Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İkiyüzlülük Siyaseti…

Amerika’nın himayesinde SDG ve PDY yönetimine bırakılan bölgelerde kadınların nasıl eşitlikçi biçimde desteklendiğine, çoğulculuğun nasıl güçlendirildiğine dair Batı basınında yüzlerce habere rastlamak mümkün.

Sedat Ergin dünkü yazısında bunun tam tersi iki uygulamaya dikkat çekiyordu. Birincisi Kürtçe müfredat zorunluluğu, Arapça eğitimin yasaklanması ve öğretmenlerin tutuklanması… İkincisi de kız çocuklarına ve öğretmenlere yönelik başörtüsü yasağı. BM Genel Sekreteri Antonio Gueteres’in 15 Aralık tarihli raporuna yansıttığı olayın detaylarını Ergin yazısında anlatmış…

Konuyu özetleyecek olursam durum şöyle: Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad Suriye’nin kuzeyindeki bir bölgeyi PYD/YPG’ye bırakırken, devlet dairelerini ve okulları yine kendi kontrolü altında tutuyor. Suriye rejimine bağlı kurumlar, özellikle de okullar Kürtler dışında Arap ve Süryanilerin de yaşadığı bu coğrafyada faaliyetlerini sürdürürken, oradaki Kürt yönetimin Arapça müfredatı yasaklaması, Kürtçe müfredatı zorlaması yeni bir sorun alanı ortaya çıkarmış. Öyle ki bu konu Birleşmiş Milletler raporlarına hak ihlali olarak yansımış.BM Güvenlik Konseyi’nde Türkiye’nin temsilcisi Feridun Sinirlioğlu’nun da gündeme getirdiği bu konunun önemli başlıkları içinde; Arapça öğretmenlerinin hapse atılması da var. Rapora göre, bu karar Deyrezor, Rakka ve Haseke’nin muhtelif yerleşimlerinde öğretmenlerin, velilerin ve aşiret liderlerinin gösterilerine yol açmış. Bu protestolar üzerine ilan edilen yasak askıya alınmış.

Dikkat çekici nokta, özerk yönetimin bu kararı yalnızca kuzeyde Kürt nüfusun daha ağırlıklı olduğu Haseke bölgesi değil, baskın Arap dokusuna sahip olan Rakka ve Deyrezor’da da uygulamaya kalkışmış olması.

Gueteres’in hazırlattığı raporda, bu yasağın ifade, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin ihlalini oluşturacağı belirtiliyor. Böyle bir yasağın kız çocuklarını, aileleri ve kadın öğretmenleri okula gitmekten caydıracağı, bunun kadınların çalışma ve eğitim haklarına zarar vereceği kaydediliyor.

Dillerden düşmeyen özgürlük sloganlarının dar kapsamdaki sınırları şimdiden belli …

YARIYOLDA BIRAKANLAR

Fatih Altaylı’nın  HDP Eş Başkanı Mithat  Sancar’ı konuk ettiği programı dikkatle dinledim. Yaklaşan seçim ortamında açıklamalar altılı masayı yakından ilgilendiriyor. Çünkü Kürtlerin oylarını alabilecekleri iddiasıyla masada yer alan partilerin oy yüzdeleri tamamıyla değişti.  

HDP’nin ayrı aday çıkarmasıyla, Canan Kaftancıoğlu’nun yoğun çabalarıyla CHP’ye geçen ve kısmen de bazı illerde Deva Partisi’ne gidecek görünen Kürt oyları geri çağrılacak. Bu durum altılı masanın oy oranını da pazarlık kapasitesini de düşürür.

Mithat Sancar diyor ki “Bu kararımız ilkesel!.. Cumhurbaşkanlığı seçimi için adım adım kendi stratejimizi izleyeceğiz.”Yani “HDP seçmeninin ülkenin geleceğinde kilit rol oynadığını gördük ve bu kilidi altılı masaya yol vermek için değil, kendimiz için kullanacağız” diyor. Bu ilkesel kararda Amerika ve dünya konjonktürünün, bölgedeki diğer aktörlerin etkisini ayrıca değerlendirmek gerekir.

Ayrıca bu konuyu “demokratik dönüşümün bir parçası” olarak ortaya koyuyor ki; bunun kapsamı aynı zamanda iyide magog olan Kürt siyasetçiler için bir “U dönüşü” olabilir mi sorusunu bende uyandırdı. Tamamen başka bir stratejiye mi geçiliyor?

“Demokrasiye giden yolda yapıcı rol oynamak…” içi doldurulması gereken bir başlık. Bir diğer dikkat çeken açıklaması “Siyaset hakikatleri görerek yapılır…” Hangi hakikatleri gördüler sorusunu açmak gerekiyor.

M. Sancar altılı masayla ilişkiyi diyalogla sınırlıyor. “Önceden müzakere edilmiş ilkeler için diyaloğa varız.” diyor. Yol ayrımının gerekçelerini ise şöyle sıralıyor: “Diğer muhalefet partileri kayda değer bir adım atmadı. HDP seçmenine seslen-e-miyor. Tabanımızın %74’ü partim ne derse onu yaparım diyor. Korkak siyasete tepki gösteriyoruz…”

SANCAR’IN AÇIKLAMASIYLA KAYBEDENLER

Canan Kaftancıoğlu HDP seçmenini CHP’ye kazandırma stratejisinin yürütücüsüydü.

