İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama – Nuray Mert

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama – Nuray Mert

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Nuray Mert

Nuray Mert

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama

Nuray Mert inandığı konuları tavizsiz savunan bir entelektüel. Kadın meselesine bakışında cinsiyete göre ayrımcılığı değil hakkaniyeti öne alıyor. Batılıların kadın sorunlarında kendi bakışlarını dayatmalarına karşı çıkıyor.

Ben diğer İslam ülkeleri ile Türkiye arasındaki farkın hukukun seküler sistem üzerine oturmasından ziyade tarihsel ve toplumsal tecrübenin daha değişik, daha demokratik olmasına bağlıyorum.

Türkiye’nin farkı, hukuki olarak modernleşme projesini çok daha eskiden hayata geçirmiş olmasının yanı sıra kadına yansıyan şekilde daha demokratik bir geleneği olması ve bunun yarattığı çeşitlilik, zenginlik ve daha özgür bir atmosferin hayata geçmiş olmasıdır. Bunda da Türkiye’nin resmî tarihi içerisinde çok partili hayata erken geçmesinin dahası çok partili bir siyasi sistemi yaşayan bir İslâm ülkesi olmasının etkisi var.

Modernleşme öncesinde de Osmanlı döneminde de İstanbul, İslâm dünyasının diğer ülkelerini oluşturan bölgelere göre, bugünkü tabirle daha liberal daha farklı sosyal pratiklerin yaşandığı bir yer olmuş. Yani cumhuriyet dönemi ve onun mirası, onun getirdikleri, onun başlattığı süreçler de çok önemli, ama  onun öncesine gittiğinizde toplumsal, tarihsel, coğrafi bir takım farklılıkları da tespit ediyoruz.

Türkiye’deki Kadın Sorunları

O noktada bunların hepsini bir araya getirdiğiniz de Türkiye’de yaşanan kadına ilişkin sorunların Batı’dakilere benzer sorunlar olduğunu, özellikle bir İslâm ülkesine mahsus sorunların daha az gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar da diğer İslâm ülkelerine benzer namus cinayeti, töre cinayeti diyebileceğimiz şeylerdir… Bu sorunların ise İslâm’la ilgisi yok, her ülkenin daha feodal geçmişe yakın kısımlarında rastlanabilecek sorunlar bunlar.

Çok uzaktan bakıldığında bunlar sanki İslâm ülkelerinin ortak sorunları gibi gözükebiliyor. Türkiye’de bunlar daha çok belli bölgelere mahsus sorunlar. Onun dışında kalan alanlarda şehirleşmenin çok daha gelişmiş olduğunu ve şehir hayatına mahsus problemlerin kadınlara yansıdığını görmekteyiz. Onun dışında İslâm coğrafyasının bir parçası olan bir ülke olarak bizde tersinden bir problem var. En ayırt edici olan özellik de başörtüsü sorunu. Bunun en büyük nedeni ise Türkiye’nin çok radikal bir seküler ve modern projeyi resmîleştirmiş cumhuriyet sürecini bunun üzerine oturtmuş olmasının yarattığı dine karşı alerjik yaklaşımı.

Modernleşme Projemiz Fazla Batıcı

Lâikliğin çok katı ve kısıtlı bir çerçeve içerisinde algılamasının gündelik hayata ve siyasi alana taşıdığı problemler var. Dine ilişkin, dinsel sembollere ilişkin, pratiklere ilişkin başka sorunlarda sözkonusu. Bu pratiklerin içerisinde en göze çarpanı sadece kadınları ilgilendiren başörtüsü etrafında yoğunlaşıyor. Bu da tesadüfî değil. Çünkü en açık, gözle görülebilir dinî sembol, başörtüsü. Dolayısıyla bütün bu bahsettiğimiz, dine karşı, alerjik veya antipatik veya kuşkucu diyebileceğimiz bakışlar, bunların toplamından oluşuyor. Diğer taraftan işte bizim lâikleşme, modernleşme projemizin fazlasıyla Batıcı, fazlasıyla Batılı sembollerle sınırlanmış.

İlkesel düzeyden ziyade şekil faktörünün öne çıkmış olmasının açılımı bu. Öncelikle kadınları ilgilendiren çok görünür bir sembol, başörtüsü, üzerinden olan tartışmalar Türkiye’yi farklı bir konuma sokuyor. Türkiye genel özgürlükler açısından veya kadının sosyal hayattaki özgürlükleri açısından, hukukî ve pratik açıdan da diğerlerinden oldukça farklı bir tablo sergiliyor. Ama kısıtlamalar açısından da diğer İslâm ülkelerinde hiç görmeye alışık olmadığımız, hatta söz konusu bile olamayacak, kendine özgü nedenlerle böyle bir çok radikal farklılık gösteriyor.

İslam Dünyasının Mirası

İslâm ülkesinden neyin kastedildiği çok tartışma konusu edilen bir şey. İslâm’ın resmen tanınmış din olması açısından değil tabii ki. Burada tartışılacak hiçbir taraf yok. Anayasamız ortada, siyasî sistemin çerçevesi ortada. Bu değil ama onun dışında kültürel olarak tanımladığımız zaman Türkiye tabii ki bir İslâm ülkesi.

Siyasî çerçevede sıklıkla “Rejime yönelik bir referans var mı?” sorusu kafaları karıştırdığı için belki bu tartışma çıkıyor. Ama nerede kullandığınıza bağlı bu terimi. Kültürel veya tarihsel bir şeyden bahsediyorsanız ki mutlaka bundan bahsetmeniz lâzım, bir noktada, bu tür tasniflerle bakılan çerçevelerde o zaman Türkiye tabii Müslüman bir ülkedir. Ayrıca bir İslâm ülkesi veya İslâm coğrafyasının bir parçası, demeyi ben tercih ediyorum. Müslüman dünyanın parçası demeyi tercih ediyorum çünkü nüfusunun çoğunluğu Müslüman. Bunlar nasıl Müslüman? Kendini nasıl tanımlar? Ne kadar dindardır? Ne yapar bunlar? Bu tür tanımlar da çok önemli şeyler değil. Her ülkenin kendine özgü farklılıkları var. Ayrıca toplumun içerisinde de farklılıklar var. Türkiye’de bu farklılıklar çok daha da fazla. Her bakımdan çeşitlilik dindarlık açısından da söz konusu… Ama en azından kağıt üzerinde de olsa çoğunluk Müslüman. Ondan daha önemlisi bir de içinden geldiği tarihsel süreç, tarihî miras, kültürel miras… Hepsi aslında İslâm dünyasının mirası. Daha da önemlisi aslında Türkiye, bu İslâm dünyasının merkezi olan imparatorluğun devamı.

İmparatorluğun devamı olan irili ufaklı bir sürü ülke var. Ama Türkiye bunların merkezinde, o mirasın merkezini devralmış bir ülke. Dolayısıyla bu anlamda tabii bir İslâm ülkesi.

Laik Kesim Bloğundan Söz Edemeyiz…

Ben blok halinde lâik kesim denmesinden yana değilim çünkü lâik kesim dediğimiz kesim de çok farklı çevrelerden oluşuyor ve oluşmak durumunda. Değerlendirmemizi lâik veya Müslüman kesimden ziyade belki daha ziyade eğitime, şehirleşmeye göre yapmamız, bu çerçeve içerisinde düşünmemiz gerekir. Şu denilebilir: Lâik kesimler daha ziyade şehirli ve daha eğitimli, daha modern çevrelerden oluşuyor. Bu kısmen doğru ama onun dışında, İslâmî kesimin de artık şehirli daha modern ve daha eğitimli olduğunu görüyoruz. İslâmî kesimden 1950’lerde bahsediyor olsaydık belki daha kırsal kesimi kastediyor olabilirdik ama bugün artık İslâmî kesim dediğimiz kesime, dindar veya muhafazakâr diyebilirsiniz. O kesimlerin içerisinde de ayrışmalar var ve dolayısıyla ister istemez lâik kesim ve Müslüman kesimin kadına bakışı yerine genel bir bakış oluşturmalıyız.

Karşılıklı Önyargılar Var

Lâik kesimin kadınlarında ve erkeklerinde dahası büyük bir çoğunluğunda, Müslüman kesimin kadınlarına yani başörtülülere farklı bir bakış var. Muhafazakâr kesimden geldikleri belli ise bir şekilde onlara bakışlarında çok ciddi bir ayırt edici taraf var. Belki asıl konuşulması gereken de o.

Bir kadın eğer örtülüyse onun asla yeterince eğitilmiş olmadığı, yeterince özgür olmadığı gibi bir takım önyargılar var. Bunun tersi Müslüman kesim için geçerli midir? Muhafazakâr kesimlerin kapalı hayat tarzında yaşayanları için bu söz konusu olabilir. Onların modern kadına bakışı biraz farklı olabilir. Bunlar Müslümanlıkla temellendirilen şeyler değil. Gerçi artık Türkiye gibi bir ülkede Müslüman’ın veya modernin kadına bakışı şöyle diye tasnif etmek mümkün değil. Konu politik bir hâl aldığında kendine lâikçi diyen kesimin çoğunluğunun, diğer kesimin kendisiyle aynı hayatı yaşayan, benzer bir düzeyde eğitilmiş olan ve sosyal hayata katılan kadına bir takım önyargılarla bakması söz konusu. Bu dikkat çeken bir şey.

Cinsiyetten Ziyade Hakkaniyet Sorunu

Ben sosyal problemlerin temellerinde cinsiyet farklılıklarının sosyal izdüşümlerini değil bunların içerisindeki eşit olmayan ilişkileri, hakkaniyet sorunlarını irdelerim.

Ben sosyal problemlerin en çok yoğunlaştığı alanın cinsiyet ayrımları olduğunu düşünen birisi değilim dolayısıyla da kadın meselesi denilince de daha ziyade bahsettiğimiz kadının nasıl bir ortamın kadını olduğuyla ilgilenirim. Yani hangi sınıftan bir kadın, ne derece ekonomik özürlüklerine veya sosyal özgürlüklerine, kültürel özgürlüklerine sahip. Daha doğrusu ben mağdur ve mahrum olan kadınların sorunlarıyla ilgilenirim.

İşsizlikten, ekonomik eşitsizliklerden bahsediyorsak bunların o kesimin erkeklerinden daha fazla kadınlara yansıdığını inkâr edemeyiz. Çünkü daha ziyade ailenin yükü kadınların üzerine birikmiştir. Erkek bir sorumluluk alma durumunda hissetmiyorsa kendini, o durumda yükün fazlasını kadınlar alıyor sırtına.

Onun dışında tabii yine kültürel şeyler de var. Kadının değerlendirilmesi toplumun içinde bulunulan yerine göre değişiyor. O zaman kadınların sorunlarının yoğunlaştığını görebiliriz. Peki Türkiye’de bu sorunlar var mıdır? Vardır ve bu inkar edilecek bir şey değil. Ama onun dışında ben kadına ilişkin sorunların tamamıyla kültürel, sınıfsal, bölgesel, her şeyi kesen ve bütün kadınları bir tarafta toplayıp işte bir kadın sorunu var denebilecek sorunlar olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bunlar dikkate alınmadan kadın sorunlarını çözmeye kalkışmayı da uygun bulmuyorum. Yani politik bir mesele, bir sosyal teşhis ve değerlendirme sorunu olarak görüyorum.

İslamın Suçlanması Problemli

Bütün dünyada son zamanlarda, özellikle son 4-5 yılda yoğunlaşan  İslâm dünyasının bir sorunlar yumağı olduğuna ilişkin bir politik, kültürel atmosfer oluşmakta. Bunun parçası olarak da kadın sorunu biraz daha o çerçeve içerisinde değerlendirilmekte.

Bu başlık altında kadın sorununun değerlendirilmesini de siyasal olarak problemli buluyorum. Çünkü hem bu çok dışarıdan bir bakış hem de İslâm dünyası içerisindeki farklılıkları hiç dikkate almayan daha bir yaklaşım türü. İkinci bir yanlış da genelde her toplumda yaşanabilecek sorunları İslâm dünyasına mahsusmuş gibi yorumlamaktır. Hatta dinle hiç alakası olmayan sorunların bile İslâm’ın sorunuymuş gibi gösterilmesi de çok yanlış. Böyle yanlış bir kodlama gibi bir zaafla malul bu yaklaşımlar.

