Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Bu başlık, değerli tarihçimiz, tek partili dönemler ve İsmet İnönü dönemi üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Cemil Koçak’ın kitaplarından birisine koyduğu isim. Cemil Koçak kitabın girişine şu cümlelerle başlıyor: “Artık öğrendim psikolojik savaşın önemli bir unsuru; yalan ve iftira. Sık denenir. ‘Ya tutarsa misali” … Cemil Koçak’ı bir tarihçi olarak bu iftiraların hedefi haline getiren şey yakın tarihimize ait uyduruk tarihçiliğe olan itirazıdır. Uydurma sözleri ifşa etmesidir. Bazen de belgelerin yanılttığı tarihçileri yazmasıdır.  En önemlisi de “görülen lüzum üzerine”, ”ihtiyaç halinde” tarih yazımına karşı çıkışıdır.

Sadece yazarlar değil, tarihi okuyucuları arasında da manşetlerden anlatılan  uyduruk tarihçiliğe itirazlar giderek yükseliyor. Artık herkes görüyor ki bu geçmişi eğip bükerek yazmak nesillerin aklı-selim düşünme yetisini de etkiliyor. Bu dürüst olmayan tarih algı ve aktarımının bizim de kuyumuzu kazdığına olan inancımı paylaşmak isterim. Bu velev ki yakın tarih olsun. 27 Mayıs Darbesi de bunlardan birisidir. Sebep ve sonuçlarının manşetlerin dışında değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Görünen artçıları ise aşağıdaki gibi gelişmiştir.

27 MAYIS ARTÇILARI…

Türkiye’nin ilk darbesi ile 27 Mayıs 1960’da yapıldı. 1958’de Kara Kuvvetleri komutanı olan ve 3 Mayıs 1960’da Milli Savunma Bakanı’na ‘alınması gerekli tedbirlerle’ ilgili 10 maddelik mektup göndermesinin üzerine emekliye sevk edilmek üzere izne çıkartılan Cemal Gürsel, ihtilali gerçekleştiren subaylar tarafından İzmir’den uçakla Ankara’ya getirilip Milli Birlik Komitesi’nin başına geçirilir. 28 Mayıs’ta devlet ve hükümet başkanlığı, Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı yetkilerini üstlenerek yeni hükümeti kurar. 10 Ekim 1961 seçimlerinden sonra Cumhurbaşkanı seçilir. Bu süreçte parlamentoyu feshedilir, Demokrat Parti kapatılır.

İDAMLAR-SİYASİLERE MESAJ

14 Ekim 1960’ta başlayıp, 15 Eylül 1961’de karara bağlanan Yassıada duruşmalarında aralarında Celal Bayar’ın da bulunduğu 15 kişi idam cezasına çarptırılır. Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamı onaylanır. İdamlarla, gelecekteki siyasilere yönelik de bir gözdağı verilir. İdamlardan bir ay sonra 15 Ekim 1961’degenel seçim yapılır…

CHP’NİN TALEPLERİ HAYATA GEÇTİ

CHP’nin 12 Ocak 1959’daki Büyük Kurultayı’nda ilan edilen “İlk Hedefler Beyannamesi”nde yer alan birçok fikir 1961 Anayasa’sında yer bulur. “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan; Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti;” diye başlayıp; “….Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabûl ve ilân ve onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, hürriyete, adâlete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet eder.” diye biten Anayasa’nın başlangıç bölümü darbeyi adeta meşrulaştırır.

Yeni Anayasa ile çift meclis uygulamasına geçilerek, TBMM’nin Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu’ndan oluşması öngörülür. Çoğunluk sistemi ile seçilen 150 üye ve eski Milli Birlik komitesi üyeleri ile cumhurbaşkanı tarafından atanacak 15 üyeden oluşan Senato bir denge-denetim-fren mekanizması olarak siyasi sisteme eklenir. 1961 Anayasası ile getirilen hak ve özgürlüklerin bir bölümü 12 Mart Muhtırası’nın ardından 71-73 yıllarında yapılan anayasa değişiklikleriyle geri alınır.

İdamlardan 1 ay sonra yapılan ve Adalet Partisi oyların %34,7’sini, CHP %36,7’sini aldığı seçimlerden sonra Cemal Gürsel duruma bir daha müdahale eder. Gürsel’in siyasi parti temsilcilerini imzalamaya zorladığı “Çankaya Protokolü”nün ardından Gürsel Cumhurbaşkanı seçilir, İnönü Başbakan olur. 1965 ve 1969’daki seçimleri başında bulunduğu Adalet Partisi ile kazanan Süleyman Demirel rövanşını 1973’te alır. Askerlerin Cumhurbaşkanı adayı Faruk Gürler’e karşı, Bülent Ecevit ile anlaşır ve Fahri Korutürk Cumhurbaşkanı olur.

12 Mart Muhtırası’nın ardından yapılan seçimlerle birlikte koalisyon hükümetleri dönemini de başlar. 1973 seçimi sonrası 1. Milliyetçi Cephe hükümeti olacak AP-MHP-MSP koalisyonu, 1977’de de Demirel’in başbakanlığında AP-MSP-MHP’den oluşan 2. Milliyetçi Cephe Koalisyonu kurulur.

