Doğan Hızlan’ın anlatımıyla Yeni Türk Edebiyatı

Doğan Hızlan’ın anlatımıyla Yeni Türk Edebiyatı

Edebiyat

Geçmişten günümüze Türk edebiyat tarihinin yol hikayesi ve durakları... Yazarlar, şairler, eleştirmenler ve edebiyat tarihçileri ile; "Edebiyatımız neyi anlatır?", "Tarihimizin dönemeç noktaları edebiyata nasıl yansımıştır?", "Evrensel edebiyat ile buluşma noktalarımız neler?"dir ve kendi edebiyat serüvenleri üzerine yapılan sohbetler...

 

 

Doğan Hızlan

Doğan Hızlan

Doğan Hızlan’ın Anlatımıyla Yeni Türk Edebiyatı

Bu metni oluşturan röportaj, Orhun Yazıtları’ndan Nobel’e Türk Edebiyatı belgeseli (2008) için yapıldı. Konu akışını bozmamak için, metinde sorulara yer verilmedi.

Cumhuriyet dönemi edebiyatı dediğimizde hiç kuşkusuz Cumhuriyet’ten önceki yenilik hareketlerinin de devamı biçiminde anlıyoruz. Ama ortaya çıkan durum şöyle özetlemek lâzım: Her yeni rejimin edebiyata yansıması, edebiyattaki iz düşümü ve tartışma konusu olur.  Tanzimat’tan sonra başlayan roman ve gazete yazıları; bir takım türler girmiş Türkiye’ye. Ama cumhuriyetin bilinçli seçimi Batı kültürü, Avrupa kültürü diyelim buna. Avrupa kültürü olunca tabii türler de türlerin ışığında yeni rejimin anlatılması da bir modern hareketin başlatıcısı.

Her rejimin yaygınlaşması için, kamuoyuna ulaşması için kalıcı nitelik kazanması için kültür adamlarına ihtiyacı var. Gerçekten de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu düşünün, Halide Edip Adıvar’ı düşünün, Falih Rıfkı Atay’ı düşünün… Bunlar Cumhuriyeti yazdılar ve Cumhuriyeti tartıştılar, Cumhuriyetin niteliklerini de kamuoyuna duyurdular. Kimisi eleştirel biçimde, kimisi de doğrudan doğruya tespit biçiminde…

Cumhuriyet ideolojisini sevdirme…

Bütün, devrimlerde, bütün siyasi hareketlerde rejimin yazarları vardır. Burada amacı sadece rejimi sevdirmek, rejimi güdümlü biçimde değerlendirmek olarak algılamıyorum ben. Doğrudan doğruya rejimin yazarları, yeni bir dönemin yazarları olarak nitelendiriyorum onları. Hâlâ da Cumhuriyet’in çıkış yıllarını ele aldığımızda bu romancılara bakıyoruz, değil mi? Bir Kudüs, sayım meselesi söz konusu olduğunda başvurduğumuz kaynak Falih Rıfkı Atay. Cumhuriyet ilk yıllarında yine başvurduğumuz kaynak Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, belki de eleştirel bakışıyla Sabri Ertem.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halit Ziya Uşaklıgil

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, sonrasında Halit Ziya Uşaklıgil… Özellikle ikisinin adını anmak gerekiyor. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyet döneminin değişik yönlerini, geçirdiği evreleri, karşıt düşünceleri de içeren görüşlerini yazmış biri. Panorama’yı düşünün, Yaban’ı düşünün, Erenlerin Bağında’yı düşünün ve arkasından Ankara’yı düşünün. Belki de Cumhuriyetin en tartışılması gereken malzemeyi belgeleriyle sunan Yakup Kadri Karaosmanoğlu bence.

Garip Üçlüsü, Yeni Bir Dil, Yeni İnsanlar…

Tabii o dönemde bir Yedi Meşale hareketi var. Bundan önce Servet-i Fünun’u da unutmamak gerekiyor. Onların Cumhuriyet’te de devam eden yenilikçiliğine devam etmek istiyor ama dil bakımından baktığımızda birçok yenilikçi harekete bazıları karşı… Geçenlerde bakıyorum da Cenap Şehabettin öz Türkçe demiyor, ama arı Türkçeyi savunanlarla savaşıyor, onları benimsemiyor. Çok sonradan hatta onlara biraz daha yumuşak tavırla yaklaşıyor. Ama Halit Ziya Uşaklıgil kendi eserlerini kendi sadeleştiriyor.

Yedi Meşale, sonra Garip hareketinde dille beraber edebiyat anlayışının modernleşmesi demek doğru olur. Garip hareketi önceki Beş Hececileri eleştiriyor ve şiir kuramı açısından, şiirin hayata yalın bakışı açısında bir devrim yapıyor. Garip’in önsözüne baktığınızda, üçlünün, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat Horozcu -ama Horozcu soyadını kullanmıyor- bu tür bir yenileşmeyi Batı’nın o dönemdeki şiirsel anlayışıyla birlikte Türk şiirine getiriyorlar. Böylece şiir hayatın içine giriyor.

Yedi Meşalecilerde yabancı dil bilenler ve yabancı dil bilenlerden yaralananlar yabancı okullarda okumuşlar. Kimisi de çeviri yapmış… Ama bunun şiire uygulanması için Garip’i beklemek gerekiyor. Ama onların içinde (Yedi Meşaleciler) Ziya Osman Saba, diğer şairleri dikkate aldığımızda çok duyarlı. Onda çok nahif bir şiirin izleri vardır.

Garip’te şiirimize ironi giriyor. Bir de başka insanlar giriyor. İşte efendim satıcı giriyor, niyetçi giriyor… Süleyman Efendisi giriyor… Yani şiir insan olarak da birden bire toplumun toprağına ayağını basıyor. Sonradan olduğu gibi, önceki kuşakta da yapıldığı gibi aşkla, şiirin dokunulmazlığına dokunuyorlar. Garip’i belki böyle özetlemek gerekiyor.

1940’ların Toplumcu Gerçekçi Edebiyatçıları

Garip’e bakıyoruz ama gerçekçi şiiri de var 1940’ların. Bir biçimde 40’ın toplumcu gerçekçi kuşağı denilen başka bir kuşak da geliyor. Rıfat Ilgaz var, A. Kadir var, Niyazi Akıncıoğlu var… Bunların hepsine bunu söyleyemesek de, sosyal gerçekçilik açısından bir Marksist hareket başlatılıyor. Bu tabii ikinci dünya savaşındaki Nazizmin, faşizmin karşısında duran bir hareket. Batı’daki edebiyatın da bir devamı, Türkiye’deki uyarlaması. Burada bir hususa dikkat etmek gerekiyor: Çoğunlukla eskiden biliyorsunuz ki yazarlar, tanınmış şairler de milletvekiliydi. Yani devletle âdeta bir iş ilişkisi içerisindeydiler. Ama 45’ten sonra edebiyat kendi başına kalıyor, bağımsızlığını ilân ediyor.

Bunun başlangıç örneğini verirsek Nazım Hikmet var ve Nazım Hikmet’ten sonra Ercüment Behzat Lav var. Tabii ki Nazım Hikmet Marksizm’in temsilcisi. Burada devletle şiir ayrılıyor, eleştirel bakış, doktiriner bir bakış edebiyatta yerini buluyor.

Nazım Hikmet’in etki alanının hep sürmesi iyi şair olmasından kaynaklanıyor. Biz şairleri elbette düşünce yapılarıyla söz konusu edeceğiz, elbette gerideki dünya görüşlerini söz konusu edeceğiz. Onu görmezden gelemeyiz. Nazım Hikmet de Marksist olduğu için hep tartışılıyor hep okunuyor. Saat 21-22 Şiirleri’ni düşünün, Rubailer’ini düşünün. Eski şiirini düşünün, Cumhuriyet ilanından sonra öncekini biraz taklit dönemi olarak yormak gerekiyor. Ama Cumhuriyet bir konuya el atıyor. Avrupa kültürünü alıyor – kendi kişiselliği, yerelliği, ulusallığı ile; ne derseniz deyin- yeniden yaratıyor. Onun için de kalıcılığı bu. Ama bu, Avrupa’yı görerek olur. Nazım ve diğer Cumhuriyet şairleri Batı’nın şiirini biliyorlar, çeviriyorlar, değil mi?

Orhan Veli şiirler çeviriyor çok güzel şekilde, Melih Cevdet çeviriler yapıyor. Bunların hepsi Batı’nın izinde bir edebiyat oluşmasını sağlıyor. Bütün şairleri şöyle düşünün: Necip Fazıl’ın da bugün okunması düşüncelerinden ötürü değil. Ben şairlere öyle bakıyorum. Düşüncelerini en iyi şekilde ifade ettikleri için okunuyorlar.

Bunun dışında tabi 40’ın çok önemli şairleri de var, Behçet Necatigil’i mi unutacağız, Necati Cumalı’yı mı unutacağız. Garip üçlüsünün önce bir kitapta toplanan anlayışını sonra değişik kulvarlarda, değişik yollarda yürüyüşünü mü unutacağız, hayır.

Şiir tanıklarını söylüyoruz ama Cumhuriyetten sonra o dönemin, 40 kuşağının başka yazarlarına da bakmak lazım. O dönemi sonradan da anlatsalar Vedat Türkali’yi, Kemal Bilbaşar’ı, Yaşar Kemal’i unutmamak gerekiyor. Bunların sadece edebi açıdan değil, toplumsal ve siyasal tarih açısından da çok önemli belgesel bir yanları var. Kemal Bilbaşar çok partili döneme geçişi anlatıyor, oradaki olayları, din adamlarının, siyaset adamlarının da durumunu anlatıyor. Yaşar Kemal derebeylikten Cumhuriyete, çok partiye geçişi anlatıyor. Vedat Türkali bir kuşağın çektiklerini anlatıyor anlatıyor.

50’li Yıllar, Köy Enstitülü Yazarlar

1950’lerde Demokrat Parti’nin başa geçmesi ile – bir kimisi bir sivil darbe diyebilir buna, kimisi çok partili hayat geçiş. Tabii bunu sosyologların, siyaset değerlendirir ama- edebiyata yansıyan; burada köy edebiyatına çok iyi yansıyor, biliyor musunuz? 1950, Mahmut Makal’ın ilk kitabı “Bizim Köy”ün yayınlanışı, Bizim Köy şimdiye kadar bilinen romantik köy anlayışının dışında… Yani bir şairin dediği gibi ‘billur ırmakları var buzdan kaynakları…’, Anadolu’nun böyle olmadığını gösteriyor.

Yine burada eğitim sistemiyle edebiyat arasında bir atardamar, bir kan bağı kuruluyor. Köy enstitülü yazarlar çıkıyor ortaya. Yani Mahmut Makal bir köyü anlatıyor, köyü değerlendiriyor arkasından da bir köy edebiyatı çıkıyor. Fakir Baykurt, Talip Apaydın bunlar bence önemli yazarlar. Daha sonra olanlar Dursun Akçam. Bunlardan sonraki romanlarda da tabii başka bir çeşit…

Sait Faik’in Kozmopolit İstanbul’u

Bu arada öyküleri de unutmayalım. Kadın öykülerini çok iyi anlatan bir Sait Faik’i ne yapacağız? İstanbul’u, adaları anlatan…Köy enstitülerinden mezun yazarlar nasıl yetiştikleri, yaşadıkları, okudukları yerlerle bağlantılarını edebiyata getiriyorlarsa Sait Faik de bir başka şehir edebiyatını getiriyor. Beyoğlu’suyla, Adalarıyla, kozmopolit İstanbul’la… Çünkü İstanbul tek şekilde anlatılacak bir şehir değil. O kozmopolit şekilde anlatıyor.

