Cumhuriyet’in Modern Osmanlı’nın Öncü Kadınları – Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Cumhuriyet’in Modern Osmanlı’nın Öncü Kadınları – Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Fatma Karabıyık Barbarosoğlu

Cumhuriyet’in Modern, Osmanlı’nın Öncü Kadınları

“Cumhuriyetin modern kadınları Osmanlı’nın öncü kadınlarının mirasını reddetti. Bu da kopukluğa sebep oldu. Hâlbuki modern kadın tipinin asıl ve ilk örneği 1862 doğumlu Fatma Aliye Hanım’dır.”

Kadın modernleşmesini anlamak için en azından yayımızı 200 yıl evvele germek gerekiyor. Osmanlı kendi kimliği ile ilgili kimlik sorununu 1699’da başlattı. 1699 Osmanlı’nın antlaşmayla toprak kaybettiği bir yıldı ve “Neden toprak kaybediyoruz?” sorusunu hem asker, hem de ulema kendisine sormaya başladı. Batı topraklarına toprak katarken, Osmanlı kaybediyordu. Bunun için ilk defa Mehmet Çelebi Paris’e gönderildi ve ilk defa Batılı kimlik ciddiye alınarak onlarda olanlar, bizde olmayanlar tespit edildi. Bu açıdan Paris seyahatnamesi enteresandır.

Onlarda olan neydi? Onlarda olan, kadınların sosyal hayatta olmasıydı. Aksine Osmanlı imparatorluğunda kadınlar evlerindeydi. Dolayısıyla aydınlar, kadınların sosyal hayata girmesini imparatorluğun istikbâli açısından önemsediler. Kullandıkları metafor, “Tek ayakla yürünmez.” metaforuydu. Hâlbuki biz tek ayakla yürümeye çalışıyoruz. İki ayak üzerinde durmamız için kadının sosyal hayatta yer bulması gerekiyor. Sosyal hayatta yer bulması için de, kadınların eğitilmesi fikrine öncelik verildi.

Ancak iyi eğitim görmüş anneler çocuklarını iyi yetiştirebilirlerdi. Bu açıdan dönemin akımlarına baktığımızda şu üçüyle karşılaşıyoruz: Batıcılar, İslâmcılar ve Türkçüler. Batıcılar ve Türkçüler kadınların eğitilmesi konusunda hemfikir. Bununla ilgili olarak da üst menşein, İslâmcıların tavrı farklıydı. Gerçi bugünden baktığımız zaman aslında gerici bir tavır gibi görülür İslâmcıların tavrı ama ben gerici olmadığını düşünüyorum. Meselâ Musa Kâzım der ki, erkekler için bile üst eğitim gerekli değildir. Herkes yüksek eğitim görürse ara meslekleri kim icra edecek? Meseleyi bu noktadan hareketle yorumlamamız mümkün ama esasında kadınlar için önemli olan iyi eş, iyi anne olmaktır.

Kadına Yeni Tanım: ‘İyi Vatandaş’

Cumhuriyetle birlikte bunlara iyi vatandaş olma kategorisi eklendi. Modernleşmeyi sağlamak için şöyle bir üçlü ayak söz konusu: Birincisi Batı’da olup da bizde olmayan şey, yani anayasal devlet sürecine geçmemiz gerekiyor. Bununla ilgili hukukî düzenlemeler yapıldı. İkincisi, iktidara ortak bir elit tabakanın yetiştirilmesi gerekiyor.

Bunun için, özellikle yurtdışına aydınlar gönderildi ve iktidara ortak bir gazeteci kimliği yetiştirilmesi öncelendi. Bugün de etkisini gördüğümüz gazeteci kimliğinin tohumları Tanzimat döneminden itibaren ortaya atılmış bir süreçtir. Üçüncüsü de, kadınların eğitilmesi.

Diğer taraftan zihniyet açısından da üç eşitsizliğin ortadan kaldırılması önceleniyordu. Nedir bunlar? Hür-köle ayırımı. Tanzimat’tan sonra kölelik kaldırıldı. Gayrimüslimlerle, Müslimler arasındaki gerilimi eşitlemek üzere aralarındaki fark ortadan kaldırıldı. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanmasına yönelik düzenlemeler yapıldı. Kadınlara miras hakkı verilmesi konusu ortaya çıktı. Eğitimle ilgili bu tip hareketler başlayıp üst ve orta sınıf kızlar okullara gönderilerek modernleşme sürecine katılırken, enteresan olan alt tabaka kadınlarının da savaşlar yoluyla modernleşmesidir.

Modernleşmenin İki Yüzü

İngiliz ticaret antlaşmasıyla birlikte ilk defa kadınların çalışma hayatına girdiğini görüyoruz. Alt seviyedeki kadınlarla, özellikle Bursa’nın köylerinden gelen, yatılı olarak kalan ve dokuma fabrikalarında çalışan kadın işçiler, karşılaşıyoruz.

Yine savaş yıllarında çok enteresan olan başka bir şey de, çöpçü kadınların varlığı. Bu dönemde alt seviyedeki kadının modernleşmesi bir zaruret sebebiyle olmuştur. Üst sınıflardaki modernleşme ise eğitim şeklinde kendini göstermiştir. Yani üst seviyedeki kadınlar eğitim alarak modernleşme sürecine girmişlerdir.

İlk kadın yazarımızın doğum tarihi 1862’dir ve bu çok çarpıcıdır. Fatma Aliye Hanım 1890’da Batı dili öğrenmiş ve de konakta eğitim görmüş birisidir. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. 1890 yılında Fransızca’dan bir roman çevirmiş ve bu romanı bir imzalamış ve bu edebî eser kamuda çok büyük tartışmalara sebep olmuştur. Bir kadın Fransızca’dan bir kitap çeviremezdi.

Fatma Aliye Hanım, birkaç yıl sonra da Muhadarat isimli bir roman yazmış ve bu yönüyle de çarpıcı bir örnek olmuştur. 1893 yılında Chicago’da, 1901 yılında da Paris’te bir sergiye davet edilmiştir.

Aydınların tartıştığı, “Sosyal hayatta kadınlar niye yok?” konusunu kadınlar kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir taraftan, bizim Batılı kadınlardan geri kalan hiçbir tarafımız yok ve  Batılı kadınların yaptığı her şeyi biz de yaparız deyip diğer taraftan da art arda gelen savaşlardan dolayı ortaya çıkan sosyal problemlere engel olmak ve bunlarla mücadele etmek üzere, dernekler kurdular. Mesela Fatma Aliye Hanım Cemiyet-i İmdadiye derneğini kurmuştu. Hilal Ahmedî ise ilk kadın üyesiydi.

Tanzimat’ın Öncü Kadınları

‘Cumhuriyetten önce kadınların sosyal hayatta hiçbir etkileri yoktu ve Cumhuriyet’le birlikte Mustafa Kemal onlara sosyal hayata girmeyi bahşetti ve onlar da bu haktan yararlandılar.’ Bu tamamen resmî tarihe ait bir ifadedir ve de bir hatadır. Bu hata da  devam ettirilmektedir.

Hâlbuki, bildiğimiz şudur: Tanzimat’tan itibaren Osmanlı kadınları sosyal hayatta var olmak için kadın dergileri çıkardılar. Yine Osmanlı kadınları uzun soluklu ve kadınlara mahsus gazete çıkardılar. Fatma Aliye Hanım da bu gazetenin başyazarlarından biriydi. Cemiyetin her kademesinde dernekler kurdular ve bu derneklerde rol aldılar. Peki “cumhuriyetle birlikte ne oldu?” sorusunda ise esasen bizi yanılgıya düşüren şey, cumhuriyetle birlikte birden bire kadının tanımının değişmesiydi.