Sonuç olarak; 1980 darbesine giden kardeşin kardeşi öldürdüğü, gencecik çocukların birbirini öldürdüğü, asıldığı, gizli ellerin suikastlerle ülkeye biçim vermeye çalıştığı ve tüm bunları bir günde sonlandıran 1980 darbesinin yolu 1960’dan geçmektedir. Türkiye’nin NATO’ya üyeliği, Kıbrıs meselesinin Türkiye’nin adaya müdahale etmek zorunda kalacağı bir safhaya gelmesi ve daha pek çok dış gelişmeyi içerdeki sürece odaklandığım bu akışa ilave edemedim… Ama şüphesizki ikisine birlikte bakmakta fayda var…

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Türk’ü Ne Tanımlıyor?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Türk’ü Ne Tanımlıyor?

Avrupa Parlamentosu Türkiye ile tam üyelik müzakerelerini askıya alma çağrısında bulunan raporu kabul etti. Çarşamba günü yapılan bu oylamaya ilişkin haberi okurken Hollanda’da bir hukuk profesörü olan Peter Rodriguez ile yaptığım röportaj aklıma geldi. “Mülteci akını Avrupa’yı ikiye böldü. Schengen anlaşması gereği bütün ülkelerin mültecileri kabul etmesi gerekirdi. Ama durum öyle değil. Üye ülkeler kendilerine uyacak çözümler arıyorlar. Bu uzun vadede farklı konularda da olabilir.” Birliğin ortak zemininde mültecilerle başlayan çatırdamanın devam edeceğine işaret etmişti. Murphy Kanun: Bir çatlak varsa illa ki büyür… Avrupa’da sayıları da oy oranları da her geçen gün artan aşırı sağ partilerin her ülkede iki ortak hedefi var: “Müslüman mülteciler gitsin ve Avrupa Birliği’nden çıkılsın.”

Benim neslim için her ülkenin parasının ayrı olduğu zamanlar çok eski değildir. Ardından Euroya geçiş ile birlikte birçok ülkede halk ekonomik sorunlarını bu birleşmeyle ilişkilendirdi. Bu aynı zamanda ‘yeni sağ’ dediğimiz akımların geri dönüşüyle aynı tarihlere denk gelir. O dönemde ortak bir Avrupa dilinin inşası dahi konuşuluyordu. Sınır kontrolleri, pasaportlar kalkmış tüm Avrupa birleşmişti. Ulus devletlerini tek tek inşa eden Avrupa şimdi de 500 milyonluk bir millet inşa ediyordu. (Bu millet inşasında bizim ne işimiz vardı sorusu ayrı bir bahis.) Ama tutmadı ve geri tepti… Şimdi bunun lafı dahi edilmediği gibi tam tersi söylem rağbet görüyor. Halklar eski hallerine dönüş özlemi taşıyorlar. Avrupa’da sağ partiler ikinci sıraya yükselirken sol ve liberalleri artık halk değil statükoyu sağlayan yapılar ayakta tutuyor. Tüm bu süreçte Avrupa Birliği’ni Amerikan-İngiliz siyasetinin ortaya çıkardığını da akılda tutalım. Bu işin bir tarafının da ulus-devletlerle sermayenin arasındaki ittifakın bozulması olup olmadığını da düşünelim.
Kurumlar da insan gibi eskir, yıpranır, artık ihtiyaç hissedilmez. Şu anda Avrupa Birliği’ne Avrupa’nın kendisi ihtiyaç hissediyor mu? En önemlisi de Amerika ihtiyaç hissediyor mu? Avrupa’da ki yeni sağ akımların Amerikalı ideologlarla bağlantılı bir şekilde geliştiğini de göz ardı etmeyelim. Asıl soru; Avrupa’nın ulus- devletlerinde yeni sağ ile geri dönen duygu milliyetçilik olarak adlandırılabilir mi?

Milliyetçilik bir kavram olarak ilk kez 1774 yılında Alman filozof J. G. Herder tarafından kullanılmış, 19. yüzyıldan itibaren de ulus-devlet kavramının en önemli bileşeni olmuştu. Bir devletin millet esasına dayalı olması fikri 19. yüzyılda Avrupa’da 20.yüzyılda diğer ülkelerde ve Türkiye’de hakim düşünce durumuna geliyor. Modern dünyanın bir kavramı olan ‘nation’, Türkçe’de ‘millet’ kelimesiyle karşılanmış, bu kelime dini içeriğinden soyutlanarak sosyolojik ve siyasal bir kavram olmuş. Bunun eş anlamlı kelimesi olan ‘ulus’ kelimesinin kökenine dair tartışmalarda Abdülkadir İnan kelimenin Türkçe olduğunu söylüyor. 8.yüzyıl Kül Tigin anıtlarında rastlandığına, Kaşgarlı Mahmut’un da “uluş” kelimesini Çingilce “karye”, Agruca “şehir” diye açıkladığına dikkat çekiyor: “Eski Türkçede şehir anlamına gelen uluş kelimesi Moğol istilasından sonra ş / s değişimiyle ulus şeklinde yayılmış ve halk, kavim, millet (Türk ulusu vs.) devlet (Çağatay ulusu gibi) anlamlarını ifade etmiş.”

