Cumhuriyetin Kadınları

Cumhuriyetin Kadınları

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Kadınları

Tarihi bir süreklilik olarak görmek gerekiyor. Cumhuriyet’i ortaya çıkaran koşulları değerlendirirken, dönemin ve çağın ruhunu anlamaya çalışırken tarih kitapları kadar anı kitaplarını da okumak gerektiğine inanıyorum. Hayatın içine, evlerde ne yaşandığına, ne konuşulduğuna bakmak dönemi anlamaya, en azından gözümüzün önüne getirmeye katkı sağlıyor.

Buralardan baktığımızda özellikle kadınların hayatı bize çok şey söylüyor. Fedakâr, cefakâr, cesur ve sorumluluk sahibi kadınlar… Bir taraftan Batı’daki hemcinslerinden, gelişmelerden  etkileniyor, kendi haklarına dair mücadele veriyorlar. Diğer taraftan da çöken bir imparatorluğun altında ailelerini, toplumu sırtlanıyor ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Fonda; Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma, sanayileşme, pozitivist akımlar, eğitimin gelişmesi, imparatorluğun mücadelesi, savaşlar var. Balkan bozgunu, Kırım Harbi, Kafkaslar derken milyonlarca Müslüman Türk evsiz barksız kalıyor, önce payitaht İstanbul’a ardından da Anadolu’ya göç ediyor, yerleştiriliyor.

Namık Kemal nutuklar atıp kitaplar yazarken eşi Nesime Hanım bayram için cephedeki askerlere gönderilmek üzere çorap örüyor. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım bir taraftan Fransızcadan roman çeviriyor diğer taraftan gazete çıkarıyor, bir yandan da cephedeki askerler için dikiş atölyesi kuruyor. Cepheye gidenleri saymıyorum bile. Büyük bir sorumluluk bilinci ve ayakta kalma çabası. Bunu yaparken de elinden gelen her şeyi yapmak; gerekirse sokaklarda çöpçülük yapmak, gerekirse hemşirelik, gerekirse fabrikada işçilik… Bu dönemin kadınları Cumhuriyet’e insan yetiştiren kadınlar…

Cumhuriyet’in ilk dönemlerini romanlarında anlatan Ülker Fırtınası, Kadıköy’ün Romanı ve Ciğerdelen romanlarının yazarı Safiye Erol bir Cumhuriyet kadını.  Cumhuriyet kurulmadan lise eğitimi için Almanya’ya gitmiş, Almanya ve İsviçre’de eğitim görmüş. Almanya’dayken sınıf arkadaşı bir Hint mücahidine aşık olmuş, ancak vatan sevgisi nedeniyle onunla gitmeyip vatanını tercihe etmiş bir yazar. Bu kırık aşk hikayesini romanlarında yaşatmış. 

Mehmet Nuri Yardım’ın onun hayatını anlattığı Safiye Erol kitabında naklettiği bir çocukluk hatırasını dönemin kadınlarını anlamak ve anlatmak için alıntılamak istiyorum: “Balkan Harbi’nin korkunç yılları… Yaşım küçük olduğu için hatırladıklarımı büyüklerimden dinlediklerimle birleştiriyorum. O zaman Beyazıt’ta Mithat Paşa’nın ailesinden bir zatın evinde oturuyoruz. Balkan bozgunu olunca Keşan’daki tüm akrabalarımız Gelibolu’ya göç etmişler. Babam o zaman anneme demiş ki ‘Bütün soyu sopu İstanbul’a davet edeceğim, yanımıza ne dersin?, Evin düzenini feda eder misin? ‘ Annem “Feda olsun’ demiş. Babam devam etmiş ‘Ama rahat, huzur, perde, halı, mobilya, feşmekan arama.’  Annem “Feda olsun’ demiş. Sonra gidip ev sahibimize sormuş. Belki kırk elli muhaciri evimize almak istiyorum. Buna muvafakatınız var mı?’ Ev sahibimiz ‘Feda olsun’ demiş. Babam devam etmiş ‘Ama kapı, duvar, boya bacada hayır kalmaz.’ Ev sahibimiz ‘Feda olsun dedik ya beyim, feda olsun’ demiş…”