Bize Özgü Sorun; Laiklik Konusu

Türkiye’de feminist akımların yükselmesi 80’lerden sonra fazlasıyla arttı. Kadın ve erkeğin hayatlarının başka boyutlarını dikkate almayan, sadece kadına yaklaşımı uygun gören, tekilci bir yaklaşım içinde sürdürülen akıl yürütmeler olduğunu görüyorum ve bu durumu oldukça problemli buluyorum. Diğer taraftan da yine bu çevrenin Batı’nın Türkiye’ye baktığında gördüğünü söylediği gibi, pek çok sorunun arasında her şeyi geçip sorunları sadece İslâm başlığı altına sıkıştırmasının yarattığı sorunlar olduğunu düşünüyorum.

Bunun dışında her toplumda olduğu gibi Türkiye’nin de tabii bir sürü sorunu var. Bir kısmı kadının etrafında yoğunlaşan bir kısmı da ondan bağımsız sorunlar bunlar. Ama daha somut şeylerden bahsetmek zorundayız. Güneydoğudaki sorunlardan bahsediyor olursak bunlar, ekonomik olabilir, kültürel olabilir, başka türlü mağduriyetler olabilir ve kadın etrafında olabilir. Yoksa çok genel manada ben Türkiye’nin kadın sorunu, diye bir şeyden bahsedilemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’ye özgü tek kadın sorunu da lâiklik konusu. Bunun dışındaki sorunları  yok saymıyorum, ama bu tür sorunların diğer ülkelerde de benzerlerinin olduğunu söylüyorum.

Batılı Gözlüğü Sorunları Çarpıtıyor

Fakat modern gözlükle veya Batılı gözle baktığınızda onların alışkanlıklarının dışındaki her şeyin problem olarak algılaması gibi bir durum var. Tabii bu şu demek değil: Doğu toplumlarında her şey dört dörtlük, hiçbir sorun yok ve aslında sorun batı da. Elbette ki Doğu’da her şey güllük gülistanlık değil. Ama bunun bir orta noktası olması  lâzım. Bu nokta kaçmış vaziyette. Çünkü genel olarak Batı’nın muazzam bir özgüveni var ve kendileri dışındaki toplumlarda yaşanan her şeyi sorun olarak görüyorlar, o şey sorun olsun olmasın… Batı’nın böyle bir alışkanlığı var. Ben biraz da kadın sorununun bu yaklaşıma kurban gittiğini düşünüyorum. Yani kadın sorununa bu şekilde yaklaşmak da bize fayda sağlamıyor tam tersine zaman zaman engel bile oluyor çünkü bazı problemleri teşhis edemememize sebep oluyor. Yani problem olanla problem olmayanı karıştırtıyor.

İki Kesim De Marjinalleşiyor

Kadın haklarını aile ile bağdaştırmak zorunda değiliz. Sanki kadının sorunları sadece aileyle ilgili oluyor ve özgürlüklerini mutlaka aileler kısıtlıyormuş gibi bir imaj çizilmesi yanlış. Kadının özgürlüğünü kısıtlayanlar muhafazakâr ailelermiş gibi görülüyor. Aileyle barışık olmayan bir bakış açısı var. İnsanın hayatının bu yönünü görmezden gelmeye yatkın bir yaklaşım var.

Muhafazakâr kesimde de ailenin zedeleneceğine dair bir korku var. Onlar ise ideal bir aile tablosu çiziyorlar ve bunun bozulmaması için uğraşıyorlar. Dolayısıyla kadına ilişkin herhangi bir şeyden her bahsettiğinizde bu tedirginlik gündeme geliyor. Bu tedirginlik gündeme geldiği andan itibaren de serinkanlılıkla herhangi bir değerlendirme yapmanız mümkün olmuyor. Bu kesimin de aynı fikirleri paylaşmasalar dahi kadının iyiliği için bir şekilde uzlaşmaya çalışmaları  lâzım. Çünkü bu iki bakışında gerçeklikle de alakası yok ve bu konulara ufuk açacak yaklaşımlar olmadıkları çok belli.

Feminist kesimin kadın özgürlüklerinde çok ısrarlı olmak yönündeki yaklaşımları ister istemez marjinal bir yaklaşım olarak kalıyor ve bazen de bu ısrarları dolayısıyla feministler haksızlığa da uğruyor. Onların da içinde yaşadıkları ortamı inkâr etme gibi bir durumları var. Aileyi, özgürlükleri kısıtladığı düşüncesiyle, olumsuz görmeleri onların da olumsuz tepkiler almalarına neden oluyor. Onları biraz toplumdan uzaklaştırıyor veya seçkin, kısıtlı,  liberal bir çevreye mahkum ediyor.

Diğer taraftan muhafazakar kesimlerde de içinde yaşadığı hayatı inkâr etmeyi tercih eden bir yaklaşım var. Asıl toplumu biz temsil ediyoruz deseler de diğer kesim kadar marjinalleşiyorlar. Çünkü içinde yaşanılan toplumun sorunlarını çözmek için eleştirel yaklaşmayı ayak uydurmak gibi görüyorlar. Benim o kesim açısından gördüğüm en büyük eksiklik içinde yaşadıkları dönemi ve de o dönemin gerçeği ve sorunun ne olduğunu teşhis etme konusunda bile isteksiz olmalarıdır. Hayallerinin yıkılmaması adına diyebilirim ki ideal kadın ve ideal aile hayali doğru tasavvur edilmeli. Bu tasavvurun kadını daha çok marjinalleştirdiğini ve iki tarafın da konuşması, tartışması, değerlendirmesi gereken bir alan olduğunu görmeleri gerekir. Yoksa bu iki yaklaşım da içine kapanacaktır.

Başörtüsü De Özgürleşme Talebidir

Başörtüsü veya kadınların kapanma talebinin rahatlıkla kendi özgür seçimleri olduğunu söyleyebilirim. Bir takım kadınlar kendi özgür seçimleri doğrultusunda kapandıklarını, kapanmak istediklerini ve hayatın her alanına kapalı bir şekilde katılmak istediklerini söylüyorlarsa bu onların özgürleşme talepleridir diye düşünüyorum.

Çünkü kafamda ideal özgürlük tabloları yok. Yani bir kadını ancak açık olma özgürleştirir diye düşünmüyorum. Tam tersine birisi çıkıp kadının kendini teşhir etmesinin özgürlüğün önündeki en büyük engellerden bir tanesi olduğunu söyleyebilir. Bazıları çıkıp, örtünmenin kadını özgürleştirdiğini söyleyebilirler. Bu da kendi içerisinde son derece tutarlı bir özgürleşme yaklaşımıdır. Bazıları da hayır açılıp saçılmanın özgürleşme olduğunu iddia ediyor olabilirler. Dolayısıyla da kadının özgürleşmesinde belli bir kural yok. Ya da olmazsa olmaz yok. Yani kadın kendini nasıl özgür hissediyorsa kadının özgürlüğü odur.

Örtünme Karşıtları Baskıcı

Feminist kadınların bir projeleri var. Bu projenin dışındakileri ellerinin tersiyle itmeleri doğru değil. Halbuki  bildiğim kadarıyla örtünen kadınlar başka kadınların örtünmeleriyle ilgili bir talepte bulunmuyorlar. Asıl özgürleşmenin böyle olduğu yönünde baskıcı bir tutum içinde bulunmuyorlar. Türkiye’de garip olan, bir kadının özgürlüğünü açılma şeklinde tarif eden tarafların bunu baskıcı bir şekilde yapmaya çalışmaları. Baskın görüş Türkiye’de kadın ne kadar açılırsa o kadar özgür olur, yönünde. Yoksa onun ötesinde bir kavramasallaştırabilecek, temellendirilecek bir özgürlük yaklaşımına dayanmıyor. Ama hakim olan, en azından kültürel manada öne çıkan sesi daha çok duyulan özgürlük tanımı bu.

Türkiye’de problem önyargılı olmaktan kaynaklanıyor. Kendini Batılı veya feminist diye nitelendirenlerin biraz daha az peşin hükümlü olmaları sorunu halledecektir kanısındayım.

Tanımayı Reddetme İnadı Var

Şimdi Batılı, lâik ve modern bir kadın tasavvuru olanların başörtülü kadınların hayatlarına karşı tavır almalarının yanında kendi özgürlüklerinin tehdit edildiği gibi bir kaygıları da vardır ve bu tedirginlikten bahsediliyor.

Aslında bütün toplumların özellikle modernleşmiş Müslüman toplumların zaman zaman duyduğu bir kaygıdır bu. Çok radikal İslâmcı akımların belli zamanlarda belli ülkelerde ortaya çıkması ve pratikleri dolayısıyla, bunu o ülkelerde bir miktar makul görebiliriz.

Son örnek olarak Taliban ve burka gündeme getirilir. Şimdi burada bir kere tarihsel ve toplumsal olarak farklılıklar var. Çok dar bir vadiden bakıyoruz. Orada Taliban var ve onlar da Müslüman. Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Türkiye arasında muazzam farklar var. İran bile Taliban’ınkine benzemez. Çünkü İran çok gelişmiş bir ülkedir. Bir çok bakımdan hatta modernleşme açısından bile belki Türkiye’yle paralellikler kurulabilir. Ama buna rağmen İran devrimi esnasında İran’ı da çok tartıştık. Böyle bir toplumsal dönüşüm açısından baktığınızda Türkiye’ye benzer bir ülke değil. Türkiye bunlardan tarihsel olarak ve toplumsal, kültürel olarak çok farklı. Bu tür şeylerin olması hemen hemen imkansız. Çünkü böyle bir şey isteyen bir topluluk yok burada. Yani buna en dindar diyeceğiniz insanlar dahil.

İkincisi Türkiye’nin anayasasıyla garantilenmiş bir takım şeyler var. Dinin, hayatın içerisinde nasıl, ne kadar yer alabileceği konusunda sınırlar konulmuş. Dolayısıyla bu öyle çok kolay olabilecek bir şey değil. Herhalde bu tür tedirginlikleri duymak için çok dar bir bakışlı olup ve de böyle bir iki tane video veya televizyon filmi seyrederek; Taliban, burka, İran vs. bunların arasındaki farkları görmeden kolay paniğe kapılıyorlar.

Üçüncüsü ve en önemlisi ise aslında birbirlerini tanımıyorlar. Türkiye’de bu korkutucu şeyi hayata geçirecek olanlar kimlerdir? Yani Türkiye’de dindar dediğimiz insanlarla biraz tanışıyor, konuşuyor olsalar aslında Türkiye’nin bir sorunu olmaz. Eğitimli, şehirde yaşayan ve sizin gibi olan bir başörtülü kadının sizden farklı olmadığını görürsünüz. Bu sebeple de telaşa kapılmazsınız.

Türkiye’de taşraya gitseniz, bütün kadınların kapatacak bir rejimin gelmesini isteyen de yoktur.  Türkiye’deki kuşku duyan kesimler bunu birazcık fark edebilse… Bu, kısmen haklı diyebileceğimiz, kuşkular da izole olur. Fakat benim görebildiğim kadarıyla böyle bir tanışmama, tanımama ve birebir direkt bir noktadan sonra da tanımayı istememe, bilmeyi reddetme gibi bir inat var.

Güçlü Bir Çığlık – Şebnem Ferah

Güçlü Bir Çığlık – Şebnem Ferah

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Şebnem Ferah

Şebnem Ferah

Güçlü Bir Çığlık

Bazen kısa, bazen uzun ama hep güçlü cümleler kurdu. Rock müziğinin zirvesinde kendi ayakları üzerinde durdu. “Talebiniz varsa mücadele etmek zorundasınız” diyen Şebnem Ferah ile mücadele ve kadın üzerine bir sohbet…

Klâsik bir tabir olacak ama küçük yaşlarda, doğal biçimde başladım müziğe. Evimizde müziğin önemli yeri vardı. Meselâ ablalarımın odalarına kapanıp sevdikleri albümleri dinlemeleri, onları için vazgeçilmez şeydi. Zamanla gördüm ki müziğe karşı yeteneğim var. İlkokulda mandolin kursuna gittim. Çeşitli müzik dersleri aldım. Sonraları iyi şarkı söylediğimi, insanların beni şarkı söylerken hoşnutlukla dinlediklerini fark ettim. Lisede önce okulun orkestrasında, ardından da çeşitli gruplarda şarkı söylemeye başladım. Gitar dersi almaya başlamıştım bu arada. Okul dışındaki zamanımı da müziğe ayırıyordum.