Dilde Sadeleşme ve Eleştiri Yazarları

Ömer Seyfettin’de başlayan Türk dilinin sadeleşme evrelerini görüyoruz ki daha sonra Agah Sırrı Levent’le birlikte başka bir kuşakta gelişmeye başlıyor. Eleştiri kuşağında başlıyor. Bu kuşakta dil çalışmalarını naklediş Nurullah Ataç’ta başlıyor. Ataç, divan şiirini çok iyi biliyor, divan şiirinin en iyi dizelerini mısralarını şiirlerinde kullanıyor. Ama onun bir özelliği var; Kendi öznel zevklerini, beğenilerini daima geride bırakıp, unutmaya çalışıp Cumhuriyetin, getirdiği Batılılaşma hareketinin yerleşmesini sağlamaya çalışmak… Abdülbaki Gölpınarlı da bunu yapıyor Nurullah Ataç da bunu yapıyor ondan sonraki yazarlar da.

Eleştirel baktığımızda Sabahattin Eyüboğlu var, daha sonra Fethi Naci var, Mehmet Fuat var, Peyami Safa var. Ama Peyami Safa’yı romanda anmak lazım. Öyle ki “başka bir edebiyat dünyası geliyor” psikolojisiyle, şahısların başka yanlarıyla…

Peyami Safa…

Bazı romancıların sadece edebiyatla ilişkilendirmek mümkün değil. Hepsinin arkasında bir düşünce yapısı var. Peyami Safa’nın romanlarını anlatırken de biz Türk Düşüncesi dergilerinde yazdıklarını geride bırakamayız.

Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Yalnızız çok güzel romanlardır bence. Ama onlara baktığınızda Peyami Safa’nın, daha sonraki dönemde düşünceye dönüştürülmüş, tahvil edilmiş yanlarını da buluyoruz. Tabii çok önemli biri, sadece düşünceleriyle değil, dil gelişmesi için de.. Birçok romancının da, Peyami Safa’nın da çok arılaşmayı, çok özleşmeyi savunmadıklarını görüyoruz ve biliyoruz.

İkinci Yeni…

Buradan kronolojiyi biraz atlarsak, biliyorsunuz yeniden arı dille şiir yaratan Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı burada anmak gerekir. Ama unutmayın burada bir de İkinci Yeni var. İkinci Yeni ne o zaman? İkinci yeni belki de toplumcu gerçekçi kuşağın çok az değindiği, Nazım’ın özellikle değindiği, elbette Necip Fazıl’ın, Orhan Veli’nin bildiği geleneksel Türk şiirinin bazı ölçülerini… Yani Osmanlıcadan kalma kelimelerin yerine yalın kelime ile bir şiir dili, bir imge dili yaratıyor ki, bence çok önemli.

Türk Romanı ve Birey

Cumhuriyet’ten sonra bireysel eleştirilerin, bireysel saptamaların, kahramanların romana yansımasına bakacak olursak burada da Selim İleri’yi anmak gerekiyor. Selim İleri’de de cumhuriyet eleştirisi vardır. Moda’daki alemlerden tutun, Cumhuriyet balolarına kadar, değil mi? Toplumsal kanama içinde burada bir toplumsal mesaj söz konusudur ama toplumcu mesaj dememek lazım. Çünkü o zaman Selim İleri’yi başka yazarların yanına yapıştırırız. Bunu istemiyorum. Çünkü Selim İleri’nin yarattığı kahramanlar gerçekten de mutsuzluklarıyla, yerleşememiş tipleriyle hiç kuşkusuz çok önemlidir ve Selim ileri bir İstanbul yazarıdır. Çünkü insan, bildiği yeri çok iyi anlatıyor. Nitekim Orhan Pamuk da İstanbul üzerine yazdığı kitapta, şehrin yazı hayatındaki yerini, yetişmesindeki, huzursuzluğundaki yerini anlatıyor. Bu her şey için söz konusu. Kemal Bilbaşar’ın İzmir’i, Yaşar Kemal’in Adana’yı anlatması gibi…

Selim İleri’yi Farklı Kılan

Selim İleri’yi Türk edebiyatında farklı kılan, kendine özgü dili. Diyeceksiniz ki herkesin kendine özgü dili vardır. Ama Selim İleri’nin kendine özgü üslubu, kendine özgü dili, anlattıkları, bütün acıları toplumsal gibi, ilk elde gözükmeyen ama onun insandaki yansımaları. Tabii edebiyatımızda; Peyami Safa’da ve diğerlerinde belki bir yalnızlık vardı. Diğer romancılarda da vardı. Sait Faik de de vardı. Ama Selim, bir yazarın yalnızlığının gözlemleriyle bütün yazarları anlattı ki, bu Türk edebiyatında büyük bir yerdi.

Adalet Ağaoğlu

Hiç kuşkusuz Adalet’ten söz etmek lazım. Çünkü bakınız resmi tarih diyoruz, topluma eleştirel bakış diyoruz. Bu bakışları söz konusu edeceksek ki, etmemiz şarttır edebiyat tarihinde de, kendi toplumsal tarihimizde de… Adalet Ağaoğlu’ndan mutlaka söz etmemiz gerekiyor. “Bir Düğün Gecesi” bence Türk edebiyatının başyapıtlarından biri. Çünkü burjuvazinin, bürokrasinin bütün katmanların bir araya gelip aynı anda kendilerini teşhir ettikleri müthiş bir maskeli balo gibi… Adalet Ağaoğlu’nun diğer eserlerini düşünün, orda da hep resmi tarihle hesaplaşma var.

Latife Tekin, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay

Latife Tekin de kendi yaşamından çıkardığı notlarla, kendine özgü bir dille değişik bir yazar olmayı ispatladı.

Burada belki, birkaç adı daha, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Yusuf Atılgan’ı, Oğuz Atay’ı anmak gerekiyor. Tanpınar benim için Batı ile Doğu kültürünün kesişme noktasındaki yaratıcı. Yusuf Atılgan insanların iç alemlerini ama toplumsal dekor içindeki kişilikleri ele alıyor, tabi ki psikolojik roman açısından gerek “Aylak Adam” gerek diğer romanı çok önemli. Yusuf Atılgan’ın Türk romanındaki yeri henüz çok fazla anlatılmadı, eksik bırakıldı.

Oğuz Atay kendi kuşağının yerleşememişliğini ironik biçimde anlatıyor. Çok sorular soruyor. Soruların da yanıtını vermeye çalışıyor “Tutunamayanlar”… Belki tutunamayanların serüveni bizde çok eskiden başlıyor. Zaten çoğunlukla bir edebiyat eserinde de tutunamayanın kahraman olmadığına çok az rastlanmıştır. Hepsi tutunamamıştır. Peyami Safa’yı düşünelim, Selim İleri’yi düşünelim, Adalet Ağaoğlu’nu düşünelim. Yazar yalnızdır, bu yalnızlığın içinde kimisi sadece kendi yalnızlığını anlatarak etraftaki uzantıları anlatır, kimisi de bütün kendisi gibi yalnızları anlatır…

Orhan Pamuk, Nobel ve Türk Edebiyatı

Orhan Pamuk’un ödül alması elbette Türk edebiyatı açısından çok sevindirici. Nobel törenlerine ben de katıldım, gördüm. Ama hep söylediğim bir şey var: Yüz Yıllık Yalnızlık romanı yayınlandığında ve Márquez, Nobel aldığında diyorlar ki; “Bir ülkenin edebiyatı, Latin Amerika ülkesinin edebiyatı kaderini değiştirdi.” Herkes ona yöneldi ve çeviriler arttı, Batıya tanıtıldı. Yani bazı eleştirmenlerin yazdıkları bu, ben de onların düşüncelerini naklediyorum burada. Türk edebiyatı böyle oldu mu? Çünkü ondan evvel de Yaşar Kemal’in birçok kitabı çevrilip yayınlandı, bazı yazarlarımızın kitapları yayınlanıyor.

Nobel aldı Orhan Pamuk. Ama Türk edebiyatına ne oranda yansıdığının doğrusu ben keskin bir sonucunu ne yazık ki iletemeyeceğim. Ama Orhan Pamuk romanının herhalde başka bir özelliği de var. Konuları itibariyle ulusal okurun dışında, evrensel okurun da ilgisini çekecek bir roman içeriği de var Orhan Pamuk’ta. Benim Adım Kırmızı’yı düşünün; en çok satan kitaplardan biri. Ayrıca İstanbul kitabını düşünün, Nobel ödülü verildiğinde o gün komitenin başkanı gerekçeyi okurken İstanbul kitabından söz ederek, onun üzerine gerekçeyi vurdu. Orhan Pamuk’un bu özellikleri vardı.

Tabii diliyle, konularıyla, konularını işlemesi hiç kuşkusuz iyi bir romancı. Zaman zaman dil konusunda eleştirilir ama ben romana genel bakıyorum. Yani romana doğrudan doğruya gramer, dilbilgisi bilgisi ilkeleriyle pek yaklaşmıyorum. O açıdan da Orhan pamuk’u da iyi romancı sayıyorum. Ama Türk edebiyatını tanıyorlar artık. Yaşar Kemal daha evvel vardı, Orhan Pamuk var birçok yazarımız çevriliyor, yurt dışına geliyorlar, gidiyorlar. Ama bunun toplu bir Türk edebiyatı tanıtımı aşamasına gelmediğini görüyorum ne yazık ki!

27 Mayıs ve 1960 Sonrası

Bu parantezden sonra tekrar kaldığımız yere dönelim. 1950’ler, benim kuşağımı hiç unutmamak gerekiyor: Yani Onat Kutlar’ı, Adnan Özyalçıner’i, Kemal Özer’i, Ferit Edgü’yü, Demir Özlü’yü, Ahmet Oktay’ı, Erdal Öz’ü… Bizim kuşağımız zengin ve verimli bir kuşaktır. Onlar 60’tan önceki 50 kuşağı. Toplumsal hareketler, siyasal hareketler, darbeler de edebiyatı etkiler. 27 Mayıs’ı ben diğer darbelerle bir tutmuyorum. Bu konuda aramızdan ayrılan sevgili arkadaşımız Bülent Tanör’ün görüşüne itibar ediyorum ki, “Bu tam bir darbe değildi.” diyor. Gerçekten ondan sonraki özgürlüklerle sol edebiyatın, sol literatürün bütün kitapları dilimize çevrildi, 50 kuşağının da bazı adları toplumcu içeriklerini arttırdılar; Adnan Özyalçıner gibi, Kemal Özer gibi…

60’ta önü açıldı kuşakların, yazdılar. Ama 70 bir darbe efendim hapse girdi özgürlükleri kısıtlandı… 80’den sonra daha çok arttı bunlar. Onun için 60’tan sonra o yaratma, yazma özgürlüğü ve zenginliği hiç kuşkusuz olamadı bu fiziksel baskılardan dolayı.

Ama tabii ki onda da iyi şeyler vardır. Ataol Behramoğlu’nu anacaksınız, efendim Küçük İskender’i anacaksınız… Sonradan, 70’ten, 80’den sonra çıkanların da içinde birçok şair var. Bunlardan Murathan Mungan’ı anacaksınız, Enis Batur’u anacaksınız…

Marksist çizgiden gidenlerden bizim koşullarımıza bunu uyarlayarak yazanlar var… işte şiiriyle, düşünce yazılarıyla bir Atilla İlhan. Batı’yı sorgulayan ama gerçekten de iyi bir şair, romancı…

Tabii o kuşak içinde ezilenler var, öldürülenler var. Bunlar da birisi Sabahattin Ali. Gerçekten Türk öyküsünün, Türk romanının çok önemli adı. Bulunduğu yerde öğretmen olarak yaşadıklarını, gözlemini sol anlayışla ve gerçekçi anlayışla yansıtan ve hiç kuşkusuz zekası, edebi zekasıyla çok öne geçen bir ad.

