiyor. Atatürk’ün de etkilendiği Jön Türk neşriyatı; Kahire’de, bir süre sonra da İskenderiye’de çıkan “Türk” adında bir dergi.

Yusuf Akçura’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun önündeki önemli seçeneklerden birisinin “ırk esasına dayalı Türkçülük” olduğunu söylediği ünlü Üç Tarz-ı Siyaset makalesi de ilk defa bu dergide yayınlanır. Türkçülük devletin siyaseti olabilir noktasına gelen ve bunu bir anlamda seküler yaklaşımla ele alan bir görüş ortaya çıkıyor. Hatta Türk dergisinin amacını anlattığı ilk yazısında; “Türk bütün kötü ihtiyatlarını geldiği Orta Doğu’da buldu.“ yargısı vardır. Bugün “Orta Doğu bataklığı” diye kullanılan kavramın kökenleri buralara kadar geri gidiyor. Dergiye göre “Türkler soydaşı olan Macarlar gibi kuzeyden Avrupa’ya girseydi bugün İngiltere parlaklığında bir imparatorluk olurdu”.

1908’deki Jön Türk İhtilali ve II. Meşrutiyet döneminde Türkçülük ikinci planda kalır, Türk-İslam sentezi gündeme gelir. İttihat Terakki’nin Türkçü-İslamcılık fikri Ziya Gökalp’in İslam mecmuasında ki yazılarıyla şekillenir. Bu İttihat Terakki liderlerinin tercihi değil toplumsal koşulların gereğidir. Çünkü toplum henüz seküler bir milliyetçiliği benimseyecek durumda değildir.

Bugünlük notlarım bu kadar. Bir sonraki yazıda Atatürk’ün düşünceleri ve siyasetinin entelektüel arka planını takip etmeye Şükrü Hanioğlu’ndan aldığım notlarla devam edeceğiz.

Kimlikler Eriyor Mu?

Şeydâ Bir Türk Milliyetçisi Olarak Atatürk

Cumhuriyet’i inşa eden fikirlerin arka planını anlamak için, bilimcilik ve materyalizme, ordu- devlet ilişkilerine ve Atatürk’ün zihniyet dünyasını yön veren kitaplara birlikte bakmak gerekiyor.

Şükrü Hanioğlu’ndan notlarla bu süreci takip ederken II. Meşrutiyet döneminde Türk – İslam sentezinin ön plana çıktığında kalmıştık. Temeli önce Kahire’de, sonra İskenderiye’de çıkan Türk dergisinde atılan seküler türkçülük ise erken Cumhuriyet döneminde daha güçlü bir şekilde gündeme gelir. Atatürk çok genç yaşlardan itibaren bu seküler Türkçülüğün etkisi altında kalır. 1918’de not defterine yazdığı bir küçük ifade fikrini özetler: ”Türklük mefkûresi!” Kendisine çok yakın olanlardan Yakup Kadri diyor ki: “Atatürk çok koyu şeydâ bir Türk milliyetçisiydi.”

Bilimcilik tek başına bilime önem vermek değil bunun ötesinde bir şey. Hanioğlu, kendisiyle yaptığımız sohbette bu farkın altını özellikle çiziyor: “Bilimcilik dediğiniz zaman bilimin sonunda bütün toplumsal sorunları halledeceğini ve yeni bir toplumun ahlaki temelleri de dahil olmak üzere bütün temellerini hazırlayabileceğini düşünüyorsunuz. Bilimden başka hiçbir şeye ihtiyacınız yoktur. Bilim sonunda toplumun ahlakını da düzenleyecek, yeni toplumsal ilişkileri de kuracaktır. Atatürk burada Jean Marie Guyau’nun fikirlerinden etkileniyorlar. Guyau kitabında ‘geleceğin toplumunda din yokluğunda ne yapılacağını’ ele alıyor. Kitabı çeviren de Abdullah Cevdet’tir. Atatürk ‘ün ‘En hakiki mürşid ilimdir.’ sözü bilime verilen öneme indirgenemez. Bu söz aslında ‘bundan başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur’ anlamına gelir. Atatürk’ün bu fikirlerini daha keskin şekilde ifade eden sözleri de var. Diyor ki; ‘Biz sadece ilme dayanırız ve bunun dışında hiçbir şeye ihtiyacımız yoktur.’ Atatürk’ün dünyaya bakışını şekillendiren ikinci temel sütun da bu.”

Cumhuriyet ideolojisi; hiç sorgulamadan modern Türkiye’nin sadece bilime dayanması gerektiğini savunan bir ideolojidir.

GOLTZ VE SİLAHLANMIŞ MİLLET

Sadece M. Kemal Paşa’nın değil Celal Paşa’nın, Enver Paşa’nın da askeri stratejilerini, fikirlerini şekillendiren en önemli isim Von der Goltz’tur.

Goltz Paşa aslında Almanya’da Harbiye mektebi türünde bir akademide ders veren bir kuramcıdır. 1883 yılında yayımladığı Das Volk in Waffen (Silahlı Millet) isimli kitabı, 1885 yılında Millet-i Müsellâha başlığıyla Türkçeye tercüme edilir. Enver Paşa bir mektubunda “Goltz’un kitabı benim hayatımın rehberidir” diyor. Aynı şekilde bütün o kuşağın ciddi biçimde bu teoriden etkilendiğine dikkat çeken Hanioğlu, “Kendilerini toplumun yön göstericileri, toplumu gitmesi gereken yere götüren kılavuzlar olarak gördüler.” diyor. Onlar sadece komutan değil aynı zamanda toplumu geleceğin büyük çatışmalarına hazırlaması gereken liderlerdi.

