İç İçe Geçmiş Halkalar

İç İçe Geçmiş Halkalar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İç İçe Geçmiş Halkalar

Suriye’yi kim işgal etti? Bu sorunun cevabını verirken 2002’den başlayarak Lübnan’da gelişen sürece göz atmakta fayda var. Şam ile Beyrut arasının arabayla 45 dakika olduğunu söyleyerek başlayalım. 2000’li yıllardan itibaren Lübnan’dan Suriye’nin çıkarılmasını, Suudi Arabistan’ın desteklediği Başbakan Hariri’ye suikasti, İsrail’i işgal ettiği bölgelerden çıkartan İran’ın desteklediği Hizbullah’ın siyasi olarak daha da güçlenmesini, arka plan bilgisi olarak akılda tutalım.

Arap Baharı’nın etkisi ve Suriye’de iç savaşın başlamasıyla İran etkisindeki güçlerin Suriye’de konumlanması zor olmadı. İran Suriye’de Esad güçlerinin yanında dururken aynı zamanda Tel Aviv’e de bir füze menzili mesafesi yaklaştı. Rusya ve İran arasında 2013’te güçlenmeye başlayan ittifak içinde Suriye yeni bir zemin olmuştu. Denklemin bir parçasında da, IŞİD ile mücadele söylemiyle öne çıkartılan Batı medyasının romantize ederek sunduğu terör örgütü PKK var. İki ülke de kısmen PKK’yı himaye ediyor.

Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin ve İran Cumhurbaşkanı Reisi Tahran’da bir araya geldiklerinde her tarafın sorun olarak gördüğü mesele farklıydı. Erdoğan net bir şekilde konuştu: “Terör örgütüne topraklarınızda yer vererek, destekleyerek Türkiye’nin barışa hizmet etmesini bekleyemezsiniz” dedi. Ve onlara verilen desteğin kesilmesi gerektiğini tekrarladı.

İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in ise Erdoğan’a “Türkiye’nin Suriye operasyonu hem Türkiye’ye hem Suriye’ye zarar verir, teröristlerin işine gelir” mesajı ilettiği haberlerde yer aldı. Hamaney’in “İran için Türkiye’nin güvenliği kendi güvenliğiyle aynı önemdedir” dediği de aktarıldı. Bu tabii ki böyle değil. Bu cümle İran’ın “taarruf” geleneğinin bir yansımasıydı. Taarruf orada  diplomasinin anahtarı. Biz Türkler gibi doğrudan konuşmuyorlar. Konuştukları şeylere de fazla güvenmemek gerekiyor.

Tahran’daki zirvenin ertesi günü Irak Zaho’da yaşananları bu çerçevede gördüm.

İranlı bir rehber başkanlığında Bir Şii turist gurubun bölgede bulunduğu sırada yaşanan ve 8 kişinin hayatını kaybettiği 23 kişinin yaralandığı saldırı duyulur duyulmaz Bağdat ve Kürt Bölgesel yönetimi Türkiye’yi hedef göstermiş, Batı medyası da Erdoğan ve Türkiye’yi suçlamaya başlamıştı.

Tahran’da gerçeklerin açık açık konuşulmasına rıza gösterilmedi…

Suudi Arabistan – İsrail yakınlaşması, Filistin meselesinin neredeyse gündemden çıkarılması ve Türkiye’nin gücünün paralize edilmesine ilişkin çabaları bir resimde görmek gerekir. Ukrayna -Rusya savaşının ardından Türkiye – Yunanistan ya da İran anlaşmazlıklarının kışkırtılması da senaryo olarak yazılıp çiziliyordu. Diğer taraftan Ukrayna ve Rusya tahılının kontrollü olarak Türkiye üzerinden dünyaya dağıtılması konusu… BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in Türkiye ziyareti öncesi Zaho saldırısının Türkiye’nin üzerine atılmaya çalışılması üzerine de düşünmekte fayda var.

BACAĞINDAGÜLLEYLE YÜZMEYE ÇALIŞMAK…

Malum modern Irak devletinin fikir annesi ve baş aktörlerden birisi İngiliz, arkeolog, ajan, gezgin Gertrude Bell’di. Kral Faysal’a aşık olduğu da söyleniyordu. Irak üzerine Arap araştırmacı Ali A. Allawi’nin İş Bankası yayınlarından çıkan 1. Faysal ismiyle güzel bir biyografi kitabı var, tavsiye ederim.  Irak, İtilaf Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan kesip çıkardığı bir parçaydı. Allawi, Kral Faysal’ın İngiltere’nin boğucu kucağından çıkıp Arap dünyasının lideri olmak için verdiği çabayı anlatırken şöyle der; “Ülkeniz bölünmüş ve yabancı devletlere sunulmuşsa büyüklüğünün ne anlamı kalır? Hele de başlıca müttefikiniz, aynı zamanda bölgenizde istikrarsızlığın ve ihtilafların tohumlarını eken ana unsursa…” Yazar Faysal’ı “bacaklarından birisi zincirlerle gülleye bağlıyken hedefine doğru kulaç sallayan insanüstü bir güce sahip” birisi olarak değerlendirir.