İlhan Berk, Ahmet Arif, Metin Altıok

Konuşmamızın akışında unutmamamız gereken bazı adları da özellikle anmamız gerekiyor. Bunlardan birisi İlhan Berk. Şiir üzerine yazdıklarıyla, şiiriyle, Batı’dan aldıklarını Türk şiirinde yeniden yaratmasıyla çok özgün bir ad Berk. 1940 toplumcu, gerçekçi kuşağındaki Arif Damar, toplumcu ama ‘gerçekçi’ sözünü pek kabul etmez. Bir Arif Damar’ı anmak gerekiyor ve bir de Ahmet Arif’i mutlaka söylemeliyiz, şiir sever herkesin belleğinde yaşıyor… Güney Doğu’yu şiirine öyle vurucu getirmiş ki birçok yazının bile başlangıcında onun şiirleri bir giriş niteliğinde kullanılıyor. Yeni kuşaktan hiç kuşkusuz Metin Altıok’u anmak gerekiyor. Biraz daha yenilere gelirsek bir Haydar Ergülen şiir yazılarıyla ve şiirleriyle de dikkatimizi çekiyor.

Bilge Karasu

Türk edebiyatının çok önemli bir adının altını çizmeliyiz. Ki kitapları yavaş yavaş Batı dillerine çevriliyor; Bilge Karasu. Diliyle, ayrıntıdaki ustalığıyla, konuyu işleyişindeki özeniyle herhalde Türk edebiyatının önemli kalemlerinden. “Gece” kitabı var ki; karanlık bir siyasal dönemin romanıdır ama o kadar edebi ve o kadar simgelerle anlatılır ki gerçekten bence açıkça yazılan nice romandan daha fazla insanı etkiler.

Tomris Uyar

Öyküde Tomris Uyar’ı ayrı bir yere koymak gerekiyor. Çünkü gerçekten öykü diliyle anlattıklarıyla, ince yergisiyle, kadın kahramanlarıyla ve bunların içinde bir kadının konumunu abartmadan isyanıyla, başkaldırısıyla Tomris Uyar benim için özel bir yazar.

Doğan Hızlan Kendisini Anlatıyor:

“Edebiyatı Sevdirmeye Çalışmış’ Densin Bana Yeter”

Ben Türk edebiyatını bir bütünlük içinde algılamak isteyen bir eleştirmen ve denemeciyim. Ve Türk edebiyatında en doğru yargıların eleştirel denemelerde var olduğu kanısındayım. Bir de ayrıca ben her kuşağın bir başka kuşaktan yaralandığını iddia ederim. Bu, reddetme konusunda da olur, kabul etme konusunda da olur. Ama bilgisizlik de olmayacak bir şeydir. Çünkü edebiyatı bir tramplen gibi görüyorum, yani bir yerden bir yere atlıyorsunuz.

Bakın, şimdi İkinci Yeni’ye baktığınızda bütün toplumcu gerçekçi kuşağın ve arı dilin, şiire yerleşen arı dilin dışında bir tepki olarak görülüyor, ben böyle yorumluyorum. Divan şiirine yeniden yöneliş, eski şiirimizi değerlendirme ve dilde bir kelime ayıklaması yapmamak… Benim görevim bu aradaki bağlantıları,  bağlanan çizgiyi, zincirin halkalarını ortaya koymak.

Bir de bütün bunların içinde okura kıyıcı yok edici mesajlar vermenin bir edebiyat anlayışı içinde doğru olmadığına inanıyorum. Bazen söylerler; “Canım birisini yer.” Ben de onlara bir cevap verdim, “Ben var ediciliğin zorluğunu benimsedim.” Daima bir çizelge veya toplumsal bir edebi çetele tutmuyorum ki; bu kötü, bu iyi, bu kötü, bu iyiyi çizeyim. Ben beğendiklerimi, iyi bulduklarımı, sevdiklerimi gerekçeleriyle, ayrıntısıyla okura iletmek istiyorum. Bu bir akım da olabilir, bir kitap da olabilir, bir kişi de olabilir. Çünkü öbür türlü davranışın, hele ‘okumayın bunu’ gibi bir söylemin okura saygısızlık olduğu kanısındayım ki pasif okur yaratmak içindir bu. Ama öbür tarafta ben gerekçelerimi sunuyorum. Bir analitik yapı içinde anlatınca okur şunu söyleyebilsin istiyorum: “Ya bu adamın yazdığı yazıda, bu söylediği ögeler, bu söylediği kurallar, ilkeler benim için iyi bir edebiyat eserini oluşturan malzeme. Ama bu malzemede o beğenmemiş.” Ben okurun böyle olmasını istiyorum.

“Kuşatıcı Bir Edebiyat Tarihi Yazılmalı”

Bizde hiç kuşkusuz edebiyat tarihiyle eleştirinin çok karıştığı yerler oluyor. Çünkü biz de çok kuşatıcı edebiyat tarihleri az. Edebiyat tarihi yazılıyor. Bir de tek kişinin yazdığı edebiyat tarihleri var. Tek kişinin büyük bir edebiyat tarihi yazmasının bence sakıncaları var. Birincisi, çok aynı görüşün farklı yazarlara uygulanması ki bence her yazara aynı kurallarla, aynı saptamalarla, aynı estetik bir paketle yaklaşılmasından yana değilim. Bazı yazarlar var ki yaşamlarını aldığınızda eserlerini anlayamazsınız. Bazı yazarlar da var ki sırf şairler ve metinlerle karşı karşıya kalırsınız ve bir değerlendirme yaparsınız. O zaman yazarlar fire verir, ben ondan çok kaçınıyorum. Bir de tabii bir yazarın bütün eserleriyle birlikte düşünülmesinden yanayım. Bir yazarın yazdığı tür içindeki diğer adlarla da karşılaştırılarak yazılmasını da savunuyorum, bir tür karşılaştırma çalışması olarak. Ben bunu yapıyorum. Bir de tabii edebiyatın içine mutlaka başka disiplinlerin de sızmasını bekliyorum. Bunun başındaki disiplin müziktir. Çünkü birçok kimsenin yazarken yada bir romanı kurarken, bir şiiri oluştururken onu müziğin etkilediğini hepimiz biliyoruz. Bu bir kültürlerin karışımı mıdır etkilenme midir; onun deneyimi ayrı. Ayrıca bir eleştirel denemede ben yazarın değişik yönlerinin de anlatılmasından yanayım.

Ben, bir insan birkaç tane bile iyi yazı yazsa, bir kuşak tarafından unutulsa da diğer kuşak tarafından bulunacağı kanısındayım. Ama benim için hoşgörü ile çok yalın, alçak gönüllü bir yargıyla şöyle söylenmesini isterim: “Canım bu adam edebiyatı sevmiş, sevdirmeye de çalışmış.” benim için yeter.

“Benim Nobel Adaylarım”

Siz Nobel’i kime verirdiniz?

Efendim benim adaylarım var: Birinci Yaşar Kemal, sonra Fazıl Hüsnü Dağlarca… Türk edebiyatı dünya edebiyatında iyi bir ölçek. Benim adaylarım çok. İkisi önemli. Onlar alsın sonra diğerlerini de sıralayabilirim.

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Ak Parti siyasi tarihimizde ilk defa kurucu kadrosunda 11 kadın üyeye yer veren bir parti oldu. Ben de onlardan birisiyim. Hem kurucular kurulundaki kadın sayısıyla, hem de kadınları parti yönetimde güçlendirmesiyle Ak Parti en yenilikçi partiydi. Tabii ilk olmanın hep zorlukları da oldu. Dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu biz başörtülü kurucuları yıkıcı mihrak olarak gördü. Hakkımızda kurucular kurulundan çıkartılmamız için dava açıldı.

Yıllar içinde Anayasa’da 10. Madde’nin kadın-erkek eşitliğini garantiye almasından başlayarak kadın lehine politikaların üretilmesine katkı sağladım. Kuruluş sürecinde Anadolu’yu karış karış dolaştığımızda kızların okula gönderilmeme sebebinin eğitim masrafları olduğunu görmüştük. Aileler eğitim giderlerini bahane etmesin diye şartlı eğitim desteği başlamıştık. Sadece ananelere kız çocuklarını okul masrafları için para veriliyordu. O gün kız çocuklarının okullaşma oranı % 45.2 idi. Bugün % 84.8 oldu. Kız çocuklarının eğitimlerini devam ettirip üniversiteye gitme oranı % 13.5 iken bugün % 46.3. Bugün kadınların % 17’si üniversite mezunu. Akademide, yargıda, siyasette kadın oranının artırılması, anayasada kadın erkek eşitliğinin güvence altına alınması, kadınları koruyan yasaların çıkması bu iktidar zemininde gerçekleşti. 

GENÇ VE YENİLİKÇİ KADRO 

AK Parti’nin, Türkiye’nin geleceğe bakan yüzü olan gençleri kucaklayan politika sürecinin de altını çizmek istiyorum. Gençlerin siyasette yer almasını hep önemsedim. Bugün de genel merkez koridorlarında çok sayıda gençle karşılaşmaktan memnun oldum. AK Parti’nin kurulduğu yıllarda yenilikçi gençler kadrosundaydım, bugün aksaçlılar kadrosundayım. O zaman bize yenilikçiler diyorlardı. 7. Kongre’nin ardından ikinci yenilikçiler çıktı sahaya diyebiliriz. Ak Parti muhafazakar demokrat kimliğini tanımlarken gelecekten geleceğe hat çizmişti. Bugün de muhafazakar demokrat kimliğini koruyarak bu hattı yeniliyor.

Ben de ülkeyi önümüzdeki yüzyıllara taşıyacak feraset ve ortak akıl ile, veriye dayalı siyaset üretimine katkı sağlamak amacıyla AK Parti’nin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’na (MKYK) dokuz yıl aradan sonra geri döndüm.

DEĞİŞENLER VE DEĞİŞMEYENLER

2000 yılında siyasete ilk adım attığımda televizyonda çalışıyor programlar yapıyor, Anadolu’yu geziyor, Türkiye’nin sorunları kadar çözüm yollarını konuşan programlar yapıyor, farklı kesimleri bir araya getirmeye, ortak akıl üretmek için onları konuşturmaya gayret ediyordum. Türkiye’nin köylerinden şehirlerine gördüklerim karşısında duyarsız kalamazdım. Siyasete beni motive eden kariyer değil bu bir televizyon programcısı olarak tanıklıklarım oldu. Dışarıdan söylenmek, şikayet etmek yerine çalışmayı, ezberleri bozmayı yol olarak seçtim. Bazen temkinli bazen cesur adımlarla zamanın ruhunu anlayan bir siyaset yaklaşımıyla bugünlere geldik. Bugün de bu “hareket” devam ediyor.

Aradan geçen yıllar içinde zamanın ruhu da toplum sosyolojisi de çok değişti. İletişim teknolojisindeki hızlı değişim toplumsal değişimi çok hızlandırdı. Türkiye’deki bir konu artık anında dünyanın konusu; dünyadaki bir konu anında Türkiye’nin konusu. Dünya ile bağ kuran bir ülkede hele de yeni yüzyılın kırılmalarıyla birlikte elbette her şey sütliman olamaz. Olmayacak da.

Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar. Bu atasözünü Türkiye tarihinin özeti gibi görüyorum. Dağ gibi sorunların üzerinden aşmaya çalışarak bugünlere geldik. Bugün de bu hareketi ve amacı AK Parti taşıyor ve sürdürüyor. 

İlla ki dağ ne kadar yüce olursa olsun aşan bir yol vardır. Mesele buna niyet etmek. İlla ki de yola çıkmak devamını beraberinde getirir duygusuyla, bıraktığım yerden devam ediyorum.

AK Parti’nin bu yeni kadrosunda yer almak benim için onurdur.