Kendime yakın hissettiğim arkadaşlarımdan bir topluluk oluşturmaya karar verdim. Zaten rock yapmak istiyorsanız ilk önce grup kurmalısınız. Grubun adı Volvox’tu. Türkiye’de o dönemlerde kızlardan oluşan bir topluluk neredeyse yoktu. Biz çok çalışarak, 1-2 yıl içerisinde sahneye çıkabilecek ve kendi üretimlerimizi hayata geçirebilecek, enstrümanlarımıza hâkim bir topluluk hâline geldik. Bu gurup çalışmalarını 6 yıl sürdürdü.

Üniversitede iyi bir öğrenciydim ancak ikinci yılın sonlarına doğru hayatımın odak noktası müzik oldu. Üniversitede işgal ettiğim yer için üzülüyordum. Mutluluğumun müzikte olduğu belli olmaya başlamıştı. Konuyu ailemle paylaştım. İstanbul’a gidip, müzik çalışmalarıma grubumla devam etmek istiyordum. Ne kadar çağdaş fikirli, çocuklarını özgüvenle yetiştiren bir aile de olsa kimse çocuğunun üniversiteyi durduk yerde bırakmasını ve geleceği belirsiz bir alana yoğunlaşmasını kabul etmez. Fakat onlarda ciddî güven oluşturmuş olmalıyım ki, kararıma saygı duydular. Müzik çalışmalarına ağırlık vermek üzere İstanbul’a döndüm. Burada, ne olur ne olmaz diye İngiliz Dili ve Edebiyatı’na kaydoldum. Artık sadece müzikle uğraşacaktım.

Rock müziğin kulüplerde biraz daha popüler olmaya başladığı bir dönemdi. Ağabeylerimiz, DJ’lerimiz, müzik gruplarımız ya da müzisyenlerimiz vardı. Üretim de vardı fakat bir rock grubunun çalışmalarını sergileyebileceği bir ortam yoktu. Çok çalıştık, çeşitli kulüplerde çalmaya başladık ve kızlardan oluşan bir grup olmamıza rağmen işimizi iyi yaptığımızdan, zaman içerisinde kabul edilebilir olduk.

İlk Albüm: Kadın

Şarkı söylediğim zaman dünyanın en mutlu insanı oluyor, mutluluğumu insanlarla paylaşmak ihtiyacı duyuyordum. Çok çalışıyordum, müziğe çok vakit ayırıyordum. Nihayetinde 1996 yılının sonlarına doğru ilk albümüm olan “Kadın” çıktı. Neden kadın, neyi vurgulamak istiyorum? Bu gibi sorularla çok karşılaştım. Dürüst olmam gerekirse; henüz çocuk yaşlarda sadece kızlardan oluşan bir grup kurmak veya ilk albümün isminin ‘Kadın’ olması, birincil olarak illâ erkek egemen müzik dünyasında kadın olarak var olmayı ve bunun altını çizmeyi gerektirmiyordu.

Müzikal her tavrımın altında müziğe olan aşkım yatıyor. Diğer her şey ikinci, üçüncü, dördüncü sırada. O dönemlerde bu yanlış anlaşılmıştı. Şarkıyı kendim için yazdığım düşünülmüştü. Bugün şarkıyı yeniden yazacak olsam başka cümlelerle yazardım. Şarkının şöyle bir hikâyesi var: Gazetelerin 3. sayfasında her gün kötü kötü haberler görürüz. Bu şarkı, bu haberlerin bir tanesinden çok etkilenip yazdığım bir şarkıydı. Kadın bebek bekliyordu ve hayatına son vermeyi kararlaştırmıştı. Onun hikâyesini anlatmaya çalıştım. Düşünün, kendisini ne kadar yalnız ve çaresiz hissetmiş olmalı ki yaşadıkları yüzünden hayatını sonlandırmayı düşünüyor. Bu nedenle şarkıda “bebeğimden önce” gibi sözler geçiyor.

Rock’ta Ayakta Kalmak

Rock sadece Türkiye’de değil, dünyada da erkeklerin egemen olduğu bir müzik türüdür. Dünyada sadece kadınlardan oluşan rock topluluklarının sayısı çok azdır. Bu erkek egemen dünyada ayaklarımın üstünde durabileceğim, kendimi ifade edebileceğim bir yer edinebildiğim için kendimi iyi hissediyorum, mutlu hissediyorum.

“Feminizme Gelince…”

Eğer feminizm kadınların erkeklerden daha az haklara sahip değil, eşit olduğunu savunmak demekse evet ben bir feministim. Bırakın erkek ve kadın arasındaki eşitsizliği herhangi bir insanın diğerinden daha ayrıcalıklı olması fikri bile beni rahatsız ediyor.

Talep Etmek Zorundasın

Önünüzde görünen veya görünmeyen engeller olabilir. Fakat istikrarlıysanız önünde sonunda hedefinize ulaşırsınız. Bazen yerleşik bir takım zorluklarla mücadele etmek zorunda kalabiliyorsunuz ve elbette ki farklılıklar oluyor. Fakat daha eleştirel yaklaşacaklarım böyle bakanlar değil, kadınlardır. Çünkü talep etmek zorundasınız. Yapabildiğinizi göstermek zorundasınız. Bu biraz daha zor.

Önceden sizin için hazırlanmış bir metod veya yol olmayabilir. Bunu, sizin bir kadın olarak talep etmekten başka şansınız yok. Keşke, kadının da erkeğin de eşit olarak algılandığı koşullar içerisinde yaşıyor olsaydık. Hâl böyle değilse ve sizin talebiniz varsa mücadele etmek zorundasınız.

Türkiye’li Olduğum Kadar Dünyalıyım

Söz konusu olan müzik olduğunda Doğu ile Batı, diğer konularda olduğu kadar birbirinden uzak değildir. Kendimi Doğu’nun en sağ noktasına mı yoksa Batı’nın en sol noktasına mı koyduğumun gerçekten önemi yok. Fakat eğer Doğu’yu daha tutucu, Batı’yı ise biraz daha açık fikirli biçiminde değerlendiriyorsak elbette Batı’ya daha yakınım. Ben bir müzisyenim. Müzik söz konusu olduğunda Doğu ve Batı’yı sadece birer isim olarak görürüm. Onlar, başka konularda karşılaşacağınız kadar belirleyici uzaklıklar değil.

Harita üzerinde gördüğümüz sınırlar, insanların eliyle çizilmiş sınırlar. Türkiyeli olduğum kadar dünyalı olduğumu da düşünüyorum. Bu konuda ne bir kompleksim ne de nerede olduğumu unutacak tavrım var. Her ikisini de bir arada, kendi bünyemde huzur içerisinde yaşatabildiğimi düşünüyorum.

Evlilik Kaçış Olmamalı

Bütün gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de bir takım hakların mükemmel derecede işliyor olmasını arzu ederdim. Müziğin sadece bir eğlence değil, aynı zamanda hayatımızda ekmek ve su kadar ihtiyaç duyulan bir gerçek olmasını çok arzu ederdim. Gerçekçi olmak gerekirse büyük ekonomik zorluk içerisinde yaşıyoruz. Ülkemiz sadece İstanbul, İzmir ve Ankara’dan ibaret değil. Herkes “Bugün de şu albümü alayım, dinleyim ve hayatım güzelleşsin!” diyemiyor. İnsanlar çocuklarının eğitimin, evlerine götürecekleri ekmek derdinde. Bu konularda, yıllar geçtikçe ileriye gitmiş olduğumuzu görebilseydim çok mutlu olurdum.

Daha huzurlu bir hayatı tercih ederdim. Eğitimin çok daha üst düzeyde olmasını arzu ederdim. Türkiye’nin çok büyük bir kısmı, kız çocuklarını hâlâ belli bir yaşa geldikten sonra hayatlarını kurtaracak bir koca bulmak gayesiyle yetiştiriyor. Bunun yerine kız çocuklarının alması gereken bütün eğitimi aldığı, kendi ayakları üzerinde durabildiği, kendi istediği, kendi sevdiği için bir aile kurabildiği, evliliği bir kurtuluş ve bir kaçış olarak görmediği bir Türkiye isterdim.

Eril, Dişil Ve Yiğit – Alev Alatlı

Eril, Dişil Ve Yiğit – Alev Alatlı

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Eril, Dişil Ve Yiğit

“Batı feminizmine karşı değilim. Kendi bilecekleri iş.. Sorumluluk almadan, üzerine ‘eşitlik’ battaniyesi çekemezsin! Hayat ‘yiğit’ tanımı üzerine kurulur. Kadının da vardır yiğidi… “

İşin başından beri kadının ayrı bir faktör olarak ele alınmasını yadırgayan biriyim. Bana öyle geliyor ki, dünyanın neresinde olursa olsun kadın yaşadığı kültürün ayrılmaz bir parçası. Şimdi hâl bu iken özel kadın odaklı teoriler bana her zaman bir taraftan aksar gibi geliyor. Belki bir nedeni de kadın olarak, sırf kadın olduğumdan başka bir kültürün kadını ile otomatik olarak işbirliği yapabileceğim veya bir anlayış geliştirebileceğim gibi bir tablo çıkıyor ortaya. Böyle bir ima var. Yani dünyanın kadınları diye bir şey yok. Biz hangi kültürdensek o kültürün yarattığı bir kadın tipi var. O yüzden uluslararası kadın dayanışması filan bana hep sakat yani iniş çıkış gibi gelmiştir. Çünkü dünya kadının ortak tarafı varsa o da çocuk doğurmasıdır. Ve hep söylediğim bir şey var. Meselâ Madam Merkel’i, Sudanlı bir çocuğa sütannelik yaptığı zaman kadın olarak görebiliyorum. Onun dışında görmüyorum. Yani ortak noktamız doğuruyor olmak, süt veriyor olmak. Şimdi bu temel ortak nokta işlemediği sürece geri kalan bana biraz moda akımı gibi geliyor. Bunun altında yine Batı çıkışlı bir feminizm olduğunu düşünüyorum.

Batı çıkışlı feminist hareket, “Batı’dan çıkan her şey doğrudur.” diye kendi tırnak içindeki biçimini yaratıyor sanki. Dolayısıyla bakıyorsunuz herkes yeni bilim sahası bulmuş gibi üstüne gidiyor. Bana sorarsanız bütün bunlara gerek yok. Kendi toplumumuz içinde abartmadan, kabartmadan genellemeler yapmadan, dört bir tarafı bulaştırmadan kendi ailelerimizin içindeki duruma, kendi toplumumuzdaki durumun içindeki duruma bakalım. Kadına baktığımız zaman erkeği görmemek mümkün değil. Erkeğe baktığımız zaman kadını görmemek mümkün değil. Bunu bir holistik, bir bütünlük içinde ele alıp gözlemleyelim.

Eril-Dişil Dengesi

Bunları söylerken kadın hareketinin ve feminist teorinin kadın sorunlarının  çözümüne faydasını yok saymıyorum. Çocukları biçimlendiren eril veya dişil öğe saptanmasında yarar var. Şöyle ki; kadın egemen toplumlarda erkek çocukların bilinerek veya bilinmeyerek kadınsı yetiştirildiğini gözlemledim. Kadınsıdan kastım daha çabuk yorulan, fiziğini geliştirmeyen, kendi başına kalmayı beceremeyen, bireyselleşemeyen. “Ben bir yumurta bile kıramam.” lafının neredeyse bir erdem gibi algılandığını görüyorum. Eğer bireysellik önemliyse eril ve dişil faktörleri dengede tutmak gerekir. Eğer bunların üzerine gider de buradan bir takım ip uçları bulabilirsek eğitim sistemimizde bunun önemli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye Anaerkildir

Benim gözlemlerime göre, ayrıca bunu bir tez olarak ileri sürüyorum, Türk toplumu yaygın inancın ya da yaygın söylemin tersine ataerkil değildir. Tersine, bizim toplumumuz anaerkil bir toplumdur ve bugün de böyle. Niye bu yaygın inanç doğdu diye baktığımda kadın-erkek ilişkisini karı-koca ilişkisi gibi, sevgili ilişkisi gibi görüyorlar; yani birebir ilişki gibi. Oysa kadın-erkek ilişkisi ayrı anne-oğul ilişkisi ayrı olmalıdır.