Irak’ın ulus devlet olma aşamasında şüphesiz en etkili kişilerden birisiydi 1. Faysal. Ülkesini İngilizlerle inşa etmeye çalışmıştı. Saddam Hüseyin ise sosyalist Rusların desteğiyle…Ancak Sovyet Bloğu’nun çöküşünün ardından Rusların etki alanlarındaki bölgelerin Amerika’nın kontrolüne geçirilmesi, 2003’te başlayan ABD işgali bir trajediydi. Amerika’yı baş düşmanı gören İran için de Irak’ta hakimiyet kurmak büyük önem taşıdı. Şii mezhebinin gelenekleri, İranlı dini rehberler aracılığıyla kurulan bağlar tüm Ortadoğu’yu olduğu gibi Irak Şiilerinide kapsıyordu. Alacakaranlık kuşağı haline getirilen bir ülkede hakimiyet de ancak illegal kurulabilirdi. Bu süreçte Rusya’nın İran’a verdiği destek Orta Doğu’da birçok bölgede görülebilir. Birbirini kamufle edebilen bir işbirliği resmi bu! 1990’larda yağmalanan Rusya Putin liderliğinde güçlenip dünya sahnesine dönmeye başlayınca ilk yaptığı şeylerden birisi eski etki altındaki bölgelere sahip çıkmak oldu ki, Irak da Suriye gibi bunların başında geliyordu.

Resmin bir başka parçasında Putin ve Hamaney arasındaki mutabakat konuları var. Nükleer santraller ve Suriye meselesi bunların başında geliyor ve tabii ki petrol… Putin 2013’te Tahran’a ilk ziyaretini yaptığında bu konular masadaydı. Bu şehir’deki nükleer santrali Rus bir şirket yapmıştı. Rusya BM’de nükleer konusunda arabuluculuk yapıyordu. Diğer taraftan 2013’ten itibaren iki ülke Suriye’de Esad rejimini destekliyor.

Irak petrol gelirlerini ülke çıkarına kullanmayı sağlayacak bir petrol yasası çıkarmaya çalışırken 2013 Ocak ayında başka bir şey daha oldu…Kuzey Irak petrol açılımı gerçekleşti. Bölgesel Yönetim, Türkiye üzerinden dünya pazarlarına petrol ihracatını başlattı.  Amerikalılar Irak’ın toprak bütünlüğüne sıklıkla vurgu yapmaya başladılar. Sonrasında gelişen olaylar bu zemin üzerinde ilerledi. Dananın kuyruğunun koptuğu yerlerden birisi de buydu…

Erdoğan, Putin ve Reisi arasındaki toplantı Suriye üzerinde odaklansa da sonrasında Zaho saldırısının Türkiye tarafından yapılmış gibi gösterilmesinin sebepleri arasında bu arka planın da hatırlanmasında fayda olduğunu düşünüyorum. 

İç İçe Geçmiş Halkalar

Kuzeydeki Yeni Soğuk Savaş

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kuzeydeki Yeni Soğuk Savaş

Dikkatle izlediğim dizlerden birisiydi Borgen. Danimarka’nın ilk kadın başbakanının da “yolunu açan” bir dizi. Ama konuların yerelin içinde evrenseli barındırdığını söylemeliyim. 12 yıl aradan sonra çekilen yeni bölümleri ise daha büyük bir ilgiyle izledim. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği konusuyla birlikte diziye pür dikkat kesildim. 

Danimarka 2016’dan sonra mülteciler üzerinden gelişen Avrupa’daki aşırı sağ hareketleri izlerken de dikkatimi çeken bir ülke olmuştu. Bugün gelinen noktada ise Danimarka’da mültecilerin neredeyse tamamı  ‘paralel toplumlar’ olarak adlandırılan 25 gettoda yaşıyor. Bunu sağ siyasetçiler Danimarka haritasındaki kara delikler olarak tanımlıyorlar. Düzensiz göçmenler için de ıssız bir ada olan Lindholm Tecrit  adası haline getiriliyor…İsveç için söylenen “dünyanın kaynanası” unvanı  Danimarka için de geçerli denebilir. 2015’de iktidara gelen sağ partilerle birlikte ataları Vikinglerin üstün ve güçlü ırk teorisi ülkenin bilinçaltından yeniden fışkırmış durumda. 

Borgen Victoryand Glory başlığı ile oynayan yeni serisi Kuzey Kutbu yakınlarında olan biteni anlamak açısından önemli. Anlaşılan o ki Rusya, Çin, ABD arasında yeni dünyanın güç merkezlerinden birisi de orası olacak. Çünkü buzlar eriyor, altından çıkan ve çıkacak olanlar çok kıymetli…Yeni deniz yollarının açılması bundan daha da önemli…

Filmde sık sık Nobel Edebiyat Ödül sahibi Knut Hamson’a atıf yapılması da dikkat çekici. Bir bölüm onun “Doğa büyüktür ama insan daha büyüktür.” cümlesiyle başlıyor Olayların geçtiği Lafoten adasında yaşamış olan Knut Hamson’un romanları kadar 1930’larda ırkçı partiye katılmasını, II. Dünya savaşında Norveç’in işgal edilmesi sırasında Almanları desteklemesini de dizinin arka planını anlamaya çalışırken dikkate almak gerekir.

Gelelim Borgen Victoryand Glory’e… Dizi “Gelecek kadınların elinde.” diyerek başlıyor. Borgen’in eski bölümlerinde  hikaye edilen ilk kadın başbakan Birgitte Nyborgkurgu bir kahramandı ama dizinin ilk sezonunun yayınlanmasından bir yıl sonra, Helle Thorning-Schmidt Danimarka’nın ilk kadın başbakanı oldu. Danimarka’nın şimdiki başbakanı da bir kadın, Mette Frederiksen.