Kaybedenlerin başında Canan Kaftancıoğlu geliyor.

Liberal sol çevreler, Kürtlerin desteğiyle ikinci Cumhuriyet kurma hayallerinde olanlar kaybetti.

NE OLDU?

Sancar’ın hakikatleri gördük söyleminin ardında dünya konjonktüründeki değişim, Irak-İran-Suriye-Rusya-Çin- Avrupa siyasi dengelerindeki değişim başrol oynuyor. Ülkelerin kendi gündemleriyle fazlasıyla meşgul olması onlara verilen desteği azaltıyor.

Diğer taraftan ABD-Çin gerilimi, Ukrayna savaşının etkisi de değerlendirmeye dahil edilmeli.

Gördükleri hakikatin bir diğer tarafını da Türkiye’de yaşayan Kürt seçmen kitlesindeki değişim oluşturuyor. Bu kitle son 20 yılda yapılan reformlarla, bölgeye yapılan yatırımlarla çok değişti. Nefret politikası eskisi gibi karşılık bulmuyor. Hayat normalleşirken onlar da normalleşti. Yeni genç seçmen için Kürt devleti kurmak hayali artık işlemiyor. Mağdur hikayeleri eskisi gibi itibar bulmuyor. Gördükleri bir başka hakikat de bu olabilir.

Ne olursa olsun HDP seçim stratejisi olarak Ak Parti karşısındaki muhalefete bir kopuş yaşattı. Bu stratejinin sebep ve sonuçlarını dikkatle izlemek gerekiyor.

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Mizaç Uyuşmazlığı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Mizaç Uyuşmazlığı

İnsan gençken kendisi de etrafı da hiç değişmeyecekmiş sanıyor. Ama zamanla öyle bir değişiyor ki… Bu sefer de değişimi kabullenmekte zorlanıyor. Hadi kabul etti, kendine intibak edemiyor, itiraf edemiyor. İnsan olmak zor iş vesselam. Duygularımız ve gerçekler arasında bitmeyen bir savaşla ömür tüketiyoruz.

Bu girişin sebebi hatıralar…

Altılı masa etrafındaki isimlerden Ahmet Davudoğlu ve Ali Babacan ile hayatlarımızın kesişme noktaları çok olmuştur. Ahmet Bey’i üniversite yıllarımdan Ali Bey’i de partinin daha kurulmaya çalışıldığı günlerden tanırım. Ali Bey ve eşiyle kurucularımızdan Cuneyd Bey’in evinde tanışmış ve Ufuk Güldemir’in yeni kurduğu Habertürk’de partiyi anlatan ilk canlı yayına birlikte katılmıştık. AK Parti’nin ilk MKYK’sına beraber en yüksek oyu alarak seçilmiştik. Sonraki dönemlerde MKYK’da beraber bulunduk. 11 yıl her ay MKYK toplantısı tecrübesinde epey bir gözlem imkanım oldu. O yıllarda bizim MKYK’larımız bazen ceng içinde bazen sakin-sükun çoğu zaman da bir gaza tadında geçerdi.

Ali Bey bu toplantılarda öyle sesini çok çıkaran, fikir beyan eden birisi hiç değildi. Çok uyumluydu. Birçok konuda hangi fikirlere sahip olduğunu ya da olup olmadığını bilmiyorum. AK Parti içinde bir ekip özellikle de Cumhurbaşkanımız tarafından çok desteklendi. Genç prens muamelesi görüldü. Hızla yükseldi, milletvekili oldu, bakanlıklar yaptı. Sunumlarını dinledik yıllarca. Öyle dinleyeni alıp götüren, konuştuğunda kitlelerin kalbini fetheden fikirleriyle ilham kaynağı olan birisi hiç olmadı. Öyle birisiyle çok kaynaştığını, espri yaptığını, dostluk muhabbet yaptığını ya da kızdığını da görmedim. Romancılar gibi tanımlarsak donuk mütebessim bir çehre ile her dem nazik ama aşırı mesafeli ve insanda uzak durmalıyım duygusu uyandıran bir iletişim dili vardı. Dedikodu yapılmaz, dalga geçilmez, yönetmen Yüksel Aksu’nun deyimiyle mangala çağrılamaz adamlar kategorisinde oldu benim için. Tanrılar katından yeryüzüne inmeye lütfetmeyenlerden. Tabii bu ona başarıyı da getirmiş olabilir. (Malum ben siyasi hayatım boyunca MKYK üyesi olarak kalmayı ancak başarabildim😊)

Ama Davos ve benzeri finans çevrelerinde destek buldu, ciddiye alındı… Parti lideri olacağını öğrenince bu gerekçelerle pek şaşırdım. Malum liderliğin olmazsa olmaz kuraları var. Üniversite ya da lise notu insanı lider yapmıyor. Alfa karakterler lider oluyor. O da cesaret, yüksek volümlü ses, fikir ve ideal sahibi olmak, yaşam enerjisi, neşe, etkileyicilik, sözünde sebat, güçlü irade gibi bazı olmazsa olmaz şartlar gerektiriyor.