Safiye Erol, Balkanlar’dan gelen kırk -elli muhacirin yaşadığı bir evde büyür. “14-18 arası farklı yaşlarda çocuk vardı” evde diye anlatıyor. Afacanlıkta yarışan bu çocukları merdivenlerde koşuştururken durduran tek şey evin ekabirine ayrılmış olan, ekabirin üst kattan açılan kapısı olurmuş. ”En koyu afacanlık çağının coşkunluğuna rağmen aile içinde hüküm süren bir nevi  hiyerarşi, sıkı bir mertebeler silsilesi sıra ve saygı kanunu hüküm sürüyordu. Üçüncü kata pek adım atmazdık. Orada babam, amcalarım ve akrabadan büyükler vükela meclisi gibi tekellüf ve merasimle otururlardı. Çiftlik, çubuk mal, mülk her şeyi bırakıp üzerlerindeki yıpranmış elbiselerle göçmüşlerdi. Yine de hal ve tavırlarına bakınca derdiniz ki hepsi birer ‘uç beyi.’ Bu tutumdan öğrenilecek çok şey olduğunu daha o zaman sezmiştim. Sanki ecdadım topla, tüfekle yıkılmayacak bir şeye sahip olduklarını bana o zaman duyurmuşlardı…”

Evini elli muhacire açan Safiye Erol’un annesi Keşanlı İkbal Hanımı, Samiha Ayverdi Abide Şahsiyetler kitabında anlatır. O’na göre İkbal Hanım bir Bektaşi dervişi idi. Arifti, aşıktı, zarif ve nazikti. Hamil olduğu aşk ve irfanı kızına nakletmeyi bir analık borcu saymıştı. Kızı gibi yıllar yılı mürekkep yalamış birisi değildi. Ama asırların birikintisi olan şifahi bilgisiyle, muhabbetiyle  hem Allah karşısında hem de insanlık karşısında hesap verme alışkanlığı ile arınmış birisiydi…  Ayverdi “Bir hikaye yazsam onu mevzu seçerdim; bir efsane donatsam onu alır işlerdim. Zira o şiir de olur, masal da olur kıssa da…” der.

Cumhuriyet’i kuran ekibin arkasındaki ruha bir hatıradan bir not düşmek istedim. Gelecek nesillerin bilgi dağarcığında, Cumhuriyet’in kuruluş hikayesindeki kadınların da yer bulması dileğiyle. Cumhuriyetimizin kadın erkek tüm kurucularına şükranla…

Cumhuriyetin Kadınları

Genç Müslümanın Kitabı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Genç Müslümanın Kitabı

1947 yılında yayınlan bu kitabın yazar hanesinde “bir heyet tarafından meydana getirilmiştir” yazıyor. Girişte “Türk Genci!” hitabının ardından da “ Dindarlık zevki, maddi olmayan bir zevktir. Onu maddi menfaatlere ve dünya işleriyle karıştıranların bu memlekete fenalık ettiklerini tarih anlatmış ve ispat etmiştir. Halbuki İslam dininin emrettiği; sırf yaradana minnet borcunu ödemek, iyilik için yaşamak gibi manevi hazları tadabilmek, dünyalara değen en büyük menfaattir…  Milliyetine ve dinine güven, iyi bir vatansever olduğun kadar iyi bir dindar da ol! “

Bu yıllarda bir heyete bu kitabı yazdıran iklim Türkiye’nin Kemalist devrimciliğin, pozitivizm ruh ikliminin uyandırdığı rahatsızlıktır. Bir orta yol arayışıdır. İslam tarihini, ibadetleri anlatan kitap dönemin ideolojik örgüsünü ve dilini de korur. Mesela “Allah’a iman” değil, “ulu tanrıya iman “ der. Kitapta din, namazdan, hacca anlatılır…

 1930’lu yılarda ortaya çıkan Cumhuriyetçi muhafazakarların etkisiyle yazıldığına inandığım bu kitap bugünün siyasi tartışmalarının köklerini anlamak için o yıllara bakmak gerektiğini ortaya koyuyor. Ayni siyasi hatlar devam ediyor, benzer tartışmalar yapılageliyor.