Reddi Miras

Daha önce kadınlar kendi aralarında, “Biz Avrupalı kadınlara benzemeli miyiz, benzememeli miyiz? Biz Müslüman kadınlar olarak muhakkak Avrupalı kadınlardan farklı olmalıyız.” tartışmalarını yaparken bir taraftan da “Ferace ve çarşaf kamusal alana uygun kıyafetler değil. Kendimize uygun kıyafetler bulmalıyız.” diye düşünüyorlardı.

Ancak cumhuriyetle birlikte bu tartışmalar kesintiye uğradı ve cumhuriyetin modern kadınları onlara bırakılan mirası reddettiler. Bu da bir kopukluğa sebep oldu. Bu  reddi miras 1820 harf inkılabıyla da devam ettiği için sanki biz 1923 yılında birden bire bir yerlerden gelmiş, bir gezegenden Türkiye’ye indirilmiş bir kadın tipi gibi algılamaya başladık modern kadınları. Hâlbuki modern kadın tipinin asıl ve ilk örneği 1862 doğumlu Fatma Aliye Hanım’dır.

Ölçüt Batı Olamaz

 Tanımlanmalara itirazım var. Çünkü tanımlanmayı kabul etmek ve bir  tanımla var olmaya çalışmak demek, azalmayı kabul etmek demektir. Biz bugün Batılı kadını ne kadar tanımlayabiliyoruz ya da biz Batılı kadını tanımlamaya çalışmadığımız halde, tam da Büyük Orta Doğu projelerinin eşiğinde neden Müslüman kadınlar yeniden tanımlanmaya başlanıyor ve neden özgürlük getirilmesi iddiasıyla Müslüman kadınlar üzerinden savaş ilan ediliyor yine Müslüman kadınlara. Bunu düşünmek zorundayız.

Esasında yayımızı 200 yıl geriye çekelim dememin sebebi de bu. Çünkü daha önce Osmanlı kadınlarının peçeleri sorun teşkil ediyordu ve Batılı gözlemciler, oryantalistler, yüzü açık ama başörtülü kadınları modern kabul ediyorlardı. Tamam, Osmanlı kadınları peçeden vazgeçtiler. Bugün Türkiye’de çok az insan peçe takıyor. Ama bugün yine ‘başörtüsü’ sorun oluyor. Demek ki başlangıçta biz 1699 yenilgisinden itibaren “Batı’da var bizde yok.” tespitini yaparken yeniden bir eşitlenme sürecine girdik. Bizde olan nedir ‘başörtüsü’. Ama onu terk ettiğimiz anda kendimize esasında şunu sormalıyız: Kimliğimizi ontolojik olarak sergilememizi sağlayan şeyleri kiminle eşitlenmek, kimin tanımına uymak üzere terk edeceğiz? Dolayısıyla tanımlanmayı reddediyorum.

Dindar Kimlik

Türkiye’de kadınla ilgili bizim en önemli sorunlarımızdan biri töre cinayetleridir. Bunun da arka planında tamamen farklı şeyler olduğu kanaatindeyim. Medyanın yansıttığı dilin dışında bir problem olduğu kanaatindeyim.

İkincisi ise Türkiye’deki kadınların dindar olma hakkının olmaması. Hâlbuki Batı’da kadınların, daha Hıristiyan olma hakkının elinden alınmasından bahsedebilir miyiz? Böyle bir şeyden bahsedemiyoruz. Neden? Çünkü daha seküler bir kimlik söz konusu kamusal alanda. Hıristiyanlar için seküler kimlik problem oluşturuyordur, oluşturmuyordur bu başka ama Türkiye için kadınların dindar kimliğinin seküler kimliği yaralayıcı olduğu üzerinden tartışmalar esasında bizim en hassas noktamız. En yumuşak karnımız diye düşünüyorum. 

Modernleşmenin Getirdiği Sorunlar

Dairemizi iki şekilde çizmemiz gerekiyor. Dünyada kadınlarının birinci sıradaki  sorunu modernleşmenin getirdiği sorunlardır. Bu Türkiye’deki kadınlar için de söz konusudur.

İşte feministlerin çokça dile getirdiği eşit ücret alamamak, çocuklarını yetiştirirken çok fazla sorunla karşılaşmak, kadınların yükünün daha ağır olması gibi sorunlar büyük dairenin içindeki küresel ölçeğe ait sorunlardır ve bunların karşılığı Türkiye’de de var. Ama Türkiye’deki kadınların diğer ülkelerdekilerden farklı olan sorunları başörtülü kızların eğitim hakkı ve Güneydoğu’daki hayatlar üzerinden medyada yerini bulan töre cinayetleri.

Temel Kavram Adalet

Kadın-erkek eşitliği yönünden baktığımız zaman ister istemez feminist bakış açısının yaptırımlarını kullanmak zorunda kalıyoruz. Ben olaylara kadın-erkek ilişkisi açısından bakmıyorum. Yani olayları çözümlemek için kullandığım kelimeler kadın, erkek kelimeleri değil. Olayları analiz etmek için kullandığım kavram ‘adalet’ kavramıdır. Çünkü Türk toplumuna, özellikle Müslüman Türkiye’ye ruh veren kavram ‘adalettir’. Adalet kavramı gerçek yerini aldığı zaman kadın-erkek arasındaki gerilim de azalacaktır. Dolayısıyla ‘eşitlik’ kelimesinden ziyade ‘adalet’ kelimesini kullanmayı tercih ettiğimi söyleyebilirim. Kadın sorununa cinsiyet merkezli bakmıyorum. Olaylara insanî açıdan bakıyorum, çünkü kadın-erkek eşitliği açısından baktığım zaman nihaî nokta olarak beyaz kadının sorunlarını içselleştirmiş ve ona çözüm bulma noktasında bir şeyler yapıyor şeklinde buluyoruz kendimizi.

Güzellik Faşizmi

Başörtülü dindar kadınların, devlet tarafından daha fazla ezilmediğini söylemek  mümkün değil. Bunu herkes aşağı yukarı görebiliyor. Dindar erkeklerin, dindar kadınları daha fazla ezdiğini düşünmüyorum. Gelir seviyesi yüksek erkeklerin eşleriyle, gelir seviyesi düşük erkeklerin eşlerinin ezilme konusunda birbirlerine yaklaştığını görüyorum.

Alt sınıftaki kadınlar, ekonomik açıdan mağduriyetler yaşarken, üst sınıf kadınlar güzellik ve gençlik faşizminin baskısı altında eziliyorlar. Ama güzellik faşizminin etkilerini, önümüzdeki yıllarda üst kimliğini dindar olarak koyan erkekler açısından da, göstereceğini bugün yazılmakta olanlardan çıkarmak zor değil. Kadının güzelliği her zaman önemli olmuştur ama güzelliğin iyilikten boşandırılması süreci güzelliği faşist bir yaptırım olarak ortaya çıkartan bir süreç aynı zamanda.

Moderniteyle birlikte biz pek çok kavramın birbirinden boşandırılmasına tanık oluyoruz. Daha önce iyilik ve güzellik birbirinden ayrılmaz ikili iken moderniteyle birlikte siyaset ve ahlâk birbirinden boşandırıldığı gibi güzellik ve iyilik de birbirinden boşandırıldı. Post modern kültürde artık güzellik, bir tüketim sektörünün lokomotifi durumunda.

Yaşlanma Hakkı Elimizden Alındı

 Biz belki de yaşlanma hakkını kaybetmiş ilk kuşağız. Son yaşlanma hakkına sahip olan bizim annelerimizdi. Biz artık yaşlanma hakkına sahip değiliz. Yaşlanma hakkına sahip olmamamız bizim daima genç ve güzel olacağımız anlamına gelmiyor. Yaşlanınca elde edeceğimiz iktidarın elimizden alınması anlamına da geliyor.