Ali Babacan bir alfa karakter değil. Ne kadar eğitim alırsa alsın alfa olamaz. Bilgisini tartamam ancak ilk günden itibaren halkla ilişkisi mesafeli, siyasi söylemi zayıf, konuşması tutuk izlenimimi değiştiren tek bir kare dahi görmedim. Az buz değil 22 yıl olmuş tanışalı.

Ahmet Hoca ise ayrı bir konu, keşke hiç siyasete girmeseydi…Onunla ilgili sadece tek bir şaşkınlığımı yazmak istiyorum. Bir toplantıda not almışım.  Sanırım bakanlık dönemiydi. “Tayyip Erdoğan’ı en çok ve en uzun öven politikacı unvanı ona verilebilir” demişim.

Sakın kıskandığımı filan sanmayın! Sadece şimdiki masayı izlerken hatıraların aklıma gelmesine mani olamıyorum…

“VATANIN SEMBOLÜ BAŞÖRTÜLÜ KIZLARDIR”

Yahya Kemal Beyatlı edebiyatımızda en az kitabı olan yazarlar arasında sayılabilir. Makalelerinin derlendiği bu ismi taşıyan kitabında Avrupalı hayat tarzını tercih eden kadınların durumunu yazarak, “Vatanın Sembolü Başörtülü Kızlar” diyerek bir yazı kaleme almış. Tabii orada sözünü ettiği kızlar yeldirmeli, beyaz başörtülü kızlar.

Kendimi bildim bileli her tartışma başörtüsüne menfi müspet uzar, takılır. Bugün de durum değişmedi. Yasakları değil de ideal olarak ona yüklenen anlamlarda uyuşamıyoruz.  Ölüp gideceğiz bu tartışma daha süreceğe benziyor.

Ben gençlerin yanındayım. Onları kendi anlam arayışlarında rahat bırakalım. Tahakkümün her çeşidine bizim camiadan gelen türü dahil karşıyım.

TAHT DEDİKODULARI

Tüm dünyada en çok takip edilen taht dedikoduları Britanya Kraliyet ailesine dairdir herhalde. Kraliçenin ölümünden sonra yeni yeni dedikodular ortaya saçıldı ama sanki taht yıkıldı, kalanlar da ilgiye mazhar değilmiş gibi… Prens Harry-Meghan belgeseli mesela TheCrown ya  da Lady Diana hakkında yapılanlar kadar ilgimi çekmedi. Şimdi de Prens Harry’nin kitabı piyasaya çıkmış. Meğer abisi William’dan  dayak yemiş… Sanırım 2023’te kraliyet ailesi eskisi kadar ilgiye mazhar olmayacak. Tabii bu ilginin bir piyasa değeri var. Onlar bu piyasa değerini canlı tutmak için çalışsalar da benim açımdan bu yılın gözden düşen ünlüleri içindeler…

2022’DE DOĞAN ALPARSLANLAR 

Evlat sahibi olurken en çok sorulan soru ismi ne olsun olur. “Söz vücut bulur” diye düşünür ismin hayatında tezahür edeceğine inanır, ismi de ömrü de güzel olsun diye düşünürüz.

Zamanın ruhu isme serpilir. İsimlere en çok kaynaklık edenlerin içinde film kahramanları da var. Belgin Doruk’tan Suzan Avcı’ya, Lale Belkıs’a, Kartal Tibet’e pek çok dönem ünlüsü ailelere ilham olmuştu. 2022 yılında doğan erkek bebeklere ise, Barış Arduç’un başrolünü oynadığı Alparslan: Büyük Selçuklu dizisinden ilhamla en çok “Alparslan” ismi verilmiş.

Tarihten bir Türk büyüğünün anne-babalara ilham olması sevindirici. Yazı çizi bir tarafta, filmlerin büyüsü bambaşka…

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Hangi CHP?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Hangi CHP?

Gömlek çıkarmak siyasette kullanılan bir metafor. CHP’nin ideolojik rengindeki değişimi de en iyi anlatan metafor. Öyle ki Cumhuriyet’in 100. Yılı’nda ilkelerine sahip çıkmadığı gibi kimlik siyasetindeki değişimi, adaylar, semboller, ziyaretler kavramlar üzerinden okuyabiliyoruz.

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğu önceki seçimlerde “Dersimli devrimci Kemal” olarak kendini tanımlarken, bu seçim öncesinde doğrusu tam da bir tanım bulamadığı kanaatindeyim. HDP’ye oy veren radikal milliyetçi Kürtlerden, mütedeyyin Kürtlere oy devşirmeye çalışırken eskisi gibi “Dersimli devrimci Kemal” etiketine sarılamıyor. Dersim’in çağrıştırdıkları bir yana, devrimciliğin de 70’li yılların nostaljisi dışında bugün bir anlam taşımadığı ortada.