(Dikkatimi çeken bir not olarak konu dışı da olsa aktarmak isterim. Abdülkadir İnan 1936’da Mustafa Kemal tarafından Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde Türk lehçeleri profesörlüğüne getiriliyor, 1944’te Türkçülük ve Türk milliyetçiliği davası sebebiyle Hasan Ali Yücel tarafından görevinden alınıp okutman olarak görevlendiriliyor. 1948’de fakültedeki görevine son veriliyor. Durum TBMM’ye intikal edince bir süre öğretim görevlisi olarak çalışıyor. 1955’te oradaki görevinden de alınıyor. Aynı zamanlarda Türk Dil Kurumu’ da baş uzman olarak devam ettiği çalışmalarına da dilde tasfiyeciliğe karşı olduğu için son veriliyor.)

Milliyetçiliğin analizini en iyi siyaset bilimciler yapar elbette. Onu onlara bırakalım. Ancak milliyetçiliğin içinde yaşadığımız dünyayı anlamlandıran bir ‘temsil sistemi’ olduğunu ve milli/ulusal kimliklerin sürekli olarak yeniden üretilerek var olduğunu da göz ardı etmemek gerekiyor. 2000’li yılların başında “milliyetçiliğin sonunun gelmesi ya da gücünü yitirmesi” beklentisi siyaset ve fikir dünyasına hakimdi. Ancak bugün tam aksine, gücünü arttırarak toplumsal dünyanın neredeyse en muteber değeri olmayı başarması üzerine yeni analizlere ihtiyaç var.

Bana bu konuyu yazdıran sebep bizde bir taraftan milliyetçiliğin artık çağının geçtiği söyleyen analistlerin sayısının artması, diğer yandan da kendini milliyetçi olarak tanımlayanların oranının yükselmesidir. Kendini milliyetçi olarak tanımlayan gençlerde oran neden bu kadar yüksek? Siyaset bilim profesörü Süleyman Seyfi Öğün hocanın dediği gibi Türkiye’de olay milliyetçilikten ziyade devletçilik mi? Dış tehdit algısının artması mı milliyetçiliği tetikliyor? 

Diğer yandan siyasi partiler içinde kendini milliyetçi olarak tanımlayanlar hangi milliyetçiliği sunuyor? Sundukları milliyetçilik tanımı, kendini milliyetçi olarak tanımlayanların beklentisi veya algısı ile ne kadar örtüşüyor? Yeni olan ne?
Kemal Tahir’in Çorum ağzıyla tanımladığı bu “deli tepelek Türk’ü şimdilerde ne tanımlıyor? Bu sorularla bu bahsi noktalıyorum.

 

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

İç mi, Dış Mı?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İç mi, Dış Mı?

Görülen o ki, 2023 seçimleri sadece iç siyasete ilişkin konular ile geçmeyecek. Finanstan teknolojiye, yatırımcılar, dış çevreler ve Ortadoğu’nun eski ve yeni güçlerinin uzantılarının etkisi iç siyasette daha çok hissedilmeye başlanacak. Hem küresel, hem bölgesel hem de yerel aktörlerin itişip kakışması önümüzdeki yıllarda daha çok gündem olacak. İç siyasette de dış siyasette de olan bitene bakarken bu itişip kakışmayı görüyorum. Tam da iç ve dış mihrakların ele ele vereceği bir seçim dönemi bekliyor Türkiye’yi.

Çin Dışişleri Başkanı’nın ziyaretinin ardından Avrupa Birliği (AB) delegasyonunun Türkiye ziyareti ve yeni İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik küstah sözlerini kişisel olarak algılamamak, içeride olanların ötesinde, dış konjonktürle birlikte değerlendirmek lazım. Orta Doğu’daki bilek güreşi uzun sürecek. Bu dalgalanmalara hazırlıklı olmak ve sağlam duruşumuzu bozmamak gerekiyor.

Çin, İran ile 25 yıllık strateji anlaşmasını imzaladı. Ticaretlerini 10 yılda 600 milyar dolara çıkartacaklar. İran- Çin işbirliği anlaşması demiryolu, limanlar, madenler, iletişim, uzay dahil pek çok şeyi kapsıyor. Çin medyası bu anlaşmayı, ‘Batı Asya bölgesinde ABD-Batı hegemonyasını altüst edeceği’ şeklinde yorumluyor. Yorumculara göre Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin İran’a Suudi Arabistan üzerinden gitmiş olmasının sembolik değeri olduğu gibi, Türkiye, İran, BAE ve Umman’ı ziyaret etmesi de ayrıca önem taşıyor. Bu arada Suudi Arabistan’ın enerji şirketi Aramco’nun önümüzdeki 50 yıl boyunca Çin’in enerji güvenliğine öncelik vereceğini taahhüt ettiğini de hatırlatalım.

Filistin ile İsrail arasında arabuluculuk teklifini de içeren; Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarı sağlamaya yönelik beş hedefli planıyla Çin artık uzak Asya değil yakın Asya’da, ABD’nin bölgedeki hegemonyasının karşısında. Bu ikili çekişmede Rusya’nın ittifak zeminlerine dikkat etmek gerekiyor. Rusya ve AB’de denkleme dahil olduğunda ciddi çıkar çatışmaları ve dalgalanmalar yaşanıyor. Bu ilişkilerdeki her gelişme, AB-Türkiye ilişkilerinden iç siyasete kadar pek çok yere yansıyor ve yansıyacağa benziyor. Siyaseti konuşurken iç-dış diye ayırmadan konuşmak gerekiyor. 