Özgürlük Lafzı Adanmışlık Lafzı İle Bir Araya Gelmez – Alev Alatlı

Özgürlük Lafzı Adanmışlık Lafzı İle Bir Araya Gelmez – Alev Alatlı

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Alev Alatlı

Alev Alatlı

Özgürlük Lafzı Adanmışlık Lafzı İle Bir Araya Gelmez

31 Mart 2015 günü, İstanbul Adalet Sarayı içerisinde gerçekleşen silahlı saldırıda Berkin Elvan davası soruşturmasını yürüten Cumhuriyet savcısı Mehmet Selim Kiraz i(DHKP-C) örgüt üyeleri tarafından rehin alındı. Yaklaşık dokuz saat sonra savcı Kiraz DHKP-C militanlarınca öldürüldü. Ayrıca iki saldırgan da ölü olarak ele geçirildi. Bu cinayete duyarsız kalan bazı guruplar avukatların Adalet Sarayı’na girerken aranması gündemine yoğunlaştılar. Alev Alatlı ile bu röportaj bu cinayetin ardından yapıldı…

Savcı Kiraz cinayetinin gerçekleştiği gün, tarih sayfalarına, hepimizin belleğine karanlık bir gün olarak yer etti çoktan. Aslolan menfur bir cinayet iken, hakimler, savcılar, avukatlar arası güvenilirlik katsayısı tartışmasına dönen bir ortamda sosyal medya ve medya dili hepimizin kanını dondurdu. Hele de gazetelerde ve sosyal medyada insafsızca yer alan Savcı Kiraz’ın teröristlerin eli ağzındaki fotoğrafı ve bu fotoğrafı gören çocuklarının günlerce uyuyamaması, aile bireylerinin isyanı ve tüm bunlar karşısında umarsızca devam eden tartışmalar… “Testiyi kıranla suya gideni bir tutan” yorumlar olayı adeta perdeledi. Cinayet haklı bir mücadelenin bir parçası olabilir miydi? İdealizm, özgürlük tutkusu gibi kavramlarla gerekçelendirilen sol örgütlerin eylemleri aslında neyi amaçlıyordu? Bu eylemlerin sarf malzemesi haline gelen, canlı bombalar olarak kullanılan gençler aslında ne uğruna katil ve maktul oluyorlardı? Kelimeler bizim için her zaman anahtardır. Neyin ne olduğunu kimin kim olduğunu bize onlar anlatır. Bu röportaj bir kavramsal çerçeve röportajıdır. Tüm bu sorularla Alev Alatlı’nın kapısını çaldım. Kurbanları, katilleri, habaseti görmezden gelmeyi, yok saymayı barış için yaşamak zanneden bir anlayışı, idealist ile narsistik kişiliğin karışma hallerini, ölü seviciliği muteber kılan yapıları geniş ve derin insan odaklı bir analizle konuştuk. Her zamanki gibi yaşam sever insan profilini güçlendirmek üzerine hemfikir olduk.

Cinayetin Ardından

Savcı Kiraz cinayetinin oluşturduğu infial kadar, pazarlıkların olduğu esnada ve sonrasında ortaya çıkan şümul medyalardaki durum hepimizi şok etti. İnsanlığımızı kayıp mı ettik?

-Kahroldum! ‘70-‘80 dönemini yaşamış biriyim. İdrakini yitirmeye görsün, gencecik insanların ne habasetlere kadir olduklarını bilmez değilim. Yine de, bu denli alçaklığın nadirattan olduğu düşüncesiyle avunmaya çalışıyordum ki sosyal medyadaki ölüsevici sırıtkanlık perişan etti! Toplumlar da hastalanırlar, Ayşe Hanım. Nekrofil psikopatolojinin ayak seslerini duyuyorum ve bu beni toplumun geleceği adına cidden korkutuyor!

-Ölüsevicilik deyince toplum fantastik bir resim algılıyor. Fantastik bir durum mu? Yoksa farkında olmadığımız bir realite mi? Gerçekte bugün ölüseviciliğin tekabül ettiği olaylar neler?

-Olay bir değil, bin değil! Dahası bugüne mahsus da değil!  Bakın, ölüsevicilik diye Türkçeleştirdiğimiz nekrofili, cinsel yönelim bozukluğunun ötesinde, habis şiddete yatkınlıktır.

-Sizin “Viva la Muerte” kitabınız “Yaşasın Ölüm”  başlığıyla bir dönemin halini çok iyi anlatır. “Valla, Kurda yedirdin beni!” kitabınız ise başka bir cepheden meseleye bakar. Her iki tarafta  sağ ve sol ayırmadan ölümün bu kadar kutsanması, ölüme değer verilmesi, ölmek ve öldürmek üzerine hayatların anlam bulması fikri sanki geçen yüzyılda kalmış gibiydi. Aradan 20 yıla yakın zaman geçmesine rağmen bu tablonun değişmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz? 

–“Or’da Kimse Var mı?” dörtlüsünün bir uyarı çağlığı olduğu doğru. Üstünden neredeyse yirmi beş yıl geçmiş ama bir değişim olacaksa da, bana tahsis edilen ömürde görmeyi o gün de ummuyordum, bugün de ummuyorum. Tarih sıçrama yapmaz, çünkü. Kaldı ki, yeryüzünde hiçbir şey tamamen kaybolmaz. Şiddete de virüs salgını gibi bakacaksınız, bir azar, bir seyrelir ve yeraltına iner.  Az önce dediğim gibi, 12 Eylül öncesini de yaşadım ben. Ankara’nın göbeğinde ciğerlerine bisiklet pompasıyla hava basılmak suretiyle öldürülen, yetmedi, camdan aşağı atılan Dursun Önkuzu dün gibi aklımdadır. Sonra ne olduydu, biliyor musunuz?  Delikanlının azabı bir yana bırakıldı, ciğerine hava basılan insanın üç dakikada mı, beş dakikada mı öleceğine dair teknik izahata girişildi. Pencereden atıldığında sağ mıydı, değil miydi tartışmaları yaşandı. Ardından, şehit sayılır mı, sayılmaz mı münakaşaları geldi. Kimi, şehit falan değildir, ne olmuş vatanı işgalden mi kurtarıyormuş diye sırtını döndü, kimi al kanı kefenine bulaştı türünden hamasi güzellemelere başvurdu.  Hasılı, olayın dehşeti elbirliği ile hasır altı edildi. Yas tüketildi. Vicdanlar susturuldu. Bu söylediğim, 1970’teydi.  Düşünün ki, kırk beş yıl sonra aynı yerdeyiz.

En Basit Konforlardan Feragati, Uluslararası Mesele Yapan İnsanlarız… Habis Cinayete Değil Aranmama İmtiyazının Kaybına  Karşı Portesto Yapan Bir Hanım Avukattı.

-Rahmetli Kiraz’ın katline ilişkin yorumlarla paralellik mi kuruyorsunuz?

-Nasıl kurmam? Talihsiz Savcı Bey’in daha bedeni soğumamışken, televizyon ekranlarında çapraz ateş miydi,  değil miydi,  güvenlik önlemleri yeterli miydi, yetersiz miydi şeklinde, gaddar eylemin vahametinden eksilten, neredeyse vaka-i adiyeye indirgeyen “cambaza bak cambaza” refleksini izlememiş olamazsınız!  Böylesine merhametsiz bir eylemle karşı karşıya kalmışken,  avukatların cüppe ayrıcalıklarının ihlâlinin en son akla gelecek kaygı olması beklenirdi. Ne münasebet! Daha o anda, üstleri aranır mı, aranmaz mı münakaşası başladı. Deyin ki, Ariel Şaron’a takılan “Şatilla kasabı” lakabından alınan kasaplar federasyonu refleksi! Hiç kendimizi kandırmayalım, en basit konforlardan feragati, uluslararası mesele yapan insanlarız. O hanım avukatın soyunma eyleminin, habis cinayete değil, “aranmama imtiyazının kaybına” yönelik protesto olmasının telmihini gözden kaçırmayın. Protestonun protestosunu da gözden kaçırmayın! Gerçeklerle yüzleşmekten kaçış!

-Nasıl bir gerçekten söz ediyoruz?

-En basitinden güvenlik zafiyeti gibi bir gerçekten söz ediyoruz!  Ben mi yanlış hatırlıyorum, bir iki yıl önce aynı binada silahlı bir hakim sekreterini rehin almamış mıydı? Katiller, söylendiği gibi topu topu yüz sekiz kişilik bir terörist örgütün adı sanı, eşkali bilinen, üstelik birkaç ay önce hapiste olan üyeleri değil miydiler? Güvenlik zaafının avukatların adliyeye girişine indirgenmesi asıl sorunun üstünün örtülmesi değil midir?  

-Şiddeti tanımlayan nedir? Eylem mi, kimlik mi? Eylemi sol kesimin yapması  olayı  şiddet olmaktan çıkarıyor mu?

-Tabii ki hayır! Eylem mi, kimlik mi dediğinizde, ben kimlik olduğunu savunurum. 12 Eylül hapishanelerinde yaşananlar neydi? Abdullah Gülbudak işkence altında öldü, Cemil Kırbayır kim bilir hangi habis yöntemlerle yok edildi. O delikanlılara kıyanlar solcu değillerdi!  Ne elektrik verenler, ne filistin askısına düğüm atanlar, ne de müdüriyet odasında çay yudumlayanlar solcuydu.  Orası öyleydi de, açlık grevleri neydi?  Daha da vahimi, açlık grevlerinin  “Ölüm insanoğlunun en teorik eylemidir;  bunu istençle seçerek, tekmeleyerek yapmak, bir yüksek gelişme çizgisi oluyor!” safsatası ile yüreklendirilmesi neydi? Bakın, kurbanların ve katillerin ve katilleri azmettirenlerin  ortak  nitelikleri  nedir biliyor musunuz?  Ölümü, şiddeti, yıkımı, helakı, süratle geçiştiren, habaseti görmezden gelmeyi, yok saymayı, barış içinde yaşamak zanneden bir topluma mensup olmaları! 

-Kral çıplak diyorsunuz…

-Kral çıplak diyorum.  Bu ülkeden vazgeçmeyeceksek, konuyu saptırma, yasın törene indirgenme biçimlerinin idrakına varmak, törenlerin nekrofilik telmihleriyle bir an önce yüzleşmek zorundayız. Bu yangın, teröre karşı omuz omuza, efendim, kadına şiddete hayır türünden içi doldurulamayan ve doldurulamayacak olan sloganlarla söndürülemez, söndürülemiyor!

Testiyi Kıranla Suya Gideni Bir Tutuyoruz

– Yasın törene indirgenmesinden kastınız?

-Tören dediğim, bir garip romantizm, görkemli cenaze merasimleri, alkışlanan tabutlar, hamasi nutuklar, testiyi kıranla suya gideni bir tutan kırıtmalar… Daha terörist kelimesinin anlamı konusunda mutabakata varmış değiliz, Ayşe Hanım!

-Mesela Mirgün Cabas gibi medya eğitimi almış birisinde bile teröristleri eylemci kategorisine indirgeyen dili nasıl görüyorsunuz? 

-Mirgün Cabas’ınkine gelinceye kadar, rahmetlinin saçlarının durumu dahil, ne aşağılık, ne merhametsiz, ne nadan twit’ler vardı!  İyi ki de vardı da necip toplumumuzun ne denli soysuzlaşabildiğini gördük!  Kız dövülemediği için diz dövüldü, kitlesel insafsızlık Cabas’a fatura edildi. Ha şimdi bu söylediğim, Cabas’ın hamhalatlığını aklar mı?  Asla! Ama hedef saptırmaya yaradığı da bir gerçektir. Malûm şüphelilerden ya arkadaş, cezalandır, aklan! Memoli’ye, Ahmet Kaya’ya, hatta Ümit Kocasakal’a reva görülen afarozdan farkı var mı?