Ana hikayenin ötesinde dizi “genç ve kadın olmak” meselesinde oluşabilecek handikaplara dair izleyiciyi düşünmeye sevk ediyor. Her bölüme dair siyasi cümleler ise çok incelikle seçilmiş. “Engel ve fırsat arasında ince bir çizgi vardır, bilge insan ikisini de kullanmayı bilir.”,  “Her muharebe savaşılmadan kazanılır.” “Gücün istismar edilebilmesi gücün doğasında var.” Napolyon’a atıfla; “ Çin’i bırakın uyusun uyanınca dünya titrer…”  gibi.…

Filmin konusu ve dünya siyasetine dair öngörüleri çok dikkatimi çekti. Hele de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyesi olduğu bugünlerde. Danimarka NATO’nun kurucu ülkelerinden birisi. Faroe Adaları ve Grönland özerk yönetimleri Danimarka Krallığına bağlı.

Borgen’in önceki sezonlarında Grönland, bölgedeki gizli ABD üsleri ve CIA işlenen konular arasındaydı. Bu seride Kuzey Kutbu’nda buzların erimesiyle birlikte Arktik’de -ki burası Danimarka’nın görece kontrolünde olan bir bölgedir-  bulunan petrol ile başlıyor. Grönland hükümeti bu petrol rezervi kendi kontrolünde olsun istiyor ve petrolü çıkarmak için Çin ile anlaşma yapmak istiyor. Film burada başlıyor. Amerika, Çin ve Rusya arasında çevreci Danimarka hükümeti bir çıkmazın içinde kalıyor. Bu adalar yarı özerk, Danimarka’nın ve dolayısıyla Amerika ve NATO’nun gözetiminde. Burada Çin’in ya da Rusların petrol çıkarması, teoride mümkün değil. Lakin olan olmuş, Çin, Rusya hem devlet hem de şirketleriyle bölgeye zaten çoktan girmişler.

Danimarka bir NATO ülkesi olarak Amerika’nın çıkarlarını ve sınırları ve korumak zorunda kalırken de iç siyaset kadın liderleriyle gerilimli hale gelir. Çin yeni ipek yolu güzergâhını buraya uzatmıştır. Yeni İpekyolu Danimarka’nın görece kontrolündeki adalardan Arktik’ten geçecektir. Çünkü buzlar eridiğinde Çin ile Amerika arası %40 kısalacak, ulaşım daha az maliyetli hale gelecek ancak tehdit unsurları daha da artacaktır. Bu nedenle Çin kuzeyi dolanarak bölgedeki kaynakları kontrol etmek istemekte ve hatta petrolün çıkarılmasını da bizzat Çin büyükelçisi takip etmektedir… Bu durumda Danimarka Amerika ve Çin arasında kalır. Konuya ilişkin buldukları çözüm de tam bir arkadan dolanmacadır. İlginç değil mi?

NATO’nun İsveç ve Finlandiya üyeliğinin serencamını düşünerek diziyi izledim. Taşlar buradan bakınca daha çok yerine oturuyor. En çok vicdani redçiyi barındıran, liberal, barış ülkesi imajıyla dünyaya bambaşka bir imaj sunan Kuzey Avrupa’da Viking ruhu niye canlandırılıyor, bölgede sağ ve bildiğiniz ırkçı partiler niye yükseliyor? Avrupa’da  mülteci karşıtlığında Danimarka niye başı çekiyor konusu daha iyi anlaşılıyor… Kuzey Kutbu’nda buzların altındakiler ve eriyen buzların açtığı yeni ticaret yollarının kavgası dünyanın yeni güç merkezini belirleyecek gibi görünüyor. Savaş karşıtı, liberalin en liberali Kuzey Avrupa artık sahiden militarist olmuş durumda.

Dünya bir seyirlik yer… İzlemek lazım.

İç İçe Geçmiş Halkalar

Trans Aktivistler ve Çocuklar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Çok Mühim Konular

Batıda tüm siyasi tartışmalarda çokca öne çıkan bir cinsel kimlik tartışması yürüyor. Bu konularda oluşmuş “liberal“ konsensüsün dünya medyasındaki hakimiyeti, her türlü itirazın, karşı söylemin sorgulanmasının önünü kesiyor. Böyle olunca da bu konuda “liberal” söylemi sorgulayanların gideceği yer de “aşırı sağ” akımlar ve ana akım dışındaki örgütlenmeler oluyor. Toplumdaki bu tür sorunlar ve gelişmelerin tamamını yok saymanın, toplumsal değişimleri tetikleyen etkenleri görmeyi engellediğini düşünerek, bu tartışmalarda Avrupa-ABD merkezli itirazların bir özetini yapmak istiyorum. Ama bu yazıdaki asıl motivasyonum yurtdışında yaşayan bir tanıdığımın bizzat yaşadıkları oldu……

Önce geçen haftalarda Amerika’da düzenlenen kadın yüzme ve dalış yarışlarındaki tartışmaları bir not olarak paylaşayım. Çünkü şampiyon Pennsylvania Üniversitesi’nden transseksüel bir kadın Lia Thomas’dı. 500 yard serbest stil finallerinde birinci olan Lia Thomas’ın fizyolojik olarak farklı olması, yarışın adil olmadığına dair tartışmaları ortaya atarken ileri sürülen argümanlardan birisi; aynı kişinin daha önce erkekler kategorisinde yarıştığı 500 metre serbest yüzme yarışmasında 462’inci olmasıydı. Lia Thomas’ın kadın yüzücüler arasında birinci olmasının eşit şartlarda bir yarış olmadığını söylüyorlar.