NE PAHASINA OLURSA OLSUN” DRAGHİ KİMDİR? 

‘73 yaşında Süper Mario’ olarak tanımlanan Draghi, 2011-2019 yılları arasında Avrupa Merkez Bankası başkanlığı yaptı ve bu dönemdeki “Euro’yu ne pahasına olursa olsun kurtarma” sözüyle hatırlanıyor. 2012’de yaptığı bir konuşmada sarf ettiği “ne pahasına olursa olsun” (whatever it takes) tabiri o tarihten sonra Draghi’nin adıyla birlikte anılmaya başlandı ve popüler kültürde, duvar yazılarında alıntılanacak kadar yer etti.

Draghi, ocak ayında yaşanan hükümet krizi üzerine Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından hükümeti kurmakla görevlendirildi. Şubat ayında göreve başlayan hükümetinde, teknokratların yanı sıra Beş Yıldız Hareketi gibi ırkçı aşırı sağ partiler ve aşırı liberallerin de olduğu karma bir liste var.  Güven oylamaları öncesinde dış politika alanındaki önceliklerini açıklarken, “Bu hükümet Avrupa ve Atlantik ilişkileri yanlısı olacak, Balkanlar, Libya ve Doğu Akdeniz başta olmak üzere Akdeniz bölgesi ve Afrika’ya yönelik ilgimiz güçlü biçimde devam edecek. Ancak aynı zamanda, İspanya, Yunanistan, Malta ve Kıbrıs gibi Akdeniz konusunda özel bir hassasiyeti, çevre ve göç alanlarındaki sorunları paylaştığımız devletlerle de işbirliğini pekiştirmek gerekecek. Bir NATO ortağı ve müttefiki olan Türkiye ile AB arasında daha adil bir diyaloğun tesisi için çalışmayı da sürdüreceğiz.” dedi…

Draghi’nin Ankara’da yaşanan, AB Komisyonu ve AB Konseyi Başkanı arasındaki rekabetin yol açtığı ‘koltuk’ vakasına ilişkin soruyu yanıtlarken Erdoğan’ı “diktatör” olarak nitelendirmesinin gelişigüzel, boş bulunarak söylenmiş bir söz olduğunu zannetmiyorum. Görülen o ki yine Erdoğan bahane edilerek Türkiye’ye aba altından sopa gösterilmeye çalışılıyor.

‘Ne pahasına olursa olsun Draghi’ euroyu olduğu gibi sadece İtalya’yı değil, Avrupa’yı da kurtarmak için işe Türkiye’den başlamışa benziyor. Elbette bizim de elimiz armut toplamıyor. 

RAPORLAR 

Bu ara önüme gelen Türkiye araştırma raporunu okuyorum. Doğrusu bu raporları okurken araştırmayı yapanların sunumlarının ötesinde, yorumlayanlara da gıpta ile baktığımı söylemek isterim. Rahmetli Işıl Alatlı, Özal’ın bu verileri sunulanın ötesinde farklı yorumlamada çok iyi olduğunu söylerdi. “Gece yarısı arar, ‘Işıl şunu şöyle bunu böyle hesap et tekrar bak, sonuç değişecek’ der ve haklı çıkardı” diye anlatırdı. Doğrusu araştırma verilerini standartların dışında okuyan gözlere ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.

Benim bu araştırmalarda ilgimi çeken; seçmen kitlesini merak edenlerin çeşitliliği. Yabancı şirketler, finans kuruluşları, siyasi partiler, düşünce kuruluşları araştırma sipariş edenlerin içinde yer alıyor. Türkiye’de değişimin hızını ve boyutunu ölçen, seçmen kitlesinin özelliklerini ölçüme sokan bu araştırmalardan yabancıların bizden daha çok faydalandığı ortada. Peki ya biz? Kendimizi doğru sorularla araştırabiliyor muyuz? Bu soruyu burada bırakıp dikkatimi çeken konu başlıklarına dair bir iki şey söylemek istiyorum.

Siyasi eğilimler araştırmalarda öne geçiyor, ama bir o kadar da dindarlık kriterlerine ilişkin ölçümler dikkat çekici. Az dindar, çok dindar, namaz kılar kılmaz, cumaya gider gitmez vb. maddeler var. Bir diğer önemli başlık da Kürt seçmen kitlesinin tutumları.

Anlaşılan o ki siyasetçilerin yumuşak karınları, zayıf noktaları bu araştırma sonuçlarına göre işleniyor.

Not: Bu arada okuduklarımdan dikkatimi çekti, Türkiye’de orta sınıf ciddi oranda büyümüş, gelişmiş ve değişmiş. Dindar kesim artık orta kesimin içinde. Bu, seçmen kitlenin taleplerini değiştiren bir veri olarak dikkate alınmalı.

