tarafından aysebohurler | Nisan 26, 2024 | Köşe Yazıları
Dünya üzerinde 2 bine yakın üyesi bulunan Parlamenterler Arası Kudüs Platformu’nun 5. Konferansı dün İstanbul’da büyük bir katılımla yapıldı. Platform Başkanı, Y emen Milletvekili Hamid Abdullah el Ahmar Cumhurbaşkanımıza Filistin direnişinin terör olarak tanımlanmasına karşı çıktığı ve liderliği için teşekkür etti. “Hiçbir güç kalbimizden Kudüs sevgisini sökemez.” diyen Erdoğan, “Kudüs’ü savunmanın insanlığı savunmak, barışı savunmak, farklı inançlara saygıyı savunmak olduğu”nun altını çizdi. “Tatlısu siyasetçisi değiliz, bu kutlu yola ömrümüzü adadık. ‘Günümüzün Hitler’i ve Nazileri Gazze’de 15 bin den fazla çocuğu öldüren İsraillilerdir…” dedi. Cumhurbaşkanımızın konferansta yaptığı bu konuşma tarihi bir iz bıraktı ve bırakacak.
Batı’da Filistin’in işgal ve imhasını destekleyen medya, siyaset işbirliği yeni değil. Daha 2016’da ABD Başkanı Trump başına kipa takıp Ağlama Duvarı önünde poz vermişti. Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier’in 35 bin Filistinlinin öldürülmesi, 75 bin insanın yaralanması karşısında ki umarsızlığı, Alman hükümetinin İsrail’in en büyük silah tedarikçisi olması Batı’nın insan haklarında iki yüzlü olduğunu, hümanizmanın de çöpe atıldığını gösteriyor. Hristiyan dünyasının lideri Papa sessiz, Batı devletleri İsrail destekçisi…
Batı’nın İsrail tutkusunun sebeplerine dair soruma Alev Alatlı her zamanki gibi başka bir cepheden cevap vermişti. “Daniel Pipes diye bir yazar, Mayıs 2007’deki bir yazısında ABD’nin Türkiye’de AKP’yi desteklemeyi bırakmasını ve doğal müttefik olarak tanımladığı sekülerlere yönelmesi gerektiğini vurguladı. Daniel Pipes nam aşağılık adamın ‘Bence Taliban ile AKP arasından hiçbir fark yok.’ diye yazdığını unutmayın. Kimdir bu Daniel Pipes? Polonya Yahudisi bir ailenin ABD doğumlu haddini bilmez oğlu, sütun yazarı. ‘Ilımlı İslâm Testi’ diye bilinen garabetin müellifi, 1949 Massachusetts doğumlu, neo-con bir tarihçi, velut bir yazar. İslam dünyasının dışı onları, içi bizi yakar, eyvallah, lâkin gelinen noktada bizim bildiğimiz İbrahimi dinler silsilesinin dağıldığını, ehli kitaba yepyeni bir gözle bakmamız gerektiği bilmek zorundayız. Diyeceğim, ABD’nin İsrail düşkünlüğünü jeopolitik çıkarların ötesinde, daha şimdiden alternatif enerji kaynakları ile ikame edilme yolunda olan petrolle açıklamak yeterli değildir. İsrail’in spiritüel bir tutkuya dönüştürülmüş olduğunu göz ardı etmek hamakat olur.”
KUŞAK DEĞİŞİMİ…
Çok hızlı değişen değerler sistemi içinde küresel dünya ile hızlı bağ kuran 35 yaş altı seçmen bambaşka siyaset beklentileri ile sahada. Bu yeni kuşak CHP, DEM, MHP, AK Parti içinde farklı siyaset beklentileri ile öne çıkıyor. Belki de bu nedenle partiler daha önce yapmayacakları ortaklıklar yapıyor, ideolojileri değil stratejiyi ön plana çıkarıyor.
Gençler küresel dalgalanmalardan daha çok etkileniyor. İngilizce, hatta Korece, Japonca bir içerikten anında haberdar oluyorlar. Anne ve babasının bilgiye erişimi ile, genç kuşakların bilgiye erişimi aynı değil… Her zaman kuşaklar farklıydı ama bugün değişim çok daha hızlı.81 milyon nüfusta 87 milyon internet erişimi var. Sosyal medya kullanım oranı bundan 10 yıl önce % 10’du, şimdi %65 oldu. Böyle olunca da siyasi mesajların mecrası değişti. İletişim bilimci Mc LUhan’ın deyimiyle araç mesajın kendisi haline geldi. Siyaset kuşak değişimini iyi okumalı, hem siyaseti üretenler, hem seçilenler hem de seçenler açısından.
“KAPALI ZİHİN”
Geçen hafta Türk Kahvesi’nde kıymetli, bir araştırmacı ve biyografi yazarı Beşir Ayvazoğlu’nu konuk ettim. Doğrusu hele de kuşak tartışmalarının yaşandığı bugünlerde kültürel birikimin aktarılması açısından kitaplarını çok önemli buldum. Yakın tarihimizde iz bırakmış, Türk dilinde bir dönemin anti-İslam, anti Osmanlı, anti – gelenek akımının öncüsü Nurullah Ataç biyografisinde karşılaştığım detaylar çok ilginçti. CHP ve Türk Batıcılığını kuşatan ruh iklimini ve dünyayı anlamak için mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.