 Kim bu “Cumhuriyetçi muhafazakârlar”

 1930’dan sonra bu kadroyu görmeye başlıyoruz. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Peyami Safa, Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken bu isimlerden bazıları…Kemalist devrimcilik ile İslamcılık arasında bir orta yol bulmaya çalışan bu isimler İttihat Terakki günlerinden hatta onun da öncesinden başlayan materyalist felsefenin etkinliğine karşı çıkıyor, manevi ve dini atmosferi yaşatmaya çalışıyorlar. Özetle radikal dönüşümlerin ve değişimlerin ikliminde itidali savunuyorlar.

1926 kongresi sonrası CHP içinde pozitivizmin ve materyalizmin ağır basması, Kemalizmin halka uzak bir şekilde yorumlanması, CHP içerisinde küçük bir grup olan Cumhuriyetçi muhafazakârları telaşlandırıyor ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu önderliğinde bir araya gelmelerine neden oluyordu. 1930’ların Kemalizm anlayışları arasındaki yarışta en geride kalmasına rağmen, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında merkez sağın ortaya çıkışıyla beraber önem kazanan Cumhuriyetçi muhafazakârların önemli isimlerine şimdi birlikte bir göz atalım.

Cumhuriyetçi muhafazakârların lideri kabul edebileceğimiz İsmail Hakkı Baltacıoğlu Cumhuriyet sonrasında hem Milli Eğitim Bakanlığı yönetim kurulunda görev yapıyor, hem de İstanbul Üniversitesi’nde güzel sanatlar, teoloji, edebiyat, sosyoloji ve psikoloji gibi çok farklı bölümlerde dersler veriyordu. Ayrıca 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulması çalışmalarına da aktif olarak katıldı ve önemli isimlerinden biri oldu. Ahmed Ağaoğlu ile yakınlaşmaları da bu döneme rastlar. Ancak Serbest Fırka deneyimi çok uzun sürmeyecek ve dahası pek hayırlı olmayacaktır. Daha sonra Baltacıoğlu (1934-1978 yılları arasında) Yeni Adam dergisini yayınlamış ve Cumhuriyetçi muhafazakârlar olarak adlandırabileceğimiz grubun bu dergi çevresinde kümelenmesine ön ayak olmuş.

Atatürk’ün yaşadığı dönemde din konusundaki reformlarında baş danışmanlarından biri olan Baltacıoğlu, İsmet İnönü’nün isteğiyle Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kurulma çalışmalarını yürütmüş. 1942-1950 döneminde CHP’den milletvekilliği yapmış. 

Baltacıoğlu’nun görüşlerine Batıya Doğru kitabından alıntılar yaparak daha sonra yakından bakacağız, ancak şimdi Cumhuriyetçi muhafazakârlardan siyasete en çok bulaşmış kişi olan Ahmet Ağaoğlu’nun (1869-1939) hayat hikayesine göz atalım: Sorbonne Üniversitesi’nin tarih ve filoloji bölümünden mezun olmuş. Azerbaycan’da öğretmenlik yaparken Türkçü düşünceyle tanışmış ve Rusya’daki Türklerin haklarını korumak için “Difai” isminde bir dernek kurmuş. 1909’da İstanbul’a gelmiş. Hakikat gazetesindeki yazılarıyla dikkat çeken Ağaoğlu, önce İttihat ve Terakki Cemiyeti genel merkez üyesi daha sonra da Afyonkarahisar mebusu seçilmiş. İstanbul’un işgali sonrası İngilizler tarafından Malta’ya sürülen Ağaoğlu, 2 yıl sonra İstanbul’a dönmüş ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarı olarak Milli Mücadele’ye büyük destek vermiş. CHP’den Kars milletvekili olarak TBMM’ye giren Ağaoğlu, partinin devrimci ve devletçi ekonomi doğrultusundaki görüşleri nedeniyle istifa ederek 1930’da Serbest Fırka’nın kurucularından olmuş. Serbest Fırka sonrası siyaset hayatına nokta koyan Ağaoğlu, ölene kadar birçok esere imzasını atmıştır. 