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Ak Parti siyasi tarihimizde ilk defa kurucu kadrosunda 11 kadın üyeye yer veren bir parti oldu. Ben de onlardan birisiyim. Hem kurucular kurulundaki kadın sayısıyla, hem de kadınları parti yönetimde güçlendirmesiyle Ak Parti en yenilikçi partiydi. Tabii ilk olmanın hep zorlukları da oldu. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu biz başörtülü kurucuları yıkıcı mihrak olarak gördü. Hakkımızda kurucular kurulundan çıkartılmamız için dava açıldı.

Yıllar içinde Anayasa’da 10. Madde’nin kadın-erkek eşitliğini garantiye almasından başlayarak kadın lehine politikaların üretilmesine katkı sağladım. Kuruluş sürecinde Anadolu’yu karış karış dolaştığımızda kızların okula gönderilmeme sebebinin eğitim masrafları olduğunu görmüştük. Aileler eğitim giderlerini bahane etmesin diye şartlı eğitim desteği başlamıştık. Sadece ananelere kız çocuklarını okul masrafları için para veriliyordu. O gün kız çocuklarının okullaşma oranı % 45.2 idi. Bugün % 84.8 oldu. Kız çocuklarının eğitimlerini devam ettirip üniversiteye gitme oranı % 13.5 iken bugün % 46.3. Bugün kadınların % 17’si üniversite mezunu. Akademide, yargıda, siyasette kadın oranının artırılması, anayasada kadın erkek eşitliğinin güvence altına alınması, kadınları koruyan yasaların çıkması bu iktidar zemininde gerçekleşti. 

GENÇ VE YENİLİKÇİ KADRO 

AK Parti’nin, Türkiye’nin geleceğe bakan yüzü olan gençleri kucaklayan politika sürecinin de altını çizmek istiyorum. Gençlerin siyasette yer almasını hep önemsedim. Bugün de genel merkez koridorlarında çok sayıda gençle karşılaşmaktan memnun oldum. AK Parti’nin kurulduğu yıllarda yenilikçi gençler kadrosundaydım, bugün aksaçlılar kadrosundayım. O zaman bize yenilikçiler diyorlardı. 7. Kongre’nin ardından ikinci yenilikçiler çıktı sahaya diyebiliriz. Ak Parti muhafazakar demokrat kimliğini tanımlarken gelecekten geleceğe hat çizmişti. Bugün de muhafazakar demokrat kimliğini koruyarak bu hattı yeniliyor.

Ben de ülkeyi önümüzdeki yüzyıllara taşıyacak feraset ve ortak akıl ile, veriye dayalı siyaset üretimine katkı sağlamak amacıyla AK Parti’nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’na (MKYK) dokuz yıl aradan sonra geri döndüm.

DEĞİŞENLER VE DEĞİŞMEYENLER

2000 yılında siyasete ilk adım attığımda televizyonda çalışıyor programlar yapıyor, Anadolu’yu geziyor, Türkiye’nin sorunları kadar çözüm yollarını konuşan programlar yapıyor, farklı kesimleri bir araya getirmeye, ortak akıl üretmek için onları konuşturmaya gayret ediyordum. Türkiye’nin köylerinden şehirlerine gördüklerim karşısında duyarsız kalamazdım. Siyasete beni motive eden kariyer değil bu bir televizyon programcısı olarak tanıklıklarım oldu. Dışarıdan söylenmek, şikayet etmek yerine çalışmayı, ezberleri bozmayı yol olarak seçtim. Bazen temkinli bazen cesur adımlarla zamanın ruhunu anlayan bir siyaset yaklaşımıyla bugünlere geldik. Bugün de bu “hareket” devam ediyor.

Aradan geçen yıllar içinde zamanın ruhu da toplum sosyolojisi de çok değişti. İletişim teknolojisindeki hızlı değişim toplumsal değişimi çok hızlandırdı. Türkiye’deki bir konu artık anında dünyanın konusu; dünyadaki bir konu anında Türkiye’nin konusu. Dünya ile bağ kuran bir ülkede hele de yeni yüzyılın kırılmalarıyla birlikte elbette her şey sütliman olamaz. Olmayacak da.

Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar. Bu atasözünü Türkiye tarihinin özeti gibi görüyorum. Dağ gibi sorunların üzerinden aşmaya çalışarak bugünlere geldik. Bugün de bu hareketi ve amacı AK Parti taşıyor ve sürdürüyor. 

İlla ki dağ ne kadar yüce olursa olsun aşan bir yol vardır. Mesele buna niyet etmek. İlla ki de yola çıkmak devamını beraberinde getirir duygusuyla, bıraktığım yerden devam ediyorum.

AK Parti’nin bu yeni kadrosunda yer almak benim için onurdur.