Bütün toplumlarda özellikle Türk toplumunda hatta ataerkil tahlilleri bertaraf edecek olan, anaerkilliğe göndermede bulunacak olan kocakarı payesini yitiriyoruz, genç ve güzel olma mecburiyeti içinde. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulması da esasında bir manada bir kocakarı payesi ile alakalıdır. Hayme Ana’nın kimin tarafından olacağı, bir kocakarı olarak iktidarın kimin elinde olacağına karar verilmiştir. Çünkü geçmişin dilini bilendir kocakarı.

Dolayısıyla, büyük hikâye olarak aslında bütün dünyadaki kadınların ortak sorunu genç ve güzel olma dairesinin içine hapsolmalarıdır.

İstila Miti – Hein De Haas

İstila Miti – Hein De Haas

Avrupa, Mülteci ve İslam Karşıtlığı

Avrupa'nın Mültecilerle İmtihanı belgeseli için görüştüğümüz Avrupa'da 'sağduyu' sahibi akademisyenler, göç uzmanları, yardım gönüllüleri, mülteciler ve İslam karşıtlığını sorguluyor.

Röportajlar Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Danimarka'da 2016 yılı içinde yapılmıştır.

Hein De Haas

Hein De Haas

Çoğunluk Ilımlı Ama Sesleri Çıkmıyor

Hollanda’nın tanınan göç araştırmacılardan Hein De Haas’a göre Avrupa mülteciler üzerinden bir ‘istila miti’ ve ‘olmayan bir düşman’ yarattı

Hein De Haas Hollanda’nın tanınan göç araştırmacılardan birisi. Batı ve doğu arasında bir çatışma fikrine inanmıyor. Diğer taraftan mültecilere karşı oluşan kampanyayı 1930 -1940 arasındaki anti-semitist döneme benzetiyor. Avrupa’nın tarihinden ders çıkartmadığını kendi bloğunda yazıyor. Mülteclierle ortaya çıkan iklime ilişkin “istila miti” tanımını kullanıyor. “Avrupalı birçok insan, Akdeniz’deki mülteci akınını gördüğünde, aşırı ideolojik bir duruşa sahip olsun ya da olmasın göçmen dalgasının artmasından panik duyuyor. Uluslararası Göç Örgütü ve Birleşmiş Milletler her yıl buna dair sayılar veriyorlar. Zengin ülkeler adeta kendini yoksul göçmenler tarafından sürekli istila edilmeye hazır olarak görüp, göçmenleri tehdit olarak algılıyorlar. Ancak, mevcut en iyi veri, dünyada göç hızla yayılıyor fikrine meydan okuyor. Uluslararası göçmenlerin sayısı 2010 yılında 214 milyon, 1960 yılında 93 milyon olsa da, bakıldığında dünya nüfusu da benzer bir tempoda artmıştı. Uluslar arası göçmenlerin sayısı dünya nüfusuna oranla yüzde 3’te sabit kalmıştır. Madem bu stabilite sürerken, biz neden göçmenliğin gittikçe arttığını düşünüyoruz? Çünkü en başta bu politik sıcak bir mesele haline gelirken, kitle medyası da buna bir hayli ağırlık verdi. Hem muhafazakarlar, hem liberaller kitle göçü karşısında aynı korkuyu hissetti. Avrupa-merkezcilik de bu artış fikrinin ikinci sebebiydi. Küresel bir bakış açısıyla bu görüş tutmuyor.”

Avrupa’nın Batı ve Doğu arasında bir çatışma merkezi olması söz konusu olabilir mi?

Kesinlikle katılmıyorum. Batı ve Doğu arasında büyük bir çatışma olduğuna inanmamızı isteyenler zaten radikaller. Avrupa her zaman farklı dinlere kucak açmıştır. Balkanlara, İspanya’ya bakın, Avrupa’da İslami bir tarih var. Avrupa’da farklı dinler bir arada yaşıyor. Bu, olmayan bir düşman yaratmak ama bundan beslenen siyasetçiler oldukça gerçeğe de dönüşebilir. Bu insanların güçlü konumlara gelmesi esas tehlike. Avrupa’nın Doğu ve Batı çatışmasını merkezi haline geldiği fikri kabul edilemez?

Aşırılık Aşırılığı Besliyor

Asıl sorun aşırılık, her iki tarafta da. Avrupa’da siyasi aşırılık, radikallik var. Müslüman toplumunda da azınlık olsa da radikaller görüyoruz. Bu, ciddi bir problem. Kültürler arası çatışma fikrinden her iki taraf da besleniyor. Avrupa toplumunun çoğu ılımlıdır, radikalleri istemiyorlar. Problem prototipleştirme ve radikalleşme. Bizim ciddi bir kültür çatışması içinde olduğumuz algısını yaratmak istiyorlar. Müslümanların asıl tehlike olduğu ya da Avrupa’nın İslam’a savaş açtığı fikrinden besleniyorlar. Bu doğru değil ama iki tarafın da çıkarı var. Aşırılık aşırılığı besliyor, Avrupalı politikacılar ortamı sakinleştirmeye çalışmalı, aşırılığı beslememeliler ama Avrupa’da şu an bunu yaşıyoruz ve asıl tehlike de burada. Hem İslami radikaller hem de aşırı sağcılar tehlikeli, ilginç olan taraf iki tarafın da bundan çıkar sağlaması.

Mültecilerin terörist gibi görülmesinin sebepleri neler?

Bence temel neden insanların bilgi sahibi olmaması. Birçok kişi insanların Suriye’den IŞID yüzünden kaçmaya çalıştığını sanıyor ki bunun doğru olmadığını biliyoruz. İnsanlar hükümet baskısından ve şiddetin kaçtı, IŞID şu anda oluşturulmuş en büyük düşman. IŞİD tabii ki çok büyük bir problem, çok vahşi bir grup, bu konuda soru işareti yok. Ancak Suriye’den kaçanlar hükümetten kaçıyor, Suriye’de ölenlerin çoğu hükümet güçlerince, Esad güçleri tarafından öldürüldüler. Ama Avrupalıların çoğu insanların terörizmden kaçtıklarını düşünüyor ve onlar kaçarken bazı teröristlerin de onlarla gelmesinden korkuyorlar. Aslında bu çok mantıksız bir korku değil. Ülkemize aldığımız insanlar konusunda çok dikkatli olmalıyız. Oradan gelen herkesin terörist olmadığın anlamak gerek. Diğer taraftan  Brüksel ve Paris’teki olayları gerçekleştirenler mülteciler değildi.

Avrupa İnsan Kaçakçılarını Besledi

Bir makalenizde Avrupa’nın insan kaçakçılığını beslediğini söylüyorsunuz.

Kuzey Afrika ve diğer Ortadoğu ülkelerinden böylesine bir göç talebi varken sadece göç kaçakçılarını suçlamak yanlış. Avrupa ilk olarak 1991’de Schengen vizesinin devreye girmesi ve sınır kontrollerinin artırılmasıyla insan kaçakçılarına fırsat vermiş oldu. Tabi ki, kaçakçıların gaddar olduklarından ve çoğu kez mültecileri aldattığından bahsedebiliriz fakat yine de mesela Afrikalıların gözünde onlar kurtarıcı. Çünkü Avrupa’ya geçebilmelerini sağlıyorlar. Kaçakçılar hizmet veren bir sektör konumunda. Avrupa’nın göçmen politikası özel şirketlere olduğu kadar kaçakçılara da büyük bir pazar oluşturdu. Bu yüzden, hükümetlerin birçok yönden göç kontrol sektörüne kitlesel kamu fonlarını dökerek kendi canavarlarını yarattıklarının farkında olmaları önemlidir. Milliyetçi politikacılar sınır kontrollerin artırılmasıyla mülteci akınını durdurmayı ısrarla savunsalar da bu sadece bir yalan satımı. Çünkü Suriye gibi bölgelerde çatışma ve kaos devam ettikçe mülteciler bir yol bulup Avrupa’ya gelecekler. Dolayısıyla bu problem için kolay bir çözümü yok. Avrupa ülkelerinin koordineli hareket etmeleri ve mülteci ağırlayan ülkelere destek olmaları gerekiyor.