Beşir Ayvazoğlu’nun edebiyatçılarımızın yaşamları üzerinden yakın tarihimize bakışımıza katkı sunan biyografi yazarlığı sadece belgelerin, bilgilerin aktarıcısı olmanın çok ötesinde, roman akışını hissettiren üslubuyla ayrı bir yere sahip. “Biyografisini yazdığım şahsiyetlerin musikiyle kurduğu ilişkiyi anlamak için de özel bir gayret gösteririm.” diyen Ayvazoğlu, Erol Güngör biyografisinde de musiki ile ilişkisine yer verir. Erol Güngör bu konuyu “kapalı zihin” metaforuyla anlatır:
“Musiki bir millî kültürün özünü teşkil eder, bu yüzden de bir kültürden diğerine aktarılması en zor olan unsurlardan biridir. Nitekim Türk müziğinin aleyhinde bulunanlar hep şu veya bu şekilde Türk kültürünün dışında yetişenler arasından çıkıyor. Bunların aleyhtarlığı sanat endişesinden değil, Batılı olma veya Batılı görünme heveskârlığından doğuyor. Ben Batılı müzikologlar arasında bizim klasik müziğimizi değersiz bulan tek kişiye rastlamadım. Sanattan anlayan bir kimse zaten ya Türk müziği yahut Batı müziği diye dogmatik bir tercih yapmaz. Meseleleri böyle siyah-beyaz tercihi hâlinde ele alanlara psikolojide biz ‘kapalı zihin’ adını veriyoruz.”
tarafından aysebohurler | Nisan 12, 2024 | Köşe Yazıları
Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniye’nin üç oğlu Hazem, Amir Muhammed bayramın ilk günü bayram ziyaretleri esnasında uğradıkları bir saldırıda Muna, Amal, Halid, Rezzan isimli torunlarıyla birlikte şehit edildi. İsmail Heniye’nin ailesi Gazze’de Eş- Şati mülteci kampında yaşıyordu. Bir hastane ziyaretinde durumu öğrendiğinde büyük bir metanetle karşılayan Heniye, oğulları ve torunlarının daha önce ailesinden şehit olan 60 kişinin yanı sıra Aksa Tufanı’nda yaşamlarını yitirenlerin saflarına katıldığını söyledi. İsmail Heniye’ye başsağlı dilerken geçici çözümlerin değil, Filistin topraklarında İsrail işgalinin son bulması en büyük duamız.
Saldırının zamanlaması manidar. İsrail ve Hamas arasında görüşmelerin sürdüğü bir dönemde belli ki Hamas’a gözdağı vermek istenmiş. İsrail bölgeyi Araplardan arındırıp, her yeri İsrail toprağı yapmak için her şeyi göze almış durumda. Küresel sermaye ve büyük devletler ise en büyük destekçileri. Şimdi tedavüle soktukları ve Netanyahu ile poz veren “kızıl inek” efsanesiyle de belli ki sonraki operasyon için Mescid-i Aksa’yı işaret ediyorlar.
…
İsrail’e en fazla silah satan şirketler Amerika ve Avrupa merkezli. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), raporlarına göre Almanya İsrail’e en çok silah satan ikinci ülke. İsrail silah ithalatının % 30’unu Almanya’dan karşılıyor. Diğer taraftan İsrail’in kendisi de en büyük silah üretici ve satıcıları arasında yer alıyor, Filistin’i bir laboratuvar gibi kullanıyorlar. İsrail ayrıca nükleer silaha sahip bir ülke. Yine SIPRI raporlarına göre 80-90 nükleer başlığa sahip. Üstelik bunları uluslararası hiçbir kuruluşun denetimine açmıyor.
Tam da bu noktada bölgedeki tek nükleer silah programı olan ülke olan İran ile gerilim iyice tırmanmış durumda. Karşılıklı tehditler savurulurken İsrail en ufak bir saldırıda ilk hedefinin İran olduğunu açıkladı. ABD ve Avrupa ülkeleri şimdiden vatandaşlarına Orta Doğu’ya seyahat etmeme uyarısında bulunuyorlar. İran hem Suriye’deki varlığı hem Lübnan’ın güneyindeki güçleriyle İsrail’e iki sınırda da komşu durumda. Öylesine birbirlerine yakınlar ki bir taraftan bağırsan diğer taraftan rahatlıkla duyulabiliyor. Durum vahim boyutta, Almanya ve Rusya başta olmak üzere iki tarafı itidale çağırıyor.
…
Tüm bu tablo içinde Türkiye içinde Gazze meselesini “çözemediği” için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yüklenen, bin bir iftira atan bir grup ortaya çıktı. 30 yılın ardından Cumhurbaşkanımızın gölgesinde ancak meclise girmeyi başaran bir gurup bu yalanları sahiplendi.
Onlara sormak isterim ki; kendinizi Filistinlilerden daha mı Filistinli sanıyorsunuz? Hamas’tan daha mı çok mu bedel ödediğinizi düşünüyorsunuz? Filistin liderleri Sayın Erdoğan’a bu kadar muhabbet ve şükran gösterirken, siz kimsiniz ki asılsız ithamlarla, yalan siyasetine sığınıyorsunuz? Kendisini Filistinlilerden daha Filistinli zanneden bu insanların meselesi tamamen şahsi ikbal aramak değilse nedir? Utanmadan Cumhurbaşkanını İsrail’i desteklemekle suçluyorlar. Bu apaçık haysiyetsizliktir.
Madem böyleydi, yerel seçimlerden 10 ay önce Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını neden desteklediler. Kendi ikbalinizi Filistin meselesinin önüne koydunuz. Bu kompleks ve kötülük dışında hiçbir şeyle açıklanamaz. Babasının sağlığında partiye dahi yaklaştırmadığı çocuklar bugün parayla dava ve siyasi hareket satın almaya kalkışıyor. Siyaseti TikTok fenomeni gibi yapıyorlar. Rahmetli Necmettin Erbakan’ın söyleyip de yapmayı hayal dahi edemediği pek çok şeyi Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekleştirdi. Olsa olsa bu durumu çekememe halinin siyasete yansıması olarak görebiliriz bu iftiraları. Doğru yanlış ayırt etmeden oy ve beğeni almak TikTok fenomeni olmanın en basit yolu. Dönemin ruhuna uydukları ortada. Yalan olduğunu bildikleri konular üzerinden siyaset üretememeye devam ediyorlar.