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Sorunların Çözümüne Katkı Sağlamayan Yöntemler

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sorunların Çözümüne Katkı Sağlamayan Yöntemler

Einstein’in sözüdür “sorunları onları oluşturan yöntemlerle çözemezsiniz.” Yazıları çalışırken çeşitli konularda özetler okumayı seviyorum. Özet; o konudaki işlem matematiğini, hangi sonuçların ortaya çıkartığını daha hızlı algılamaya katkı sağlıyor. Unuttuklarımızı hatırlatıyor. Gündemde yine bir parti kapatma meselesi var. Yine diyeceğim çünkü siyasi tarihimizden bir mini özet yaptım. Sonuç aşağıdaki gibi…

Buradaki matematiğe bakınca parti kapatmak çözüm olmadığı gibi seçmen nezdinde de siyasi hareketi daha da güçlendirmiş, sivilleşmeye sekte vurmuş, Kürt seçmeni daha çok birbirine kenetlemiş. Tam da dağ kadrolarının arayıp da bulamadıkları propagandaya sebep olmuş. Yıllar önce bu meseleler üzerine konuşurken Leyla Zana, Sırrı Sakık gibi isimlerin aralarında olduğu kuşak için ‘konuşulabilecek son kuşak’ lafını çok işitmiştim. Parti kapatma kararını elbette yargı verecek, ancak bunun etkileri üzerine geçmişe bakarak bir değerlendirme yapmakta fayda var. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki; Kürt seçmen çok disiplinli, parti örgütü olmasa da çok iyi örgütleniyor. Çok hızla yeni bir oluşuma çok daha da güçlenerek gidiyor. Parti çatısı altında örgütlenemediğinde ittifaklar içinde ya da bağımsız her şekilde milletvekili çıkartıyor. Siyasi tarihimizde sayısız örneği vardır. Alınacak bir kararın ayrıca HDP’den sonra Kürtlerden en çok oyu alan parti olan Ak Parti’ni seçmen kitlesini etkileyeceğini de görüyorum. Siyasi kararları alırken verilerin yol gösterici olması gerektiğine inanarak kısa bir özeti paylaşmak istiyorum.

1923-1960 yılları arasındaki süreçte partiler en çok irtica ve komünizm gerekçesiyle kapatıldı. 1965 yılına kadar Siyasi Partiler Yasasına sahip olmayan Türkiye’de partilerin tabi bulunduğu hukuki statüsünün belirlenmesinde de problemler yaşandı. Bu dönemde partiler farklı kurumlar tarafından kapatılmışlar. 

1960 ÖNCESİNDE KAPATILAN PARTİLER… 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası -1925 Türkiye’de irtica gerekçesi öne sürülerek kapatılan ilk parti olmuş. İslam Koruma Partisi- 1946,Çiftçi Köylü Partisi -1946, Türk Sosyal Demokrat Partisi-1946, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi-1946, Türkiye Sosyalist Partisi-1952, Türk Muhafazakâr Partisi 1953; Millet Partisi ( MP) – 1954;İslam Demokrasi Partisi – 1952, Vatan Partisi – 1957

1960 SONRASINDA KAPATILAN PARTİLERDEN BAZILARI

İşçi-Çiftçi Partisi 1968, Türkiye İşçi Partisi 1971, Türkiye İleri Ülkü Partisi 1971, Milli Nizam Partisi 1971, Büyük Anadolu Partisi 1972, Türkiye Birleşik Komünist Partisi1991, Sosyalist Türkiye Partisi 1993, Özgürlük ve Demokrasi Partisi 1993, Demokrat Parti 1994, Yeşiller Partisi 1994, Sosyalist Birlik Partisi 1995, Demokrasi ve Değişim Partisi 1996, Emek Partisi 1997, Refah Partisi 1998, Demokratik Kitle Partisi, 1999, Fazilet Partisi 2001… 

HEP’TEN HDP’YE 7 PARTİ

Kürt siyasi partilerinin temelleri 1987’de SHP’nin yüzde 24 alarak 99 milletvekili çıkardığı seçimlerde atıldı. Seçmen ilk kez Kürtlerin örgütlü olarak desteklediği bir parti çatısı altında Meclis’e milletvekili gönderdi. SHP’nin 1989’da Paris’te yapılan Kürt Konferansı’na katıldıkları gerekçesiyle 7 Kürt milletvekilini ihraç etmesi legal Kürt siyasi partisinin doğmasına sebep oldu. İhraç edilen milletvekillerinin girişimiyle 1990’da Halkın Emek Partisi HEP kuruldu.

1990’da kurulan HEP’in Genel Başkanı Fehmi Işıklar idi. 20 Ekim 1991 Genel Seçimlerinde SHP ile ittifak yapan parti SHP listesinden 18 milletvekiliyle Meclis’e girdi.1993’te parti kapatıldı…1993’te eski HEP’li vekiller DEP grubunu kurarak SHP’den ayrıldılar. Leyla Zana’nın Kürtçe yemini ile başlayan kriz 1994’te dokunulmazlıkların kaldırılmasına kadar devam etti. Anayasa Mahkemesi DEP’i 16 Haziran 1994’te kapattı.

1994’te Murat Bozlak başkanlığında Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kuruldu. HADEP Kongresi’nde açılan Öcalan posteri ve PKK bayrakları, Murat Bozlak ve bazı parti yöneticilerinin tutuklanmasına neden oldu. Anayasa Mahkemesi13 Mart 2003’de HADEP’i kapattı.

24 Ekim 1997’de Demokratik HalkPartisi (DEHAP) kuruldu. “Örgütlenmesini tamamlamadan seçime girdiği” iddiası üzerine 2002’de kapatma davası açıldı. DEHAP2005’de kendini feshetti. Eski DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak ve Leyla Zana 2004’te hapisten çıktıklarında 2005’de Demokratik Toplum Hareketi (DTH) adıyla yeni bir siyasi hareketin öncüleri oldular. DTP ismiyle partileşen hareket 2007 yılında seçime bağımsız girdi. 11 Aralık 2009’da Anaya Mahkemesi oy birliği ile DTP’nin kapatılmasına ve 37 kişiye beş yıl siyaset yasağı uygulamasına, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesine karar verdi.