Bu grubun izleri merkez sağda, muhafazakar siyaseti devam ettiren çeşitli partilerde takip edilebilir. Yeni Adam Dergisi de Cumhuriyetçi muhafazakârların etrafında kümelendiği dergi olarak görülebilir. Bir diğer dergi de Hilmi Ziya Ülken’in çıkardığı Kültür Haftası… 

Cumhuriyetçi muhafazakârlarda görülen temel özellik, Henri Bergson ve “sezgicilik”ten etkilenerek yaptıkları itirazlar. Bu nedenle Cumhuriyetçi muhafazakârlar, yapıtlarında Ziya Gökalp’in pozitivist yaklaşımlarına karşı mistisizmi, bilimselliğine karşı da gelenek-görenekleri ön plana çıkararak CHP içerisinde yandaş toplamaya çalışmış, ancak etkileri çok sınırlı düzeyde kalmış. Cumhuriyetçi muhafazakârların bir diğer çabası da, kendilerini İslamcılardan ayrıştırmak olmuş. Kemalist devrimi reddetmediler ancak yeni devletin bu ani ve gelenek-görenekten beslenmediğini iddia ettikleri hızlı dönüşüm çabalarından rahatsız oldular. 

Cumhuriyetçi muhafazakârlar “maneviyatçı -mukaddesatçı bir çizgiyle” ortada buluşulması gerektiğinin Türkiye’nin hayrına olduğuna inanıyordu. Bu siyaset damarı bugün de devam ediyor. Bu kanat üzerinde hiç durmuyoruz, ancak bu yazarlardan devam eden hattın  okunması ve tartışılması gerektiğine inanıyorum.  

Cumhuriyetin Kadınları

Daha Berbatı Yok Mu?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Daha Berbatı Yok Mu?

Popüler yarışmaların ve realty şovların  mucidi yapımcının hikayesini anlatan bir film izlemiştim. Bu yapımcı bir hayalperestti, uzun süre kimse yüzüne bakmamış ne zamanki CIA ile işbirliği yapmayı kabul etmiş o zaman tasarladığı program formatları televizyonlarda kabul görmüştü.

Bu formatlar bugün hala dünyanın her yerinde yayınlanıyor. Formatın mucidinin hayalinde ki programın merkez fikri en iyisini bulmak değil en kötüsünü bulmaktı! Bir keresinde Amerika’nın kırsalından gelen şarkı söylemek isteyen yarışmacıların arasından en iyisini seçmek amaçtı. Ama o şovu etkili hale getirmek için en kötüsünü arıyordu. Yapımcının rejiden “daha kötüsü, daha berbatı yok mu” diye bağırıp kendini parçaladığı sahne hâlâ aklımdadır.

Aynı ses eminim birçok program ekibinin kulaklarında yankılanıyordur. “Daha berbatı, berbatın berbatı yok mu?” Olmaz böyle şey diyebileceğimiz ahlaksızlıklar dipsiz bir kuyuda gibi her gün giderek irtifa kaybederek televizyon ekranlarında karşımıza geliyor. Gerçek mi gerçek! Dünya hali bu, cinayet işleyen de, paragöz aile bireyleri de binbir işkenceden geçmiş anne de, kötülükte işbirliği yapan aile de toplumun bir parçası… Bu olaylar da hayatın gerçeği…

Amma velakin  topluma her gün (canlı yayın kuşaklarında hem de her kanalda) bunları izletmek ne kadar doğru. Toplumun en kirli halinin örneklerini haberlerde görürsünüz, en uzunu birkaç dakika gösterilir. Ama bunlar öyle değil ki saatlerce, günlerce biz bu kirliliği derinliğine öğreniyoruz, anlamaya çalışıyoruz, olabilecek en iyi haliyle “tatlı sona bağlanmış” hallerini de izliyoruz. Elbette kimseyi ekran karşısında zorla tutmuyor kanallar, ama izleniyor. Böylece başarılı işlere imza atılıyor! Kötülük ilgi görüyor, kitlelere en büyük kitle iletişim aracı olan televizyon vasıtasıyla ulaşıyor, sıradanlaşıyor. 