Milli Görüş Hareketi’nin merkezi, kurulduğu yıllarda da AK Parti’ye karşıydı. Bugün de gördüğümüz kadarıyla durum değişmemiş. Bir vebal ve borç varsa, bu borcu bu kadrolar fazlasıyla ödemiştir. Söyleyecek çok şey var. Ama buna gerek yok. Bize yakışmaz!
AK Parti yaklaşık 23 yıldır siyaset sahnesinde, kendisini de kitlesini de demokrasimizi de ülkeyi de geliştirdi. Bu AK Parti’yi eteğinden çekip, geçmişten kalan hesaplarla indirgeme çabası elbette sonuç vermeyecektir. Çünkü AK Parti marjinal olmaktan çıkıp tüm Türkiye’yi kucakladı. Bu kıymetli tecrübeden Türkiye’deki tüm siyasi hareketlerin nasiplenmesini dilerim.
…
Filistin’de ne yazık ki 100 yıldır sınırı, pasaportu, kendi gümrüğü olan bir devlet kurulamadı. Filistin İsrail tarafından duvarlarla çevrilmiş, girişi çıkışları İsrail kontrolünde olan bölgelerden oluşuyor. İsrail buna “komşu mahalleler” diyor. Tıpkı boşalttıkları Filistin topraklarını işgal edenlere “yerleşimciler” dediği gibi. Küresel sermaye, medyasıyla birlikte gerçeği kavramlarla tersyüz ederken, konunun iç siyasette iktidarımıza fatura edilmesi olsa olsa olsa sistemli bir çalışmayla ancak mümkün olabilir.
Türkiye Gazze konusunda ilk günden bu yana elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Daha ilk günde “Cumhurbaşkanımız Hamas terörist değildir diyerek.” Gazze’de işgale karşı bir direniş ve mücadele verildiğinin altı çizmiş ve İsrail’in “İki devletli çözüm mümkün değil çünkü karşımızda muhatap yok, çapulcu teröristler var.“ iddiasına karşı iki, devletli çözümün mümkün olabileceğinin altını çizmiştir.
Türkiye ilk günden itibaren bölgede hayat damarlarını güçlendirmek için akla gelen gelmeyen pek çok konuda aktif bir rol oynamıştır. Hem devletler hem de uluslararası kuruluşlar düzeyinde diplomasi yoluyla tüm yöntemleri denemiştir. Tüm bunları bağıra çağıra yapmanın şimdiye kadar Filistin davasına verdiği zararı çok iyi bildiğimiz için, yine zarar verecek her türlü hareketten kaçınılmıştır.
İsrail’in Gazze’ye girmesine izin verdiği tek güç Kızılay’dır. Türk Kızılayı aracılığıyla 9 gemi yardım malzemesi önce Mısır’ El Ariş Limanı’na ardından tırlarla İsrail kontrol noktasına taşınmış, oradan da Filistin Kızılay’ına teslim edilerek İsrail izni dahilinde Gazze’ye sokulmuştur. Bölgede aşevi kurulmuş, sahra hastanesi kurulmaya devam etmektedir, yaralılar getirilmiştir. Tüm bular da diplomasi kanallarını açık tutarak yapılmıştır. Diplomasi kanallarını kapatan her girişim Gazze’ye ve Filistinlilere zarar verir İsrail’im amaçlarına ulaşmasına yardım eder.
tarafından aysebohurler | Nisan 5, 2024 | Köşe Yazıları
“Sorunlarımızı, onları yaratan
düşünce tarzımızı kullanarak çözemeyiz.”
Albert Einstein, (1879-1955)
“21. yüzyılın düşünce ve duygu biçimi, zeitgeist, “postmodernizm” ile ifade edilir. Akademik dünyanın başat felsefe olarak benimsediği postmodernizm, hakikat diye bir şeyin olmadığını, “hakikat” denilen şeyin beyaz Avrupalı erkeklerin yıllar yılı başarıyla dayattıkları “tasavvur”larından ibaret olduğunu iddia eder. Postmodernist anlayışa göre, bir vakıanın diğer bir vakıadan daha değerli olduğu söylemi, elitist/seçkinci bir söylemdir; zira tek bir hakikat yoktur ve münevverlerin/entelijensiyanın hakikatın peşinden koşuyor olmaları demode bir faaliyetten ibarettir…
Bize gelince… Solunum yolları hastalıkları ile hava kirliliği arasında ilişki kuramayan yeni kentlilere benziyoruz. Hepimiz şikâyetçiyiz. Hepimiz çocuklarımızın geleceğini kurtarmak telâşındayız. Ancak, meğer ki, atmosfere çökmüş asılı kalan zehirli pusun mahiyetini doğru teşhis edelim, meselelerimizi çözümleyemeyecek, ülkemiz düşünce dünyasını teslim almış gibi duran ölü toprağını üzerimizden atamayacağız…” Alev Alatlı hocam hayatta olsaydı bu seçim sonuçlarına yorumunun, yukarıda alıntıladığım, Türkiye eğitimini analiz ettiği ve bir ekip ile birlikte yazdığı, bana da sende dursun diye gönderdiği “Eğitim Raporu”nun girişindeki bu paragraflara yakın olacağına eminim.
Şimdi soğukkanlı bir şekilde ve ciddiyetle “ –mış” gibi yapmadan analizler yapmak zorundayız. Elbette şahsi pek çok gözlem ve yorumum var. Ders çıkarılması gereken çok şey var. 22 yıldır Türkiye’yi yöneten bir parti olarak bu ders ve ödevleri çok hızla anlayıp gereğini yapacağımıza eminim. Bu seçimin siyasi sonuçları olacak. Bu siyasi sonuçlara hazırlıklı olmak ve önceden yapageldiğimiz şeyleri yaparak değil, tam tersi ezber bozarak bu sürecin daha kolay yönetileceği inancındayım. Ki iktidar olduğu ilk günden bu yana ezber bozmak konusunda çok mahir bir parti olduğumuzun altını çizeyim. Yeter ki kalenin içten fethedilmesine fırsat vermeyelim.