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız – Alev Alatlı

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

1- Okumuşların Ambargosu Altındayız

Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Onur Ödülleri alan isimler açıklandığında aradım Alev Alatlı’yı. Niyazi Sayın gibi bir üstad ile beraber bir ödüle layık görülmekten duyduğu onuru anlattı. Kapadokya Meslek Yüksek Okulu yayını olan “Bize Yön Veren Metinler” elime yeni ulaşmıştı. Batı ve Doğu’ya yön veren metinlerin farkı üzerine bir röportaj yapmaya karar vermiştik. Aradan bir hafta geçmemişti ki Alatlı’nın törende yaptığı konuşma Türkiye gündemine ağır övgü ve yergi olarak düştü. Alatlı üzerine onlarca roman külliyatı bir tarafa bırakılarak yapılan yorumları, literal bir okumayla yapılan yorumlardaki seviyeyi sorgulayacak değilim. Alatlı’nın dediği gibi “akıllı bir muhalefetin kendisine çok veri çıkarabileceği konuşma” tam tersi biçimde muhalefetin eleştiri odağına yerleşti. Alatlı okurlarının aşina olduğu kodları ve uyarıları içeren metin aslında binlerce sayfayı bulan kitaplarının bir sayfalık özeti gibiydi. Merak ettiğim iki şey vardı; kime hangi uyarıyı yapmak istiyordu? Konuşmasında örneklendirdiği isimlerle nereye işaret ediyordu?
Kısmen bunun cevabını aldım. Ortaya çıkan metine mülakat yerine sohbet ve devamında gelen yazışmalar demek daha doğru olur. Geleceğe bırakacağı bir “nasihatnâme” titizliği ile her kelime Alatlı tarafından ince bir elekten geçirildi. Dünyanın yeni bir yol ayırımı yaşadığı bu çağda elbette bir mütefekkir ile “o onu demiş, bu bunu demiş” bağlamında bir dedikodu röportajı yapmamız beklenemezdi. Konuşmasını oluşturan formülü açmaya ve anlamaya çalıştım. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Ayşe Böhürler – Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi – 30 Aralık 2014

Cumhurbaşkanlığı Edebiyat Ödülü’nü aldığınız törende yaptığınız konuşma bir taraftan övgü bir taraftan da tepki aldı. Ne demek istediğiniz doğru anlaşıldı mı?

Doğrusunu isterseniz, kendimi Kâbus’u tekrar yazarken/yaşarken buldum. Hatırlarsınız, o romanda ki adı üstünde bir distopyadır, afazik bir Türkiye hikâyesi kurgulamıştım. Bütün bir millet olarak sözcükleri anlama/kullanma melekemizi kaybettiğimiz, içgüdüleriyle yaşayan yabanıl bir kalabalığa dönüştüğümüz durum. Birbirimizle ancak bağırış, çağırış, itiş kakış, küfür, hakaret düzleminde ilişki kurabildiğimiz bir hâl ve onu izleyen ölümcül ayrışma. Kâbus neticeten bir kurguydu ama bugün yaşananlar sahici. Algısal afazi, anlamsal afazi, içgörü yoksunluğu alarm veriyor.

Parmağıma Değil Gösterdiğim Yere Bakın

Size yöneltilen eleştirileri “afazi” kapsamında mı değerlendiriyorsunuz?

Bana yöneltilen eleştirilere takılmayın, Ayşe Hanım. İçine düştüğümüz anomalide benim konuşmamın yarattığı öfke furyası devede kulaktır. Nihayetinde, söylediklerim bir yazarın hezeyanı olarak da geçiştirilebilir. Kâbus’un girişinde, “Parmağıma değil, gösterdiğim yere bakın.” derim ya, öyle. Büyük resme bakınca, önyargıların, mesnetsiz korkuların güdümünde, koyunun altında buzağı arayan, fitne fücur bir topluma dönüşmekte olduğumuzu görüyorum. Ben ondan korkarım.

Kâbus’ta gelecek bir tarihten bahsediyordunuz, sizce toplumsal “afazi” öne mi çekildi?

İşaretler o yönde ne yazık ki. Az önce, anlatmak istedikleriniz doğru anlaşıldı mı, diye sorduğunuz için söylüyorum. Daha “George Orwell” derken patlayan isterik öfke krizi, olası okumaları da paralize etti. “Olası” diyorum, çünkü törenden birkaç gün sonra ben kendi web sitemde yayınlayana kadar ortada yerilecek ya da övülecek bir metin de yoktu. Trajik, tabii. İnsan ülkesini böyle görmek istemiyor.

Tüylerim Diken Diken

İnsan ülkesini nasıl görmek istemiyor?

Metinde yazılanı değil, söylenenin bütününü değil, yazıldığını/söylendiğini varsaydığını okumak/duymak gibi ölümcül olabilecek bir zaafiyet içinde görmek istemiyor. Benim bir konuşmama bu olursa, ülkenin bütününü ilgilendiren iktidar ya da muhalefet kaynaklı bir programa, bir önergeye, iddiaya, yoruma ne olur düşünün artık. Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor, tüylerim diken diken.

Gülen Siyasete Soyunsun

Geçen yıl 17 Aralık’ta yaptığımız röportajda Türkiye iklimi farklıydı. Hükümet üyelerine yolsuzluk suçlamaları vardı. Gülen taraftarları ve hükümet taraftarları iki farklı resim sunuyorlardı. O günden bugüne sizce neler değişti? Bu Türkiye dindarları arasında nefret dolu olduğu kadar, ayet ve hadislerin bolca kullanıldığı tartışmalara sebep oldu. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce meselenin “hükümet taraftarları – Gülen taraftarları” şeklinde adeta eşitlenerek sunulmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Sayın Erdoğan hâlâ seküler/laik devleti yönetmek üzere temiz pak bir seçimle gelmiş bir lider, diğeri aslında tam da neye karşı olduğu bencileyin laik muhafazakârların anlayamadığı muhalif bir dini cemaatin reisidir. Ha, eğer, ülkeyi kendisinin daha iyi yöneteceğine, hepimizin şikâyet ettiği yolsuzluk vb. kötü uygulamaları ortadan kaldırabileceğine inanıyorsa, cübbesini çıkarıp siyasete soyunması gerekir. Kaç tane siyasi parti var, elli mi, yüz mü, bir tane daha kurulsa ne çıkar? Parti programını görür, adaylarının ehliyetini tartar, ona göre vaziyet alırız. Öte yandan, Türkiye dindarları arasında nefret boyutlarına vardığına işaret ettiğiniz çatışma, bana Müslümanların da toplum mühendisliğine soyunduklarını söyler. Büyük ihtimalle de 70’li yıllarda sol fraksiyonların “Ama Troçki der ki…” diye giden tartışmalarının hadisler, ayetler, tefsirler üzerinden yürütülen yeni bir versiyonu sahnelenecektir. İçi boşaltılmadık bir dinimiz kalmıştı, o da gerçekleşirse, ört ki ölem Ayşe Hanım, daha ne diyeyim.

Beyaz Türkler Öldü

Bilginin seçkin bir azınlığın tekelinde olduğu günler geride kaldı. Rasyonel otoritenin bile yok olduğu bir süreç yaşanırken, beyaz Türklerin geri dönmeleri mümkün değildir. Rasyonel otoriteden kastımın hoca ve talebesi bağlamında, bilenin bilmeyen üzerindeki otorite olduğunu hatırlatayım. Beyaz Türklerin bir vasıfları da yabancı dillere, dünyaya dair malûmata ulaşmalarını mümkün kılan ayrıcalıklarıydı. Günay Rodoplu gibi onlar da hayalleri ve yalanlarıyla öldüler. Ama itiraf etmeliyim ki ben asıl Michael Jackson tipolojisinden korkarım. Beyazlaşacağım derken ucubeleşen zavallı.