Her gün evdeki çocuk kayından mı komşudan mı, mahalle bakkalından mı, DNA testlerini arkası yarında bekliyor izleyici. Geçenlerde tesadüf ettim, böbrek hastası kızına böbreğini vermeyen bir baba canlı yayına gelen (merhamet mi reklam amacıyla mı olduğu belli olmayan) bir telefondan aldığı 50 bin liralık teklif ile böbreğini kızına satmaya ikna oluyor. Sunucu da böylece bir genç kızın hayatını kurtarıyor, ekran başındaki izleyiciler de alkışlıyor. 

Cinayetlerden, her türlü ahlaksız ilişkilere şov yönetmeninin “daha kötüsü yok mu” çığlıkları altında bulunup getirilen hikayeleri toplum her gün izliyor. Ne kadarı gerçek ne kadarı oyuncu bilinmez… Lakin aile içi tecavüz meselesini telaffuz etmekten çekinen din adamlarına, bu konuyu kötü emsal teşkil etmesin diyerek gündeme getirmeyen büyüklere selam olsun. Biz her gün bunları televizyonlarda izliyor ve giderek  “AAAA…!” demek yerine “hımmm” deyip geçiyoruz. Nasıl olur böyle şeyler, bu nasıl bir ahlaksızlıktır dediğimiz her şeyin daha da berbatı bir sonraki bölüme bulunup geliyor.

Berbatın berbatı, kötünün kötüsü yok mu arayışları gündüz şovlarında da bitmiyor, yemek, moda yarışmalarının hepsine sirayet ediyor. Aşağılama, her şeyi en basite değil berbata indirgeme, bunun takdir toplaması sizce sorun değil mi? Şov bu elbette ismi koyan anlamı da içine koyuyor. Lakin bir durup düşünmek gerekiyor. Toplumu bunlar mı temsil ediyor?

Arz -talep ilişkisinde sadece programcıları değil, izleyiciyi de iki taraflı sorgulamalıyız. Sonra da kalkıp “vay gençler neden ateist oluyor” gibi spekülatif söylemelere kıymet veriyoruz.

Toplumun en berbat  hikayelerinin peşinde bir televizyonculuğu dayatan serbest piyasa ekonomisini  konuşmadan da bunları konuşmak mümkün değil… 

KİTLELERİ EBLEHLEŞTİREN YIKIM

Her  sahada olduğu gibi burada da “filistinizm” kavramı devreye giriyor. Alev Alatlı yıllar önce bu kavramı “paçozluk” ve “ eblehleşme” tercümesiyle gündeme getirmişti. Buna dikkat çekerken de halka “kültürel ve entelektüel etkinliklerden korunması gereken çocukmuamelesi yapanların “üstenciliği”nin büyük bir tehlike olduğunu söyleyerek, böyle bir durumda başımıza gelecekleri de şöyle özetlemişti. “Kitlelerin ‘eblehleşme’ şeklinde tezahür eden evrensel yıkıma (blight) uğramaları kaçınılmazdır.“ Yine onun deyişiyle, “Umursamazlığın toplumun üzerine sihirli bir pus gibi çöktüğü durumlarda tahrifat kural olmakta, iyi/kötü, rasyonel/irrasyonel gibi kavramlar, gündemden düşmektedirler.“

Fikirlerin açık ve net çarpışmasından hakikat güneşi doğabilir, sağlıklı bir toplum ortaya çıkabilir. Lakin kötülüklerin ve kirliliğin yarıştırılmasından hakikat güneşi de sağlıklı bir toplum da çıkmaza. Ekranlar vasıtasıyla aşinası olduğumuz şeyler içimizdeki hangi parçayı harekete geçiriyor dikkat etmekte fayda var. 

Cumhuriyetin Kadınları

Tabuları Yıkmak!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tabuları Yıkmak!

Zekeriya Sertel 25 yıllık bir sürgünün ardından, 1977 ‘de Türkiye’ye döndüğünde dönemin solcuları tarafından “demokrasi eri” olarak büyük bir coşkuyla karşılanır. Sürgün dönemlerinde Bakü ve Moskova ve Macaristan’da yaşamış, sosyalizm ile yönetilen ülkelerde yaşayan halkın çektiklerine şahit olmuştur. Dışarıda verilen her imaj bir safsatadır. Diğer taraftan da Sovyetlere kaçan sosyalistlerin ve Nazım’ın oradaki hayatını da yakından görme imkanı olmuştur. Daha Sovyetlere Glastnost gelmeden o bu fikirleri savunmaya başlamıştır.