Bu haberi henüz okumuşken yurtdışında yaşayan bir tanıdığın 6 yaşındaki kızının erkek olmak istediğini, bu nedenle öğretmeni tarafından yüreklendirildiğini dinledim. Aile öğretmene çok öfkeliydi, çünkü çocuğa bu fikri öğretmen vermişti. Gerekçesi de çocuğun anaokulunda oynadığı oyuncaklar ve pembe renkten nefret etmesiydi.

Aile okula görüşmeye gittiğinde öğretmen çocuğun neredeyse tüm çocukluk dönemini kapsayacak hormon tedavisi ve ameliyatlar zinciri takvimini önlerine koymuştu. Zincir diyorum çünkü bu devam edegelen pek çok ameliyatı içeriyordu. Bu ameliyatların ve tedavinin risklerinden söz etmeden takvimi ortaya koyan öğretmen adeta aileyi iknaya çalışmıştı. Aile riskleri, daha önce böylesi tecrübeleri geçirmiş başka çocukların ebeveynlerinden bir araştırmayla öğrenmişti. Çocuğun beden ve ruh sağlığına dair pek çok risk barındıran cinsiyet değiştirme operasyonlarının okulda teşvik edilmesi meselesi ise ayrıca başka bir tartışma konusuydu. Çocuğun bütün hayatını etkileyecek bu süreçlerde söz hakkı kimindi? Hiçbir konuda araba kullanmaktan tek başına yaşamaya selahiyeti olmayan, daha ergenliğe dahi geçmemiş, hormonları devreye girmemiş 6 yaşındaki bir çocuğun mu? Ailesinin mi? Öğretmenin miydi?“ 5-6 yaşındaki bir çocuk kendi kaderini tayin edecek bir yetkinliğe sahip midir?” Ki ameliyatlar ve cinsiyet değiştirmenin geri dönülemeyecek bir yol olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

İşin hukuki boyutunda temel haklar tanımlanırken ebeveynlerin velayet hakları da tanımlanmıştı. Şimdi ise çocuk kabul ettiğimiz bir döneme dair, “çocuğun hissiyatına göre, çeşitli belirtiler dolayısıyla cinsiyet değiştirmeye karar verebilir” deniliyor. O’na bambaşka bir rol atfediliyor. Oysa bunların hepsi  bir varsayım…

Trans aktivistlere karşı çıkanların üzerinde durdukları konuların başında medikal ve ergenlik itirazları yer alıyor. Küçük yaşta çocukların medikal pek çok ilaç, operasyon ve tedavi süreçlerine sokulmasının sakıncalarına dikkat çekiyorlar. Diğer yandan da daha bluğa ermeden yapılan bu operasyonların, ergenlikte çocuğun içine gireceği bunalımları yok saydığını söylüyorlar. Cinsel gelişim süreçlerinin içinde ergenlikte yaşanan her türlü bunalım, çocuğun fıtraten getirdiği büyüme süreçlerini çok daha ağırlaştırıyor. O’nun ergenlikte yaşayacağı çatışmaları çelişkileri hiç konu etmiyorlar.

Batıda çok konu tartışılırken karşı çıkanlar sadece dindarlar, muhafazakârlar değil. Tartışmaya geyler ve feministlerde katılıyor. Ve onlarda bu tartışmada cinsiyet değiştirmeye ilişkin alınan kararların kültürel ve sosyal önyargılar üzerinden gittiğini söylüyorlar. Bu söylemlerin toplumsal rollerin farklı biçimde yeniden üretilmesine sebep olduğunu söylüyorlar. Şimdiye kadar kızlar arabayla oynamaz, erkekler ağlamaz diyen kalıp yargılar ayrımcılık içeriyor ve onları aşağılıyor diye itiraz edilmişti. Şimdi ise bu kalıp yargılara bakılarak cinsiyet tayini yapılıyor. Giydirilmemiş kimliklerin boşluğunda başka bir şey giydirmeye çalışıyorlar. Gelecekteki cinsel kimliği hakkında ipucu olarak kabul ediliyor.

Yukarıdaki yaşanmış örnekte olduğu gibi, “vay çocuk bebekle oynuyor bu kız olmak istiyor” ya da tam tersi “araba ile oynuyor erkek olmak istiyor” veyahut da “pembeden nefret ediyor hadi erkek yapalım” gibi….

Cinsel kimlikler toplumsal dayatmayla kazandırılıyor derken şimdi bu işaret sayılıp, çocuğu ameliyat edelim denmeye başlıyor. Sen kızsın bunu yapma, oğlansın bu yapamazsın denilen tavırlara karşı çıkanlar şimdi bu tavırları yeni bir cinsel kimlik delili sayıyorlar, toplumsal yargılar bu sefer tersinden okunuyor. Feministlerin trans aktivistlere karşı kadın bedenine özgü birtakım özellikleri savunması da ayrı bir tartışma konusu.