2014’teki CHP Olağanüstü Kurultayı’nda Muharrem İnce’nin genel başkan adaylığının 415 oy ile Kılıçdaroğlu’nun 740 oyu karşısında bir destek bulması küçümsenecek bir olay değil. Ki o günden bu yana da kongre yapılmıyor. Kılıçdaroğlu yenileceğinden korkuyor.  “CHP altı ok gömleğini çıkartıp sağa mı kayıyor” iddiaları Kılıçdaroğlu’nun parti içindeki etkisini zayıflatıyor.

Altı ok gömleğini çıkartma meselesi yeni bir tartışma konusu da değil. Kılıçdaroğlu2014’teki kurultay öncesinde yaptığı bir konuşmada “Altı Ok’un yeniden yorumlaması gerektiğini” söylemişti. Yeni bir CHP için sinyalleri vermişti. Aradan zaman geçti ve seçimlerde eski CHP kaybetti yeni CHP adım adım inşa edilmeye başlandı. Ancak bu yeni CHP hem siyasi kadrolar hem de seçmen nezdinde kafa karıştırıyor. Kılıçdaroğlu’nun karşısındaki adayları da güçlendiriyor. Şimdi yeni bir seçim arifesinde ortaya çıkan lider kavgasının bir ayağında altı okun yorumlanmasının partiyi yol ayrımına getirdiği aşikar.

CHP’nin bildiğimiz altı okunun tarihine baktığımızda  bir anda ortaya çıkmıyor.  Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik olarak tanımlanan dört ilkeye, üçüncü parti kurultayında Devletçilik ve İnkılapçılık ilkeleri ekleniyor, altı ok parti bayrağına böylece yerleşiyor. Ancak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının ruhunu yansıtan bu ilkelere yüklenen anlamlar bir yüzyılın içinde zamanla değişiyor. Katı laiklik uygulaması bunlardan birisidir. CHP mütedeyyinlerin oyunu almadan iktidara gelemeyeceğini farkedince 1946’da bazı ilkeleri yumuşatmaya başlıyor.

CHP tarihinde en büyük virajı ise 2014’te cumhurbaşkanlığı için Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday göstererek aldı. Parti meclisine Mehmet Bekaroğlu ve İhsan Özkes’in alınması, mütedeyyin kesime yakın danışmanların tavsiyesiyle hareket etmesi çoğaltabileceğimiz örnekler arasında. Altı okun değerlerine inanmayan bu kadroların tavsiyelerine uyan Kılıçdaroğlu’nun oy hırsıyla içerideki ilkesel çatlağı giderek genişlettiği ortada.

CHP’nin mütedeyyin halk kitlelerinin gözündeki parti imajını olumluya çevirebilmek için gayretleri yeni değil. Önceki nesillerin hafızalarında yasaklar capcanlı iken bu kesimlerden oy devşirmek zordu. Bugün ise CHP yeni nesillerin hafızasızlığına güvenerek sağdan oy devşirmenin daha kolay olacağını düşünüyor. 

CHP’nin bugünün Türkiye’si için altı oku nasıl anlamlandıracağı sorusuna artık “Hangi CHP” sorusunu ekleyebiliriz. Parti içindeki çatlağın kim başkan olacak sorusundan ziyade burada olacağını düşünüyorum.

Dersimli  ve devrimci Kılıçdaroğlu ve Canan Kaftancıoğlu ekibi HDP kitlesine gözünü dikmişken, tam zıddı başka kitleyi; başörtüsü, helalleşme demeçleriyle mütedeyyin seçmeni devşirmeye çalışırken, İmamoğlu ve destekçileri daha orta sağı hedef alıyor. İmam-Hatip’li Trabzonlu İmamoğlu ideolojik rengi olmayan bir söylemle oy toplamaya çalışıyor. Kürt milliyetçilerinin tam karşısında Türk milliyetçilerinden destek almaya çalışırken “hangi CHP” sorusu tekrar gündeme geliyor. 

CHP’nin içindeki mücadele eski yeni, yaşlı- genç mücadelesinin yanı sıra partinin altı okunu referans alma noktasında da farklılık gösteriyor.

Altı ok ilkelerinden kopan CHP için bir yeni gelecek arayışını sahnede izliyoruz.

Dün bir arkadaşım ile konuşuyorum. “Alev Alatlı’nın bir söyleşisini dinledim yine müthiş bir tanım yapmış” diyerek onun “CHP komedidir” sözünü kullandı.

Alev Hoca’nın en önemli özelliğidir, hiçbir düşüncenin yüzde yüz taraftarı olmaz, her görüşü belli bir mesafeden izler, ardından akıl imbiğinden geçen yüzlerce veri analizi sonucu olayı bir ya da iki kelime ile tanımlar. Sizin kelimeler arasında dolanarak anlatmaya ya da anlamaya çalıştığınız şeyi o birkaç kelimeyle yerine oturtur. “CHP komedidir” sözü de bunlardan birisi.

Sahiden öyle değil mi? 

ROBOTUMSU İNSANLAR…

Alev Alatlı Suç Ortağı Hollywood kitabında önemli bir tespit yapar. “Amerika’da sinema hayatı değil, hayat sinemayı taklit eder” der. Bugün benzer bir şeyi yaşıyoruz.