Bu seçimde vatandaş hükümeti değil il ve ilçe yönetimlerini oyladı. Ekonominin sebep olduğu sorunlar ve emeklilerin hoşnutsuzlukları büyüktü ama seçmen de bu konuların belediyelerle ilgili olmadığını, hükümetin sorumluluğunda olduğunu biliyordu. AK Parti seçmeni sandığı gitmeyerek tepkisini ortaya koydu. Ancak bu tepki tek bir etkene bağlı değildi. Bazı yerde adaya, bazı yerde bölgesel sorunlara, bazı yerde de değişimi önleyen devam edegelen sisteme itiraz etti. Her bir ili ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Adıyaman’ı kaybettiren, Urfa’yı kaybettiren ve Balıkesir’i ve hatta ilçe ilçe İstanbul’u kaybettiren dinamikleri farklı değerlendirmek gerekiyor. Topyekün bir genelleme bizi yanıltır. Diğer taraftan muhalefetin kavga ediyor görünüp birleşmesi ve seçmeni dayanaksız ithamlarla yanlış yönlendiren aktörler sahadaydı.
CHP ezber bozdu, kampanyasını mahallelerde başörtülü kadınlarla yürüttü. Böylece birçok eve girme imkânı buldu. “Bize oy vermiyorsanız YRP oy verin.” diye seçmeni ikna etmeye çalışan bu kadınlardı. Mütedeyyin kadınların desteği bu sefer CHP-YRP’ye kaydı. Seçim esnasında ters bir kampanya da yürütüldü. AK Parti’nin kadın yöneticilerinden Özlem Zengin sürekli linçe uğratıldı. Özlem, başörtü mücadelesinin, dik durmanın, fikrinden taviz vermemenin ve teşkilatın her aşamasında yaptığı görevlerle AK Parti’ye emek veren kadınların sembolüydü. Bu sembolü yıpratmayı muhalefet dini taassubu olan grupları kullanarak başardı. Ne yazık ki Parti’nin erkek yöneticileri az bir istisna dışında buna sessiz kaldı.
Özlem Zengin’e yapılan her saldırı, kentli dindar kadını aynı zamanda AK Parti’den de uzaklaştırma amacı taşıyor. Ona yapılan eleştiri değil, yalan ve iftiralarla bir tür infaz girişimidir. Tam da girişte alıntıladığım gibi hakikat önemini kaybediyor. Yalan hakikatin yerini alıyor. Kaleyi içerden fethetmeye çalışanlara tam da bu noktada geçit vermemek gerekiyor.
…
AK Parti kuruluşundan itibaren 17 seçim kazandık. Pek çoğunda sahaya çıkmış, çalışmış, gözlem yapmış birisiyim. Sahada, seçmenin kalbindeki yerinizi anlıyorsunuz. Bu seçimde bu yerin darbe aldığını gördüm. Gönül bağı kopmuş değil ama kırgın seçmen. Bu dönemde “ben söylemiştim” diye cümleye başlayanlara, suyun üzerine çıkmaya çalışanlara itibar etmeyip çağı ve toplumu anlayan analizlere itibar etmeli. “O suçlu”, “bu suçlu” diyenlerle bu kırgınlık tamir edilemez.
Seçmen aynı zamanda AK Parti ekibinin, kuruluştan bu yana geldiği yere olan aidiyetlerinin zayıflamasını da sorguluyor. Sine-i milletten gelmiş bir parti olarak, kariyere değil liyakata, bu topraklara olan bağlılığa verdiğimiz önemi görmemizi istiyor…
AĞZINDA GÜMÜŞ KAŞIKLA DOĞMAYANLARIN PARTİSİ AK PARTİ…
AK Parti’nin hikayesini farklı yerlerden yazanlar oldu. Ve daha da olacak. Bu hikayeyi yazmaya çalışanlardan birisi de benim. Notlarımdan birazını paylaşmak istiyorum: Bu partinin ne lideri, ne kurucuları ne de ilk hükümeti ağzında gümüş kaşıkla doğmadı. Cumhurbaşkanımız Erdoğan 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından ailesini şöyle anlatıyordu… “Aslen Rizeli olup 26 Şubat 1954’te Kasımpaşa’da doğdum. Babam 13 yaşında Rize’den İstanbul’a gelmiş… Dördü erkek biri kız olmak üzere beş kız kardeşiz… İlkokulu Piyale Paşa ilkokulunda okudum. Okul yıllarında kendi harçlığımı çıkarmak için kağıtlı şeker satardım. Hafta sonları da top sahalarına gider su satardım. Yol parası vermemek için Kasımpaşa’dan Eminönü’ne yürüyerek gider, nane, limon ve okaliptüs şekerlemeleri alır satardım… Ayrıca okulda da kartpostal satardım. Bu kazandığım parayla da o zamanın parasıyla 5 TL taksitle ilk kitabını aldım…”
AK Parti’nin İlk dönemin kadrosunun da benzer hayat öykülerinden geldiğini görürüz. Abdullah Gül’ün babası Kayseri Tayyare Fabrikası’nda işçidir. AK Parti’nin ilk kabinesinde Devlet Bakanı olan Mehmet Ali Şahin İmam Hatip Lisesi’nin ardından bir yıl imamlık yapar bu dönemde İstanbul hukuk fakültesini kazanır. İlk Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün babası askeri okullarda öğretmenlik yapan birisidir. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun babası PTT’de memurdur. Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın babası Elazığ’ın Gölköyü’nde çiftçidir. Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın babası Erzurum’da orta halli bir esnaftır. Orman Bakanı Osman Pepe’nin babası Tekel’de işçiyken genç yaşta vefat eder. Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in babası Yozgat Musabeyli köyünde çiftçidir. Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu’nun babası Yalvaç’ta esnaftı. Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın babası Kırıkkale Keskin kazasını Armutlu köyünde çiftçiydi. Kültür Bakanı Hüseyin Çelik lise ve üniversite yıllarında inşaatlarda çalışmıştı, Türkiye maliyesini yöneten Kemal Unakıtan’ın babası Edirne’de bakkaldı…
AK Parti yöneticileri ve ekibiyle bu halkın içinden geldi. Ve bu seçimde verilen mesajı herkesten çok iyi anlamıştır.