İstanbul bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın katılımıyla grup kurmak için yeterli sayı olan 20 milletvekiline ulaşınca, 2 Mayıs 2008’de mecliste Barış ve Demokrasi Partisi adıyla yeni bir grup kuruldu. Selahattin Demirtaş Genel Başkanlığı kazandı. 2011 Genel seçimlerinde 36 milletvekili çıkardılar. 27 Ekim 2013tarihinde Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel Eş Başkanlığında mecliste Halkların Demokratik Partisi adıyla yeni bir parti kuruldu. Başka partilerin katılımıyla Türkiye solunun bazı parti ve örgütleri, HDP adı altında bir araya geldi. 28 Nisan 2014’de BDP milletvekilleri HDP’ye geçti. HDP adıyla milletvekilliği seçimlerine, BDP adıyla yerel seçimlere girmeye karar verildi. HDP, 7 Haziran 2015seçimlerinde yaklaşık altı milyon oyla yüzde 13, 12 alarak 80 milletvekili çıkarttı. 1 Kasım 2015’deyenilenen seçimde 59 milletvekili çıkartabildi…

Siyaset elbette davalar, fikirler değerler üzerinden yapılır. Ancak sonuçlara bakmakta da fayda var. 

Tarih Büyük Harflerle Yazılmaz

Tarafgir Olmadan Değişimi Okumak

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tarafgir Olmadan Değişimi Okumak

Bugünlerde Osmanlı’nın son yüzyılı üzerine çok şey okuyorum. “Aşırı Batılılaşmış” padişahları, padişah ailelerini, saray çevrelerini, seçkinlerin hayatlarını okuduğum her yazıda “kültür değişimini” hep ideolojik kümelerden yorumladığımızı görüyorum. Belki de bunun için muhayyel bir Batı ve muhayyel bir doğu ekseninden çıkamıyoruz.

Saraydan ve seçkinlerden başlayan Batılı yaşam alışkanlıklarının toplumun farklı katmanlarına yayılması ya da yayılamaması da sosyal psikolojinin meselesi olarak daha çok ele alınmalıydı diye düşünüyorum. Ancak böyle olduğunda evlerinde Fransızca konuşan Osmanlı ailelerini, piyano çalan sultanları, halife çocuklarını, Cumhuriyet’in kurucu neslini, modernleşme ye da modernleşememe paradokslarımızı farklı değerlendirebilirdik. Özetle tarihe ideolojik kümelerden bakmasaydık daha az kutuplaşırdık kanaatindeyim.

Elbette hiçbir şey için vakit geç değil… Bu konuyu böyle ele alan öncü isimlerden birisi davranışçı psikolojinin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden birisi olan Mümtaz Turhan ve Erol Güngör olmuştur. Bu iki isim batılılaşmayı bir tarafgirlik üzerinden değil olağan bir süreç olarak ele alırlar. Mümtaz Turhan’ın iki kitabı köy ve şehir ekseninde değişimin hayata akseden ya da edemeyen yönlerini ele alır. “Kültür Değişmeleri” ve “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” isimli kitapları adeta Türkiye’ye dair illa da okunması gereken iki temel eserdir. Lale Devri’nden başlayarak kültür değişmelerini, sosyal psikolojiyi de esas alarak  davranışlarla izah eder. “Mümtaz Turhan hoca devlet bursuyla Almanya’ya psikoloji okumaya gider. Doktorasını yine orada deneysel psikoloji alanında yapar. Gestalt Psikolojisinin mucidi Max Wertheimer’in öğrencisi olur. 1936’da Türkiye’ye döndüğünde  İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tecrübî psikoloji kürsüsünde asistanlığa başlar. Yüz ifadelerinin yorumlanmasına ilişkin deneysel araştırmasıyla 1939’da doçent olur. Yaz tatillerinde köyüne gider ve orada şehre göç edip dönmüş olanların yüz ifadelerini ve davranışlarını inceler. “Yüz İfadelerinin Tefsiri Hakkında Tecrübi Bir Tetkik’’ konulu teziyle doçent olur. Sonra İngiltere’de Cambridge’de ikinci doktorasını Lâle Devri’nden Meşrutiyet Dönemi’nin sonuna kadar büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmelerini inceleyerek yorumladığı “kültür değişmeleri” konusu üzerine yapar.

1950’de profesör unvanı alır. Çalışması, “Kültür Değişmeleri” adıyla 1951 yılında yayınlanır. Batılaşmayı eleştirmez, bunu doğal bir sonuç olarak görür ve hatta neden daha Batılılaşamadık sorusunu sorar. Konuya ideolojik değil yaşamdan bakar. Bugün de Türkiye’nin kültür değişmelerine ideolojik perspektiften değil yaşamdan bakmaya ihtiyaç var. Ama evvelini; köylerden davranışlara, jest ve mimiklerden yüz ifadelerine değişimi anlamak için Mümtaz Turhan’ın kitaplarını bulup okumanızı öneririm.