Anne-oğul ilişkisi olarak baktığınız zaman kimin hakimiyetinde olduğunu toplumda çok net görebilirsiniz. Türkiye’de annedir hakim olan ve bu annenin hakimiyeti oğlunun üzerinde bir ömür boyu sürer. Hiçbir gelin, hiçbir sevgili, hiçbir eş erkeğin annesinin otoritesini ne yok edebilir ne de bu otoritenin dışına çıkabilir. Bu arada kendi eşi üzerindeki otoritesinden bahsediyorum. Şimdi hâl böyleyken, kalkıp bir ataerkil toplumdan bahsedemeyiz.

Ataerkil bir toplumdan bahsettiğiniz zaman İngiltere gibi 14 yaşındaki çocuğunuzu denize gönderirsiniz. Bir daha hiç göremezsiniz. Çocuk evden, anneden kopar ve annesinden sonra ilişkiye girdiği kadınlarla olan münasebeti birebir ilişki hâline gelir. Hayatının ikinci kadını, eşi, sevgilisi her neyse onunla olan ilişkisi birebir bir ilişkidir. Bizim ülkemizde bu böyle olmaz. Bir kere çocuk kopmaz. Hiçbir zaman 14 yaşındaki çocuk kapının önüne bırakılmaz. Bu da yetmez, askere gider ve evine döner. 30 yaşındaki çocuğun arkasına annesi hâlâ havlu sokar, terledi diye. Peki annesinden sonra hayatına giren kadının rolü nedir? Dikkat edin yine annesidir. Orada bir ayırım başlar. Eş anne rolünü üstlenir. Ondan anne olması beklenir. Çocuk doğuran bir kadın eşinin annesinin yerini alır. Eğer teke tek ilişki varsa bu evlilik dışı ilişki şeklinde olur. Ama yine zincir Türkiye’de bozulmaz.

Töreyi Koruyan Kadın

Başka endikasyonları da var. Örneğin töre cinayetlerine bakın. Töre cinayetleri toplumun belli bir kesiminde geçerlidir. Güneydoğu kökenlidir bu cinayetler ama töre cinayetlerine bakarsanız, hiçbir annenin kızının önüne atladığını, onu koruduğunu göremezsiniz. Silahı oğluna veren annenin ta kendisidir. Kadın unsuru korur töreyi.

Töreyi koruyan eğer kadınsa, ki öyledi, kimse bana kadının ikinci sınıf olduğunu söyleyemez. Töreyi koruyorsunuz. Kraliçe sizsiniz. Şimdi hâl bu iken neyin ezilmesinden bahsediyorsunuz? İktidara bakmak  lâzım. Bizim toplumumuzda kadın kendi evinde kesinlikle iktidardır. O kadar ki evinin eşyasına karar vermesinden tutun, duvarların rengine, evin döşenmesine karar vermeye kadar her şey kadının işidir. Dahası 1923’ten itibaren yasal olarak, ondan evvel fiili olarak kadın bir de evinin dışındaki sahada egemen olmaya başlamıştır. Bakın, şimdi Türkiye’deki ilkokul öğretmenlerinin ezici çoğunluğu kadındır. Peki bu ne demek? Kadın unsurunu siz ilkokuldan itibaren zaten işin başına getiriyorsunuz. Ortaokul keza, lise keza… Üniversitede de Avrupa’yı solladığımızı biliyoruz. Bütün bunlar, kadın faktörünün toplumu şekillendirmede egemen olduğunu gösterir. Bunun dışında ezme ezilme vs. gibi iddialar, bana sorarsanız marjinal iddialardır.  

‘Siyasette Kadın’ Metropol Mitidir…

“Siyasette kadın niye olsun?” Benim buna cevabım bu olur. Bu başlı başına bir kriter olamaz; kriter yanlış. Öyle bir tablo konuyor ki ortaya, sanki kadının egemen olması için siyasette olması lâzım. Eğer siyasette değilse hâkim de değildir. Kim demiş bunu? İsteyen siyasete giriyor mu girmiyor mu, buna bakın. Bence giriyor. Ama birisi bir şeyi yapmak istemiyor diye onu suçlayamazsınız ve de aşağılayamazsınız.

Ben bu toplumda siyasete giren bir kadına kötü bakıldığını görmedim. Kim kocası istemediği için siyasete girmemiş? Bunun karşıtı doğru olabilir, kocasına siyasete girmeye izin vermeyen kadınlar olabilir. Kim bilir kaç tane erkek vardır karısı istemiyor diye siyasete giremeyen.  “Kadın siyasete girmiyor diye eziliyor.” diyorsunuz ama ben siyasete girmek istemiyorum. Belki siyasete girmek isteyen oluyordur. Böyle bir iddiada bulunanın bana kocası istemediği için siyasete girmeyen kadınların sayısına dair bir istatistik vermesi lâzım. Böyle bir istatistik yok. Bu bir metropol mitidir.

Sovyetler Birliği’ni hatırlatırım size, Bolşevik devrimini hatırlatırım. Kadın-erkek eşitliği, özgürlük vs. vs… Peki Presidium’da neden kadın yoktu? Siz bana onu söyleyin. Sovyetler Birliği’nde, koca toplumdan kaç tane kadın çıktı. Eski Sovyetler, yani Rusya da anaerkil bir toplumdur. Bunlar böyle Batılı bir sosyologun kendi kafasına göre bir hipotezden öteye gitmeyen, nesneyi döndürüp döndürüp veri gibi sunmasından ibaret.

Şiddet Nedir?

Şiddet her toplumda var. Bana en gelişmiş dedikleri Amerikan toplumundaki şiddetin ölçüsünü verin ben de size Türkiye’dekini vereyim. Neyle bağdaştırabiliyorsunuz ki bunu? Yani Türkiye Müslüman’dır diye mi dövüyor? Yok canım! Peki Babtist niye pataklıyor önüne geleni? Şiddet başka bir unsur, bunu karıştırmamak lâzım. Toplumun şiddet anlayışı farklı efendim, elinizde istatistikî veri yok.

Köyde konuştuğum kadınlardan birisi “Evet, suçum varsa vurur!” diyor. Böyle konuşan bir toplumun kriterlerinin farklı konması da lâzım. Şiddet nedir? Bunun karşılığını koymak lâzım. Son derece göreceli bir olay.  Meselâ; ‘Ben bir İskandinav kadınıyım. Bana geçerken dokunursanız bağırırım, kıyameti koparırım. O yüzden benim kriterlerime göre bu şiddettir.’ Ama bu kriter o topluma mahsus, bize değil.

Töre cinayetlerinde de bu töreleri tutan zaten kadının kendisi. Yani kızının erken evlendirilmesini isteyen de, onun boşanmamasını isteyen de, kocasının hükmü altında olmak isteyen de kadın. Hâkimiyet onda. Benim sorguladığım şey, insanları tek tip bir şeye itmek için niye bu kadar debelenildiğidir. Aşağılayan biz değiliz. Aşağılayan, dışarıdan bakan.

Bugün ben de evli olsam, kocamdan dayak yesem karakola filan gitmem. Hiçbir kuvvet beni karakola götüremez. Bu sopadan hoşlanmamdan değil; kol kırılır yen içinde kalır. Benim itirazım, kendi yaşam biçimimizin bize bir türlü bırakılmamasınadır. Şiddet gibi bir takım kavramlar Batı kökenli tanımlara hapsediliyor ve bundan dolayı da dönüp dolaşıp biz suçlanıyoruz. Buna itiraz ediyorum.

Evlilik Yaşı Mesele Mi?

Ben dert nedir, onu anlamıyorum. 13 yaşında evlendirdiğiniz kızın kocası, yani oğlan zaten 14 yaşında. Kimin meselesini nasıl çözüyoruz?

İstatistik isterim efendim! Öyle söylemekle olmaz. Bulamayacağınıza eminim! Bugün 16 yaşında kim evlendiriliyor? Böyle meselelerin yaş ortalaması ile ilgisi yok! Hayat beklentisinin kısa olduğu dönemler insanlar daha erken evlendirilir, töreler de bunu devam ettirir. Bunlar zamanla aşılacak şeylerdir.

Benim genç kızlığımda, 18 yaşında nişanlısı olmayan kıza evde kalmış diye bakılırdı. Şimdi 42 yaşındaki kadın doğuruyor. Bunun doğurganlık yaşıyla da ilgisi var. Doğurmayı ne kadar zamana dek sürdürebilirsiniz? Bununla ilgisi var. Yani bunların uluslararası bir mesele olmadığı kanısındayım. Bunlar değişemez mi? Tabi değişecek, hayat zorluyor zaten. Eğer kadın 40 yaşında doğuracağını biliyorsa 15’inde doğurmaya gayret etmez. Görmüyor musunuz şu son 30 senede Türkiye’deki değişimi? Bunda sadece törelerin filan etkisi yok. Hayat şartları, gelir düzeyi, sağlık imkânları vs. Dolayısı ile bu toplumda toptan bir değişim olacaktır. 

Türk Erkeği Çok Yalnız!

Bu toplumun erkeği o kadar yalnız ki. İki tane annesi var: Birisi gerçek annesi, ikincisi annesi olmaya itilen eşi. Bu erkeğin eşi var mı zannediyorsunuz? Eşi yok, yaşadığı şeyleri, aşağılanmasını anlatacak kimsesi var mı? Yok! Bunu yapamaz, hiç bir şey anlatamaz. Hayat arkadaşı yok; birileri var ama hayat arkadaşı yok.

Kadınların var mı? Erkeğin olmayınca tabii ki kadının da yok. Ama kadının en azından iktidarını sürdürdüğü çocukları var. Çocukları hep kollektif anneler büyütüyor. Anne yoksa teyze var, anneanne, babaanne vs. Bu nedenle kadın iktidar. Erkek ava çıkmak istese bile bunu çocuğuyla yapamaz. Töreyi devam ettiren dişil öğedir. Töreden kopup ufuklara yelken açan eril bir ilke var. Eğer bugün büyük denizaltılar, gemiler varsa bu eril öğenin çalışmasına izin verildiği içindir. Eğer bir keman virtüözü varsa bu eril öğeye izin verildiği içindir. Çünkü kadın hiçbir zaman çocuğunu 12 saat bırakıp içeride keman partisi yapmaz. Bunun için eril öğeye izin vermemiz gerekiyor.

Hadi Özgür Ol!

Bende özgürlüğün tek karşılığı var: O da bilgi. Bilgi özgürlüktür, onun dışındakinin palavra olduğunu düşünürüm. Eğitim deyince de spesifik olarak kız veya erkek diye ayırmıyorum. Kime erişebilirsek, kime götürebilirsek… Ben kadının ve erkeğin yani Türk insanının dünyayı doğru okuyacak şekilde donatılmasından yanayım. Aksi takdirde özgürleştireceğim derken köleleştirirsiniz. Hadi özgür ol efendim!

Ben şunu da görüyorum: Buraya gelen (yabancı) misafirlerden biliyorum, müthiş derecede önyargılı oluyorlar. Kendilerine benzemediğiniz sürece özgür olmadığınızı düşünüyorlar. Bunları ikna etmek de mümkün değil özgür olduğunuza. Çünkü şekillerden yola çıkıyorlar, yasalardan vs. vs… Hâlbuki öyle değil!  Bilgi varsa özgürlük vardır.

Tam İktidar! Yok Böyle Bir Şey

Bireyselliğe, bireyselleşmenin getirdiği boş vermişliğe karşıyım. Bireyselleşme kapitalizmin bir uzantısıdır; bir kere bunu kabul edelim. Bireyselleşme eşittir kapitalizm. Kapitalizmin bizi götürdüğü yol bellidir.  Çok dip bir yerden alıyorum işi. Aşırı üretim ve tüketim… Bu gezegen bunu kaldıramaz. Kapalı sistemdir ve bunu çökertiyorsunuz. Bireyselleşmenin bu çökmeyle birebir ilişkisi vardır. Bu, benden sonra tufan haline gelir ve yıkıma götürür.