Che Guevara Yargısız İnfaz Maktulüdür

-Peki, Türkiye’nin en liberal gazetesinin teröristlerin çektikleri fotoğrafı yayınlamasına ne diyeceksiniz?

– Liberalizm, eşittir insaniyet diye bir şey var da, ben mi bilmiyorum Allah aşkınıza?!  Tersine, liberalizmin mezhebi pek geniştir, eleğinden katil de geçer, maktul de! Siz, ekonomik çıkardan haber verin! Feri Cansel, 1983’de öldürüldüğünde, kırk yaşında bile değildi.  Anneydi, küçük bir kızı vardı.  Foto muhabiri deklanşöre basmadan önce kadıncağızın eteğini sıyırmayı ihmal etmemişti!  Erotik filmlerde oynamışlığına gönderme yapacak, iç gıcıklayacak ya arkadaş!   Che Guevara, yargısız infaz maktulüdür, yargısız infaz cellâdı değil!  Onu öldürenler yargısız infaz edildiğine tanıklık etmişlerken,  o fotoğraftaki o şapka neyin nesiydi?

-Neyin nesiydi?

-Bilsem! Che Guevara, CIA ile Amerikan özel harekât timlerinin ortak operasyonu sonucu yakalandıydı. Son saatlerinde yanında bulunanlar, genç adamın tıpkı rahmetli Kiraz gibi yargısız infaz edildiğine tanıklık ettiler. Bir infaz kurbanının efsaneleşmiş şapkasından kendisine pay çıkaran infazcı, nasıl bir akıl tutulmasının esiridir,  cinnetten başka açıklaması olabilir mi? Mamafih, biz bu ülkede başında Che Guevara şapkası, “Quantanamera” diye gitar tıngırdatan “sağcılar” (!) da biliriz. Diyeceğim, kimin köyünü kimden soruyoruz?!

Öldürmenin Vahametini Tenzil Eden Saptırmalar

Hedef saptırmak sözünüzü açar mısınız?  Hedeflenen nedir, saptırma nasıl gerçekleşir?

 -Bu anlattığım da hedef saptırmanın bir örneğidir işte. Kimi zaman katilleri, kimi zaman maktulleri öldürür, badem gözlü yaparsınız. Kimi zaman eşkıyaya türkü yakarsınız. Taraftarların takımlarını “ölmeye geldik” tezahüratı ile yüreklendirdiklerini düşünün. İçinde “zalım” kelimesinin geçmediği türkü olmadığını düşünün. “Ya benim olursun, ya toprağın” repliğinin burun sızlatan türden ilânı aşk sayıldığını düşünün!  “Kanı yerde kalmayacak” yeminlerini düşünün! Töre, namus, itibar kurbanlarını düşünün. “Bana yan baktın” kendini beğenmişliğini düşünün.  Daha yüzlerce misal verebilirim.  Bütün bunlar ölümün, öldürmenin vehametini tenzil eden saptırmalardır. 

Cinayet Sadece Meşru Müdafaa Durumunda Bağışlanabilir

-Türkiye sağıyla soluyla, şiddetle arasına neden mesafe koyamıyor ya da bununla hesaplaşamıyor? Bu konuda neler söyleyeceksiniz? 

-Kral çıplak, Ayşe Hanım! Canfes gömlek giyindirme ritüellerini itibarsızlaştırmanın yolunu bulmamız lâzım.  Bunu yapmadığımız sürece,  türlü güzellemelerle takviye edilen törenler, bu ülkede adeta hükümranlığını ilan eden şiddetin altında yatan ölüsevici psikopatolojiyi gözlerden ırak tutmaya yararlar.  Hedef nedir diye sormuştunuz, hedef, dilimiz, dinimiz, cinsiyetimiz, cinsel tercihimiz, dünya görüşümüz, ırkımız, kavmimiz ne olursa olsun, birbirimizin canına kastetmemek, adına infaz denilen şu lanet olası anakronistik müdahale haklıcalığını bu toplumdan söküp atmaktır!  Terörist öldürürse cinayet, eylemci öldürürse cinayet değildir diye bir şey olmaz! Olursa, ikiyüzlülüktür! Cinayet bir tek meşru müdafaa durumunda bağışlanabilir.

– Ölüseviciliğe dönelim, nasıl bir psikopatolojiden söz ediyoruz?

Şöyle açıklamaya çalışayım, literatürde “ceset,” yaşamayan “nesne”leri, ussal kurguları simgeler.  Cesedin cinsel cazibesi, cesedin sahici niteliklerinden değil, ölüye ilgi duyanın kendi kafasında yarattığı fantezilerden kaynaklanır. Fantezi dediğiniz, cinsellikle sınırlı bir kavram değildir. İçinde olduğunuz ortama, yaşama, yaşam biçimlerine, ülkeye, düzene, dininize, geçmişinize, ailenize, vb. vb. dair “şöyle olmasaydı da böyle olsaydı” türünden fanteziler de geliştirebilirsiniz.  Ütopyalar da fantezilerden doğar. Ancak, ne zaman ki, ussal kurgularınız sizi yaşanan gerçeklikten koparır, yaşayanı, canlı olanı, serpileni, gelişeni göremez, algılayamaz, hissedemez olursunuz,  ölüsevicilik dedikleri psikopatoloji alarm veriyor demektir.

 Bir ideolojinin, fikrin, inancın, hatta inadın, yaşayan bir “canlı”dan daha değerli olduğunu savunan insanlar, bugün kendilerini “idealist” olarak tanımlıyorlar.  Toplum da onları öyle biliyor…

 “İdealist” oldukları etimolojik olarak doğru tabii. “İdea” dediğimiz bir “fikir”dir, “düşünce”dir. Sahici hayatta karşılığı olmayan, zaman ve mekânın dışında, a priori değer yargısıdır. “İdealist” dediğimizde, kendi kafasındaki fikirlerden, a priori yargılardan oluşturduğu kurgulara itibar eden “fikirci”den bahsederiz.  Kusura bakmayın, Türkçe’yi sala koyup sele saldığımızdan beri, meseleyi anlatabilmek için “fikirci” gibi saçma kelimelere başvurmak zorunda kalıyorum! Demek istediğim, bir “idealist”in fikirlerini paylaşırsınız, paylaşmazsınız ama “fikirci” olması üstün bir vasfa sahip olduğu anlamına gelmez. 

Kendi Tasavvuru Uğruna Ötekinin Canına Kast Edene İdealist Denir Mi?

– Peki, idealistlerin herkes gibi yaşamak yerine, ideal bir toplum için kendilerini feda ediyor olmalarına ne diyeceksiniz? Bu algı  gerçek mi?

– Deyin ki gerçek. “Ussal” bir kurgu olduğu baştan kabullenilmiş, zaman ve mekândan soyutlanmış bir “toplum tasavvuru” uğruna kendisini feda edene, meselâ, Aynoroz sakinlerine yazıklandığınız gibi yazıklanabilir veya takdir edebilirsiniz ama ya kendi tasavvuru uğruna ötekinin canına kast edene ne diyeceksiniz?

Herkes Gibi Olmaktan Kaçışın Üstenci /Narsist Telmihini Iskalamayın

-Aynoroz sakinleri derken Yunanistan’daki yarım adadan mı bahsediyorsunuz?

-Aynen ondan bahsediyorum. Aynoroz nüfusunun tamamı erkektir, malûm. 10. yüzyıldan bu yana, dünyada dişi sineğin bile girmesine izin verilmeyen tek yerdir. Meşrebinize uygunsa, Aynoroz’un erdemli bir yaşam biçimi olduğunu da savunabilirsiniz ama kendi bilecekleri bir seçim olarak kaldığı, “öteki”ne dayatılmaya kalkışılmadığı sürece! Bakın, kimin toplum tasavvurunun kiminkinden daha insancıl, daha makul, hatta daha erdemli olduğu münazara konusu olabilir ama bu dünyada ispatlanası değildir. Herkes gibi olmaktan, herkes gibi yaşamaktan kaçışın üstenci/narsist telmihini de ıskalamayın. 

-İdealist ile ölüseviciyi ne ayırıyor? Hangi özelliklere bakarak kimin kim olduğunu anlayacağız?

– Şunu hemen söyleyeyim: her idealist nekrofil değildir. Her ne kadar, “nesnel gerçeklik” diye bir şeyin var olmadığını, düşünceden bağımsız bir varlıktan veya maddî gerçeklikten söz edilemeyeceğini savunan idealizm, ölüsevicilik için mümbit bir zemin oluştursa da, her idealist nekrofil değildir. Dahası, Türkiye, idealist olmakla övünen solcularla, solcu olmakla övünen idealistlerin ülkesidir. –

Bir Materyalistin Devrim Şehidi Güzellemesi Nasıl Açıklanır?

-Nasıl Yani?

“Solcu” dediğiniz materyalist dünya görüşünü savunur değil mi?  Materyalizm, bilinç de dahil olmak üzere, bu dünya ve kâinattaki her şeyin maddeden oluştuğunu iddia eder. Sınama-yanılmaya dayanmayan, bilimsel olmayan, hiç bir a priori bilgiyi doğru kabul etmez. Bu da böyle mi? Böyle. Pekalâ, “devrim şehidi” nasıl bir güzellemedir? “Devrim şehidi” tanımlamasının etrafında oluşan coşkuyu nasıl çözümlemek gerekir? 

Materyalist İnanmadığı Bir Tanrıdan Şehadet Mertebesi İstiyor

– Sol kesim kutsalı yok sayarken ölümü kutsuyor. İlâhi olanla, tanrıyla, bağını kopartırken başka bir kutsallık bağı kuruluyor. Devrim duygusu yüceltilirken, ölüm  ilâhlaştırılıyor. Neden?

-Bakın, nasıl ki “demokratım” demekle demokrat olunmaz, “solcuyum” demekle de materyalist olunmaz!  Materyalistin hası, kutsalla, efendim, ilâhi olanla bağ kurmaya -tövbe estağfurullah- tenezzül etmez.  Materyalist, inanmadığı bir tanrıdan şehadet mertebesi istemez, istiyorsa materyalist değildir. Devrim duygusunun yüceltildiği doğrudur. Ancak, bu, ölümün kutsandığı anlamına da gelmez. İnsan hayatına “devrimin kaçınılmaz girdilerinden birisi” olarak bakıldığı anlamına gelir.  Troçki olsun, Stalin olsun, insanı,  “gelecek için” harcanabilecek, sarf malzemesi hükmünde görürler.

İnsanı Gelecek İçin Harcanacak Sarf Malzemesi Olarak Görüyorlar…

-Canlı bombaları da “sarf malzemeleri” olarak mı görmek lâzım?

-Herhalde! Stalin, “devrimin yakıtları” derdi, devrim ateşinin kesintisiz bir biçimde ve sonsuza dek yanmasını sağlamak için gerekli yakıt. Öte yandan, komünizmin gerçekleştirilmiş ya da öngörülebilir bir zaman diliminde gerçekleştirilecek bir toplum düzeni değil, mazlumların mutluluğu için “gerçekleşmesi kaçınılmaz bir gelecek” olduğunu da söylerlerdi.  İdealistlerle kesiştikleri nokta da burasıdır. Komünist ya da değil, “gelecek” sahici hayatta karşılığı olmayan bir tasavvurdur.  Bilmem bilir miydiniz, komünizmin “kilise dışı Hristiyanlık” diye bir tanımı da vardır. Uzun sözün kısası, kimin kim olduğunu anlamak için ideologlardan değil, psikologlardan yardım almak gerekir.