Memlekete döndüğünde Mehmet Ali Aybar, Halet Çambel, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, yayınevleri,  tüm sosyalistler onu bağırlarına basarlar. Tekrar Paris’e döner ve 1978’de Milliyet Gazetesi’nde bir yazı dizisi yayınlanmaya başlar. Bu sefer ise aleyhine kıyametler kopar. Yazı dizisi Nazım hakkındadır. Zekeriya Sertel’in adeta kaçarcasına dönmeyi başardığı Paris’te yazdığı bir kitaptır bu. “Nazım çok büyük adam. O şimdiye kadar devrimci şair, davası için savaşan bir kahraman olarak tanıtıldı. Oysa bütün insanlığa mal olan bu devin insan tarafları bilinmeli. Bunu ben yazmasam, kim yazacak? Türk kamuoyu, henüz Nazım’ın gökten yere indirilmesini kabul edecek durumda değil. “ diyerek kitabı kızı Yıldız Sertel’e emanet eder.

O yıllarda Türkiye’de  devrimci akımlar çok gelişmiştir ve Devrimci Nazım bir önder rolündeydi. Bu imajı yıkmak doğru olmaz diye düşünür. 1978’de ise kitabı  “Nazım Hikmet’in Son Yılları” başlığıyla yayımlar. Olan ondan sonra olur. 87 yaşında basının ve sol entelektüel çevrelerin lincine uğrar. Bu yazı dizisinde Zekeriya Sertel TKP Moskova temsilcisi İ. Bilen’in Nazım’ın yanında gölge gibi dolaştığını, hakkında raporlar yazdığını da açıklar. Sertel SSCB’deki polis rejimini bütün çirkinlikleriyle ortaya koyar. Nazım’ın da bu duruma isyan ettiğini yazar. Moskova Radyosu Sertel’e saldırır, Tük solcuları saldırır, Türkiye Yazarla Birliği Sendikası onu Nazım Hikmet Kurlu’ndan atar. Yıldız Sertel, anılarında detaylıca anlattığı hatırada “Türk solcularının koruduğu kişi Nazım değildi, orada Türk komünistleri Sibirya’ya sürdüren, Nazım hakkında jurnaller veren, onun oynadığı kötücül roldü” diyor.

Nitekim Türkiye’ye döndükten sonra solcu aydınların arasında yaşadıkları hayal kırıklığını anlatır. “Onlar Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde olanlara gözlerini kulaklarını kapamış, Gulag Takım adalarını dahi konuşmuyorlardı ya da bilmiyorlardı. Güzel hayallerin putların kırılmasına karşıydılar.“ der. Yıldız Sertel’in Ardımdaki Yıllar isimli anı kitabını tavsiye ediyorum. Türkiye’de ilerici-sol akımların hem zaaf noktalarını hem de beslendiği kaynakları ortaya koyuyor. Bu düşünce çizgisi bugünde devam etmekte, kendisini yalanlayacak her türlü gerçeğe gözünü kapamanın oluşturduğu düşünce konforu üzerine konuşmak gerekiyor. Türkiye’de solun hikayesini yine ve yeniden okumak ve hatta tartışmak gerekiyor.

KÜRT MESELESİNDE ZEMİN KAYIYOR

Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde 2000 yılında Öcalan’ın tutuklanması, Amerika’nın Öcalan’ı Türkiye’ye teslimi, ardından Kemal Derviş ile Türk ekonomisine verilen rota dönemleri ilginçtir! Bu atmosferde Ak Partisi kuruldu ve tüm olumsuzluklara karşı geliştirdiği ılımlı ama kararlı politikalar onu büyüttü, geliştirdi. Kürt meselesinde o dönemde dile getirilmeye bile çekinilen pek çok konu fikir özgürlüğünü genişleten yasa ve uygulamalarla gerçekleşti. Öyle ki bu siyaset ve söylem halkta karşılık buldu. Kürtler ilk defa dogmatik fikir ve siyasetle şekillenen partilerinin dışında; geniş bir yelpazede sağ kimlik guruplarını kapsayan bir partiye oy verdi. Bunu fikir özgürlüğüne verdiği önem, hizmet siyaseti ve cesur yaklaşımlarla gerçekleştirdi. Bazen bir ileri geri adımlar atsa da Kürtler konusunda, fikir özgürlüğü ve kültürel siyasi hakların tanınması Ak Parti hükümetlerinin uygulamalarıyla oldu.