İnsanlar benden sonra tufan dedikleri zaman, bunun sonucu ozon tabakasının delinmesinden, çevrenin kirliliğine kadar gider. Şimdi hâl böyleyken bireyselleşelim mi, bireyselleşmeyelim mi, nereye kadar bireyselleşelim? Kime bırakacağız dünyayı? Tek sahibi biz miyiz? Eşrefi mahlukat, eşrefi mahlukat olmayı ne kadar sürdürebilecektir? Eğer eşrefi mahlukat olmayı sürdürebileceksek bütün canlılardan sorumlu muyuz? Sorumluyuz! Peki eşrefi mahlukat kavramının içselleştirilmesi için gerekli unsurlar nelerdir? Buna bir bakalım. Batılı anlamda bireyselleşme bunu yapabilir mi? Bence hayır, yapsaydı bugüne kadar yapardı.

Ben sorumluyum dediğiniz anda bireyselleşemezsiniz. Hem onu hem bunu isteyemezsiniz. Eğer sorumluysanız aile yerinde durmak zorundadır. En yakınınız ailedir, aşirettir, vesairedir… Bunlar yaygınlaşarak  gider. Türkiye her şeyi aynı anda istiyor. Bence kafa karışıklığının nedeni de o zaten. Her şeyi aynı anda istiyoruz. Hem bireyci olacağız hem toplumcu olacağız. Eee?! Hem özgür olacağız, hem eşimiz bize prenses gibi davranacak, yaa!..  hem içeride hem dışarıda iktidar… Yok böyle bir şey!

‘Eşitlik’ Battaniye Bir Kavram…

Eşitlikten kasıt nedir? Böyle bir battaniye kavram olamaz. Türkiye’de bütünde, her şeyden önce eğitim dağılımında büyük bir uçurum var. Bizim en büyük problemimiz bu. Bence bu eğitim dağılımındaki uçurum gelir dağılımındaki uçurumdan daha da kötü. Çünkü gelir dağılımını, transfer ödemeleriyle filan bir şekle sokabilirsiniz. Ama eğitim öyle değil, bir tarafta elifi görse mertek zannedecek 17 yaşındaki çocuk, öbür tarafta dünyanın birinci sınıf bilgisayar mühendisi…

Harvard’ın son yaptığı araştırmaya göre Türkiye, Amerika’ya birinci sınıf bilim adamı veren dördüncü ülke çıktı. İngiltere, Çin, Hindistan, Türkiye… Deliye döndü millet! Türkiye nereden çıktı, diye… Bizim şu anda Amerika’da çalışan 4500 birinci sınıf bilim adamımız var. Bir yandan bu haldesiniz öbür taraftan tam bir elif mertek hikâyesi. Durum çok vahim; çünkü eşitlenmeye çalışmak en az bir kuşak ister…

Ben kavgada yumruk aranmaz diyen biriyim. Yani bu karmaşa içinden kadınları çekip, “Bak kadınların hali daha kötü.” demek bana göre değil. Öncelikle bütüne bakmamız gerekir.

Erkek De Çile Çeker!

Evet ‘çile çekmek’ sözü daha çok kadınlar için kullanılır çünkü bence erkek daha nahiftir ve ‘çile çekiyorum’, demeyi kendine yediremez. Ayrıca şuna da dikkat ediyorum ki kapitalist düzene  geçtikten sonra bu ülkenin erkekleri çok horlanıyor. Ben de bu kanaatteyim.

Çok aşağılandı erkekler, çok horlandı, işi yok, gücü yok, eğitimi yok. Geliyor şehre, şehirler zaten rezil vaziyette. Bekâr odalarında kalıyor. Allah aşkına birisi bekâr odalarına baksın. Orada sürekli aşağılanıyorsunuz. 2. ve 5. sınıfsınız. En olmadık işleri yapmak zorundasınız. Yani Türk erkeğinin geldiği yere baksanıza… Şurada görün ne kadar sinmiş durumdadır. Ne olur bunu belirli katmanlarla karıştırmayalım, genele ve genelin altına bakın.

Feminizme Değil Öykünmeye Karşıyım

Batı feminizmine karşı değilim. Kendi bilecekleri iş, diye bakarım. Yani nasıl isterlerse öyle yapsınlar. Onlara öykünülmesine karşıyım. Temelsiz öykünmeye karşıyım, bu düşüncenin dayatılmasına karşıyım ve bunun getirdiği yıkıma da karşıyım!

Meselâ nasıl bir yıkım anlatayım: Görüyoruz, papaz hanımlardan, kardinal hanımlardan…  Meselâ İncil’in yeniden yorumlanması vs.  Bizde de çıktı!  “İsa kadındır” diyen Kürtler çıktı… Bir garipliktir gidiyor. Yani  bu abesle iştigale gülüyorum. Karşı olduğum bunun bir oyun hâline gelmesi.

Hayatı ‘Yiğid’ Ayakta Tutar

Uniseks meselesine gelince; yok kadına benzetilemeye çalışan erkekler, yok metroseksüellik, yok zırıl zırıl ağlayan erkekler, yok efendim silah taşıyamayan erkekler, şuradan şuraya yürüyemeyen erkekler vs. Bütün bu geçici modun müthiş tahripkâr bir şey olduğunu düşünüyorum.

Erkeği kadınlaştırmanın kimsenin işine yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü ben şu kadar dünya tarihi biliyorsam açıkça söyleyebilirim ki, hayat “yiğit” tanımı üzerine kurulur. Kadının da vardır yiğidi. Bu şekilde mükemmeliyete giden yolları kesiyorsunuz. Sabır, disiplin gibi kavramları yok ediyorsunuz.

Yiğit tanımı derken kast ettiğim, her an can verebilme fedakârlığı. Yiğit verir canı, başka kimse vermez. Bütün bunlar vatanın bireyselleşme hareketiyle çok paralel şeyler. Benden sonra tufan kopar, diyorsanız eğer, niye yiğit olup da bir başkası için canınızı feda edeceksiniz? Örnek açıktır. Şurada Irak meselesine bakın. Amerikalılar kimleri gönderdiler orada savaşsınlar diye? Yeşil kart karşılığı gariban “Hispanikler”i değil mi? Daha önce de bu yapılmıştı biliyorsunuz. I. Dünya Savaşı’nda “Gurkalar” filan savaşmıştı. Siz savaşı ihâle ediyorsunuz. Kime?  Kendi erkeğiniz kalmadığı için veya kendi erkeğinizi feda edemediğiniz için. Bencilliğe bakın! Eğer adamsanız gider kendi savaşınızı kendiniz yaparsınız. Oradan “Hispanikler”i bulup kendiniz için savaştırmazsınız.

Eğer savaşın doğru olduğuna inanıyorsunuz o zaman gereğini yerine getirecek, riskini göze alacaksınız. Nitekim asker millet olarak bilinmemizin nedeni budur. Geçmişte kadın erkek birlikte savaşmıştır her zaman. Eğer savaşa yabancılaşırsanız, savaşı başkasına ihâle ederseniz o zaman savaşmamanız için hiçbir neden kalmaz.

‘Çalıkuşu’ Cumhuriyet’ten Öncedir

Cumhuriyet’in ‘Batılı kadın projesi’ni soruyorsunuz. Bir kere cumhuriyet projesi lafının abartıldığını iddia ederim. “Çalıkuşu” cumhuriyetten öncedir. Çalıkuşu’nun ne işi var? Kız rüştiyelerini açan kimdir? Abdülhamit’in kendisidir. Dolayısı ile bu işlerin sevabını ve günahını 1923’le sınırlamak pek doğru değildir.

Batı projesiyse bile bu Tanzimat’ta başlamıştır. İkincisi, Batı projesi bir bütündür. Siz Yıldız Sarayı’na tiyatroyu koyarsanız bunun yanı başı da kadın projesidir zaten. Yani özel bir kadın projesi olmamıştır. Mümkün de değildir zaten. Ama kaçınılmazdır. Çünkü siz bütün kurumlarınızı değiştiriyorsunuz ve bunu bayağı uzun bir zaman yapıyorsunuz.

Bence sadece yasalar eksikti onu da biri verdi. Yani bunu Atatürk’e borçluyuz demek veya onu suçlamak yanlış. Atatürk birçok şeyde olduğu gibi ileriyi gören bir adam ve o kesme noktasını yapıyor. Atatürk zamanını, dünyayı iyi okuyan biriydi. Ama toplum bu kadar hazır olmasa idi bir şey yapamazdı.

Atatürk bu işin ne sevabını ne günahını üstlenecek birisi değildir. Zaten Atatürk’ün çevresindeki kadınların varlığı başlı başına bunu söylüyor. Latife Hanım’ın eğitimine bakın, o da mı Atatürk’e borçlu? Yani işin aslı öyle değil. Orada  bugün olduğu gibi Batı’ya daha yakın -hatta belki bugün olduğundan daha yakın- seçkin bir sınıf var: Çocukları yabancı diller bilen, piyano dersi alan vs. Bu elit sınıf, Cumhuriyet’ten sonra Atatürk’e yamandı. İşin savaşında yoktular ama ne zaman ki balo düzenlendi baloya koşturdular.

Batı tipi modern kadın biraz da dayatıldı. Millî eğitim dayatır zaten. Bakın eğer millî eğitim yapıyorsanız şayet -ki toplumsal bir projenin parçasıdır millî eğitim- öyle olmak zorundadır. Eğitim nasıl bir vatandaş yetiştirmek istediğine karar verir. Bu vatandaşı eğitirsiniz. Kadın da bu eğitimin bir parçasıdır.

‘İslam Kadını Eziyor’ Yalanı

İslam’ın kadını ezdiği iddiaları tümüyle yalan! Acı olan şu ki ne biz Tevrat ve İncil’i okuyup oradaki kadının durumunu görüyoruz. Ne Ortodokslardaki örtünme zorunluluğunun farkındayız ne Yahudilerdeki örtünme zorunluluğunun farkındayız.

Siz biliyor musunuz ki yıllarca hakiki Yahudi kadınlar -New York’ta bugün hâlâ böyle- saçlarını göstermemek için perukla gezdiler. Biz hiçbir şeyin farkında olmadığımız için ne zaman hayır diyeceğimizi bilmiyoruz. Ne bizim müderrisimiz ne imamımız ne de din adamımız Hıristiyanlığı ve Yahudiliği biliyor. Bilmediğimiz için böyle palavraları yutuyoruz. Tersine İslamiyet Batı’nın ancak aydınlanmada gelebildiği bireyselliği baştan koymuştur.

Şu anlamda bireyselliktir bu: Sorumluluğu insanoğluna vererek sağlar bunu. Bu sorumluluğu Batı ancak Voltaire’den sonra konuşmaya başladı, İslamiyet bunu yapmıştı zaten. Ama maalesef bu ülkenin İslam’ını, töresini, geleneğini savunabilecek sesi yok. Hâlâ da bu ses oluşmadı. Onu görüyorum, tırsıyor!

Karamsarlıktan Kurtulalım

Batı’yı tanımıyorsunuz ama Batı’nın kavramları ile konuşup düşünmeye çalışıyorsunuz. Fakat hâlâ Batı nereden, gelmiş nasıl gelmiş bilmiyorsunuz. Çünkü bu noktada bugün kariyer yapmanın en iyi yolu feminizmden geçer. En iyisi nedir, biliyor musunuz? Feministseniz, lezbiyenseniz, dinî değerleri aşağılıyorsanız ve bir de siyahiyseniz tercih edilirsiniz.

Binlerce yıllık yalnızlığı siz gelin Türkiye’ye sorun.. Gelin bakın buraya duvarların dibinde 16 yaşında oturan çocuklar var. Bunlar İstanbul’a gelse ne yapacaklar? Neyle uğraşıyoruz Allah aşkına? Siz ne derseniz diyin, evine ekmek götüremeyen erkek kadar kimse aşağılanamaz. Bu insanları kıstırıyor, sindiriyor ve sonra katılamadığı sisteme muhalif hâle getiriyor ve yıkıyor.