Günün görselleri Instagram reels videoları dikkatimi çekiyor. Endonezya’dan Antartika’ya herkes tıpkısının aynısı. Hele de kadınlar… Dudaklar, yanaklar, çeneler, duruşlar tıpatıp… Oyunlardan çizgi filmlere üretilmiş kahramanları, robotları, oyuncak bebekleri taklit ederek, onları referans alarak kendilerini yeniden tasarlayan insanları görüyoruz.

Teknoloji robotları insanlaştırmaya çalışırken, insanlar robotları taklit etmeye başladı. İnsanın idolü robotlar olursa hayat ne olur üzerinde düşünmek gerekir.

Yine Alev Alatlı’dan bir alıntıyla “Teknoloji afyondur!”

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Kadın Hareketleri

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kadın Hareketleri

Türkiye’de kadınların hak talepleri ve bu konuda kat edilen mesafeye baktığımızda okun yayını Cumhuriyet’in ilanından çok önceye 100 yıl geriye çekmek gerekiyor. Tanzimat’ın ilanı modern anlamda kadınların eşit muamele görme taleplerini başlatıyor.

Bir toplum ve ekonomi tarihçisi ve aynı zamanda bir kitap tutkunu olan Prof. Dr. Zafer Toprak  kadınların tarihsel olaylara katılımıyla ilgilenen ilk erkek tarihçilerden birisi. Kadınların tarihine bakarken sadece görünür olan kadınlara bakmıyor, dergi köşelerinden anketlerden yola çıkarak bir iz sürüyor.

Zafer Toprak bu konuda derinlikli çalışan tarihçilerimizin başında geliyor. İş Bankası Yayınları arasından çıkan “Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm” kitabı bu konuda çalışmak isteyenler için müthiş bir belge ve dokümanı gözler önüne seriyor. Kadın hareketinin bir bütün olarak toplumdaki birçok alandaki gelişmelerle birlikte değerlendirilmesi ve kadın tarihinin ayrıştırılmadan multidisipliner bir çalışmayla ele alınması zorunluluğunu ortaya koyuyor.

Kadınlar görünür oldu 

  1. Meşrutiyet’ten sonra kadın çok daha görünür olmaya başlıyor. Meşrutiyet yıllarında kurulan kadın örgütleri ilk aşamada yardım derneği görünümünde olsa da Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan gibi eşitliği savunan ve kadının dış dünya ile bütünleşmesini gündemine alan radikal örgütlere de rastlanıyor.
  2. Abdülhamid döneminde açılan İnas kız okulları eğitim gören kadınların sayısını artırıyor. Sanayileşme adımlarıyla birlikte açılan fabrikalarda kadınlar çalışmaya başlıyor. Osmanlı’dan kopan coğrafyalar, savaş ve göçler ile birlikte toplumsal altüst oluş yaşanıyor.

Hem ulusal kimliğin oluşmasında hem de kadının da siyasetle yakın ilgisinde Balkan Harbi’nin ayrı bir konumu var.(Samiha Ayverdi’nin Mesihpaşa İmamı romanı bu dönemi anlatır.) Geçim derdinin öne çıkmasıyla kadın da daha çok öne çıkıyor. Cumhuriyet ile birlikte yeni ulus devlet kimliğinin önemli bir parçası kadın oluyor.

Birinci Ordu Kadın Taburu

Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi ve Birinci Ordu Kadın Taburu 1. Dünya Savaşı yıllarında kuruluyor. Mütareke yıllarında kadınların siyasi faaliyetleri daha da yoğunlaşıyor.

Türkiye’de siyasi anlamda kadınların örgütlenişi Milli Mücadele sonrasına rastlar. 1923 Haziranı’nda Kadınlar Halk Fırkası adıyla CHP’den de önce ilk siyasi örgüt kurulur. Kadınlar Halk Fırkası Ankara’nın onayını alamayınca  kapatılır ve yerine yine Nezihe Muhittin’in öncülüğünde kurulan Türk Kadın Birliği kurulur. Bu arada Birlik seçimlere bir kadını aday göstermek ister. Ancak kadınların aday olması yasak olduğu için bir erkeği, İstanbul Vilayeti Hukuk İşleri Müdürü Kenan Bey’i, feminist olduğu gerekçesiyle, kadınlar adına Halk Fırkası’na aday olarak önerir.

Kadınlar ilk siyasal haklara 3 Nisan 1930’daki Belediyeler Kanunu ile kavuşur. Ardından 1934 yılında, Malatya Milletvekili İsmet İnönü ve 191 arkadaşının verdikleri bir anayasa değişikliği teklifi ile kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınır. 1935’de ilk kadın vekiller Meclis’e girer.

Sosyal değişim… 

“Cumhuriyet öncesinde Hilal-i Ahmer’deki doktor, hemşire fotoğrafları dışında, kadınla erkek aynı fotoğraf karesinde bulunmazdı. Kadınla erkeğin fotoğraf çektirmesi bile topluma ters bir durumdu. 10 sene sonra kadınla erkek aynı mekanı paylaşır oldu.”

“Evlenme stillerinde de önemli değişiklikler oldu. Görücü usulünden görüşücülük usulüne doğru geçildi. 1920’lere gelindiğinde insanlar görücü usulü ile evlenmeyi bir kenara bırakıyor. Bu toplumun her katmanı için geçerli olmasa da belli bir kısım tarafından uygulandı.”