2020 yılında geldiğimiz noktada Marksizm tarihe mal olurken, sosyalizm yok olsa da Sovyetlerde izleri kaldı, Rusya PKK ile irtibatını hiçbir zaman koparmadı. Örgüt mensuplarının Rusya’da bazı askeri kamplarda eğitildiği biliniyor. PKK’nın Rusya, ABD, İran ve suç örgütleriyle bağları, Türkiye’ye düşmanlarıyla ittifaklarıyla bölge ateş topuna dönüştü.

Sosyalizmden aşırı Kürt milliyetçiliğine ideolojik değişim yaşansa da terör örgütü Washington destekli halkla ilişkiler çalışmalarıyla, özgürlük hareketi olarak imaj verdi. Elbette ittifaklarından da amaçlarından da bölücü siyasetinden de herkes haberdar. Ancak bu ülkenin vatandaşı olan Kürt nüfusu etkileyerek siyasete dahil olma çabası artık uluslararası güçlerin hesabına çalışan bir yapıya dönüştü.

Bundan sonraki süreçte ne olacağına ilişkin tahminler elbette yapılabilir. Ancak muhalefet partilerinin bu kitleye oynayan söylemleri, buna parlamenter sistem tartışmaları dahil olmak üzere yeni bir dönemin işaretlerini taşıyor. Ve uluslararası zeminde bu konu Türkiye’nin önündeki pek çok bileşenle giderek zorlaşan ana amacından kopmuş bir konu olarak yeniden gündeme geleceğe benziyor. Ak Parti’nin kurduğu denge siyasetinin ise henüz bir başka alternatifi yok.

Cumhuriyetin Kadınları

ABD Destekli Teflon Güçler

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

ABD Destekli Teflon Güçler

2020 yılında Brenton Tarrant (demokratik bir ülkede özgür fikirlerle yetişen bir beyaz ve Hristiyan!) yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camiye tamamen ırkçı ve fanatik dini fikirlerle bir silahlı saldırı düzenleyip 51 kişiyi öldürmüş, 49 kişiyi yaralamıştı…

O yaralılardan birisi de bir Afgan göçmeni Mirwais Waziri idi. Katil Brenton’un yargılaması sürerken Waziri mahkemede yaptığı konuşmasıyla insanlık dersi vermişti. Diyordu ki; “17 yıl önce Yeni Zelanda’ya  geldiğimde insanlar bana Afganistan’dan geldiğim için şaka olarak ya da bilerek ‘terörist’ diyorlardı. Ama bugün bu etiketi sen benim üzerimden aldın. Bugün terörist olan sensin ve dünyaya bunu kanıtladın. Yeni Zelanda halkına sesleniyorum. Teröristin dini, ırkı, ten rengi yoktur. Her tür ırktan, her yüz rengi terörist olabilir…”

Bu meydan okuma unutuldu, haberler ve yorumcular yeniden basmakalıp yargılarla Afganistan’ın ve en çok da kadınların üzerinden bu coğrafyanın kaderi üzerine yorumlarda bulunuyorlar. En konforlu ülkelerden, konforlu bir mesafede; ateşi tutmadan ateşi anlatıyorlar.32 yıldır evleri ateş arasında kalan insanların niye medeni olamadıklarını ve  olamayacaklarını anlatıyorlar! Bunu yaparken 32 yıl onları ateş hattında bırakanların değil de Taliban zihniyetini ortaya çıkartan tek etmen olduğunu iddia ettikleri “İslamiyet”i tartışıp duruyorlar.“Müslüman oldukları böyle oldu” tezi Batı ülkelerinin bir teflon gibi olayın içinden sıyrılmasına sebep oluyor. Afganistan’da Batı destekli ABD güçlerinin talanı ve insanlık suçlarının soruşturulamadığı bir gerçek. Afgan halkının üzerinden geliştirilen silah teknolojisi, savaş ve işkence metotları bir tarafa bir de işlenmiş binlerce insanlık suçu var.