– İdeoloji değil, psikoloji diyorsunuz…

– Aynen onu diyorum. Nitekim, bizim toplumumuzda adamın söylediğine değil,  yaptığına bakılır. Rahmetli Mehmet Selim Kiraz, nekrofil katillerinin gözünde iki çocuk babası bir ademoğlu değil,  birisinin oğlu, birisinin eşi değil,  nefes alıp veren bir can değil, geçmişi geleceği olmayan, yok hüviyetinde, kimliksiz bir bedenden ibaretti! Hitler’in gözünde Auschwitz Yahudilerinin, Ariel Şaron’un gözünde Şatilladaki Filistinlilerin, Stalin’in gözünde Gulag mahkûmlarının, Boko Haram’ın gözünde İsevi yavrucakların olduğu gibi bir “hiç.” Gelecek tasavvurlarına giden yolları tıkadığı düşünülen bir beden! Ölüsevicinin sağcısı, solcusu olmaz, Ayşe Hanımcığım. Hitler ile Stalin’in ortak nitelikleri nekrofilidir. Esed’in, efendim, Kaddafi’nin ortak nitelikleri nekrofilidir. Diğerlerini saymasam da olur.

– Nekrofilinin olmazsa olmaz koşulu “narsisizm” midir? Öyle mi diyorsunuz?    

– Ben demiyorum, Ayşe Hanım, kabul ederseniz psikiyatri bilimi diyor!  NPD diye kısalttıkları “Narcistic Personality Disorders” narsistik kişilik bozuklukları başlığı altında inceleniyor. Birden fazla çeşitleri ve dereceleri var. Burada anahtar kelime ölçü. Hepimiz kendimizi az ya da çok beğenir, onaylanmaya, takdir edilmeye, alkışa, övgüye ihtiyaç duyarız.  Düşünün ki, insanlık üzerinde iz bırakmış hiçbir büyük adam yoktur ki, bir ölçüde narsist olmasın. Narsisizm, insanoğlunun fıtratında mündemiç!

 -Beyinler pazarda satışa çıkmış, herkes koşmuş, kendi beynini satın almış diye bir hikâye yok mudur? 

-Olmaz mı!  Her narsist, nekrofil değildir ama her nekrofil, iflâh olmaz bir narsisttir! Bir tek kendisinin, kendi bedeninin, kendi ihtiyaçlarının, kendi duygularının, kendi fikirlerinin, kendi doğrularının, kendi inançlarının sahici olduğuna inanır. Hükümlerinde “nesnel olmak” gibi bir kaygısı olmadığından, yandaşı olduğu dünya görüşünü değerlendirirken de kendi öznel ölçülerini kullanmakta sakınca görmez. Müslümanım diyorsa İslam’ı, solcuyum diyorsa materyalizmi bildiği gibi yorumlamakta beis görmeyecektir. Nekrofil gibi, narsist de, idealistlerin,  materiyalistlerin, seküleristlerin, hatta dincilerin arasından çıkabilir. Dikkatinizi çekerim, dindar demiyorum, dinci diyorum. Hem narsist, hem de takva ehli Müslüman olunamaz çünkü.  

-İnançlı kesimin içinde gördüğüm bir duygu hali var. Biz yoksulken, ezilirken her şey çok iyiydi, daha iyi Müslümandık. Allah’ın emirlerine uyuyorduk.  Amma  velâkin durum değişince Müslümanlığımız da bozuldu. Bir tür ölüseviciliğin bir başka boyutu gibi gelir bana. “Ezilmek en iyi Müslümanlık halidir” algısı konusunda ne diyeceksiniz? 

-İslam’ın sübjektif yorumu diyeceğim. Bakın, yıllar önce,  halkımızın psikolojik yapılanmasına dair Amerikalıların yaptıkları söylenen bir araştırma görmüştüm. Rivayet araştırmanın siyasi partilerimizden birinin seçim kampanyasının yönelimini saptamak için ısmarlandığı şeklindeydi.  Orada, iki belirleyici niteliğimizden birisinin sisizm, ötekinin güç iştiyakı olduğu iddia ediliyor, güçlü olma arzusunu da emperyal geçmişimize bağlıyorlardı. Ne derece doğrudur, değildir bilmiyorum ama ezik bir toplum olmadığımız kesindir. Tersine, haddini bilmezlik daha belirgin bir niteliğimizdir diyebilirim. Bu da narsisizmin bir diğer tezahürü.       

– Adanmışlık nasıl bir şeydir? Bir ideolojiye kendini adamak özgürlük mücadelesi midir?

-Adanmışlık, kişinin dış dünya ile ilişki kurma yollarından birisidir. Bir insan, bir örgüt, bir ideoloji ya da otoriteye yönelik, çok güçlü sadakat ve dayanışma duygusuna işaret eder. Literatürdeki karşılığı “sığınmacı ilişki”dir. Sığınma eylemi, sığınılan o “şey”e, itaat veya tahakküm formatında gerçekleşir.

-Köle-firavun ilişkisinden mi bahsediyoruz?

-Aynen ondan bahsediyoruz. Düşünün ki, köle kendinden üstün bulduğu firavuna sığınırken, firavun da firavun kalabilmek için kendisinden aşağılık bulduğu köleye sığınmaktadır. Nitekim, itaat ve tahakküm esasına kurulu toplumsal ilişkilerde gönlünce yaşamak ve yaşatmak söz konusu değildir. Dahası, böyle düzenlerde, ne köleler, ne de firavunlar emniyettedirler. Kendilerini kuşatan husumetin üstesinden gelebilmek için ya daha çok itaate ya da daha çok tahakküme kurgulanırlar. Söylemeye çalıştığım, kölenin de firavunun da aynı düzene mahkûm oldukları, aynı kazana odun taşıdıklarıdır. Sığınmacı ilişkilerde talip olarak da kalınsa, pir mertebesine de ulaşılsa, birey kendisi olmaktan çıkar, özgürlüğünü bir ritüele teslim eder. Bu bakımdan, özgürlük lâfzı, adanmışlık lâfzı ile bir araya gelmez. Özgürlük mücadelesi,  mücadelenin nesnesi özgürlük ise anlamlıdır. Kendimiz ve başkaları için özgürlük.

– Narsisizm, insanoğlunun fıtratında mündemiçtir diyordunuz. Firavunun narsist olması anlaşılır ama köle nasıl narsist oluyor?

-Firavunu kanlı canlı bir tiran olarak değil de, bir dünya görüşü, meselâ, siyaset olarak düşünün. Başarısızlığı üst üste kaybettiği seçimlerle tescil edilmiş dahi olsa, narsist bir politikacının siyaseti bırakıp asıl mesleğine dönmesi, siyaset dışı hüviyeti ile örneğin bir baba, bir dede, hatta bir eş olarak mutmain olabilmesi söz konusu değildir. Koltuk sevdası dediğimiz, aslında siyasetle kurulan sığınmacı ilişkidir. Bir partiden diğer partiye geçişleri de bağımlılık kapsamında değerlendirmek gerekir.  Maddi menfaat hemen her zaman talidir. 

– Sağdan Sola Bu Resme Uygun Birçok Lider İsmi Geliyor Aklıma.

Yenilen pehlivanın güreşe doymaması da bundandır.  Bir başka örnek,  meselâ,  kendisini sinema yıldızı hüviyetiyle tanımlayan bir narsist, seksen yaşına da gelse, star kimliğinin gereğini yerine getirmeye çalışacaktır.  Dışardan nafile bir gayret gibi görünebilir ama narsist kendi değerini de kendi sübjektif ölçüleriyle belirlediği için farklı davranamaz. Çevresinden talep ettiği onay ya da iltifatın türünü de kendi belirleyecek, öyle mutlu olacaktır.

-Narsistler kendileri için belirledikleri hüviyetlerin dışına çıkamazlar diyorsunuz?

– Çıkmak zorunda kalırlarsa, dengeleri bozulur, acı çekerler diyorum. Karmaşık kişilikler bunlar, Ayşe Hanım. Az önce sözünü ettiğim NPD’nin, bipolar dedikleri bir de alt kırılımı var. “İki uçlu duygu durum bozukluğu” deniyor, böyleleri bir depresif oluyorlar, bir manik atak geçiriyorlar. Manik evrelerinde görülen aşırı coşku, ani saldırganlık, artan aktivite, sabırsızlık, hatta başka bir dünyada olunduğu duygusu ve halüsinasyon, depresif dönemlerinde yerini endişeye, moral  bozukluğuna  bırakıyor. İntihar, cinayet bu dönemlerle çakışıyor.

– Özellikle okumuş yazmış takımında, medyada, entelektüel çevrelerde hakimiyetini artıran öfke şiddet dilinin giderek güçleniyor olmasını bu çerçevede mi yorumlamak lâzım?

– Bence, öyle.  Sözünü ettiğiniz çevrelerdeki yoğun mahalle baskısının  “sığınmacı ilişki” telmihini de gözden kaçırmayalım derim. Şimdi, bakın, entelektüel yada değil, NPD, insanı saldırgan ve övüngen yapıyor. Genel eğilim, başarıların abartılırken, başarısızlıkların ötekine mal edilmesi.  Mağrur, çıkarcı, ben-merkezci, çoğunlukla çekici ama duygusal derinliği olmayan tipler oldukları görülüyor. Tipik bir NPD hastası, ötekiyle içten ilişki kurmakta zorlanıyor.  Buna karşı cinsle ilişkiler dahil. Çok sayıda evlilikler, çapkınlıklar falan. En ufak bir olumsuzluğa aşırı tepki verdikleri için, oldukları yerde tutunmaları da hayli zor oluyor, sıkça iş değiştiriyorlar. Bu söylediklerimin klinik bulgular olduğunu hatırlatmama izin verin.

– Öfke ve şiddet dilinin giderek güçleniyor olmasını neye bağlıyorsunuz?

-Esası itibariyle zemin kaybına bağlıyorum. Entelektüel dediğiniz, aydın dediğiniz medya mensubu, narsisizmden nasibini almayacak diye bir şey yok ki,  Ayşe Hanım. Hatta tam tersine, kendisini beğenecek ki kamuoyu önderliğine soyunsun. Bakın, basın/medya starları olsun, onların entelektüel uzantıları olsun, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde iktidar sahiplerinden bu kadar uzak olmamışlardı.  1896 doğumlu Sedat Simavi’yi düşünün. Mahdumları, Erol, Haldun kardeşleri düşünün. 

Kantarın Topuzu,Medyanın Ülke Yönetiminde 1. Kuvvet Olduğu Algısı Perçinlenince Kaçtı

-Hürriyet gazetesinin kurucusu?

-Evet, o. Erol Simavi’nin 1988’de Hürriyet’in sürmanşetinden Özal’a hitaben yayımlanan “Sayın Başbakan” başlıklı ders kitabı örneği mahiyetindeki açık mektubunu düşünün.  O mektup, “Benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de 1. Kuvvet faslına, bilir misiniz ne yazar? Basın. Ya ikinci? Buyurun kalemimi zat-ı aliniz teslim alın. Aklınız ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın” diye biter ki, ikinci kuvvet dediği TSK’dır. 1961 Anayasasının Barolar Birliği gibi, YÖK gibi, medyanın da anayasal kurumlardan birisi olduğu algısını yarattığını hatırlatayım.  Kantarın topuzunun kaçması,  basının ülke yönetiminde belirleyici derecede söz sahibi, hatta 1. Kuvvet olduğu algısı perçinlenince.

-Vesayet değil mi bu?

 -Elbette, vesayet!  “Benim kitabım” gibi “1.Kuvvet” gibi ifadelerinin narsisizmin tanımlayıcı sendromu olduğu tevil götürmez.  Nadir Nadi kuşağını düşünün, onu izleyen İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Çetin Altan ve mahdumları Ahmet, Mehmet kardeşleri düşünün. ’30-‘40 tevellütlü Örsan, Altan, Onur Öymen’ler, sonra 40’larda üç beş yıl arayla doğan Cıvaoğlu, Birant, Çandar, Özkök, Hasan Cemal ve onların mağrur ekürilerini düşünün. Bu zümrenin başbakanlara ilk isimleriyle hitap edecek kadar yakınken, hiç tanımadıkları, farklı bir dünya görüşünü savunan, örf adet itibariyle de içli-dışlı olmaları namümkün birilerine iktidarlarını kaptırdıklarını hissettiklerini  düşünün.  