“1917’de çıkarılan Hukuk Aile Kararnamesi Türkiye’de laik aile yapısına doğru atılmış önemli bir adımdır. 1926’daki Medeni Kanun daha da köklü bir reform yarattı. Özel alan şer’i normların dışına çıkartıldı.”

“Fotoğraf birdenbire Türkiye’de yaygınlaştı. 1930’lu ve 40’lı yılları tararsanız, dünyada en fazla fotoğrafı olan devlet reisi galiba Gazi Mustafa Kemal.” 

“Fotoğrafı kullanmamızın en önemli nedeni de, okuryazarlığın çok düşük olduğu toplumda mesajı görselle iletmek amacı. Aynı tarihlerde Atatürk heykellerinin de ülkenin dört bir tarafına yayılması aynı amaca hizmet etmektedir.”

Türkiye’de feminizm

“Türkiye’de feminist oluşumun ikinci evresiI I. Dünya Savaşı sonrası başlar. Katılımcı, çoğulcu bir yapıya yöneliş kadınları da aktif konuma sokar. 50’li yıllar suskun bir dönemdir. 60’larda Batı’daki feminist hareketin kıpırdanışıyla birlikte Türkiye’de de hareketlenme artar. 70’lerin sonu ve 80’liyıllar yeni bir evreyi simgeler. Türkiye’de son yılların feminist gelişimi kentlileşen, anonim bir toplum dokusunun; hızla başkalaşan bir toplumsal yapının gündeme getirdiği bir olgudur.”

Yukarıdaki gelişmeleri kitabında detaylarıyla anlatan Zafer Toprak, Türkiye’de o yıllarda dergicilikten denize girme alışkanlıklarına kadar her şeyin değiştiğini, otomobil ve motosiklet yarışlarının bile yapıldığını söylerken kadın hareketini de bu süreçlerden bağımsız düşünmeyeceğimizin altını çiziyor.

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Batıdan Gelen Sloganlar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Batıdan Gelen Sloganlar

“Çünkü daha çok yapacak işimiz var …” Bir seçim sloganı olarak bunu nasıl buldunuz bilmiyorum. Ama bu slogan efsane reklamcı Sequela’ya ait.

1991 seçimlerinde Mesut Yılmaz’ın elini çenesine dayayan  reklam afişini de hatırlayan olabilir. Bu afişte Mesut Yılmaz resminin altında “Çünkü daha çok yapacak işimiz var” yazıyordu. Bu afişi görünce dağ fare doğurmuş dediğimizi hatırlıyorum. İletişim ile uğraşan birisi olarak o yıllarda “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin-O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor!”, “Hollywood Daha Beyaz Yıkar” isimli  kitaplarından Jacques Sequela’yı tanıyor ve şahane buluyorduk. Ancak heyecanla beklediğimiz kampanyayı ve afişleri görünce hepimiz “Çıka çıka bu slogan mı çıktı” demeden edemedik. Sahiden dağ fare doğurmuştu. Bir önceki seçimde % 36 olan ANAP’ın oyları % 24’e düşmüştü. 1991 seçiminin galibi DYP olmuştu.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Amerika’dan seçim kampanyası için yazar, aktivist ekonomi ve toplum kuramcısı Jeremy Rifkin’i getirttiğini işitince Mesut Yılmaz’ın başarısız kampanyası geldi aklıma.

Kılıçdaroğlu’nun Rifkin başkanlığında oluşturulan bir akademisyen grup tarafından hazırlanan İkinci Yüzyıla Çağrı vizyon beyannamesinin notlarını okurken nedense pek çok başlık bana Ak Parti söylem ve kampanyalarından uyarlama geldi.

Bakalım Rifkin’in Avrupalı başkanlara verdiği fikirler CHP başkanında işe yarayacak mı? Doğrusu sonucu merakla bekliyorum.

Bu arada uluslararası danışmanlardan destek almak zorunda kalan CHP’nin kampanya yöneticilerine bir film de önermek isterim. Filmin adı “OurBrand is Crisis.” Bir grup Amerikalı (devlet ile irtibatlı) siyasi kampanya danışmanının seçimi kaybetmesine kesin gözüyle bakılan Bolivya başkanına seçimi kazandırmak için verdiği desteği anlatan filmde Sandra Bullock başrol oynuyor. Belki ilham verebilir…

Rifkin’e başarılar. Sonucu bir iletişimci olarak merakla izleyeceğim.

GENETİK DEVRİMİ

Bu isimde adlandırılan gelişmeler bir taraftan hastalıklara çare bulurken diğer taraftan da dünyayı saflara bölüyor. Yeni bir öjenizm, mükemmelleştirme adı altında ayrımcılık, yeni sınıfsal ve sosyal düzen oluşumuna basamak oluşturuyor. Yeni dünya için bedenler toplumsal inşaada en önemli sıraya yerleşiyor.

Genetik teknolojinin kötüye kullanılmasını önlemek, insan haysiyetini korumak için dini kurumlar devletler ne yapmalı? Burada karşılarında dev sağlık şirketleri ve büyük bir endüstri var.