HANGİ ATATÜRK SORUSU

Şükrü Hanioğlu “Hangi Atatürk?” sorusu anlamlı bir soru olmadığını söylüyor.

“Çünkü” diyor, “Atatürk çok genç yaştan itibaren dünya görüşünü belirlemiş birisi. Bunun bir parantezi İstiklal Harbi oluyor. Bu dönemde yaptığı konuşmalar daha sonra Atatürk’ü İslamcı ya da sosyalizme yakın bir lider olarak gösterilmek için kullanıldı. İstiklal Harbi’nin motor gücünü oluşturan Müslüman milliyetçiliği olarak ifade edilen bir milliyetçilik anlayışıydı. Buradaki parantez Atatürk’ün gerçek fikirlerini ifade etmiyordu. Bu dönemdeki sözleriyle Atatürk’ün ciddi anlamda İslam birliğine inanan bir lider olarak resmedilmesi mümkün. Ama gerçek görüşü bu değil. Lenin’e, Stalin’e yazdığı mektuplarda da bir Bolşevik gibi konuşuyor, ama öyle de değil.”

Yine Hanioğlu’nun anlatımıyla Atatürk’ün entelektüel portresinde etkili olan belli başlı isimler şunlar:

LE BON VE SEÇKİNLERİN YÖNETİMİ

Atatürk’ün zihniyet haritasını oluşturan yazarlardan birisi de Gustave Le Bon. Le Bon toplumun seçkinler tarafından yönetilmesi gerektiğini, seçkinlerin toplumların dizginlerini kaybetmesi halinde Avrupa medeniyetinin çökeceğini söyleyen bir düşünür. Cumhuriyetçiliğe yaptığı atıf ise eşitliğe değil, Fransa’da geliştirilen cumhuriyetçi ruhadır.

  1. G. WELLS

Atatürk’ü en çok etkileyen kitaplardan birisi o dönemde H. G. Wells’in satış rekorları kıran kitabıdır. Fransızcasını okuyunca çok etkileniyor ve hemen Türkçeye çevrilmesini istiyor. Kitap “Cihan Tarihinin Umumi Hatları” adı ile çevriliyor. Wells 19. asır sonu bilimciliğinin, sosyal Darwinizminin sözcüsü olan bir yazar. Dönemin tarih ders kitaplarının ilk bölümleri de tamamen Wells’in kitabının tercümesi gibidir.

LEONE CAETANİ

Oryantalistlerin prensi de denilen Leone Caetani, uzun süre Mısır ve Arap coğrafyasında geziyor. İslam tarihini kronolojik olarak anlatan bir kitap yazıyor. 1905-1926 yılları arasında büyük boy on cilt halinde basılan Annali dell’Islam kitabı Türkçeye çevrildiği zaman Hüseyin Cahit önsözünde diyor ki: “Bu kitapta bizi rencide edecek çok şey var, ama unutmayalım ki bunu yazan bir Hristiyan ve oryantalist!” Caetani, İslâm’ı vahye dayalı bir din saymaz, vahyin tamamen hayal mahsulü olduğunu, İslamiyet hakkındaki düşüncelerin İslamiyet’in doğuşundan 200 yıl sonra ortaya atıldığını, bütün hadislerin o dönemin gerçekliğine uyarlandığını savunur.

Atatürk bu kitabın ilk dokuz cildini çok ciddi şekilde okumuş, notlar almış. 1930’larda yayınlanan lise tarih kitaplarının ikinci cildi tamamen Caetani’den aktarılmış. Hanioğlu, Atatürk – Entelektüel Biyografi kitabına buna dair bir bölüm de koymuş. “Caetani’nin yazdığı ne, Atatürk’ün yaptığı özet ne, tarih kitabına giren bölüm ne? Bunlar tamamen birbirinin aynı.” diyor.

Erken Cumhuriyetin dine bakış açısında bir yandan Wells’in etkisi, diğer yandan Caetani’nin İslamiyet yorumu etkili oluyor.

JÖN TÜRKLER

Mustafa Kemal 5. Ordu’da yüzbaşıyken harekete katılıyor. Hanioğlu’nun yorumuyla hareketin bu dönemdeki mensuplarına ikinci kuşak Jön Türk diyebiliriz. Bu Jön Türkler Fransız İhtilalindeki gençlik gibi sabırsız, bir an önce değişim isteyen, beklemeye tahammülü olmayan yeni bir ihtilalci kuşak. Ve daha ihtilalci diyebileceğimiz metotları benimsiyorlar. Daha sonra Cumhuriyetin kurucu kadrosunda yer alacak pek çok isim bu hareketin içinde.

Bu başlıklarla özetlediğimiz Şükrü Hanioğlu ve çalışmalarını konuşmaya 28 Temmuz Pazar günü devam edeceğiz. Bu sefer rotamız erken Cumhuriyetin modernleşme projesi olacak. Bu basit bir Batılılaşma projesi miydi? Bunun ötesine geçen tarafları var mıydı? Fikri arka planı neydi? Atatürk’ün inşa etmeye çalıştığı yeni milliyetçilik neydi? Günümüzde anladığımız türden bir milliyetçilik miydi? Yoksa Atatürk’ün vizyonu çok daha farklı mıydı?