tarafından aysebohurler | Mart 29, 2024 | Köşe Yazıları
İsrail, kurulduğu 1948 yılından bu yana ilk kez, Gazze’deki askeri operasyonları nedeniyle Birleşmiş Milletler’in en yüksek yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı (UAD) önünde soykırımla suçlandı. UAD 26 Ocak’ta verdiği kararda İsrail’in Gazze’deki soykırım eylemlerini önlemek için tüm önlemleri alması gerektiğine karar vermişti.
Peki, soykırım suçlamaları ve savaş suçları karşısında IDF’de (İsrail ordusu) görev yapan binlerce yabancı uyruklu askerin durumu ne olacak? 32 bin sivilin ölümünden de sorumlu tutulacaklar mı; ülkelerine döndüklerinde onları ne bekliyor? Perspektif son sayısında bu konuyu gündeme getiriyor. Perspektif Almanya’da çıkan bir dergi. Dosya haberleri ve konulara farklı yönlerden yaklaşımıyla beğendiğimi ve sıkı takip ettiğimi söylemeliyim.
Dergi İsrail ordusundaki Avrupalı askerler konusunu şöyle özetliyor. “IDF yabancı gönüllüler için bir havuz görevi göreh ‘Mahal’ adlı bir program yürütüyor. Bu eğitim programına katılmak için kişilerin İsrail vatandaşı veya çifte vatandaş olması zorunluluğu da bulunmuyor. Yani herhangi bir ülkenin vatandaşı gerekli şartları sağladığı takdirde bu programa katılarak İsrail ordusuna asker olarak yazılabiliyor. IDF bu programla çoğunluğu Avrupa’dan olmak üzere 40’a yakın ülkeden binlerce gönüllüyü saflarına katıyor.”
IDF’nin içinde ilk sırada Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olan İsrailliler geliyor. 7 Ekim’den sonra 10 bin Amerikan vatandaşının İsrail ordusuna çağrıldığı biliniyor.
İkinci sırada ise Fransız vatandaşları geliyor. Bugün 4 bin civarında Fransızın İsrail ordusunda görevli olduğu tahmin ediliyor. Ayrıca İsrail, farklı Avrupa ülkelerinden ve dünyanın geri kalan bölgelerinden çok sayıda askeri 7 Ekim’i takip eden süreçte orduya çağırdı.
Cezasız mı Kalacaklar?
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyaya düşen bir videoda, Gazze’de Şifa Hastanesi’ne sığınan sivillere yönelik darp ve işkence gibi suçlara iştirak eden bir Fransız-İsrail askeri görülüyordu.
Fransa muhalefet partilerinden Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) milletvekillerinden Thomas Portes, Gazze’de görev yapan Fransız askerleri hakkında insanlığa karşı suç ve savaş suçları işledikleri gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Portes, Adalet Bakanı Dupond-Moretti’den savaş suçu işleyen Fransız vatandaşlarını Fransız adaletinin karşısına çıkarmasını istedi.
Daha önce çifte vatandaş olan İsrail vatandaşı Fransızların “İsrail’deki askeri yükümlülükleri kapsamında neler yaptıklarını araştırmayacağız” diyen Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Christophe Lemoine ise Fransız askerin de görüldüğü işkence videosunun ardından, “Fransız adaletinin yurtdışındaki Fransız vatandaşları tarafından işlenen savaş suçlarını incelemeye yetkili olduğunu” söylemek zorunda kaldı.
İngiltere’de de İsrail saflarında savaşan vatandaşlar meselesi parlamentoya taşındı. “İsrail ordusunda savaş suçu işleyen İngiliz askerleri yargılanmayacak.” açıklaması yapıldı. Ancak daha önce Ukrayna’ya giden askerlerin savaştaki faaliyetlerinin İngiliz yasalarına göre suç teşkil etmesi durumunda yargılanacakları belirtilmişti. Her zamanki gibi ortada bir çifte standart var…
“İsrail ordusunda savaşan ve işledikleri savaş suçlarını sosyal medya hesaplarında gururla paylaşan yabancı askerler de yargılanacak mı?” sorusu tartışılırken, siyonizmin devlet ya da din ile sınırlı olmayan bir etnik-dini ittifak olduğunun altını çizelim.
Umarım hepsi yargılanır.
DİNDARLIĞI AHLÂKA DÖNÜŞTÜRME MESELESİ…
Teklif Dergisi’nin 11. Sayısında “Din, Tedeyyün, Temeddün” başlığı ile Prof. Dr. Mehmet Görmez’in bir yazısı yayınlandı. Yazıyı bana vefatından önce rahmetli Alev Alatlı göndermişti. Konu buraya sığmayacak kadar geniş. Ancak bu ramazan vesilesiyle de dost meclislerinde konuştuğumuz temel bir konuyu ele alıyor: Dindarlık ve ahlâk meselesini, günümüz dindarlığının tezahür biçimlerini…
Görmez’in dışarıdan din eleştirisi gibi görünen ama aslında “tedeyyün eleştiri edebiyatı” kavramsallaştırmasıyla izah ettiği konu önemli. Çünkü bugünlerde mütedeyyin gruplar birbirlerine yönelttikleri her eleştiriyi “Hakiki İslam kaynağı biziz.” anlayışıyla yapıyorlar. “Din ne üzerine kuruludur?” ve “İslam yayılıyor ama neden derinlik kazanamıyor?” sorularına karşı bakış açısı geliştirmesi açısından da Mehmet Görmez’in yazısını önemli buldum.