Ama Bir Nesil Var Arkada Yine De…

Muhafazakâr dünya görüşüne muhalefet her zaman olacaktır da, “Beyaz Türkler”e atfedilen türden yabancılaşmanın kırılacağını düşünüyorum. Örnek vermek için söylüyorum, Mehmet Şimşek gibi Batman’dan üstelik Gercüş gibi daha da yoksul bir kazasından gelen bir Kürt’ten başarısı uluslararası ölçütlerde tartışılmaz bir Maliye Bakanı devşirebilen süreç geri gitmez.

Toplumlar Da Hastalanıyor

Konuşmanıza verilen tepkilerden kaygınızı dile getirdiniz ve “Stolîpin dönemi Rusya’sının cinnetini hatırlatıyor” dediniz. Nasıl bir cinnetten bahsediyoruz? Açar mısınız?

Rusya’da “ebedî muhalif” diye bir tanım vardır. Her türlü reformun ve kazanımın karşısına düşman gibi dikilen bu zümrenin ülkenin küllerinin üstüne kendi tasarladıkları dünyayı dikebilsinler diye Rusya’nın meselelerinin barışçıl çözümünü önledikleri anlatılır. 20. yüzyılın başlarındaki Rusya’da ihtilâli illâki gerekli kılan hiçbir şey yoktu, ihtilâl olduysa müsebbibleri fanatik profesyonel muhaliflerdi derler. 1917’nin kışkırtıcı kampanyalarını düzenleyen, Petrograd’daki muhafız alayını, streltsî, ayaklandırıp lokal bir yangını ulusal bir cehenneme dönüştürenlerin bunlar oldukları anlatılır. Oysa dönemin başbakanı Pyotr Stolîpin, ülkenin kanayan yarası tarımda görülmedik reformlara imza atan bir devlet adamı. Bugün hâlâ ülkelerinin banisi Aleksandr Nevskî’nin hemen ardından “En büyük Rus” diye anılır. Nevskî’yi Eisenstein’ın aynı isimli filminden hatırlarsınız, Rusya’yı Töton Şövalyelerinden kurtarışını anlatır. Uzatmayalım, halkın ülkenin toptancı bir biçimde dönüştürülmesini istediğine dair en ufak bir veri, bir belge olmadığı halde on milyon insanın öldüğü o korkunç iç savaş. Kıssadan hisse: toplumlar da hastalanabiliyorlar, Ayşe Hanım.

Mevlana Bile Teselli Etmiyor

Türkiye’de bir iç savaş ihtimali görmüyorsunuz herhalde?

Elbette, görmüyorum. En azından bu boyutlarda (Rusya iç savaşını kastediyor) görmüyorum, ama işaretleri de hiç yok değil. Gogol’un İzinde’yi yazarken Rusya’da tanıştığım bir yazar vardı, “Devrimciler halkla konuştular konuşmasına ama duydukları onları düşündüreceği yerde kızdırdı ve şiddete yöneltti.” diye hayıflanırdı. Bahsedilen kızgınlık size de birilerini çağrıştırmıyor mu? Keşke aklın ve merhametin askıya alındığı süreçler sadece Müslüman olmayan toplumlara özgü olsa. Ama değil. Bakın, bir cümlede ne dendiğini ancak ikinci, üçüncü okuyuşunda kaptırabilen “okumuşlar”ın ambargosu altındayız. Toplumsal afazinin ülkeyi siyasal kutuplaşma şöyle dursun, atomizasyonla tehdit ettiği aşamadır bu. Mevlana’nın “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır.” saptaması da teselli etmiyor.

Biz Bu Memleketi Sokakta Bulmadık

Konuşmanız, iktidarın, gücün yanında olmak gibi algılandı…

Bunu sizinle daha önce de konuşmuştuk. Sizin “Peki, şimdi ne olacak?” sorunuza verdiğim “Ne olacak, eleştirilerimizi erteleyip, Tayyip Bey’in etrafını saracak, destek atacağız.” cevabımın devamı, “Çünkü en kötü devlet bile devletsizlikten evlâdır. Ve devleti korumak, iktidar partisinin boynunun borcudur. Bu memleketi sokakta bulmadık, kuytularda gizlenmiş kurda kuşa emanet edecek halimiz yok Türkiye’yi.” şeklindedir. O gün bugün, ne Türkiye’ye yönelik tehditler azaldı ne benim tutumum değişti ne de algısal afazi sayrılığına çare bulundu.

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür – Alev Alatlı

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

2- Susmak Benim Kitabımda Zûldür

“Sanılmasın ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur… ‘Öteki’ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. ‘İslam’la demokrasi bir arada düşünülemez’ şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar.”

Ayşe Böhürler – Alev Alatli İle Nehir Söyleşi – 31 Aralik 2015

Yandaşlık algısına vurgu yaptığınız için soruyorum. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü yandaş olduğunuz için mi aldınız?

Hiçbir ödül yoktur ki siyasi tınısı olmasın. Ben 2006’da “Mikhail A. Sholokov 100. Yıl Roman Ödülü”ne de layık görüldüm. Layık görenler, IMF’nin elinde oyuncak olan ekonomik reformlarının trajedisinden fevkalâde müteessir olan yurtsever Rus aydınlarıydı. Ödülün gerekçesi de “Halden anlayan bir Türk aydını” olmaklığım. Aynı çevreler, Nobel ödülünün “Stockholm’un liberal farmasonları’ tarafından ‘pasifist, enternasyonalist, bîtaraf, sözde-komünistlere’ verildiğini” söylerlerdi. Nitekim Soljenitsin’e verilmesini Rusya’ya hakaret saydılar. “Batı, 1970 Nobel ödülünü Soljenitsîn’e verecek kadar ileri gittiyse, bir nedeni olmalı.” diyorlardı. 2014 Cumhurbaşkanlığı ödülüne gelince, Kutbü’n Nâyî Niyazi Sayın’la birlikte anılmak benim için şereftir. Keza, Yaşar Kemal, Turgut Cansever, Sezai Karakoç, Halil İnalcık gibi isimlerle aynı platformu paylaşmak da öyle. Selim İleri’den Oya Eczacıbaşı’na, Ahmet Kaya’ya geniş bir yelpazeyi gözeten AK Parti iktidarının en azından Cumhurbaşkanlığı katında “yandaş” kollamadığı açıktır.

Edebiyat Kehanettir

Cumhurbaşkanlığı ödülleri 2005’den beri veriliyor. Size gelinceye kadar sessiz sedasız gerçekleşirdi. Siz niye gündeme oturdunuz?

Konuştuğum için. Sayın Cumhurbaşkanı’na teşekkür edip, Beştepe külliyesinden etliye sütlüye karışmadan sessizce ayrılmak da vardı, şüphesiz. Ama mahallenin ortak bilincine ters düşen çıkışlara iyi gözle bakmayanların hışmına uğramamak için susmak benim kitabımda züldür, düşkünlüktür. Bakın, ben edebiyatın bir tarafıyla muhbirlik, diğer tarafıyla da kehanet olduğunu savunan biriyim. Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm. Nitekim yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen göstermem de bundandır. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü ile onurlandırılıyorsanız, haysiyet cellatlığı, iftira, itibarsızlaştırma, aforoz, linç vs. vs… Bütün bu aşağılık girişimleri göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz demektir.

Ben Muhacir Mahallesindenim

Mahalle diyorsunuz, peki, siz hangi mahalledensiniz?

Muhacir mahallesinden. Ben muhacir mahallesindenim. Ciddi söylüyorum. 1912 Balkan Göç’ünden bu yana, ailemizden olup da aynı kabristana gömülebilme lüksüne erişmiş tek karıkoca benim annemle babamdır. Geri kalanlarımız, Makedonya Prilepe’sinden Anadolu’ya uzanan o uzun dağınık güzergâhta düştükleri muhtelif şehirlerde gömülüdürler.