Medyanın Eski Kalemleri Sözünü Dinletemiyor Olmanın Husumetini Yaşıyor

-Nasıl birilerine?

– İHL çıkışlı olmaktan tutun da, Cumaları ciddiyetle aksatmayan, geleneksel aile yapısını sürdürmekte ısrar eden, başörtüsünden bıyık şekline kadar farklı bir estetiğe revaç veren birilerine.  Kaldı ki, Ak Parti iktidarı ve Babıali’nin alışıldık yapısına uyarlanmayı reddeden nevzuhur kalem sahiplerinin yükselişleri de küçümsenebilecek gibi değildir. Hasılı, kim bunlar huzursuzluğu, dağdan gelenin bağdakini kovuyor olmasının tedirginliği yerini iktidarsızlık duygusuna bıraktı ki, sözünü dinletemiyor olmak narsist yapılanmanın bam telidir. Diyeceğim, AKP iktidarının mesafeli duruşunun tetiklediği infialin zaman içinde husumete dönüşmesini yadırgamamak lâzım.

Siyaset Narsist Mıknatısıdır

-AK Partide narsist yok mu?

-Olmaz mı, ibadullah! Siyaset, bizatihi narsist mıknatısıdır. Az önce inançlılar arasında gözlemlediğinizi söylediğiniz “Biz yoksulken, ezilirken her şey çok iyiydi, daha iyi Müslümandık. Allah’ın emirlerine uyuyorduk” algısı,  belki de zengin yani güç sahibi olmanın açık ettiği narsistik eğilimlerin farkındalığıdır. Yine bir klinik bulgu: iktidarsızlık duygusu ile baş edemeyen, hiçlik algısını dönüştüremeyen, kendini beğenmişliğini karşısındakine zarar vermeden tatmin etmeyi başaramayan, yok ediciliğin heyecanına kapılacaktır. Hakaret, küfür, tehdit, yalan, iftira, itibarsızlaştırmaya dönük ahkâm, manipülasyon, samimiyetsizlik, amaca erişmek için her yolun mubah sayılması bu fasıldandır.

-Muhalif düşüncelere sahip olmak ile ölüseviciliğin tutsağı olmak arasındaki farkı ne belirler?

– Toplumla kurulan ilişki biçimi belirler. Toplumla ilişki kurmanın iki yolundan söz edilir: nekrofilik, “ölüsevici” veya biyofilik, “yaşamsever.” Nekrofilik ilişki biçiminde, birey toplumun bir parçası olmaktansa, toplumu “kendisinin bir parçası” yapmaya yönelir. Yaşam sever ilişki, kişinin toplumun “bütünü”ne onarıcı/hayırhah sevgiyle bağlandığı, kendisini “bütünün bir cüzü” olarak algıladığı halidir.  Biyofilik ilişki türünde aslolan toplumun bütünüyle ve fakat “bireysellik”ten ödün vermeden, yani muhalif düşüncelerinden ödün vermek durumunda kalmadan bağdaşmaktır. Yaşamsever, keskin ideolojilerin, dogmaların, mürşidlerin tutsağı olmazken, nekrofilyanın hakim olduğu düzenlere doğal olarak muhalif olacaktır. Oysa, ölüsevici yani firavun-köle ilişkisinin simgelediği yaşam biçiminde, bireysellikten ve dolayısıyla muhalefetten söz edilmez.  Böylesi düzenler muhalifleri, itiraz edenleri anında kusacaklardır.

-Toplumun bütünüyle birlikte hareket ederken, bireysellikten vazgeçmemek mümkün mü?  Birey-toplum ilişkisinin en sağlıklı hali nasıl gerçekleşir?

-Şöyle anlatmaya çalışayım. Bakın, biyofiliya, ölüseviciliğin yüz seksen derece zıttıdır.  Kabaca, yaşamı korumak, ölümü ötelemek olarak tarif edilir. Yaşam sever bir insanın, cesedin simgelediği, gerçek hayatta karşılığı olmayan aklî kurgular, kurallar, kaidelerle işi olmaz. Nizama, intizama, kışla disiplinine, bürokratik kırtasiyeye bağlanmaz. Hayatı bir makine, insanları makinanın parçaları olarak görmez. Törenlerde/seremonilerde takılıp kalmaz. Biyofil, yaşama dönüktür. İlgisini kanlı canlı olan üzerinde yoğunlaştırır. Yaşayan, gelişen, serpilen varlıklarla hemhal olur. Nesnel olmaya, toplumun “bütünü”nü kavramaya, yüzeyin altında kalanı keşfetmeye, ötekinin gerçekliğinin özüne inmeye gayret eder.  Farklı ve karşıt kimliklerle kaynaşmaya, onları kaynaştırmaya çalışır. Ayrıştırmaya değil birleştirmeye, dağıtmaya değil, toparlamaya uğraşır.  Bir örnek vermek gerekirse, bence rahmetli Turgut Özal,  biyofil bir kişilikti.

– Tarihten başka isimler örnek verebilir misiniz?

– Yakın tarihten bir isim söylemem gerekirse, Kâzım Karabekir derim. Selahattin Eyyubi’nin biyofilik bir lider olduğunu düşünürüm.  Düşünürüm derken, yeterince incelemiş olmadığımı söylüyorum. Turgut Özal’ı, literatürde biyofilik yapılanmanın özellikleri olarak sayılan pek çok niteliğe haiz olduğunu bilecek kadar tanırdım.  ODTÜ’de hocamdı, DPT’de müsteşarım.  Örneğin merak, örneğin tevazu, örneğin üretkenlik, örneğin hedefi ıskalamama anlamında iş bitiricilik,  rahmetlinin tanımlayıcı vasıflarındandı.

Nizam-I Alem Size Benzeyen Ya Da Benzemeyen Her Canlıyı Yaşatma Eğilimi Üzerinden Algılanmalı

-Ama Özal dönemini bir yozlaşma dönemi olarak görenler de oldu?

-Özal bireyselliğinden hiç taviz vermedi. “Takunyalı” dedikleri türden ibadetini eksiksiz yerine getirmeye çalışan bir dindardı. Annesi, abisi Nakşi tarikatından mütedeyyin insanlardı. Buna karşın, Semra Hanım’la mutlu bir evliliği vardı.  Rahmetli hep kendisi gibi oldu. Özal’ı düşünürseniz, toplumun “bütünü” ile bireysellikten  vazgeçmeden de ilişki kurulabileceğini teslim edersiniz.  Sizin gibi düşünmeyenlerle, iktidarsanız muhalefetle, muhalefette iseniz iktidarla, savcı iseniz sanıkla, sanık iseniz savcıyla, hekim iseniz hasta yakınıyla, hasta yakını iseniz hekimle, Kürt iseniz Türk’le, Türk iseniz Kürt’le, Sünni iseniz Alevi’yle, Alevi iseniz Sünni’yle, kadın iseniz erkekle, erkek iseniz kadınla, hasılı size benzemeyen her canlıyla yaşama ve yaşatma temelinde organik ilişki kurmaktan bahsediyorum.  Düşünün ki, güneş, kahkaha çiçeklerini de ısıtır, deve dikenlerini de. Sorun, nizamı alemin algılanma biçiminde.

-Madem kadın meselesine girildi, kadınları öldürenlerin sayısındaki artış başta olmak üzere  kadın erkek ilişkilerine dair bir soru eklemek isterim. Çok sıkça söz ettiğim, çözümün önündeki en büyük engel olarak gördüğüm “ideolojik olarak bakmak” meselesi?

-Yaşarken yaşatmayı şiar edinirseniz, bütünü oluşturan diğer bireylerin de kendileri gibi olmalarına imkân tanır, farklılıklara değer verirseniz, mümkün oluyor.  “Öteki”ne kendi isteklerinizin ve korkularınızın aynasından değil, onların gözünden, onların gerçeklerini çarpıtmadan bakabiliyorsanız, ölüseviciliğin tuzağına düşmüyorsunuz. Lâkin, adını hatırlayamadığım o genç adam gibi, yüreğiniz kadın ve erkeklerden oluşan “bütün”ün bir cüzü olmanıza yetmiyorsa,  “bütünü” kendinize ait bir cüze indirgemeye kalkışacaksınız demektir. Sağ olsun,  “kadının fıtratı erkeğe ait olmaktır, erkek sahip olur, kadın ait olur” mealinde bir insan görüşü dillendirildi ki, nekrofiliyanın ders kitabı örneğidir!  Şimdi, tabii, bütünün bir parçası olmak saygı, enformasyon, itina ve sorumluluk ister. Kişi sadece kendi bireyselliğinin sorumluluğunu değil, ötekinin, bu durumda kadının, bireyselliğinin sorumluluğunu üstlenecek, kadının bireyselliğinin hasar görmemesi için çaba harcayacak.

Dirilere Ölülere Gösterdiğimiz Saygıyı Göstermez Olduk!

– Topu taca attınız! Bütünün parçası olmanın idraki de kendisi de “Zor iş” vesselam

-Haklısınız!  Hele de bizimki gibi nekrofilik eğilimleri ağır basan toplumlarda zor iş! Diyoruz, demesine de, “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” gibi de bir tembih var ki, ölü seviciliğin karşısına dağ gibi dikileceğini sanırsınız!  Bizim diğer dillerde rastlanmayan “canın sağ olsun” diye de bir repliğimiz vardır.  Ama şekilde görüldüğü gibi öyle olmuyor. İtiraf edelim ki, yaratılanı kendi dünya tasavvurunda yer alabildiği kadarıyla umursayanların sayısı, Yaratan’dan ötürü sevenden kat be kat fazladır. Kendi gereksinimlerimizin hedefi olmayan herkes ve her şeyi “gerçekdışı” saymaya, renksiz ve ağırlıksız bulmaya teşneyiz.  Dirilere, ölülere gösterdiğimiz saygıyı göstermez olduk.

Nazım Hikmet Yaşasaydı Stalin Zulmünü Gören Birisi Olarak Komünizmi Savunmaya Devam Eder Miydi?

-Neden?

– Çünkü, ölüler güvenlidir, güttüğümüz davaya  ihanet etme potansiyelleri yoktur. Şöyle düşünün, Nazım Hikmet gibi olağanüstü duyarlı bir adam yaşasaydı, Stalin zulmünü yerinde gören birisi olarak komünizmi savunmaya devam edebilir miydi? Büyük ihtimalle, hayır, çünkü namuslu, dahası yaşam sever bir şairdi. Peki, siz sosyalizme, sosyalizm derken kafanızdaki sosyalizm kurgusuna adanmış biri olsanız, rahmetlinin tasavvur ettiğiniz kişiliğine yani anısına mı revaç verirdiniz, ütopyanıza zarar verme potansiyeli olan dirisine mi?  Elbette, anısına revaç verirdiniz. Neden insanlar ölünce kahraman olurlar? Matluba uygun olmayan vasıfları elbirliği ile hasıraltı edilir de ondan.

-Ölünün arkasından konuşulmaz da inançlarımızdan birisi değil midir?

-Elbette öyledir. Yaşam sever, bu şiara unutmak ve affetmek için sarılır; ölü sevici, ussal kurgularına halel getirmemek için. Bakın, nekrofilinin bir tanımı da,  anılara düşkünlük, hatta nostaljidir. Meydanlara dikilen heykellerin, “yaşanan”da değil, “yaşanması gereken”de odaklanma bağlamında, nekrofilik dünya görüşüne işaret ettiği söylenir. Düşünün ki,  ölüler konuşamazlar, nekrofilin insani kimliğini, kendisine biçtiği değeri, olağanüstü yeteneklerine olan inancının kaynaklarını, başarılarının aslını sorgulayamazlar. Ölüler eleştiremezler, cevap yetiştiremezler, nekrofilin hatalarını yüzüne vuramaz, sitem edemezler. Nekrofilin huzuru morgun sessizliğinde bulduğu anlatılır, morgun yani muhalefetin söz konusu olmadığı mutlak itaat ortamının sessizliğinde. 