Yaratılışa inanan ilahi din mensuplarının bu tartışmalar yokmuş gibi davranmak yerine burada olup biteni kendi inançları çerçevesinde izleyip yorumlaması ve karşı argümanlarını üretmesi gerektiği kanaatindeyim. Yoksa bu konuda oluşturulmaya çalışılan yeni önyargılar kültür hegomanyasıyla, her türlü iletişim aracıyla zihinlere kazınacak.

İç İçe Geçmiş Halkalar

Çeviri Kavramlarla Sığınmacı Düşmanlığı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Çeviri Kavramlarla Sığınmacı Düşmanlığı

Sessiz İstila filmi ve kamuoyunda dile gelen söylemler, aşırıcı hatta ırkçı denebilecek fikirler, 2016’da Avrupa’da mülteci karşıtlığı üzerine yaptığım belgesel çalışmasında Avrupalı uzmanların dile getirdiği yorumlarla birebir aynı. Birbiriyle alakasız gruplar gibi görünse de fikir merkezlerinin Avrupa sağını inşa eden merkezlerle aynı olduğu görülüyor.

Bir iklim yaratılmaya çalışılıyor. Bu iklim için de Avrupa’da kullanılan kavramlar neredeyse aynen çevriliyor. İstila gibi. Tek farkla ki; Avrupa bu kavramı, “İslam Hristiyan toplumlarını istila ediyor” imajı ile piyasaya sürerken Türkiye’de bu ideolojik ve ırkçı bir boyuta indirgeniyor. “Türk yurdu istila ediliyor” şeklinde sunuluyor. Kavram benzerliklerine bakılırsa bu tepkileri Avrupa merkezli bir politik hareketin Türkiye projesi olarak görmekte bir beis yok. Bu hareketin Türkiye savunucularına bakılırsa hele…Avrupa merkezcilik öylesine hissediliyor ki, o merkezler sol ve çok kültürlü olduğunda PKK-HDP destekçisi, tam tersi olduğunda da mülteci karşıtı. Üstelik mültecileri ülkeler arası taşıyan insan kaçakçılarının büyük çoğunluğu da PKK ile çalışırken.

Avrupalı akademisyenler için bu konuların geçmişine dair izledikleri tarih 20 yıl öncesine kadar dayanıyorken, bizdeki konuya dair bu zihniyetin nasıl bir siyasi proje olduğunu ortaya koyan daha çok araştırmaya ihtiyaç var. Avrupa’da 2016 ve öncesinde denenenler şimdi Türkiye’de deneniyor. Elbette bu deneylerde elde edilen tecrübelerle söylemler sürekli revize ediliyor.

VERİLER ÇARPITILIYOR

Göç araştırmacısı Maastricht Üniversitesi’nden Prof. Hein de Haas Avrupa ülkelerinde 2016’da zirveye ulaşan göç karşıtlığını “ istila miti” kavramıyla açıklamıştı. Bunu bir iklim olarak değerlendirip, “istila” içeriğinin de Hristiyanlık-Müslümanlık ekseninden ziyade, Avrupa toplumlarının din ile irtibatını göz önünde bulundurularak, “zengin ülkelerin, yoksul ülkeler tarafından istila edildiği”ne çevrildiğine dikkat çekmişti. Verilerin kamuoyuna çarpıtılarak, kışkırtıcı biçimde yansıtıldığını belirten Prof. Haas’a göre veriler “dünyada göç hızla yayılıyor” fikrini desteklemiyordu.

Pim Fortuyn 2002’de bir sapık tarafından öldürüldü. 90’larda kendisi haftalık yazılarında İslam karşıtı, genel olarak göç fikrine karşı yazılar yazmaya başlamıştı. Kısa sürede bu tarz ifadelerle ünlü ve popüler hale geldi. Bu konuda bir kitap yazan Prof. Lucassenona benzer şekilde Martin Bosman, Paul Scheffer, (ımmıgran Natıons) Piete Lakeman gibi isimleri de sayıyor. Bu hareketleri inceleyen Profesör Lucassen hepsinin farklı politik yönlerden gelmelerini de ilginç bir durum olarak tanımlıyor. Ki aynı durumu Türkiye versiyonunda görüyoruz.

AVRUPA’NIN SENARYOSU TÜRKİYE’DE UYGULANIYOR

Şirin Payzın ile Sedef Kabaş’ı Ümit Özdağ’ı, Kemal Kılıçdaroğlu’nu, Ahmet Davudoğlu’nu Meral Akşener’i aynı çizgide ne buluşturuyor? Leo Lucassen bir başka İlginç noktaya dikkat çekiyor; “Bunların ortaya koyduğu sözler analiz edildiğinde çokça kanı içerdiğini ama neredeyse hiç olgu içermediğini görüyoruz” diyor. Bunların içinde ne kadar az ampirik kanıt bulunduğu çok çarpıcı. Bulunsa bile bunlar cımbızla seçilmiş veya çarpıtılmış şeyler. “ tespiti Türkiye versiyonları içinde geçerli. Tıpkı, “Suriyeliler devletten maaş alıyor” iddiası gibi ki iddiaya konu olan Kızılay kartları… Bu kartlar AB tarafından finanse ediliyor. Ya da “Suriyeliler su, elektrik ve doğalgaz faturası ödemiyor” iddiası. Bu iddia, internette Suriyeli bir aboneye ait bedelsiz fatura görselleri paylaşılarak yayılmıştı. Ancak faturaların alt kısmındaki “Kullanım miktarı düşük olduğundan dolayı faturalandırılmamıştır” uyarısı bilinçli olarak gizlendi.