Batı’dan Doğu’ya Hicret Ettim

Ödül töreninde bahsettiğiniz göç bu değildi ama?

Haklısınız, bu değildi. Gerçi, törende kısa bir tanıtım filmi gösterildi. Orada muhacerete atıf yapılmıştı, 1390’larda Sultan Yıldırım Beyazıt’ın Manastır Sancağı’na yerleştirdiği Karamanlı Yörük Türkmenlerindeniz biz. Hacı Bektaş Veli’nin kırk yiğide kılıç kuşandırıp suyun öteki tarafına gönderdiği şeklindeki esatiri benimseyenlerden. Benim sözünü ettiğim hicret ile bu hicret arasındaki benzerlik, her ikisinin de yönünün Batı’dan Doğu’ya olması.

Dünya Nöbeti Tutan Seferî Sayılır

İslâm’a ulaşmak demiyor, “ilâhiyat”a ulaşmak diyorsunuz?

Doğru. Bana göre aslolan, nizam-ı âlem, yani büyük resimdir. Higgins parçacığıyla, uzay aracı Rosetta’yla, Schrödinger’in kedisiyle, her gün yeni bir nano cüzünü keşfettiğimiz büyük nizam-ı Rabbü-l Âlem’in. Her yeni bilgiyle zihnimizde yeniden şekillenen kâinatların, varsa günümüzdeki İslam tasavvuru ile örtüşmediği enstantaneler, İslam’ın hasmının bilim değil, eksikli, hatta belki de ayıplı yorumu olduğu düşüncesi. İlâhiyatın bütününe teksif olmak gerekir diye düşünürüm. Kusur örter çünkü.

Kusur örter derken, ibadette kusurdan mı söz ediyorsunuz?

Dünya nöbeti tutanın seferi sayılabileceğini yorumluyorum diyelim. Şeriatî’nin hac yolunda sıyrılmamızı öğütlediği ‘ihtiyaç ve doymak bilmez arzular’ın bendeki karşılığı; küresel kapitalizmin pompaladığı arsız tüketimin ötesinde, radikal bireysellik oluyor. Radikal bireysellik, göreli ahlâk sistemine revaç verir ve eninde sonunda otokratlara davetiye çıkarır. Bakınız Stalin, bakınız Hitler. Otokrat, adı üstünde, kudreti kendinden menkul olan egemen. Otokratın sadece devlet yönetiminde değil, dinde, bilimde, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alanda karşımıza çıkabildiğini hatırlatayım.

Hacc Risalesini Ürpererek Okudum

Konuşmanızda seçtiğiniz her konu tek başına başka konuşmaların başlığı olabilir. “Aklî hicret” kavramını kullanmanızın sebebi neydi? Sizi Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret ettiren ve bunu bu konuşmada vurgulatan sebep neydi?

Şeriatî’nin ata ruhlarımdan birisi olduğunu söyledim. Yıllar evvel onun “Hacc” risalesini okuduğumda ürperdiğimi hatırlarım. Ürperdiğimi ve Birleşmiş Milletler’in her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir ‘kavramlar sözcüğü’ kotarmaya soyunması gerektiğini düşündüğümü. Bir söyleşide hakkıyla açıklamak mümkün değil elbet, ama rahmetlinin hacca dair söylediklerinin hemen tümünün seküler terminolojide karşılığı olduğunu gördüğüm içindir ki kendi düşünsel serüvenimi ‘aklî hicret’ diye nitelendirebiliyorum. Biraz bölük pörçük olacak ama Şeriatî’nin “Kişinin evinden çıkması, çevresini terk ederek, pak topraklara ulaşması /bu suretle/ çektiği yabancılıkların bitmesi, kendisini bulması” diye betimlediği hac süreci, benim matematik-istatistik-ekonometri üçlüsüyle başlayıp, felsefe tarikiyle, ilâhiyata ve nihayet edebiyata ulaşma serüvenimle neredeyse birebir örtüşür. Hatta kendini bulmak, arınmak, pak olmak bağlamında Japonların ahlâk kodu Bushido ile de örtüşür ki bu da bana Tokyo’da okuduğum günlerin armağanıdır.

Haritada Ankara’yı Bulamazlar

Yurt dışında ve içinde Erdoğan’ın otokratlaştığı iddiası hayli yaygın. Özellikle de Guardian gazetesi Erdoğan ve Putin’in lider tarafından domine edilen siyasi partilerin veya elitlerin başında bulundukları şeklindeki iddialarını sürdürmeye devam ediyor.

Guardian, Independent, Sunday Telegraph ya da Washington Post. Günün sonunda, dervişin fikri neyse zikri de odur. Sanılmasın ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur. Guardian’ın Martin Rowson nam karikatüristini hatırlayın. Musa Kart beraat ettiği halde, on yıl hapse üstelik bizzat Başbakan Erdoğan tarafından çarptırıldığını duyurmuş, bir de twitter’da kınama kampanyası başlatmıştı, ‘tatsız, narsist, despot’ dediği Tayyip Bey’e karşı. Kısmı azamı haritada Ankara’nın yerini gösteremeyecek kaba saba adamlardır bunlar. “Öteki”ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. İslam’la demokrasi bir arada düşünülemez şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar. Erdoğan Müslüman bir liderdir, öyleyse Erdoğan despotiktir şeklindeki argüman. Rusya’yı kim tanır, kim bilir ama şark despotizmi denilen formülden yola çıkıp, Putin’i bir kalemde itibarsızlaştırabilir, en azından itibarsızlaştırmayı deneyebilirsiniz. Üstelik bunu adamın arkasındaki devasa ulusal mutabakatı hiçe sayarak yapabilirsiniz.

Eşref’i Mahlûkat Rütbesini Söktüler

Sayın Erdoğan’ın arkasında da devasa destek var ama aynı mantıksal çıkarım bizde de yaygın. Bu nasıl oluyor?

Sayın Putin’i destekleyenleri ‘Rus ayısı’ efendim, Erdoğan seçmenlerini ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye ehemmiyetsizleştirmekle oluyor. Bakın, benim arkamda bıraktığımı umduğumu söylediğim ‘aydınlanma’ bir yönüyle de sıradan insanın eşref’i mahlûkat rütbesinin söküldüğü, yeni baştan yaratılması gereken maddesel bir yaratığa indirgendiği süreçtir. Beşeri faaliyetlerin ‘tımarhane’ olarak algıladıkları düzensizlikten çıkıp, ‘insan aklına uygun’ yani tıkır tıkır işleyen mekanize bir dünya düzenine dönüşebileceğini hayal eden aydınlanmışların, ‘kusurlu’ türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düştükleri süreç. 1687’de Newton’un ‘Principia’sı ile başladı, o saat bu saat hız kesmeden devam ediyor.

Şeriatî, Serüvenime Yön Verenlerdendir

Kendi göç hikâyeniz ile Ali Şeriatî’nin Hicreti arasında kurduğunuz bağ ile neyi anlatmaya çalıştınız? Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret etmenin sebep ve sonuçlarını konuşalım. Konuşmanızın ilk teması neden Hicret oldu? 

İzin verirseniz, önce Ali Şeriatî. İslam dünyasının elbirliği ile ululadığı bir düşünür olmadığı malûm Şeriatî’nin. Ona yaptığım gönderme en az Orwell’e yaptığım gönderme kadar irkiltici olabilecekken, başta Erdoğan çifti olmak üzere, o gün o salondaki hazirunun sergilediği rikkatin en iyimser beklentimin de üstünde olduğunu söylemeliyim.

Bu söylediğinizden Ali Şeriatî ile özel bir bağlantınız olduğunu mu anlamalıyım?

Mezhepsel bir bağlantı ima ediyorsanız, hayır. Lâkin ata ruhlarımdan, yani Batı’dan Doğu’ya seyreden düşünce serüvenimi yönlendiren yücelerden birisi olduğu muhakkaktır.