İnsan bedeni ve özellikle embriyolar üzerinde yapılan araştırma ve deneyler, laboratuvarlarda bekletilen embriyoların geleceğine ilişkin  olarak Katolik kilisesi 20O3’te 1987 tarihli bir Vatikan talimatını alıntılayarak mitokondriyal transfer için klinik denemelere yetki veren Britanya yasa tasarısını karşı çıkıyor.

Protestan kiliseler ve  Hristiyan liberaller ve Yahudi liberaller bu konuda daha teşvik edici davranıyor, Budizm de başta olmak üzere transhümanizme giden yolu açıyorlar.

Ulusal yasalar ise bu konularda sınırları nasıl çiziyor diye baktığımızda şu tablo ortaya çıkıyor.

Avustralya Belçika, Brezilya, Kanada, Fransa, Almanya gelecek nesillere aktarılacak şekilde uygulanan embriyo gen düzenlemesine karşı çıkıyor, birçok ihlale karşı cezai yaptırım uyguluyor. Canlı embriyolar üzerinde operasyon yürütülmesine karşı çıkan ülkeler arasında Şili, Fildişi, Sahilleri, Filipinler, Cezayir, İzlanda  ve Avusturya var.

Çin’de 2018’de gen düzenleme teknolojisi olan CRSIPR – Cas9 tekniği kullanılarak dünyaya gelmiş olan ikiz bebekler Nana-Zula’nın doğumunun ardından Komünist Parti liderliğiyle “Ulusal Bilim Ve Teknoloji Etik Komitesi”nin kurulması da dikkat çekiyor.

İngiltere  devleti ileri düzey üreme teknolojilerini gözlem altında tutan “İnsan Döllenme Ve Embriyoloji Araştırma Komitesi” kuruyor.

Mesele tek başımıza ele alamayacak kadar büyük. Her devrim iyi sonuçlar ortaya çıkarmıyor…

EKONOMİYİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

İçinde yaşadıklarımız anlamlandırmakta zorlandıkça üzerine bir post ilave ediyoruz. “Post neoliberal” dönem de bugünün ekonomi politikalarını anlamak için kullandığımız ya da yakıştırdığımız bir kavram. Bunu anlayabilmek için de mutlaka neoliberal döneme gitmek gerekiyor. Bu yüzyıldaki her “post” denilen için illa ki bir öncekine gitmeye ihtiyaç var.

Bir önceki yüzyıla ait  pek çok kesin gözüyle bakılan önerme boş çıktı. Neoliberal dönemde piyasalar alabildiğince serbest bırakılmış ve böylece kendi dengesini bulacağı savunulmuştu. 2008 mortgage krizine kadar, o dalga devam etti. Serbest piyasa dengeye oturamadı… Bu yüzyıla geldiğimizde yerel ve küresel çıkarları daha iyi dengeleyen yeni bir sistem oluşturma ihtiyacı ortaya çıktı. Geçerliliğini yitirmiş felsefelerin yerine politik ekonomi üzerine yeniden düşünmek gerekiyor…

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Dijital Baba

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Genetik Devrim ve Çocukların İstismarı

Genetiği bilgi teknolojileri gibi düşünen bilgi dünyasında DNA’nın çift sarmallı yapısının belirlendiği  1953’ten bu yana  çok yol kat edildi. “Genetik okunabilir, yazılabilir, hacklenebilir. Son yarım yüzyılda kaydedilen bilimsel gelişmeler biyolojiyi, bilgi teknolojisinin bir türüne dönüştürdü. İnsan deşifre edilemez bir varlık olmaktan çıkıp yazılım kodunun biyolojik taşıyıcısı haline geldi.”  Jamie Metzl bu genetik devrimin tam anlamıyla gerçekleştiği takdirde bir felakete evrilme ihtimalinden söz ediyor.

İnsanın geleceğini etkileyecek soruları şöyle sıralıyor:

Bu güçlü teknolojileri insanlığı genişletmek için mi, daraltmak için mi kullanacağız?

Bu bilimden yararlananlar ayrıcalıklı azınlıklar mı olacak? Yoksa yenilikler; çeşitliliğe saygı duymak ve herkesin refahını artırmak için mi kullanılacak?

Bir bilgi bankasına dönüşen insan genetik havuzunu tümüyle etkileyecek kararları alma hakkı kimin olacak?

Bu sorular ve cevapları üzerine toplumun düşünmesi gerekiyor.

Biyoetik konusunda çalışan önemli bilim adamlarından Prof. Dr. İlhan İlkılıç uzun süre Almanya’da Etik Konsey üyeliği de yapmış, bu sahadaki gelişmeleri takip eden önemli bir isim. Bu konudaki gelişmelerin insan türü açısından oluşturacağı tehditlerin Müslümanca bir bakış açısıyla da ayrıca gözden geçirilmesi için ilahiyatçıların çalışma yapması kanaatini paylaşıyor. Yasa yapıcıların da toplumun da bu konuda doğru bilgilendirilmesi gerektiğini savunuyor. Onun İslam ülkelerini de kapsayan bir “Biyoetik Konseyi” önerisini önemli buluyorum.
İlhan hocanın tavsiyesi ile aldığım Jamie Metzl’lin “Darwin Hackleniyor- Genetik Mühendisliği ve İnsanı Geleceği” kitabını okurken bu önerinin tez elden gerçekleşmesi gerektiğini düşündüm. Çocukları daha doğmadan embriyo tüplerinde  onları biçimlendiren  teknolojilere kim direnebilir ki? Elbette her ebeveyn en mükemmel çocuğa sahip olmayı isteyecek. Yeni bir dünya düzeni yeni tür ayrımcılıklarıyla birlikte çok yaklaşmışken toplumla birlikte siyasetin de bu konuya kafa yorması gerekiyor.