Türkiye için geçerli olan bir başka şey ise, hiç gerçekle ilişkisi olmayan iddiaların yaygın kabul görmesi için geliştirilen söylemler. “Suriyeliler 5 yıl sonra Türk vatandaşı olacak” iddiası gibi. Halbuki Türkiye’de bulunan Suriyeliler “geçici koruma” statüsüne sahip. Türk Vatandaşlık Kanunu, geçici koruma altındakilere“ belirli bir süre Türkiye’de kalarak Türk vatandaşı olma hakkı vermiyor. Geçici koruma altındakiler, bir Türk’le evlenince de doğrudan Türk vatandaşı olamıyor. Bu iddia doğru olsa şimdiye kadar 2,5 milyondan fazla Suriyeli Türk vatandaşı olmuştu. “Seçimlerde Suriyeliler de oy kullanıyor” iddiası da bir başka yalan. Türk vatandaşı olmayan hiç kimse seçimlerde oy kullanamıyor.

Türk vatandaşlığı verilen Suriyeli sayısına gelince; Türkiye, 2016’ya kadar Suriyeli yetenekli insanları Batı ülkelerine kaybetmekle eleştiriliyordu. Ancak Türkiye bu konuda hızlı bir araştırma yaptı. Eğitim, bilim, ticaret gibi alanlarda Türkiye’ye fayda sağlayacak insanlara vatandaşlık verilmeye başlandı. Bugüne kadar 200 bin 950 Suriyeliye Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verildi. Bunların 87 bin 296’sı çocuk. Oy kullanabilecek Suriye kökenli vatandaş sayısı ise 113 bin 654. 2018-2019 seçimlerinde Türkiye vatandaşlığı verilen Suriyelilerin %30-35’i oy kullandı.

Avrupa veya Türkiye fark etmiyor. Görülen o ki Türkiye’de mülteci karşıtlığı yukarıda özetlediğim Avrupa merkezci bakışın yansıması…

İç İçe Geçmiş Halkalar

Avrupa Yeni Sağ

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Avrupa İçin Haçlı Seferinde Pagan Tanrıları

Bu başlık size çok karışık gelebilir. Doğrusu bana da geldi. Bu başlık Oslo Üniversitesi Teoloji Profesörü olan John Salomensen’in. 2011 yılında gerçekleşen Oslo saldırısını yapan Breivik ve Kuzey Avrupa’nın aşırı sağcıları üzerine yaptığı bir araştırma yazısında yukarıdaki başlığı doğrulayan bir çok argüman ortaya koyuyor. Kuzey Avrupa’da aşırı sağın inanç dünyası hakkında Breivik’in saldırı sonrası sitesinde yayınladığı yazılar pek çok fikir veriyor. Mesela kendisinin Odinist olduğunu söylüyor. Silahına İskandinav tanrısı olan Thor’un çekicin sembolize eden Mjalnor adını veriyor.

Geçtiğimiz hafta İsveç’te Kur’an yakan bir eski başbakan haberini okurken Kuzey Avrupa’da güçlenen aşırı sağın fikir ve inanç örüntüsü konusunda bir iki notu burada aktarmak istedim.

-Avrupa’da Hristiyanlığın çok kültürlülüğün bir sonucu olarak zayıfladığını, düşman (İslam) değerler tarafından işgal edildiğini savunuyorlar.

– Hristiyanlığı eski pagan (Asatru) inançlarıyla birleştiriyorlar. Bu konuda Skin isimli filmi izlemenizi tavsiye ederim. Salamonsen’in attığı ” Avrupa İçin İslam’a karşı Haçlı Seferinde Pagan Tanrıları” başlığı da yeni kimliğin bileşenlerini çok iyi özetliyor. Ayrıca son günlerde yeniden yeniden çekilen Viking filmlerini de bu ilginin artması çerçevesinde değerlendirmekte fayda var.

– Avrupa yeni sağının oluşumunda ve güçlenmesinde 2007 – 2008 ekonomik krizinin payı büyük. Aşırı sağ partiler 2012’den sonra tüm Avrupa ülkelerinde oy oranlarını giderek artırmaya başladılar.

– Her ülkenin önceliğini kendi toplumlarına vermesi gerektiğini savunuyorlar. Çok kültürlülüğü savunanları işgalci güçlere yardım ile suçluyorlar…

– Alain de Benoistyeni sağın fikir arka planında önemli bir isim. Aşırı sağı faşizm mirasından kurtarmak istiyor. Cezayir Fransızdır davasına gönül vermiş biri sağcı entelektüel. Her kültürün mümkünse kendi toprakları üzerinde gelişmesi gerektiğini savunuyor.