Bunun çözümü, İstanbul’da bulduğun her yerde özel üniversite açmak değildir. Ne yapıyor bu özel üniversiteler? Meselâ uluslararası ilişkiler okutuyor.  Ne yapar bu bölüm? Dünyaya üst düzey diplomat yetiştirir. Peki kaç tanesini yerleştirebiliyorsunuz bunların? Ne oluyor bu kadar mezun? Bunlar başka ülkelere gidiyor beyin gücü olarak. Benim rüyam tüm bunlara karşı durmak “Bu ülkeden Bir şey olmaz!” lafını tersine çevirmek, yani karamsarlıktan kurtulmak.

Yapacak Hiç Mi Bir Şey Yok? – Çiçek Derman

Yapacak Hiç Mi Bir Şey Yok? – Çiçek Derman

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Fatma Çiçek Derman

Fatma Çiçek Derman

Yapacak Hiç Mi Bir Şey Yok?

Çiçek Derman tezhip sanatının ilk kadın profesörü. Değişimle muhafaza edilmesi gereken şeyler arasındaki dengeyi ve faydalı bir insan olmayı önemsiyor. Kadın olmanın bir imtiyaz olduğunu düşünüyor.

Gelenekli sanatlarla tanışmam 1962 yılına kadar iner. İstanbul Kız Lisesi mezunuyum. Liseyi bitirdikten sonra Dr. Süheyl Ünver Beyin yanında çalışmaya başladım. 22 ay onun yanında sekreter olarak çalıştım. O bana büyük bir kapı açtı. Sanat tarihi okuma isteğim Süheyl Beyin yanında bu sanatları tanımamdan sonra oluştu.

1982’de üniversiteyi bitirdim. Üniversiteye 20 sene geç gitmiştim. O zaman zarfında 3 oğlum dünyaya geldi. Bence Allah’ın bir kadına bahşettiği en büyük vazife analıktır. Bütün işlerimi bırakarak 20 senemi 3 oğlumla geçirdim. 40 yaşında çalışma hayatına başlayıp Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde Geleneksel Türk El Sanatları Bölümü kurulduğu zaman ilk kadrolu hoca olarak göreve başladım. Bu dalda da ilk profesörlük alan hanımlardanım veya kadın sanatkârlardanım; hanım demeyeyim kendime.

Sanat Gelenekten Doğar

Büyük bir mücadele verdiğimi söylemeliyim. Gelenekli sanatlarımızın özellikle Güzel Sanatlar Fakültesi bünyesinde barınabilmesi için bu kadar zaman orada kalıp varlığını koruyabilmesi için büyük bir mücadele verdim. Mücadele bitti mi? Hayır bitmedi, ama daha yavaşladı. Ben şuna inanıyorum ki; güzel sanatlar da, bütün diğer modern sanatlar da geleneksel sanattan doğar ve geleneksel izler taşıdığı müddetçe o Türk milletini ifade eder.

1982 yılında Avrupa Dışı Sanatlar Birliği, biz Derman çiftini davet etmişlerdi. Milano’da, Cenevre’de ve Londra’da geleneksel sanatlarımızı atölye çalışmalarıyla uygulayarak gösterdik. Muazzam ilgi alâka gördük.

Eğer modern sanatla uğraşan bir hanım olarak gitseydim bana böyle bir alâka duymazlardı. Modern sanatların en mükemmelini onlar zaten yapıyorlar. Sizi davet ederken, sizi tanımak isterken size has sanatları görmek ve öğrenmek istiyorlar. Emin olun ben yurtdışında, kendi vatanımdan çok daha fazla alâka gördüm, çok daha fazla iltifat aldım.

Bence Türkiye sahip olduğu değerleri fark ettiği zamana Doğu’da, Batı’da kendini kolayca konumlandırabilir. Yeter ki biz kendi değerlerimizin farkında olalım, onları müdafaa edelim, yaşatalım. Maalesef gençlerimiz bir çok sanatımızdan bihaber ama ben onları suçlayamıyorum. Çünkü ilk önce aile, sonra orta öğretim, sonra cemiyet vermeyince genç bunu nasıl bilebilir. Üniversiteye gelmiş, branşı seçmiş, bölüme gelmiş “Tezhip nedir hocam?” diyor bana. Çok haklı. Biz o yaşa kadar öğretmezsek onlardan bunu bilmelerini nasıl bekleriz.

Zarafet, Nezaket

Tezhip sanatı da Uygur Türklerine kadar inen çok eski bir sanattır. Ben tezhip sanatının özellikle bir hanıma yakıştığını düşünüyorum.  Türk kadınında görmek istediğim nezaketin daima korumasıdır. Bir kadın pek çok meslekte çalışabilir. Nitekim günümüzde her türlü mesleği erkeklerle beraber, belki onlardan da güzel yapıyor. Ama bir Türk kadını bunları yaparken erkekleşmemeli. Kadınlık zarafetini, kadınlık nezaketini daima korumalı. Kadının o zaman daha başarılı olacağına inanıyorum.

Rikkat Kunt, benim tezhip hocamdı. Kendisini rahmetle anıyorum. Biz büyük bir mücadeleyle bu sanatı öğrenmeye çalışırken bir gün bana dedi ki, “Kızım bu sanatı üzerinde taşımanı isterim.” Bu sözden sonra emin olun titredim. Çünkü bir sanat eserini getirmekten çok daha zor bir mesuliyet. Sanatınızı üzerinizde taşıyabilmek; yani kendinizi, ahlâkınızı tezhip güzelliğine getirebilmek. Bunun için bir ömür yeter mi, bilemiyorum. Bir Türk kadını bence böyle olmalı. Sahip olduğu bütün değerleri tanımalı, bilmeli. Ne körü körüne Doğu, ne şuursuzca Batı yanlısı olmamalı. Ne olduğunu bilip kendi değerlerine sahip çıkarsa zaten Doğu da Batı da onu takdir eder ve ona değer verir. Doğu’ya da Batı’ya da çeşitli sempozyumlarla, tebliğlerle sanat eseri götürerek oradaki davranışları, karşılayışı, kabul edişi bizzat yaşadım.

Tabi modern dünyanın tesirinde olacağız; fakat kendi öz değerlerimizi bir tarafa bırakarak modernleşmenin karşısındayım ben. Bence Türk kadını bütün millî değerlerini, özünü, hasletlerini, manasını koruyarak modernleşmelidir. Bizim soyumuzdan gelen güzellikler, dinimizin kazandırdığı güzellikler, bunlar uzun asırlardır elde edilmiş ve bunlar Batı kadının da yok. Biz bunun farkında değiliz.

Önce Aile Sonra Kariyer

Kariyer, kariyer, kariyer! Hayır. İlk önce aile gelmeli tabi kariyer de yapacağız. Nitekim yapmış bir kişiyim. Ama asla ailemi ihmal ederek değil. Biraz evvel bahsettim. Ben 20 yaşında anne oldum. Allah bana üç evlat nasip etti ve ben 40 yaşında çalışma hayatına başladım. Bu 20 senem, ki bir insanın 20 ile 40 yaş arası en güzel, en sağlıklı, en verimli dönemidir, seve seve üç oğlum için verdim. Bugün onun karşılığını alıyorum. Bir kadın ilk önce annedir. Ailesi çok önce gelir. Tabi sanatını icra edecek, tabi kariyer yapacak, bir cemiyette ilerleyecek, bazı mevkilere gelecek. Sadece evinde hapsolup kalmasına da karşıyım. Ama ailesini bir tarafa iterek olmamalı bu. O zaman çok şey kaybediyoruz.

Kadın Olmak Bir İmtiyazdır

Hiçbir zaman kadın erkek yarışına girmedim ve bunu çok lüzumsuz görüyorum. Kadının erkekle yarışmaya ihtiyacı yok ki. Rabbim zaten onu yaratırken o kadar cömert davranmış ki, o kadar güzel hasletlerle onu halk etmiş ki… Biz bunun farkında değiliz. Kadın olmak bir imtiyazdır. Allah’ın bir lütfudur. Biz bunları bir tarafa bırakıyoruz erkekleşmeye çalışıyoruz. Bu kazanç değil kayıp oluyor bizler için.

Ben, ben demeyelim. Ben diye diye böyle olduk. Biz etraf için var olmalıyız. Öğrencilerimiz, çocuklarımız, yetişen nesil… Onlara faydalı olduğumuz kadar kıymetli oluruz. Sürekli ben demek beni korkutmuştur. Sanatımın bana kazandırdığı en büyük şey, ‘ben’ dememeyi öğrenmektir. Çünkü sanat Allah’ın bir lütfu, armağanı ve bir emanetidir bizlere. O emanet, bir gün gelecek geri alınacak. Sanat Allah’ın çok büyük bir lütfû. Bunu kendimizden bilmeyelim ve onun şükrü içinde o kabiliyeti hayırlı işler için kullanalım.

Hata İslamiyet’te Değil Bizde

Kadının mutlaka ortaya çıkması şart mı? Çocuklarıyla, yetiştirdiği öğrencileriyle başarısını belki de ortaya koyuyor. Eğer İslâmiyet kadını eziyorsa bu bizim dinimizi tam olarak uygulayamadığımızın işaretidir. Biz yanlış algılıyoruz onu. Aslında İslâmiyet’te böyle bir şey yok. Bizim dinimiz belki kadına en çok değer veren, paye veren bir dindir. Eğer aksi düşünülüyorsa o bizim hatamız, dinimizin değil. Kadının geri kalmasını İslâmiyet’e bağlamak çok saçma bir düşünce. Ben buna katiyen katılmıyorum. İslâmiyet mükemmel bir din. Biz ona lâyık olalım.

Muhakkak ki kız çocuklarının okutulmaması gibi yanlış şeyler de var. Ama bunlar İslâmiyet’te yok. Bir kere bizim dinimiz de kul hakkı var, bu ne kadar mühim bir şey. Bunu bilen, insana bu şekilde yüklenir mi? İster karısı, ister annesi, ister gelini olsun; ona karşı yanlış davranabilir mi? İslâmiyet’ten uzaklaştıkça ve İslâmiyet’i yanlış değerlendirdikçe hoş olmayan geleneklere sahip olduk.

Biz geleneklerimizle varız, var olursak eğer başarılı oluruz. İlerlemek geleneklerimizle beraber olursa bir şey ifade eder. Yoksa benliğimizi kaybederiz. Dış tesirleri millî potamızda eritmeliyiz. Onları Türk yaptıktan sonra kullanırsak eğer, bizim yükselmemizi sağlar. Bir cemiyet gelenekleriyle yaşar. “Geri kalmamızın sebebi geleneklerimizdir.” sözüne asla katılmıyorum. Geleneklerimizi bilelim, çocuklarımıza tanıtalım ve onlara tam sahip çıkalım. Tabii töre cinayetlerini geleneklerden ayrı tutuyorum. Biz sanatkârlar her şeyin güzel yönünü görürüz.

Sanat insanı hakikaten olgunlaştırıyor, terbiye ediyor. Sizi, farkına varmadan pek çok hasletlerle donatıyor. Meselâ sabrı öğretiyor. Sabır bugün insanımızın en çok ihtiyaç duyduğu bir özellik. Göz terbiyesi sayesinde hassasiyet kazanıyorsunuz, başkalarının göremediği ince noktaları siz fark ediyorsunuz. Hayat çok uzun, her zaman güzellikler olmuyor tabii; insanoğlu pek çok acıyı da yaşıyor. Ben Hocam Rikkat Kunt Hanım’ın çok geç yaşlarında evlât acısıyla yandığına şahit oldum. O acıyı gene büyük bir metanetle, olgunlukla sanatına sarılarak alt ettiğini gördüm. Sanat insana bir sığınak oluyor, huzur bulduğu bir mekân oluyor. Bunu kendim de çok yaşamışımdır.