Dinin Aslî Hasmi Dinsizlik Değil, Dindir

Ben, söylediklerinizden, Ali Şeriatî’nin sizin gönlünüzde özel bir yeri olduğunu çıkarıyorum. Doğru mu?

Rahmetli Şeriatî’nin benim gönlümdeki özel yeri, kendisinin dinsel bir yapılanmanın tarihteki bütün toplumlarda her zaman var olagelmiş olduğu ve hiçbir dönemde, hiçbir yerde, hiçbir millette dinsiz bir insan olmamış olduğu gibi, her yeni dinin mevcut bir dine karşı olarak ortaya çıkmış bir din olduğu mealindeki tespitinden gelir. Hal bu olunca, binlerce yıl öncesinde olduğu gibi günümüzde de, dinin aslî hasmı, dinsizlik değil, yine dindir. Ve dolayısıyla, konuşmamın odakladığı “helâl” kavramı, muhtelif isimler altında ama hep var olmuştur ve olacaktır. “21. yüzyılın en yaman toplumsal projesi, helâl olanı, yasal olanla örtüştürmek olsa gerek” derken, “helâl” kavramına küresel geçerliliği olan değişmezlik, adeta matematiksel bir konstant niteliği yükleyebilmiş olmaklığım bundandır.

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin – Alev Alatlı

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin – Alev Alatlı

Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi

Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü töreninde (2014) yaptığı konuşma hazırlığının bir haftayı bulduğunu söylemişti. Bu konuşmanın satır aralarını anlamak amacıyla yaptığım röportajın yayını da neredeyse bir haftayı buldu. Bu röportaj elbette Türkiye’nin yüzyıllık sorunlara derman üretmedi. Ancak bizi, bir yüzyıl geriden gelen bilgi felsefemizin kusurlarıyla yüzleştirdi. Fazlasıyla ses getirdi. Önemli tartışma başlıkları açtı. Matematik, ekonometri, istatistik, felsefe, ilahiyat eğitimlerinden geçerek akli hicretini gerçekleştiren bir yazarın uyarılarını okumaya ve lütfen üzerinde düşünmeye buyurun.

Alev Alatlı

Alev Alatlı

3- Aydınlanma Tezgahından Geçmeyen Beri Gelsin

“Aydınlanmanın tezgâhından geçmeyen beri gelsin, Ayşe Hanım! Görülen o ki biri kaliteli müzik dinlemediği, diğeri İslam anlayışını doğru değerlendirmediği için ‘kusurlu’ bulduğu türdeşlerini yeniden formatlamak istemektedirler.”

Ayşe Böhürler – Alev Alatlı ile Nehir Söyleşi – 1 Ocak 2015

Ben, “aydınlanmışların, ‘kusurlu’ türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düşmesine takıldım. O iş nasıl oluyor?

Şöyle açıklamaya çalışayım, sizin kafanızda dünyanın nasıl işlemesi gerektiğine dair doğruluğundan ‘kesinlikle’ emin olduğunuz bir proje varsa ve dünya sizin düşündüğünüz hedefe doğru ilerlemiyorsa, ‘kusuru’ türdeşlerinizde buluyorsunuz. Hâl böyle olunca, onları ‘yeniden yaratmak’, sizin düşündüğünüz gibi düşünecek, sizin gibi davrandığınız gibi davranacak şekilde yeniden formatlamak gayretine giriyorsunuz. Bilimsel dayanağınız da Newtonian dünya görüşü oluyor. Yani, madem ki dünya ve kâinat belirli parçacıklardan oluşur, mademki bu parçacıkların gözlem ve çözümlenmeleri sonucunda ortaya çıkacak birkaç sade, basit ve kesin yasa ile “bütün”ü şekillendirmek mümkündür, kim tutar… Meselâ, birkaç gözlemden çıkıp Putin’e eşkıya, ‘thug’ diyen Kampfner nam gazeteciyi? Bakın, 2014 itibariyle, başta siyaset ve hukuk olmak üzere, tek bir kamusal faaliyet yoktur ki Newtonian dünya görüşü ile uyumlu olmasın.

Fazıl Say Toplum Mühendisliğine İyi Örnek

Bu kamusal alanlara din dâhil mi?

Din dâhil. Takvanın ‘birkaç sade, basit ve kesin yasa’ ile açıklanmaya kalkışıldığı durumu düşünün. Felâketimiz, olur değil mi? Nitekim oluyor da. Çağdaş insanın zihnini formatlayan faaliyetlerin tümü, ekonomi, sosyoloji, psikoloji, tarih, sanat, edebiyat hatta müzik, Newton fiziği kuralları doğrultusunda yapılanmıştır. Meselâ, ekonomide, Newton parçacıklarının yerini Adam Smith’in ‘homo economicus’ları alır, kapitalist/liberal anlayışı oluşturur. Müzikte sesleri birkaç sade, basit, kesin notaya indirger, do ile re ve diğer notalar arasındaki sesleri duymaz olursunuz. O duymadığınız sesler, gri alanlar, sıradan insanlar gibidirler. Sıradan insanların ‘kusurlu’ sesleridirler. Adam gibi bir senfoni bestelemeniz, onlardan kurtulmanıza bağlıdır.

Fazıl Say ne yapsın diyorsunuz…

Fazıl Say da kendi dalında toplum mühendisliğine iyi bir örnektir, Ayşe Hanım. Beslendiği kaynak aynı. Newtonian dünya görüşünde belirsizlik, bulanıklık, sır yoktur. Fransız Newton’u lakaplı Laplace’ı hatırlayın. Aydınlanmaya Newton’la birlikte damgasını vuran fizikçi. ‘Gök Mekaniği’ isimli beş ciltlik eserin müellifi. Kitaplarını okuyan imparator adayı Napolyon, Tanrı’nın bu mekanik sistemdeki yerinin ne olacağını sorduğunda, “Tanrı gibi bir hipoteze ihtiyacım yoktu.” demişti. Bu cevap, aydınlanmanın ruhunu yansıtır. Bir şey ya siyah, ya da beyazdır, gri alanlar yoktur. Keskin ideolojiler gibi, onların pratikteki sonuçları olan toplum mühendisliklerini de aydınlanmanın “ya hep, ya hiç” kuralına borçluyuz. Say’ın “Arabesk dinleyen vatan hainidir” beyanı, yani “ya arabesk dinlersin ya da yurtsever olursun” formülü ile “ya Müslüman olacaksın ya laik” hükmü arasında da epistemolojik fark yoktur.

Epistemolojik? 

Aynı kaynaktan neşrettikleri anlamında. Her iki hüküm de gri alana kapalıdır, bu bağlamda toplum mühendisliği tınısı verirler.

Sakin Olmakta Fayda Var

Türkiye’ye dair soruları küresel trendlerle açıklıyorsunuz…

Evet, haklısınız. Bir olguda teksif olup kalmaktansa, geri çekilip onu doğuran yan unsurlarını da görebileceğim mesafede konuşlanmaya çalışırım.

Google haritası yöntemi gibi mi?

Aynen öyle! Böyle yaparsanız, münferit bir hadisede takılıp kalmaz, o hadisenin küresel telmihlerini kestirebilecek görüş alanını yakalayabilirsiniz. Bakın, son tahlilde tecrübelerimiz, türdeşlerimizin tarihin muhtelif zamanlarında yaşadıklarından pek de farklı değildir. Bu bakımdan, sakin olmakta fayda vardır, dinlemeyi mümkün kılar.

Demokrasi Feragat Rejimidir

Bir yandan da muhafazakâr kesime karşı eleştirilerinizi sürdürüyorsunuz. Niteliksizleşme, sıradanlaşma, vasatlaşma, eblehleşme, paçozlaşma…

Dediğim gibi, bir Türk romancısının en çetin görevi ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemektir. Deneme yazarı hatta köşe yazarı olsanız işiniz daha kolay. “Filistinizm” diye bir vakıa olduğunu hatırlatır, orada bırakırsınız. Ama roman yazdığınızda, Filistinî tipolojiyi etlendirirsiniz. Karşınızda kanlı canlı belirdiğinde bu defa okuyan kadar yazanı da müteessir eder. Ağlaya ağlaya yazdığınız bile olur. Kardeşim benim mazoşist olduğumu söyler, bilir misiniz?