– Bazı yazarlar çok daha geriye bakıp aşırı sağın kuruluşunda Arthur Balfour’a kadar gidiyorlar. Balfour 1905’te İngiltere’ye Çarlık Rusya’sından Yahudi göçü sınırlayan muhafazakar başbakan…Evet İngiltere’nin Filistin topraklarında bir “Yahudi yurdu” kurulmasını destekleyeceğini bildiren 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’nda imzası olan dönemin Dışişleri Bakanı…

Geçen hafta Perspektif Dergisi’nde bu konuda güzel bir yazı çıktı. Orada verilen bilgilere göre Avrupa Sağı bildiğiniz Putinci…”Fransa’da Rus lidere desteğini en açık şekilde dile getiren siyasetçilerden aşırı sağcı Marine Le Pen oldu. Mart 2017’de Putin ile görüşen Le Pen, Ukrayna hakkındaki görüşlerinin Rusya ile örtüştüğünü belirtmişti. Le Pen’in partisi Ulusal Birlik (RN) 2015’te bir Rus bankasından 9 milyon avroluk kredi de almıştı…Rusya’nın 24 Şubat’ta Ukrayna’ya saldırmaya başlamasının ardından Le Pen’in 2017’deki Rusya ziyaretinde Putin ile çektiği fotoğrafların yer aldığı ve hâlihazırda dağıtılmamış olan binlerce broşürü imha etmesi talimatı verdiği iddia edildi. “Putin ile yakınlığıyla bilinen bir başka isim aşırı sağcı cumhurbaşkanı adayı Eric Zemmour. Zemmour 2015’te Rusya tarafından Putin’in görüşlerini savunan siyasetçi olarak belirlendi.

İtalya’da Putin’e hayranlığı ile bilinen ve Ukrayna savaşı öncesine kadar verdiği destekle dikkati çeken isim ise aşırı sağcı Lig Partisinin lideri Matteo Salvini. 2019 yılında Milano Cumhuriyet Savcılığı, Lig Partisinin, Rus yatırımcılardan gizli bir petrol anlaşması vesilesiyle 65 milyon avro aldığı iddiasıyla soruşturma açmıştı…

Almanya’da yıllardır Rusya yanlısı bir siyaset izleyen aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) Partisi, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ardından savaşı kınama konusunda çelişkili tutum sergiliyor. Parti yönetimi Rusya ile ilgili dikkatli bir dil kullanırken, partinin bir bölümü ise Rusya’ya karşı sert açıklamalarda bulunuyor.

Durum Hollanda’nın, Avusturya’nın, Macaristan’ın aşırı sağcı partilerinde de farklı değil. İşin en önemli boyutu ise bu partilerin hepsinin Rusya ile geçmişte ekonomik ilişkilere girmiş olması. Bu konuda bilinenler, “Avrupa sağının mimarları arasında Putin var mı” sorusunu akla getiriyor.

Fransa’da pazar günü ikinci turu yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi süreci bize gelecekte hazır olmamız gereken yeni sağın söylemlerine karşı ipuçları veriyor ki, bu sağ söylemlerin etkisini ülkemizde de yeni siyasi figürlerin üzerinde görüyoruz. Geçen seçimlerde Macron’a karşı kaybeden Le Pen bu seçimlerde çok daha iddialı. Araştırmalar oy oranını % 40 civarı tespit ediyor. Le Pen’in kazanması Avrupa Parlamentosu başta olmak üzerine Avrupa ülkelerini de etkileyecek.

Görülen o ki bu meseleyi, Türkiye’deki mülteci karşıtlığı ile maskelenen bir anlamda, bu fikirlerin replikası olan yansımalarıyla daha çok konuşacağız. Kültüre dayalı kimlikçi bir hareket olarak gelişen Avrupa sağı yeni bir evreye geçerken ve ülkemizde de vücut bulurken bileşenlerine hakim olmakta fayda görüyorum. Çünkü metodları ortak. Kollektif korkuları kışkırtmak…

İç İçe Geçmiş Halkalar

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Hayatımız mültecilik diye bir dizi yapsak Çeçenler onların başında gelir. Rusların Çeçenistan’a yönelik saldırıları pek çok Çeçen Müslümanı Türkiye’ye göçe zorlamıştı. Rus zulmü altında mazlum ve mağdur olarak, yardım listelerimizde uzun süre yer aldılar. Diğer taraftan uzun süre Rusya’nın terörist olarak tanımladığı ekiplerin içinde oldular, suikastler, metro saldırıları yaptılar. Ruslarla 1994-1996 yıllarındaki savaşı, dağlık bölgelerinin sağladığı avantajla Çeçenler kazanmıştı. Bu dönem Rusya’nın dağıldığı yıllardı. 1999’da Ruslar yeniden Çeçenistan’a girdiler. 2000 yılında iktidara gelen Putin’i Putin yapan olaylardan birisi Kremlin’e bağlı bir Çeçenistan oluşturmayı başarmasıdır… Çeçenistan’ın da kendi kazanımları olsa da 2009’a gelindiğinde Ruslar oradaki direnişçi gücünü yumuşatmış hatta kendi tarafına çekmişti.