Elime fırçamı alınca başka bir dünyaya geçtiğimi hissederim. O dünya tamamen sevgiyle kaplıdır, orada güven vardır, huzur vardır ve bir cennet havasındadır. İnsan o halet-i ruhiye içinde o kadar güzel şeyler meydana getiriyor ki, hayatta yaşadığı sıkıntıları, acıları, huzursuzlukları unutuyor. Herkes kendi kabiliyeti nispetinde sanatla uğraşmalı. İnsanın kendisini sanatla terbiye edişi bambaşka oluyor. Sanat ibadet şevki, ibadet neşesi içinde yapılırsa alınan sonuç muhteşem oluyor. Çünkü o zaman kendinizi, ibadet eder gibi Allah’ın huzurunda hissediyorsunuz. Bunun neticesi muhteşem olur. Sanat böyle icra edilmeli kanaatimce.

Ben sanattan bahsederken bütün gelenekli sanatlarımızı kastediyorum. Sanatın özellikle bir kadına yakıştığına, ona çok uygun olduğunu düşünüyorum. Sanatla uğraşan bir kadının, etrafına çok daha faydalı olacağını tahmin ediyorum. Hiç bir zaman boş kalmaz bir kere. Bizim zamanımızda ailede elieliüzerinde oturan bir genç kız göremezdiniz. Böyle bir durumda büyüklerimiz hemen bizi paylardı “Yapacak hiç mi bir şeyin yok?” diye.

Anneannem Saraybosnalı bir hanımdı, nur içinde yatsın. Rumeli’nin pek çok güzel ananesini bizlere aşılamaya çalışmıştır. “Hiç bir zaman boş kalmayacak bir insan. Devamlı üretecek, çevreye faydalı olacak” yapacak bir şeyin yoksa bir tebessümle etrafındakilerin sıkıntısını gider.” derdi. Kadın bir meslek sahibi olmayabilir ama etrafına yardımcı olursa pek çok meslek sahibi hanımdan çok daha faydalı olur.

İlahiyat Ve Kadın – Hidayet Tuksal

İlahiyat Ve Kadın – Hidayet Tuksal

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Hidayet Tuksal

Hidayet Tuksal

İlahiyat Ve Kadın

Hadis anabilim dalındaki doktorasını “Kadın Aleyhtarı Rivayetlerde Ataerkil Geleneğin Tesirleri” teziyle tamamlayan Hidayet Tuksal, kadın karşıtı söylemin İslam geleneğindeki izdüşümlerini sorguluyor.

Bildiğiniz gibi Türkiye’de feminist hareket, özellikle 80’lerden sonra sol kesimden kopan ve sol kesimle eşitlik adına hesaplaşmaya giren, hem siyasal mücadelenin içinde bulunmuş, hem de okumuş yazmış elit kadınların bir hareketi. O dönem aynı zamanda dindar ve muhafazakâr kesimin kadınlarının da okuyup yazmaya başladığı, üniversitelerden mezun olduğu bir dönemdi. Dindar ve feminist kesimdeki kadınların karşılaştığı sorunların örtüştüğü bu yıllar az sayıda kadınla olsa da bir başlangıç oluşturdu.
Muhafazakâr kesim kadın konusundaki düşünceleri itibariyle geleneksel bir yaklaşıma sahipti, bu nedenlerle dindar kesimdeki kadınların o yıllarda bu harekete çok iltifat ettiklerini söyleyemeyiz. Feminist hareketin sol kökenli kadınlarının teori kurmaya çalıştıkları bu dönemde tercüme faaliyetleri daha ön plandaydı. Ama onun yanında bir sürü kampanyalar örgütlendi. Şiddete hayır kampanyası, tacize hayır kampanyası vs. Bunları dindar kesimin kadınları uzaktan izleseler de fikriyat olarak katılabilecekleri kampanyalardı. Feminist ideolojiyi, ideolojik anlamdan  benimsenmeseler de, pratik hayata yönelik eleştirileri, çalışmaları; meselâ liberal bir feminist olsa da Duygu Asena’nın özel hayata ve cinselliğe dair söylemleri alttan alta tartışılır oldu dindar kesimlerde. En azından dindar kesimin kadınlarının ilgi alanına girdi.

Bu dönemde bu konuda yazıp çizen birkaç ismi görüyorum. Birisi Mualla Gülnaz. Zaman Gazetesinde başlayan bir tartışma var ama bu tartışma çok şiddetle susturulduğu için, bir daha böyle bir şeye cesaret eden olmadı. Hatırlıyorum, o dönemde bende antifeministtim. Yani feminizmin çözüm olmadığını düşünüyordum. Evet bir adalet sorunu var ama buna feminizmin çözüm olmadığını düşünen bir insandım. Ne zaman fikir değiştirdim? Doktora çalışmamı yaparken, daha doğrusu meslek sahibi bir kadın, yani öğretmen olarak hayata atıldığımda.

İtirazlar Hadis Temelliydi…

Mesleğime imam hatip liselerinde başladım. Çalıştığım okulda şunu gördüm: Sizin bir öğretmen olarak, aynı eğitimi almış erkeklerle bir arada bulunmanız, onlarla aynı kalitede öğretmen olduğunuz anlamına gelmiyordu erkekler için.
Karşımıza çıkarılan bütün itirazların, tavırlarımıza ya da öğrencilerle olan ilişkilerimize hadis temelli itirazlar olduğunu gördüm ve bu konuyu araştırmaya başladım. İmam nikâhının kız öğrenciler için o dönemde tehlikeli olabilecek sonuçları olduğunu, bunun onları korumayacağını ve artık bu nikâh türünün geçerli olmadığını söyledik. Öğrencilere, ailelerinden habersiz olarak böyle bir şey yapmamalarını söylediğimizde okuldaki yöneticilerden çok büyük tepki almıştık, niye durup dururken imam nikâhıyla uğraşıyorsunuz, diye. Velhasıl pratik hayatta karşılaştığımız şeyler, İslâm dininin kadın ver erkek algısı ya da bize sunulan kabuller üzerinde düşünmeye sevk etmişti.

O dönemde bizim gibi kadın gruplarının konuştuğu en önemli konu buydu. Yani İslâm’da kadın mevzusunun önümüze niye bir sorun olarak çıktığıydı.

Kadın Bakış Açısı Gerekli

Hadis alanında doktora yaptığım için hadisleri incelemeye karar verdim. İnceledim ve maalesef hadislerden bir çıkış yolu bulamadım. Ondan sonra kendime bir dil kurmam gerektiğini anladım ve feminist literatüre yöneldim. Ancak oradan bir şeyler üretebildim. Böylece feminizmle tanışmış oldum.

Buna sentez denilebilir mi bilmiyorum ama, feminist literatürde geliştirilen analiz yöntemlerini benimsemeden hareket ediyorum. Meselâ “erkek egemen zihniyet” bence tamamen feminist bir kavramdır. Şimdi sosyolojik ve antropolojik bir kavram gibi kullanılıyor ama bunun güncelleşmesi feminist hareketle olmuştur. Erkek egemen zihniyetle dünyayı algılıyoruz diye dünyaya baktığınızda daha farklı şeyler görüyorsunuz.
Ben de hadislere baktığımda, hadislerin kurgusuna, tarihine baktığımda tamamen erkek egemen zihniyetle üretilmiş ve Hz. Peygamber’e mal edilmiş birçok sözün olduğunu gördüm. Öyle ki Hz. Ayşe’nin kendi döneminde ona ulaşan ve Hz. Peygamber’in kesinlikle böyle bir şey demediğine dair rivayetler bile hadisleşerek bize gelmiştir. Hz. Peygamber’in en yakın şahidi bunu reddediyordu ama onun reddetmesi, bunun ümmet tarafından hadis olarak kabul edilmesini engellememiş.

Dolayısıyla burada bir kadın bakış açısının, bu olmadan bir yorum yapmanın mümkün olmadığını gördüm. Yoksa yaptığınız yorumlar şu çerçeveyi aşamıyordu: “Evet İslâm kadına bütün haklarını vermiştir ama Müslümanlar bunu yanlış uyguluyorlar.” İş bu noktada bitecek bir şey değildi. Dolayısıyla feminist okumalarıma da bu şekilde başlamış oldum.

Sentezim belki şu noktada: Feministlerin en büyük kavgası aslında dinledir. Bu maceranın içine dini reddederek girmişlerdir. Sadece dini reddederek değil, aynı zamanda kendilerini dine düşman bir konum almak zorunda hissetmişlerdir.

Feminizm Ve Din

Dindar kimliğim benim için önemli bir unsur. Ama önümüze din diye gelen malzemeye bir de bu tezlerle bakmanın önemli olduğunu düşünüyordum.

Bulduğum sonuç şu: Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra olağanüstü bir dönem yaşanmış ve o dönemin etkisiyle kadim zihniyet yeniden hortlamış ve İslâm kültürünü, İslâm geleneğini, özellikle yazılı materyali etkisi altına almıştır.
Aslında pratiklere baktığınızda yazılı kültürle uyuşmayan ya da yazılı kültürün kısıtlamalarını aşan pek çok şey görebilirsiniz. Ama sadece kitabiyat faslına baktığınızda kadınlar için çok iç açıcı bir durum yok. Ne yazık ki Müslümanlar, bu kitabî malzemeyle yüzleşme alışkanlığına sahip değiller. Yani her yüzleşme çabası bir irtidat çabası gibi algılanıyor.

Kadın konusu söz konusu olmadan önce, Türkiye’de içtihat konusu tartışılıyordu. “İçtihat kapısı kapanmış mıdır, hâlâ açık mıdır?” tartışmasında “Açıktır.” diyenler sanki dinden çıkmış gibi algılanıyordu ve bu şekilde bir muameleye tabi tutuluyordu. Bunu da aslında çok haksız bulmuyorum. Çünkü Müslüman dünyada Batılılaşma çabalarıyla birlikte dini beğenmeyen, dinle beslenen gelenekleri beğenmeyen elit bir kesimin dini değiştirme, reform yapma gayretleri oldu. Müslümanlar bu konuda onlara, haklı olarak tepki duydular. Fakat bu tepkiler zamanla rasyonaliteden uzaklaştı. Dinle ilgili gündeme gelen her yeni şey, tepkisel bir tarzla karşılanmaya başlandı. Dolayısıyla sadece kadın mevzusu değil, birçok mevzu, Müslümanlar arasında bu şekilde tartışıldı. Fakat zamanın herkesi olgunlaştırdığını da görüyoruz.

Feminist kesim için, dindar olduğunuz sürece feminizminiz her zaman şüphelidir. Dindar kesim için de, feminizm gibi bir kelimeyi sahipleniyorsanız dindarlığınız şüphelidir. Dolayısıyla iki tarafa da yaranamayan, kendi doğrularınca hareket eden bir insan olursunuz. Ama ben böyle bir noktaya ezbere bir şekilde gelmediğimi düşündüğüm için, yani kendi kanaatlerimden emin olduğum için tavrımı sürdürüyorum.

En Önemli Sorun Yoksulluk…

Kesimlere göre farklılaşsa da, Türkiye’de geniş bir kadın kesimini ilgilendiren en kapsamlı sorun, yoksulluktur. Ondan sonra fiziksel ve ekonomik şiddet. Bunlar çok Batılı ifadeler gibi geliyor çünkü bütün Batılı projeler bu laflar üzerinden yürüyor, ama bu da bir gerçek. Yani “Batı böyle diyor, biz böyle demeyelim.” diyecek hâlimiz yok.

Batı’nın böyle demesini istemiyorsak bu sorunları çözmemiz gerekiyor. Fakat bence Türkiye’deki en büyük sorun, kadınlarla ilgili meselelerin kutsal aile mitosunu zedelemesi korkusuyla sürekli görünmez kılınmaya çalışılmasıdır. Yani bir sorun yok dediğimizde, bir sorun yokmuş gibi bir havanın oluşmasını bekliyoruz. Şiddet ve yoksulluk sorununu asla göz ardı edemeyiz. Bunun dışında bulunduğunuz kesime göre sorunlar var.

Tesettür Sorunu Var…

Dindar kadınların kıyafetlerine yönelik sorunları görmezden gelemeyiz. Bunu artık başörtüsü sorunu olarak görmek yanlış. Bu tamamen bir tesettür sorunudur. Sadece başını örterek tesettürünü gerçekleştiren bir kadının bile bugün birçok kamusal yer olarak ilân edilen alanlara girmesi yasaklanmıştır.