Bir yerde Filistinlilere ayıp olmasın diye paçozlaşma dediğinizi hatırlıyorum.

Doğrudur. Ancak, paçozlaşma, muhafazakâr kesime özgü değildir. Kadim değerlere sahip çıkan, hattı harekâtını o değerler doğrultusunda tanzim eden muhafazakâr, paçozlaşmaz, olsa olsa demode olur. Oysa paçozlaşma, saldım çayıra Mevlâm kayıra türden radikal liberalizm ve türevi göreli ahlâk anlayışında neşv’ü nema bulur.

Ruh ikizi diye bir şey yoktur diyordunuz…

Hayır, yoktur. Hele de bir siyasetçiyse teğet geçtiğiniz noktaların sayısı diyaloğu sürdürmeye yeterli miktardaysa öpüp de başınıza koyacaksınız. Bu nedenledir ki düşünce farklılıkları beni delirtmez. Düş kırıklığına uğratmaz. Hakaret, asla aklımdan geçmez. Ha, Sayın Erdoğan, benim doğru bulmadığım bir hükmü dillendirerek, aynı vatanı paylaştığım insanların teveccühlerini kazanıyormuş, ne yapalım? Bu defa da çaylar benden olsun der, sıramı beklerim. Demokrasi bir tarafıyla da feragat rejimidir. Hayatın ille de sizin istediğiniz gibi gitmemesine tahammül edersiniz.

Tüm Dünyada Dine Dönüş Trendi Yükseldi

Bu çerçevede, Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Dindar bir nesil istiyorum.” sözlerini nasıl karşılıyorsunuz?

Vazettiği dünya görüşü çerçevesinde tutarlı olduğunu düşünürüm. Şimdi, bakın, “kusurlu” türdeşleri “ıslah” etmenin barışçıl yolu, onları modern dünyaya yön veren tarihtir, coğrafyadır, ekonomidir vb. akademik disiplinlerle hemhal etmekten geçer. Ne ki Rousseau, Diderot, Voltaire, Descartes, Kant, sayın artık… Aydınlanma devlerinin damgalarını taşıyan bu disiplinler, Allah’ın kâinatın merkezinden sürülüp, bir hipoteze indirgendiği ortamda geliştirilmiş sistemlerdir. Nitekim, din ve bilimin birbirlerinden kesin olarak ayrılması, birinin diğerini yok sayması da o saat bu saat, bizcileyin toplumlarını da önüne katmış sürükleyen sürecin eseridir. Sayın Erdoğan, sürecin yıkıcı etkilerinden korunmanın din bilgisinden geçtiğini savunan Doğulu, Batılı yüzlerce devlet adamından birisidir. Bu konuda yalnız olmadığı gibi, üçüncü milenyum itibariyle tüm dünyada dinlere dönüş trendinin yükseldiği de ayrı bir gerçeklik.

Çıkıntılık Yapmışlığım Çoktur

“Çıkıntılıklarım” derken?

Çözüm sürecinin ortalık yerinde çıkıp, bir yanımda İlber Ortaylı, öteki yanımda Halil İnalcık, o resimleri görmüşsünüzdür, “Türk milleti adına hareket edenleri” uyarıyoruz. “Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve sahibi olan Türk milletinin adı vatandaşlık tarifinden ve Anayasa’dan çıkarılamaz” diye bildiri imzalamak çıkıntılık değil de nedir? Bir başka yerde, “eğitim sorununu Kürt sorunundan da, yeni anayasa meselesinden de daha çok önemsediğimi” söyleyip milleti ayağa kaldırmıştım. “Akiller olsa olsa elçi olurlar.” demişliğim de vardır. Diyeceğim, çıkıntılık yapmışlığım çoktur…

“Beyaz Türkler Küstüler” muhafazakâr kesime söylemediğini bırakmayan bir romandı. Benim bile rahatsız olduğum yerler olmuştu. Bakışınızı yer yer üstenci buldum. 

Yapmayın Ayşe Hanım! Siz siz olun romanın müellifi ile karakterlerini karıştırmayın! Ama haklısınız, çıkıntılıklarımın arasında o da sayılabilir. “Or’da Kimse Var Mı?” serisinin ilk kitabı, “Viva la Muerte” yerlilerin hikâyesiydi. Hatırlayacaksınız, Müslümanların greve gitmeleri halinde ortada kalacak bir cenaze ile başlar. “Valla Kurda Yedirdin Beni,” Kürtlerin “serok Apo” ile sonuçlanan arayışlarını hikâye eder; bu son kitap da beyaz Türkler cephesindeki altüst oluşu. Size bir şey itiraf edeyim mi, iddiam odur ki bu beşli seri okunmadan Türkiye’nin sosyolojik tarihi anlaşılamaz.

Erdoğan Temiz, Pak Bir Seçimle Geldi

“Ya Müslüman olacaksın ya laik” sözünün Cumhurbaşkanımıza ait olduğundan yola çıkarak, Sayın Erdoğan’a da ‘toplum mühendisi’ sıfatını yakıştırır mısınız?

Günün sonunda, aydınlanmanın tezgâhından geçmeyen beri gelsin, Ayşe Hanım! Görülen o ki biri kaliteli müzik dinlemediği, diğeri İslam anlayışını doğru değerlendirmediği için ‘kusurlu’ bulduğu türdeşlerini yeniden formatlamak istemektedirler. Öyle olmasa, kendi işlerine bakar, Fazıl Bey oturur piyanosunu çalar, bestesini yapar, Tayyip Bey ticaretle uğraşır, siyasi parti kurmak, onca risk alıp ülkeyi yönetmekle uğraşmazdı. Burada mesele dünya görüşünü benimsetme sürecinde baskı, korkutma ve şiddet gibi jakobenist yöntemlere başvurulup vurulmadığı meselesidir ki temiz, pak bir demokratik seçimle gelmiş Sayın Erdoğan için bunlar söz konusu değildir. Say’a gelince, az önce sözünü ettiğim Rus yazarı hatırlamadan edemiyorum. Piyanoyu Nemrut’a çıkartmak, halka gitmek iyi de, bir de halkın müzik beğenilerine öfkeleneceğine, anlamaya çalışaydı.

Bana Ödül Vermek İçin Herhangi Bir Nedenleri Yoktu

Kendinizi laik muhafazakâr olarak tanımladığınız için soruyorum, Cumhurbaşkanımızın “Ya laik olacaksın, ya Müslüman” sözünden alınmıyor musunuz? Pek çok kişi Sayın Erdoğan’ın kendilerine ayar veren sözlerinden rahatsız olduklarını ifade ederlerken siz ne hissediyorsunuz?

Teker teker cevaplayayım. “Ya laik olacaksın, ya Müslüman” sözünden alınmıyorum, çünkü bu bir vakıadır. Özel alanımda Müslüman, kamusal alanda laik olabilirim ve öyleyim. Burada olsa olsa, Sayın Erdoğan’la aramızda kodlama anlaşmazlığı olur ki bunu da doğal karşılarım. Kendileri de doğal karşılıyor olmalılar ki onca çıkıntılığıma karşın Büyük Edebiyat Ödülü ile onurlandırdılar. Komisyonun önerisini reddebilirdi, ruhum bile duymazdı. Mamafih, duysam ne olurdu, Sayın Cumhurbaşkanı’nın beni hoş tutmaları için nasıl bir nedenleri olabilir? Öte yandan, devleti yönetenler şöyle dursun, insanın eşiyle bile istinasız her noktada buluşması, eksiksiz örtüşmesi mümkün değildir.