Bugün Ukrayna ‘ya yönelik saldırılarda Rusya adına savaşan, hatta açıklamalara bulunan isimlerden birisi Çeçen lideri Ramazan Kadirov oldu. Putin’in Çeçenistan’daki isyancı güçleri kendi yanına çekme politikasının örneklerinden birisi olarak Kadirov’un Rusya adına açıklamaları benim dikkatimi çekiyor, eminim sizin de çekiyordur. Kadirov hafta başı Telegram’dan yaptığı açıklamada Mariupol Limanı’nı ve aynı zamanda Kiev’i de alacaklarını iddia etmişti. Putin’de Kadirov’a korgeneral rütbesi verdi, hatta Batı basını onu Putin’in sembolik olarak oğlu olarak tanımlıyor. Rusya’ya karşı isyan eden bir ulusun liderinin Putin adına ön saflarda savaşması konusu artık edebiyatın mı, siyaset biliminin mi ,psikolojinin mi konusu olur bilinmez ama Putin’in düşmanlarını ve isyancılarını dönüştürme stratejileri üzerine önemli bir örnek teşkil ediyor…

BEDROS BEY İLE CUMHURBAŞKANIMIZ…

Geçen hafta yolum Özel Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’ne düştü. Ermeni cemaat tarafından II. Mahmut’un fermanı ile 1832 yılında kurulan Hastane’nin binası aynı zamanda tarihi bir öneme sahip. Hastane’yi yıllar önce görmüştüm bir hayli eskimişti ve tadilata ihtiyacı vardı. Bugünkü halini görünce çok şaşırdım. Müthiş bir değişimden geçmiş… Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı tarafından yönetiliyor. Şu anki yönetim kurulu başkanı Bedros Şirinoğlu’nu da bu vesileyle ziyaret ettim.

Bedros Bey Cumhurbaşkanımızı Kasımpaşa’da top oynadığı dönemlerden beri tanıyor ve de çok seviyor… “O zamandan belliydi lider olacağı” diyor. “Kasımpaşa’da takımın diğer üyelerini, kendinden küçükleri kollar, ihtiyaç sahibini gözetir, üşüyene ceketini verir, tam bir mahalle abiliği hamilik yapardı. Bu Hastane bugün bu hale geldiyse O’nun desteği sayesinde oldu. Önceden kırılan camlarımız bile değiştiremezdik, vakıf arazilerimizi kullanamazdık. Muhatap bile bulamazdık. Belediye Başkanlığı döneminden bu yana ne zaman ararsak ulaştığımız birisi oldu, geldi, ilgilendi, her türlü imkanı bize açtı. Bana abi der, her zaman ulaşırım, ne isteğimiz varsa dinler, yapabileceği bir şey varsa mutlaka kısa sürede yapar…”

Sadece Yedikule Surp Mırgiç Hastanesi değil Ermenilere ait binaların, vakıf mallarının iadesi, kilise ve sinagogların restorasyonu konusunda son 20 yılda çok şey yapılmış. Akdamar Kilisesi başta olmak üzere 12 kilise restore edilmiş, sinagog, kilise, havra gibi bütün ibadet yerleri ibadete açılmış. İstanbul her zaman kültürlerin, milletlerin kaynaştığı bir yer olmuş. İstanbul’un iki komşu mahallesinden, iki insanın dostluğunu dinlemek çok hoş oldu. Bedros Bey ile daha geniş bir zamanda sohbet etmek üzere sözleştik. İstanbul’un ortak bir dili var. Bu dili kaybetmemek, güçlendirmek birlikte yaşamak adına ihya edeceğimiz en büyük miras olmalı.

ÇANAKKALE ‘NİN GÜCÜ…

Savaşların bir ders kitaplarına girmiş etkileri sonuçları var. Bir de çok dikkat çekmeyen bir ruh iklimi olarak etkileri var. Geçenlerde Yeni zelanda’dan gelen biri misafir ile ilgili bir sohbette dinlediklerim tam da böyle bir şey. Meğer ki Çanakkale Savaşı Yeni Zelanda gibi İngiliz Milletler Topluluğu’na üye ülkelerin ulus olma bilinçlerinin ortaya çıkmasına, kısmen de olsa ayrı bir milli kimlik inşa etmelerine sebep olmuş.

Çanakkale Eceabat, en sevdiğim bölgelerden birisidir. Yıllardır giderim ve her gittiğimde de mutlaka Anzak Anıtı’na çiçek bırakan Yeni Zelandalılara rastlarım. Misafirimizin Anzak koyunu ziyareti bir tür hac “pilgrimage” olarak tanımlıyor. Yılda ortalama 80 bin Yeni Zelandalı bölgeye geliyormuş. Yeni Zelanda’nın bölgede dört anıtı bulunuyor. Buradaki mezar ve anıtlar 1919 – 1925 yılları arasında yapılıyor. Bakım ve onarım masrafları da hala “İngiliz Milletler Topluluğu Savaş Mezarlıkları Komisyonunun” tarafından karşılanıyor.
Yeni Zelandalı misafirimiz bu anıtlardan bahsederken “savaştık siz bizi öldürdünüz” gibi bir yaklaşımla da ele almıyor konuyu. İngilizler yüzünden bu pozisyona düştük yorumu enterasandı. “Türklere minnettarız” diye anlatıyor.

Çanakkale köprüsünün boğaza kattığı anlam da bu çerçevede sadece ulaşımı kolaylaştırmanın ötesinde ele alınmalı. Orası yenilgilerimize nokta koyup zaferle ve devamında bir ulus devlet olma bilinciyle güçlendiğimiz yerdir. Görülen o ki bu etki sadece bizde değil, bize karşı savaşanlarda da gerçekleşmiş. bunu hatırlamak için neredeyse yüzyıldır Yeni Zelandalıların ziyaret güzergahlarında Çanakkale önemli ve adeta kutsal bir bir muamele görüyor.