Görmez diyor ki; dindarlık adına yapılan hatalar yanlış tedeyyün tezahürlerinin sonucudur. “Din-tedeyyün ilişkisi iman ile mümin, İslam ile Müslim ilişkisi gibidir. İman edene nasıl ki; mümin, İslam’ı kabul edene Müslim deniyorsa, dini kabul etmeye tedeyyün, kabul edene de mütedeyyin denilmiştir… Din mutlak hakikati ifade eder. Tedeyyün ise mutlak değildir; insanın bu mutlak hakikatten kendi sınırları içinde anladıklarıdır. Başka bir ifade ile din tenzildir; tedeyyün ise tevildir, tefsirdir. Hiçbir tevil ve tefsir tenzilin yerine konulamaz… Hayatını İslam davetine adamasıyla maruf şahıslar bu ‘tedeyyün eleştirisi’ çerçevesinde benzer hatalar yapıyor, tebliğ adına dedikodu ve yalan ve iftiralara kürsülerinde yer verebiliyorlar…”
Din ve dindarlık arasındaki çelişkilerin sosyal, düşünsel pek çok sebebi var… “Din-ahlâk ilişkisini doğru kuramamak, iman-amel ilişkisini birbirinden keskin hatlarla ayırmak, ibadet ve takva kavramlarını ibadet-i mersumeye indirgemek, Kur’an-ı aynı zamanda bir ahlâk kitabı olarak okuyamamak, sünneti bir ahlâki davranışlar manzumesi olarak görememek, ahlâkın vicdan ve fıtrat boyutunu ihmal etmek, davranışı ahlâki kılan değerleri kaybetmek, değerler hiyerarşisini yitirmek, dinin ihlas ve samimiyet boyutunu göz ardı etmek…” gibi pek çok sebep sıralamış M. Görmez. Ve diyor ki “Gerçek hakiki dindarlık ya da samimi ve dürüst dindarlık olarak isimlendirebileceğimiz din ile dindarlık arasındaki mesafeleri kapatacak yeni bir dindarlık biçimini yeniden ele alma zarureti var… Gerçek dindarlıkta ibadet, ahlâkın vesilesidir. Ahlâk ibadetin gayesidir…”
Dindarlığı ahlâka dönüştürme meselesini ele alan ve din ile yorumu ayıran yazı içinde bulunduğumuz ramazan ayında son derece ilham verici…
tarafından aysebohurler | Mart 15, 2024 | Köşe Yazıları
Türkiye’yi Taşıyacak Düşünce Kapasitesi Nasıl Gelişir?
Çoğu zaman geçmişteki kavgalarla oyalanmaktan ‘an’a ve geleceğe bakmaya fırsat kalmıyor. Türkiye’nin geleceğini doğru kurması için bu kavgaları bitirmesi gerektiği kanaatindeyim. Çatışmaları giderebilmek için en iyi yöntem konulara soğukkanlı bakabilmeyi başarabilmek.
İsmail Kara’nın Dergah yayınlarından çıkan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nı (3 cilt, 1.184 sayfa, 850 görsel) görünce doğrusu “Buna bir imkân oluşturur mu?”, onun deyişiyle “Türkiye’yi taşıyabilecek fikir kapasitesinin gelişmesine imkân tanır mı?” düşüncesine kapıldım. Temel çalışma alanı çağdaş Türk düşüncesi, çağdaş İslam düşüncesi, Cumhuriyet tarihi içinde uzun süre paranteze alınan “İslam” meselesi olan Prof. Dr. İsmail Kara, Türkiye’de bugün de hararetle tartışılan her konunun doğrudan ya da dolaylı olarak mutlaka din ile alakalı olduğunu söylüyor.
Kitabın kapak resimlerinin hikâyesi Türkiye’nin de özeti. Hem o, hem o! Sadece resimlere bakarak bile Türkiye’nin öyle “cetvele ölçülebilecek, lineer bir tarih anlayışı” ile anlaşılabilecek bir ülke olmadığı kanaatine varıyorsunuz. İsmail Kara 40 yıllık çalışmalarının hülasası olan Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nı Cumhuriyet’in 100. yılına armağan ediyor. Önümüzdeki yüzyıla dair hayallerimizi gerçekleştirebilmek için, geçmişe dönük bir müzakere imkânının ortay çıkmasına , kâr ve zarar hanesi açılarak bir bilançonun yapılmasına bu kitap vesilesiyle katkı sunmak istiyor.
Kitap; duvara itinayla yerleştirilmiş sarıklı bir mezar taşı ile başlıyor. Muhtemelen yıkılan türbelerden çıkmış bu mezar taşını duvarı yapan usta itina ile duvara yerleştirmiş. Sarık kısmını da duvarın üzerinde bırakmış.
Mütedeyyin vekillerin, ilmiye ve tarikat mensuplarının tasfiyesi 3 Mart 1924’te çıkarılan 3 kanun ve İstiklal Mahkemeleri’yle başlıyor. Kara, bu süreci de Lozan ve darbelerin ve dolayısıyla dış güçlerin etkisini de farklı başlıklarda ele alıyor. Çünkü Milli Mücadele pan- İslamist bir söylemle başlamıştı. İstanbul’un işgali üzerine 17 Mart 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın imzasıyla İslam âlemine hitaben bir beyanname yayınlanmıştı. Son halifeyi Ankara Meclisi seçmişti.
Kitapta hilafet tartışmalarını okurken dikkatimi çeken bir not da Türklerin hilafet hakkını savunan ilk metnin Redhouse’da yayınlanması oldu. Bu konuda Kara’nın tersinden bir sorusu var: “Acaba,” diyor, “Türkiye İngilizler’ in Ankara’ya karşı kullanabileceği bir hilafet makamından mı kurtulmak istedi?” Diğer taraftan Türkiye’nin mutlak bir din-devlet ayrımı manasına gelecek bir laiklik tarzını tercih etmemesinin kültürel olarak doğru ve önemsenmesi gerektiği kanaatinde. Tarihi Moda Fırını’nın Atatürk resmiyle imsâkiye çıkarması verdiği örneklerden birisi.