MAHVİYETKÂR

Kültür tarihi okumanın güzel tarafı da unuttuğumuz kelimeleri hatırlatıyor olması. Bu güzel kelimeyi de Şerif Muhiddin Targan’a dair yazılanları okurken rastladım. Murat Bardakçı Safiye Ayla’yı anlattığı kitabında Hz. Muhammed’in torunu olan Şerif Muhiddin Targan’ın bu kelimeyle anıldığını yazmış. Mahviyetkâr; yani alçakgönüllü……

Şerif Muhiddin 1924 de gittiği New York’da viyolonseli ile konserler verir, önemli oda gruplarında çalar ve Amerikan müzik çevrelerinde Prince Muhiddin adıyla şöhret bulur. Dostlarının arasında Mehmet Akif olduğu gibi ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in oğlu Archibald Roosevelt de var. Öyle ki Mehmet Akif ortak dostları olan A.Roosevelt’e ithafen bir şiir yazar.

Bu hafta konuğum bir kültür tarihçisi olan Bilen Işıktaş. Peygamber’in Dahi Torunu: Şerif Muhiddin Targan, Modernleşme, Bireyselleşme, Virtüozite isimli kitabı ekseninde  Osmanlı’nın son yüzyılının mahviyetkâr olduğu için çok bilinmeyen ama  önemli portrelerinden birisi olan Şerif Muhiddin Targan’ı konuşacağız. Aynı zamanda kendi tarzı olan bir udi olan Targan’ın müzik üslubunu sürdüren Bilen Işıktaş ile sanatçının estetik üretimine ve mirasına dair sohbet edeceğiz. Bu arada Şerif Muhiddin Targan’ın maddi mirasını da Murat Bardakçı’nın Safiye Ayla kitabından alıntıladığım notlarla paylaşıyorum.

SAFİYE AYLA VE ŞERİF MUHİDDİN’İN MİRASI

Safiye Ayla ile 1950 de evlenen Şerif Muhiddin 1967’de vefat ediyor. Evlilikleri Safiye Ayla’nın hayatını değiştirir. Ondan sonra sadece radyoda okur ve her sene profesyonelce organize edilmiş bir konser verir. Safiye Ayla evlenme sebebini anlatırken “İstanbul’da tek dost buldum o da Şerif Muhiddin’di” diyor.  Safiye Ayla mirasını Türk Eğitim Vakfı’na bırakır. Onların Türk Eğitim Vakfı’na sağladığı imkanlarla  bugüne kadar 2000’e yakın öğrenciye burs verilir. “Şerif Muhiddin Targan ve eşi Safiye Ayla Targan Bursu” ismini taşıyan burslar vasiyetleri gereği Türk-Batı müziği ve resim eğitimi alacak başarılı, kabiliyetli ve maddi desteğe ihtiyacı olan gençlere günün şartlarına uygun rakamlar üzerinden verilmektedir.

Şerif Muhiddin ve eşi Safiye Ayla’nın Türkiye’de müziğin gelişmesine katkılarının büyük olduğunu altını çizerek hayırla yad ediyoruz.

HER YER İLETİŞİM OLDU

Hayat mekanlardan ortamlardan çekilip dijitale taşınırken her yer daha da iletişim oldu.

Altın kural: Yeni çağın iletişimi parçalı bir iletişim, yekpare değil. Bloklar yok, bloktan kopan parçalar var.

Büyük kitleler halinde hareket kabiliyeti de imkanı da yok. Böyle olunca da bir kitleye genel mesajlar vermenin anlamı da yok. Siyasetçilerin ezberledikleri klişeler etkisizleşiyor. İletişimde “klişe her zaman iş yapar” derken artık “klişeleri değiştir” diyoruz.

İletişim artık büyük kütlelerle değil, minik de olsa küçük ve çeşitli gruplarla “birlikte” yapılıyor. Birlikte olmak beraber yürümeyi gerektirmiyor. Filan konuda birlikte olabiliriz, falan konuda ayrışabiliriz. İttifak edilen küçük gruplar içinde konular bütün değil. Bazı konularda ittifak edilebilir bazı konularda karşı karşıya gelinebilir. Bu dönemde kriz yönetimi eskisinden daha çok önem kazandı. Çok iletişim, sürekli kriz demek.

Siyasetin temaları yani konuları da değişti. Rasyonel siyaset zemini, yerini iletişimde duyguları  hedef alan siyasete bıraktı. Akılcılık ile duygular arasında denge kurmak eskisinden daha zor. Çünkü duygular da çok parçalı ve karmaşık. Akıllar da öyle.

Çok parçalı, çok konulu, çok duygulu ittifaklar dönemine siyasetçiler ne kadar hazır bilmiyorum. Siyaset iletişiminde “ya benimsin ya da toprağın” anlayışı tarihe karışıyor.

Not: Bu arada Ak Parti İstanbul İl Başkanlığı’nda nöbet değişimini izliyorum. Yeni başkan Osman Kabaktepe’yi ve yönetime yeni katılanları kutluyorum. Ankara siyasetin aklıysa, İstanbul siyasetin kalbidir diyerek hepsine de başarılar diliyorum.