Jamie Metzl geleceğe karşı bizi uyarırken bugünkü çocukların ve ailelerin üzerinde kurulan “sen biçimlendir, sen şekil ver , değiştir”  baskısına ilişkin uyaranları da var.

Bugün cinsiyet üzerinden yürütülen ”özgürleşme” stratejileri çocukları daha  çok hedef alıyor. Kontrolsüz her türlü heveslerini gerçekleştirmek için çocukların istismarını özgürleşme kılıfına sokan fikirlere dikkat etmek gerekiyor.

DİJİTAL BABA

Dijital Baba lakabıyla aynı zamanda bir mühendis olan Orhan Toker’in Instagram hesabını uzun zamandır takip ediyorum. “Benim için en büyük ödül çocukların haklarına saygı duyulan bir sosyal medya bilinci yaratabilmek” diyen Toker öncelikle çocuklarının resimlerini paylaşan ebeveynleri uyarıyor. “Çocukları hedef alan her türlü istismara dikkat çekiyor.

Paylaşımlarını okurken “olmaz böyle şey” dediğim pek çok şey oluyor ki bir bakıyorum milyonları bulan kitleler tarafından paylaşılmış… Uyardığı ve gösterdiği şeyler dünyanın gidişini anlamak açısından her şeyden önemli. Çünkü dış dünya ile iç dünya ayrımı kalktı. Çocukların kafasını karıştıranlar artık evin içinde.

Orhan Toker’in hesabında adeta bir dijital okur-yazarlık eğitimi veriliyor. Görüp dikkatimizi çekmeyen  ama sembolik olarak mesaj taşıyan pek çok ürüne ilişkin örnekler var.

Dijital Baba’nın önerilerine uyarılarına kulak vermeyi tüm ebeveynlere, öğretmenlere tavsiye ederim. Dijital okur-yazarlığın geliştirilmesinin temel eğitim programlarının içine alınması gerekir.

Ambalajlar o kadar parlak, ışıltılı renkli ve aldatıcı ki! Çoğu zaman altındakine bakmayı unutuyoruz. Özellikle de çocuklara yönelik her çizgi film içine başarıyla serpiştirilen “kuir” yani kendini kadın ve erkek dışında her türlü cinsiyetten hisseden ve öyle davranan karakterlerle dolu tüm medya işlerine ilişkin Dijital Baba’nın uyarılarına kulak vermek gerekiyor.

Son günlerde lise hayatını anlatan diziler dikkatimi çekiyor. Nerelerde yaşanıyorsa belli olmayan hayatlar, Korece öğrenip şarkılar söyleyenler, uyuşturucudan, tecavüze, entrika kurmaya, ders dışında bin bir hileye kafası çalışan, anne babalarının seçkin çocuklarını anlatan diziler…

İzlerken öne çıkartılan karakterler sizin kanınızı dondurmuyor mu?

Kavak Yelleri’nin yerinde yeller esiyor……

Psikiyatrist ya da psikolog arkadaşlarım son günlerde en çok uğraştıkları vakaları iki başlıkta özetliyor.

İnançları konusunda ve de cinsiyetleri konusunda kafaları karışmış- karıştırılmış gençler… Depresyon, arayış, kendini kaybetme…

Bu konular üzerinde önce dinlemek, daha derin düşünmek ve sonuçları üzerine kafa yormak  gerekiyor.

BANA GÖRE Z NESLİ

Bu neslin en büyük mahareti dijital dünyaya çok hakim olmaları. Çok hızlı adapte oluyorlar sanal olan her şeye.

Aynı gençler gerçek hayata adapte olmakta ise zorlanıyorlar.

Odalarını toplamaktan, içtikleri tabak çanağı mutfağa taşımaya en basit işlerde bile zorlanıyorlar.

Her türlü sanal sorunu anında çözebilirler ama fiziki hayatlarını sürdürmekte zorlanıyorlar. Mesaj yazmakta süperler ama konuşmakta tekliyorlar.

Her türlü dijital mekanizmayı anlayabilirler de reel hayatın akışını kavramakta zorlanıyorlar.

Her şey hemen bir tuşla olsun istiyorlar. Zaman-zemin ona müsaade etmiyor.

Ya şimdiki gençler şahane derken kastımız dijitaldeki becerileri ise…  

Şahaneler

Ama  gerçek hayatta, bir tuşa basılarak çözülemeyecek, zaman zemin, süreç, iletişim, hayat becerisi, insan idaresi isteyen konulara gelince her şey tersine dönüyor.

O yüzden çok abartmayalım bu Z kuşağını.