Pozitivist, bilimcilik tahakkümü ne zaman başladı, yol ayrımına nasıl gelindi? “Mekteplilerdeki pozitivist, naturalist, materyalist düşünce revaç bulurken, Aydınlanma felsefesi dini hayatı zayıflattı…”
Kitap sayfaları arasında ilerlerken İslam dünyasının iç çelişkilerinin her yönüyle Cumhuriyet’e de yansıdığını görüyorsunuz?
Kitapta yer alan Elmalılı Hamdi’nin “ Ne Arabistan’a gittim, ne Türkistan’a, ne İran’ı gördüm ne de Frengistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim…” sözleri Türkiye’nin din birikimine dikkat çekmek bakımından kıymetli. Bir tarafı böyle, diğer tarafı ise toprağa gömülen, yakılan ayetlerin yazıların olduğu Türkiye’nin hikayesini 850 fotoğraf eşliğinde anlatan kitap “bu oluşumu bütün tarafları ve problemleriyle görme imkânı” sağlıyor.
“Hz. Muhammed Türk Müydü?” başlığı ile yazılan kitap kapağı, camili, mahyalı, hocalı Milli Piyango biletleri, Genelkurmay’ın ehlitarik paşaları, İmam Hatipliye Harp Okulu’nu yasaklayanlar , Atatürk’ü meleklerin taşıdığı bir resim… Hepsi birden Türkiye’nin kendisi. Türk usulü laiklik ve Cumhuriyet sistemi üzerinde düşünürken,“Devletin hafızası ve karnı da tahmin edilenlerden daha geniş ve hazım kapasitesi yüksektir.” tespitini de ayrıca önemli buldum.
HANGİ HOCA
Şerif Mardin Cumhuriyet’in çıkardığı öğretmenin, hocaya yenildiğini söylüyor. İsmail Kara ise “Hangi hoca?” diyor. Modernleşmenin dini bir dil (savunan ve karşıt olan) üzerinden gittiğini söylerken, kitapta 70 başlık altanda en can alıcı ve tartışma yaratan konulara değiniyor. Dindarlaşma ile modernleşmenin, muhalefet ile uyumun içiçe oluşu da bize has…
Eğitim reformu ile düşünce dünyasının, entelektüellerin Türkiye’yi taşıyamayacak hale geldiğini söyleyen İsmail Kara, “Türkiye’yi taşıyabilecek düşünce kapasitesini geliştirmenin ülkeye yapılabilecek en büyük hizmet olduğu” kanaatinde. Temel soru şu: “Türkiye yoluna nasıl devam edebilecek…”
1920’NİN SIKMA BAŞINDAN, 1960’IN SIKMA BAŞINA
Resimli Cumhuriyet Din Kitabı’nın birinci cildinin kapağında Mustafa Kemal Paşa ve yanında eşi Latife hanım var. Fotoğraf 1924 sonbaharında Doğu Karadeniz seyahatinde çekilmiş. Latife Hanım’ın kıyafeti özel olarak hazırlanmış, hem örtünme kurallarına uygun hem de sosyal hayata katılan, eğitimli-şehirli yeni Müslüman kadının dış kıyafeti olarak, tabiri caizse modern veya asri.
İsmail Kara bu fotoğrafın iki açıdan önemli olduğuna dikkat çekiyor: “Biri Mustafa Kemal Paşa’nın ve eşinin dışarıda, resmi olarak görünüşünü veriyor. Bu tesadüfi bir görüntü değil.
Fakat çok kısa bir zaman sonra bu görüntü radikal bir şekilde değişecek ve dahası kötülenecek. 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren mütedeyyin ailelerin eğitim-öğretim ve çalışma hayatına katılmaya başladıkları zaman tercih edecekleri kıyafetle Latife Hanım’ın kıyafetinin benzerliği dikkat edilmesi gereken bir diğer husus.
Rahmetli Şule Yüksel Hanım’ın bu süreçte dikkatle ve farklı bakış açılarıyla takip edilmesi gereken hususi bir yeri var. ‘Sıkmabaş’ ifadesi 1920’lerde de kullanılıyordu, 60’lardan sonra da tekrar tedavüle girdi.”
tarafından aysebohurler | Mart 1, 2024 | Köşe Yazıları
400 yılı bulan aydınlanma süreçleri, aklın dini yenmesi, eşitlik, kardeşlik derken geldiğimiz yerde koca bir hayal kırıklığı ile karşı karşıyayız. Eski Yunan’ın öjenik- yani insan ırkının ıslahı- tutumuna, kendini ‘ileri’ olarak tanımlayan ülkelerin, ‘geri’ buldukları toplumları sömürebilme iddialarına geri döndük. Akıl ve insanlık rafa kalktı, yerini çağlar öncesinin hesaplaşmaları aldı. Nereden bakarsak bakalım insanlık için büyük kayıp ve hayal kırıklığı yaşıyoruz. Ayçin Kantoğlu, “Gazze’de olanları görünce kütüphanemi yakmak istedim.” derken hepimizin duygularına tercüman oluyordu.
Dün gece yardım kuyruğundaki aç çoluk çocuğun İsrail ateşiyle katledilmelerini seyrederken sadece insanlığın değil insanlığın tarihi boyunca kazanımlarının da çöktüğünü düşündüm. İsrail güçlerinin ailelerine un sağlamaya çalışan Filistinlilere ateş açması sonucu 100’den fazla kişi öldü ve yaklaşık 750 kişi de yaralandı. Gidebilecekleri hastane ya da hastanelerde ilaç yok! İnsanlar, un taşıyan yardım kamyonlarının geleceği El Raşid Caddesi’nde toplanmıştı.