Kadın ve Afganistan’dan bahsedilecekse Malali Cuya bize çok şey anlatabilir:  Çocukluğunu Sovyetler’in Afganistan’ı işgalinin ardından ülkesinden göç eden ailesiyle İran ve Pakistan mülteci kamplarında geçirdikten sonra, Taliban döneminde döndüğü ülkesinde gizlice kadın hakları mücadelesi vermiş, 2003’te yeni Afganistan anayasasının tartışıldığı toplantıda yaptığı konuşmayla dünya basınının dikkatini çekmiş ve 2005’te, 27 yaşında milletvekili seçilmiş Malali Cuya, sorunların Taliban ile başlamadığının altını çizen nadir seslerden biri. Milletvekili seçildikten sonra Cuya, yeni yönetime karşı da eleştirel bakışını sürdürdüğü için Afganistan siyasal sahnesinden neredeyse tümüyle silindi.

Nuray Mert geçen hafta K24’te yazdığı bir yazıda “Cuya’nın Taliban yönetiminden hoşnut olacak bir kadın olmadığını belirtmeye gerek yok, ancak pek çoklarından farklı olarak ısrarla sorunların Taliban ile başlamadığının altını çizen nadir seslerden biri.” diyor ve Cuya’nın “Sesimi Yükseltmek” kitabına (Raising My Voice, Random House, 2009) atıfta bulunuyordu:

Kadınların örtünmesine ilişkin hukuki düzenlemenin ABD desteğindeki güçlerin 1992’de yönetime gelmesiyle başladığını, bu süreçte insan hakları sicilinin feci olduğunu, diğer taraftan eğitim ve kültür kurumlarının yok edildiğini belirtiyor. Kabil Müzesi’nin paha biçilmez tarihî eser koleksiyonunun ve Ulusal Arşiv’in bu dönemde yağmalandığını hatırlatıyor. Değerli madenleri yağmalayıp ticaretini yapan Şah Mesud’un 2001 sonrası dönemde kahraman ilan edildiğine ve Fransa tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildiğine işaret ediyor… Yazıyı tavsiye ederim.

İNSANIN DÖRT ZİNDANI

Afganistan üzerine yazılanları okurken,dinlerken bizim de zihnimizin ne kadar “Batıcı” formatlandığını bir kez daha gördüm. Ali Şeriati bunu “İnsanın Dört Zindanı” kavramıyla muhteşem anlatır. Şeriati, “tabiat, tarih, toplum-sosyoloji,kendimiz” diye adlandırdığı özgür düşüncenin önünde bir duvar gibi duranbu dört fikir zindanı içinde en güçlü olanın insanın “kendisi” olduğunu söyler: “İnsan, tabiatın baskısından teknolojinin, tarihin ve toplumun baskısından sosyal bilimlerin gücüyle kurtulabilir. Ancak kendi zindanından bilimsel ve sosyolojik yasalarla çıkamaz. İnsan kendi zindanından ancak aşkın bir fikrin gücüyle çıkabilir.”

Başkaları hakkında yaptığımız her yorumda bu dört fikir zindanın etkisi var. Afganistan’da yaşayan insanları sanki tarihin bir hatası olarak görüp,“insan” olarak görmeyenler bizim ülkemizde de az değil. Taliban’ı ve yaptıklarını savunmuyorum ancak böyle bir formatla konuya yaklaşmanın da sağlıksız olduğunu düşünüyorum.

Tarihin kırılma noktaları toplumların hayatını belirliyor, Bu, kimseyi ne inancı ne de yaşama biçimi yüzünden aşağılama hakkını bize vermiyor. ABD işgalinde doğan bir Afganlı bugün 20 yaşında, başka bir dünya bilmiyor.Ama bunun suçlusu o çocuk değil.