Onun dışında daha farklı tesettür şekillerine ise, bizi utandıran, meselâ çarşaflı bir kadının üniversiteye girmesi muhal denecek kadar imkânsız bir şeydir. Ben bunlara kesinlikle karşı çıkıyorum. Bu psikolojik, aşağılık duygumuzdan kaynaklanan kendi geleneğimizden, kıyafetlerimizden utanmamıza sebep olan, sadece utanmak değil, bunu artık bir tehdit olarak algılayan zihniyetimiz çok yabancılaşmış bir zihniyettir.

Feminist hareket bu anlamda biraz enternasyonel tarafları olduğu için Doğulu kültür ürünlerine sadece biraz gericilik sembolü olarak bakmaktadır. Bunu aşamadılar hâlâ. Hatta birçok feminist kadın, dindar kadınlara normal görse de çarşaflı bir kadın onlar için hâlâ bir öcü olmaya devam ediyor.

Dolayısıyla bu konuda akl-ı selime dayanan ya da kendimizi kabul etmeye dayanan bir olgunluğumuz yok. Onun için dindar kadın, kadın hareketi içinde zorla kendine yer açan bir konumda; bunu kendi grubum için de söylüyorum.

Neden Bir Araya Gelinemiyor?

Dindar kadınların yoksullukla, şiddetle, kadın sorunlarıyla mücadele ediyor olması, başörtüsü yasaklarının altını dolduran bir fonmuş gibi anlaşılıyor. Hâlbuki, feminist olmasa da Türkiye’de pek çok kadın örgütü, yıllardır kadın yoksulluğu ile kendi çapında uğraşan gruplardır. Yani onların yaptıklarını “Efendim, sadece hayır işleri yapıyorlar.” diye küçümsemek son derece yanlış bir davranıştır. Türkiye’de yoksulluğun sosyal bir patlamaya dönüşmemesinin en temelindeki saik, bu hayır faaliyetleridir; bu insanların maddî-manevî, bir şekilde destekleniyor olmalarıdır. Bunun da bir karşılık beklemeden, Allah rızası için yapılıyor olmasıdır.

Şu anda dindar kadınları feminist hareketten uzak tutan pek çok şey var. Özellikle başörtüsü konusuna yaklaşımları her zaman bir filtre görevi görüyor. Yani en hayatî sorunlarında destek bulamayan dindar kadınlar feminist kadınların, kendilerini kadın olarak görmediğini düşünüyorlar haklı olarak.

Çok fazla uzlaşma noktasında değiller. Fakat pek çok yeni çabayla, belki bu Avrupa Birliği’nin estirdiği rüzgârla ya da yeni demokratikleşme hareketleriyle; kendimiz için öteki olan insanlarla buluşma konusunda sivil toplum bazında bir eğilim var. Bunun getirdiği güzellik, bir arada iş yapılması oluyor. Bu da iyi bir gelişme.

İmam Hatipler Ve Kadın

Cumhuriyetin ilk yıllarına baktığımızda dünya çok farklı gerçekleri kabullenmek gibi bir şey yoktu. Yani herkes kesin inançlıydı. Cumhuriyet elitleri de kesin inançlıydı, muhafazakâr kesimi de. Dolayısıyla sentezler aramak gibi çalışmalar yoktu.
Şunu da söylemek lâzım ki; dindar kesim gerçekten zulme uğramıştır. “Bu ülke ancak elit bir grubun idaresinde olabilir.” şeklinde bir yanlış vardır. Türkiye’de demokrasinin tarihi bence çok yeni. Dolayısıyla demokratik bir yaklaşım olmadığı için dindar kesimler bu ülkenin ötekileri olarak sürekli bir kenarda kalmaya mahkûm edilmişlerdir. Bu psikoloji, dindar kesimi kendi içine kapanmaya itmiştir.

İmam hatip liseleri gibi, çocukların kendi değerleriyle yetiştirildiği ortamlar ancak 50’lerden sonra oluşmuş. Bu okulların açılmasıyla birlikte, dindar kesimde çocuklarının dinsiz olması korkusu ortadan kalkmıştır.

Birçok genç kız bu sayede okula gitmiştir. Oradan üniversiteye geçmiş, meslek sahibi olmuş ve geleneksel değerlerini de sürdürmüştür. Yani Türkiye’deki dindar kesim için, kızların okunmasından beklenen tehlikeler pratik hayatta ortaya çıkmamıştır.

Kızları yine ahlâklı, dindar ama para kazanan, kendine güvenen ve toplumda kendine yer edinen kadınlar hâline gelmiştir. Bu, dindar kesime gurur vermiştir. Bu olumlu sonuç kızların okumasını sorun olmaktan çıkarmıştır. Aileler kızlarına okula gitmeyi teşvik etmişlerdir. Hatta başörtüsü yasaklamalarında bunu çok gördük. Başörtüsü yasakları yüzünden okullarını bırakmak isteyen kızların pek çoğunu aileleri engellemiştir.
Ama görüyorsunuz Türkiye Cumhuriyeti’nin bir kısım eliti için kızların okuması değil, kendileri gibi olması önemliydi. Onlar okumuş-yazmış dindar kadınlar değil de, okumuş yazmış Batılı ve modern kadın olduğunuz zaman sonuç alındığını düşünüyorlar. O yüzden imam hatip liselerine vurulan darbeler, dindar kesimin alanını kısıtlamaya yönelik çabalar bu mücadelenin hâlâ sürdüğünü göstermiştir.

Çifte Standartlar Var

Türkiye’de Batılılaşmanın tehdit olarak algılandığı birkaç alan var. Bunlardan bir tanesi de kadın ve aile. Ailenin zayıflamış olması, boşanmaların artmış olması, cinselliğin kuralsız olarak yaşanması vs. gibi sonuçlar dindar insanları kadın ve aileyi ilgilendiren konularda hâlâ çok muhafazakâr olmaya itiyor. Ama aynı şey erkekler için geçerli değil. Yani dindar erkeklerin modernleşmesi ya da Batılılaşması, modern kıyafetler giymesi, modern mekânlarda modern işler yapıyor olması tartışılan konulardan değil. Bu bir gelişme olarak yorumlanırken, kadınlar için bir tehdit olduğu tartışması sürüyor.

Demokratik Eşitlik

Batılı ve modern zihniyetin hayatımız üzerindeki etkileri teorik bazda tartışılıyor ama bunu tartışanlar bile modernlik ve Batılılıktan kendilerine düşen nasibi alarak tartışıyorlar. Yani bunun kaçınılmaz olan ve mutlak yanlış olmadığını düşünmediğim boyutları var. Meselâ demokratik eşitlik modeli konusunda Türkiye’nin iyi bir yerde olduğunu düşünüyorum.

Kadın-erkek eşitliği fikri Batılı bir düşünce; bizim geleneğimize ait bir düşünce değil. Yani modernizm sonrası bir düşünce. Modernizm düşüncesi değil. Hukuk önünde, yasalar önünde bu eşitliğin sağlanmış olmasını modern bir düşünce de olsa, bunu Müslüman bir kadın olarak olumlu bir gelişme olarak görüyorum. Kadını güçlendirme mekanizmaları, kadının şiddete uğradığında gidecek bir yerinin olması ya da bu şiddetin cezalandırılıyor olması modern bir mekanizma olsa da bunlar iyi şeyler. Kaldı ki bizim tarihimizde de buna benzer uygulamalar var.

Kadın tartışmaları, modernlik çerçevesinden biraz çıktı. Teorik düzeyde böyle tartışılsa bile pratiğe baktığınızda yaşam kendisini dayatıyor. Bugün birçok aile, kızlarının kendi ayakları üzerinde duran insanlar olarak yetişmelerini istiyor. Yani ona iyi bir koca bulmaya çalışmıyor, yarın bir gün kocasına bir şey olduğunda nasıl ayakta duracağını düşünüyor. Dolayısıyla bu çok modern bir durum. Demek ki burada bir değişim var ve bu değişime aslında kimse hayır demiyor. Fakat hâl işin teolojik kısmıyla yüzleşmeye geldiğinde, bir dirençle karşılaşılıyor.

Bu anlamda, diğer Müslüman ülkelerdeki kadınlara göre, Türkiye’deki dindar kadının durumunun çok zor olduğunu düşünüyorum. Yasal anlamda Türkiye de kadının durumu daha avantajlı olduğunu düşünüyorum.

İslami Aile Hukuku

Dinî hukukun ticaret bölümü de var, savaş bölümü de var. Bu bölümlerin hepsi yenilendi. Yani şu anda çok marjinal gruplar dışında klâsik fıkhın savaş hukukunu, savaş enstrümanlarını ya da ticaret hukukunu dayatan böyle geniş kabul görmüş bir anlayış bir grup yok dünyada; bir Müslüman ülke yok.

Ama aile hukuku denilen yani kadınların haklarını evlenmeyi, boşanmayı, miras hakları gibi aile hukukuna içeren ve kadın erkek eşitsizliğini en bariz şekilde ortaya koyan kısım sanki şeriatın tamamıymış, dinî hukukun odak noktasıymış gibi davranılıyor. Elden giderse her şey kayarmış gibi bunu üzerinde aşırı bir muhafazakârlık var. Birçok Müslüman ülkede, Müslüman kadınların bu hukukun uygulanmasında kaynaklanan pratik sorunları var. Yani çok eşlilik bugün Türkiye’de birçok kadının başına gelmesini istemediğim bir şey. Birçok Müslüman ülkede de bu var. Kadın bunu istemiyorsa nasıl karşı koyacak.

Miras hukukuna gelince; kadının sorumlulukları artık değişti. Kadının aile içinde hiçbir maddî sorumluluğu olmadığı bir toplumda gelmiş miras ayetlerinin evrensel kabul edilmesini ve bugün hâlâ bu ayetlerle kadınların bağlanmasını dinî maneviyata uygun görmüyorum. Dolayısıyla bu mesele bence, Müslümanların bu korkularından sıyrılarak içinden çıkması gereken bir mesele. Biraz da kadınların daha cesur olarak tartışması gereken bir konu diye düşünüyorum.

Türkiye’de kadınlar daha cesur diyebilir miyiz bilmiyorum ama Türkiye de seküler bir sistemin olması belki de dini konuların Türkiye de daha rahat tartışılması mevzusunu ortaya koyuyor.

Yeni Yaklaşımlar…

Seküler bir ülkenin din hizmetleri aslında dinî zihniyet üretme aracı değil. Yani Diyanet yeni bir zihniyet üretmeyi bir misyon olarak görmüyor. Ancak şimdi sorunların ve taleplerin değişmesiyle, belli konularda yeni açılımlar sağlanması için kendisini mevcut ehli sünnete dayalı, özellikle din hizmeti veren kurumlar olarak görüyor.
Yeni yaklaşımlar, zorlamalar, Diyanet’e fikir sormalar ya da Diyanet’ten beklentiler Diyanet’i belli konularda açılımlar yapmaya sevk etti. Ama kadın imam meselesi, yani imamlık bir tür liderliği de içerdiği için, belki de kadının liderliği her zaman çok tartışma konusu olduğu için, liderliğin erkeğin fıtratının bir gereği olarak kabul edildiği için Müslümanları bu konuda daha muhafazakâr bir anlayışa sevk ediyor. Hatta ben bir tartışmada şunu belirttim: Karşımdaki beyefendi diyor ki “Kadın cumhurbaşkanı olabilir ama imam olamaz.” Ben burada psikolojik bir direnç görüyorum; rasyonel bir direnç değil. Olması gerekiyor mu? O da ayrı bir mevzu. Bugün serbest olsa kaç tane kadın çıkıp imamlık yapmak ister? Bu tartışılabilecek bir şey ama imamlığa gelene kadar bir kadınla bir erkeğin bir ilmî mevzuyu tartışması bile bazı zamanlar haram kabul edilirdi.
Anlayışlar zamanla değişiyor. Belki bir gün “Kadın imam da olabilir.” denecek. Tabii kimin söylediği de önemli. Söyleyen insanların ne yaptığı, neyi temsil ettiği de önemli. Müslüman dünyanın hâlâ yeterince samimi Müslüman olmadığını düşündüğü insanlardan gelen bu tür yenilik düşüncelerine karşı direnci var. Haklı bir direnç olabilir ama Müslümanların da bu dirençler üstünde düşünmesi gerektiğini düşünüyorum.