Olay yerinden haber veren El Cezire muhabiri İsmail el-Ghoul, ateş açıldıktan sonra İsrail tanklarının ilerleyerek birçok ölü ve yaralı cesedin üzerinden geçtiğini söyledi. “Bu, Gazze’de vatandaşları tehdit eden açlıktan başka bir katliamdır.” dedi. İşgal altındaki Doğu Kudüs’ten haber veren El Cezire muhabiri Bernard Smith’in aktardığına göre “kurbanların çoğunluğu başlarından ve vücutlarının üst kısımlarından kurşun ve şarapnel parçalarıyla, doğrudan topçu bombardımanı, insansız hava aracı füzeleri ve silahlarla vuruldular.”
Dünya Gıda Programı (WFP) Genel Müdür Yardımcısı Carl Skau’un ifadesiyle, durum “insan yapımı bir felakete” dönüştü. Kifayetsiz sözler, yaptıklarını bin yıl önceki intikamla yönetmeye çalışan bir devlete hak veren koskoca bir Avrupa. Onlar da eski Yunan’dan gelen öjenik kodlarına geri döndüler. Barbar çağ ya da bazı tarihçilerin deyimiyle karanlık Orta Çağ geri döndü…
TAKLİDİ MODERNLEŞME VE KADIN AÇILIMI
Eski dergileri karıştırmak hobi haline geldi bende. Onları karıştırırken önüme çıkan bir başlığı sizinle paylaşmak istedim: “İstanbul’un En Güzel Bacaklı Hanımı Kimdir”? Bu başlık 1931 yılının Vakit gazetesine ait. “Beddiî müsabakamız”la ilgili haberde en güzel bacak yarışması duyurulurken, nasıl bir mahremiyet ve nezahet içinde yapılacağına dair bilgiler de veriliyor. Medeni dünyanın her yerinde böyle yarışmalar olduğu belirtiliyor. 18 yaşından 65 yaşına kadar bacağına güvenen hanımların katılacağı yarışmada Amerikan ölçütleri örnek alınıyor. Bilek kalınlığı 20, baldır 32, diz kapağı 34, dizden bele kadar 54 cm olması gerektiği duyuruluyor. Yarışma yazar düellolarına sebep oluyor. Fuat Köprülü de reaksiyon verenlerden birisiydi. Her şeye rağmen yarışma yapılıyor ve İstanbul güzellik kraliçesi Nevzat Hanım seçiliyor…
Bu konuyu aklıma kadın hakları konusundaki açılımını güzellik yarışmasıyla taçlandıran Suudi Arabistan örneği getirdi. Batılılaşma, modernleşme için bundan 200 yıl önce de kadınların açılması, balolar, güzellik yarışmaları bir başlangıç kabul ediliyordu. Bugün de pek bir şey değişmemiş. Taklidi modernleşme bunu galiba bir zorunluluk olarak sunuyor.
Bundan beş yıl önce araç kullanma haklarını elde eden Suudi Arabistanlı kadınların erkeklerin tanımladığı “özgürleştirici” alanlara değil, kendi haklarını savunmalarını sağlayacak ortamlara ve mücadele zeminine ihtiyaç var. Kocasına kahve yapmaması boşanma sebebi sayılan Suudi Arabistanlı kadınların çalışma oranı %5’i yeni yeni geçti. Kadınlar seçme ve seçilme hakkına yeni kavuştular. 2015 sonundaki seçimlerde ilk kez oy kullanabildiler. Pek çok meslek kadınlara kapalı. Boşanma ya da dul kalma durumunda, bir kadın erkek çocuğunun velayetini en fazla yedi yaşına kadar, kız çocuğunun velayetini de dokuz yaşına kadar elinde tutabiliyor. Sonra çocuklarının velayetini ya babalarına ya da babalarının ailesine vermek zorunda. Kadınların yargıç olmasına izin yok. Kadınların yanlarında kendilerine eşlik eden bir erkek yakınları olmadan bankaya girmelerinin de yasak olduğu Suudi Arabistan’da güzellik yarışması düzenlemesi her modernleşen ülkede (geçen yüzyılın başında Türkiye, İran, Mısır’da olduğu gibi… ) var olan bir kod adeta. Lakin bunun kadın haklarına katkısını ayrıca konuşmak gerekir.
Kadın açılımıyla hedeflenen kadınlara haklarını vermek mi? Bu çok tartışmalı. Keşke yasaları; kadınları aile içinde, toplumda, iş hayatında, siyasette güçlendirecek şekilde değiştirmeye açılım deselerdi. Bu değişime alkış tutan Türk sekülerlerinin cahilliğine ise bir kez daha şapka çıkarttım. Bir zamanlar başörtüsü taktığımız için bize “…Suudi Arabistan’a gidin” diyenlere bugün biz de “Suudi Arabistan’a gidin” diyebiliriz. Orada kadınlar çok, çok özgür!!!
İLK ÇİNGENE AÇILIMI 132 YIL ÖNCE YAPILDI…
Tarih dergilerine dalmak geçmişten bugüne köprü kurmayı kolaylaştırıyor. Roman açılımı meselesini gündeminde tutan ve bunu mesele eden bir siyasi hareketiz. Bu işin tarihçesi meğerse II. Abdülhamid dönemine dayanıyormuş. Öğretmen Said Bey 1891’de Sultana bir rapor sunuyor. Roman vatandaşların yaşadığı günlük sorunlara dikkat çeken raporu dikkate alan Abdülhamid nüfus cüzdanlarına yazılan “Kıpti Müslüman” ifadesini kaldırıyor, ayrımcılığı engelleyecek bir dizi önlem alıyor, teneke evlerde oturmalarına izin vermiyor, iskân yerlerinde yeni okullar açıyor, “çingene mahallesi” gibi yer adlarını değiştiriyor…
Son yorumlar