-Aslî itaatin muhalifi olan her itaat batıl sayılmaz mı?

-Müslümansanız, öyledir ama Müslümanım demekle Müslüman olunmadığını da en iyi siz biliyorsunuz, Ayşe Hanım.  İslam’ın heykele sıcak bakmamasının nedeni putlaştırmadır derken, “put”un telmihine dikkatinizi çekerim. Heykelden, resimden öte, bir “kurgu”dur put. Narsistin, ölü seviciye evrildiği bir nokta, “kurgu”nun hakikata galebe çaldığı nokta. Yargısız infazcılar, bebek katilleri, işkenceciler, önlerinden akıp giden “sahici yaşam”a entegre olamayan, tecrit olunmuşluk duygusunun cenderesinden kurtulamayan ölü sevicilerden çıkar. Kendi bedenini hedef alan uyuşturucu kurbanı da nekrofildir. Keza intihar eylemcisi de.

Terör Kapana Kısılanların,Tükenmiş Ruhların Eylemidir…

-Rahmetli Kiraz’a kıyanlar, o odadan sağ çıkmayacaklarını sizce biliyorlar mıydı?

-Bilmiyor olmaları pek ama pek küçük bir ihtimaldir derim. Bakın, ötekini korkutarak istediğini elde etme çabası, yani, terör, bedbaht olduğu kadar da kısır bir eylemdir. Tasavvurlarına ulaştırabilecek tüm yolların kendilerine kapalı olduğunu düşünen, kapana sıkışmışlık duygusundan kurtulabilmek için her türlü melaneti göze alabilecek kadar tükenmiş ruhların gök kubbede son bir seda bırakabilmek için başvurdukları  biçare hamle. 

Rahmetli Kiraz’ın Canını Bağışlama Karşılığında Öne Sunulanlar Da Gezi Sözcülerinin Talepleri De Gerçeklik Kaybını Gösterir…

-Bedbaht ama yine de narsist?!

-Ölü seviciliğin olmazsa olmazı narsisizm.  Rahmetlinin canını bağışlama karşılığında talep ettiklerini hatırlayın. Böyle bir listenin sunulabilmiş olması bile infazcıların  “gerçeklik”  algılarının ne denli tahrif edilmiş olduğunu gösterir. Hiç kendimizi kandırmayalım,  Gezi’nin temsil yetkisi kendinden menkul sözcülerinin ortalığı yakıp yıkmamak karşılığındaki talepleri de gerçeklik kaybının işaretleriydi.

-Direnişe katıldıkları için gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmaları, haklarında hiçbir soruşturma açılmayacağına ilişkin açıklama yapılması taleplerinden mi söz ediyorsunuz?  

– Onlar ve diğer heybetli talepler. Böylesi taleplerin onurlandırılabilme ihtimalinin, ancak kurgusal dünyalarda var olabileceğine dikkatinizi çekmeye çalışıyorum. Buna ve telmihlerine.

Şiddet Muhalefetin Araçlarından Birisi Olamaz

-Gençliğin doğal hali olarak görüyoruz muhalefeti, hak ve adalet arayışını. Ancak her böylesine platform bir müddet sonra bir örgütün güdümüne girebiliyor. Gençler kendilerini hak adalet derken bir örgütün sözcüsü konumunda buluyorlar. Ama bunu da asla sorgulamıyorlar.

-Teker teker cevaplamaya çalışayım. “Hak ve adalet arayışı” ancak yaşam sever  toplum düzeninde, yani, sizden farklı düşünenlerin haklarını da kapsıyorsa anlamlıdır. Şiddet, muhalefetin araçlarından birisi olamaz. Cana, mala yönelik şiddet uygulayanın yaşı ne olursa olsun, “doğal halidir” diye geçiştirilemez.  Kaldı ki Türkiye genç! Üstelik, genç kalsın da, AB ülkelerine karşı kozumuz olsun istiyoruz. Oysa, ne genç olmak, ne de “örgüt” mensubiyetinin ima ettiği meşruiyet, habasetten eksiltmiyor, Ayşe Hanım. Öte yandan, şiddete eşdeğer karşı şiddetin hayırhah olmadığı da açık,  öyle  değil mi?  

-Ne yapılabilir?

-Genç insanların sahici yaşama entegre olmalarını sağlayacak, kısa, orta, uzun vadeli programların başarılı olduklarını biliyoruz. Nereden biliyoruz, meselâ, kendisi sokak çetelerinden gelip, 2001’de ABD Dışişleri Bakanlığına yükselen Harlem doğumlu karaderili Colin Powell’ın Kaliforniya’nın şiddet bağımlısı ergenlerini iyileştirmek üzere uyguladığı geniş kapsamlı koçluk programları vardı.  Silâh tutkusunu atıcılık sporuna dönüştürerek tatmin yoluna giden, izcilik ile askerlik arası gençlik kulüpleri, kamplar kurulmuştu. Başkan Kennedy’nin programları vardı. Ak Parti’de Halide İncekara’nın, Alev Dedegil’in girişimleri olduğunu biliyorum. Meselenin adını doğru koyduktan sonra bunlar yapılamayacak işler değildir. Lâkin, süreklilik, adanmışlık, ince ayar ister. Bizimki gibi milli eğitim programlarının bile bugünden yarına değiştiği bir ülkede çok zor. Zor ya da değil,  ergenlerin fıtratlarında mündemiç narsisizmi, yaşam sever bir kamuoyu önderi, bir  politikacı, bir sanayici, bir müzisyen, bir mucit, bir yazar vb vb olarak tatmin etmelerinin yollarını behemehal bulmak zorundayız. 

Her Tanrı Allah Değildir!

-Son bir soru. “Nekrofilik bir küresel köyde muhalefet çetin, lâkin her “tanrı” Allah değildir!” derken nasıl bir uyarıda bulunuyorsunuz?

-O cümle, nekrofilyanın psikopatolojik kişilik bozukluğu olmasının ötesinde, eski Mısır’dan itibaren Batı’nın kültürel mirasının bir parçası olduğunu anlatmaya çalıştığım bir metinde vardır. Bir başka söyleşide neden öyle düşündüğümü ayrıca tartışırız. Çok çok kısa söylersem, ölüsevicilikten kurtulmak için ne “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” dediğine yani topu taca attığına  inanılan (bakınız Matta İncili) Hazreti İsa’dan, ne de Eski Ahit’teki söylemlerinden  bizzat kendisinin nekrofil bir ilah olduğu anlaşılan Yahova’dan medet umabiliriz.  Küresel köyde tanrılar var ama ne her tanrı, Müslümanların Allah’ıdır, ne de bir Yunus’ları, bir Mevlâna’ları var. Bu aşamada tek şansımız katılımcı demokrasi, Ayşe Hanım.  Bırakalım, Allah’ın maydanozu gülün yanında bitiversin. Bir çiçekle bahar olmadığını idrak etmek için daha kaç milyon yüz bin yıl lâzım bu insanoğluna, bilmem ki!

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Sorunların Çözümüne Katkı Sağlamayan Yöntemler

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sorunların Çözümüne Katkı Sağlamayan Yöntemler

Einstein’in sözüdür “sorunları onları oluşturan yöntemlerle çözemezsiniz.” Yazıları çalışırken çeşitli konularda özetler okumayı seviyorum. Özet; o konudaki işlem matematiğini, hangi sonuçların ortaya çıkartığını daha hızlı algılamaya katkı sağlıyor. Unuttuklarımızı hatırlatıyor. Gündemde yine bir parti kapatma meselesi var. Yine diyeceğim çünkü siyasi tarihimizden bir mini özet yaptım. Sonuç aşağıdaki gibi…

Buradaki matematiğe bakınca parti kapatmak çözüm olmadığı gibi seçmen nezdinde de siyasi hareketi daha da güçlendirmiş, sivilleşmeye sekte vurmuş, Kürt seçmeni daha çok birbirine kenetlemiş. Tam da dağ kadrolarının arayıp da bulamadıkları propagandaya sebep olmuş. Yıllar önce bu meseleler üzerine konuşurken Leyla Zana, Sırrı Sakık gibi isimlerin aralarında olduğu kuşak için ‘konuşulabilecek son kuşak’ lafını çok işitmiştim. Parti kapatma kararını elbette yargı verecek, ancak bunun etkileri üzerine geçmişe bakarak bir değerlendirme yapmakta fayda var. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki; Kürt seçmen çok disiplinli, parti örgütü olmasa da çok iyi örgütleniyor. Çok hızla yeni bir oluşuma çok daha da güçlenerek gidiyor. Parti çatısı altında örgütlenemediğinde ittifaklar içinde ya da bağımsız her şekilde milletvekili çıkartıyor. Siyasi tarihimizde sayısız örneği vardır. Alınacak bir kararın ayrıca HDP’den sonra Kürtlerden en çok oyu alan parti olan Ak Parti’ni seçmen kitlesini etkileyeceğini de görüyorum. Siyasi kararları alırken verilerin yol gösterici olması gerektiğine inanarak kısa bir özeti paylaşmak istiyorum.

1923-1960 yılları arasındaki süreçte partiler en çok irtica ve komünizm gerekçesiyle kapatıldı. 1965 yılına kadar Siyasi Partiler Yasasına sahip olmayan Türkiye’de partilerin tabi bulunduğu hukuki statüsünün belirlenmesinde de problemler yaşandı. Bu dönemde partiler farklı kurumlar tarafından kapatılmışlar. 

1960 ÖNCESİNDE KAPATILAN PARTİLER… 

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası -1925 Türkiye’de irtica gerekçesi öne sürülerek kapatılan ilk parti olmuş. İslam Koruma Partisi- 1946,Çiftçi Köylü Partisi -1946, Türk Sosyal Demokrat Partisi-1946, Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi-1946, Türkiye Sosyalist Partisi-1952, Türk Muhafazakâr Partisi 1953; Millet Partisi ( MP) – 1954;İslam Demokrasi Partisi – 1952, Vatan Partisi – 1957

1960 SONRASINDA KAPATILAN PARTİLERDEN BAZILARI

İşçi-Çiftçi Partisi 1968, Türkiye İşçi Partisi 1971, Türkiye İleri Ülkü Partisi 1971, Milli Nizam Partisi 1971, Büyük Anadolu Partisi 1972, Türkiye Birleşik Komünist Partisi1991, Sosyalist Türkiye Partisi 1993, Özgürlük ve Demokrasi Partisi 1993, Demokrat Parti 1994, Yeşiller Partisi 1994, Sosyalist Birlik Partisi 1995, Demokrasi ve Değişim Partisi 1996, Emek Partisi 1997, Refah Partisi 1998, Demokratik Kitle Partisi, 1999, Fazilet Partisi 2001… 

HEP’TEN HDP’YE 7 PARTİ

Kürt siyasi partilerinin temelleri 1987’de SHP’nin yüzde 24 alarak 99 milletvekili çıkardığı seçimlerde atıldı. Seçmen ilk kez Kürtlerin örgütlü olarak desteklediği bir parti çatısı altında Meclis’e milletvekili gönderdi. SHP’nin 1989’da Paris’te yapılan Kürt Konferansı’na katıldıkları gerekçesiyle 7 Kürt milletvekilini ihraç etmesi legal Kürt siyasi partisinin doğmasına sebep oldu. İhraç edilen milletvekillerinin girişimiyle 1990’da Halkın Emek Partisi HEP kuruldu.

1990’da kurulan HEP’in Genel Başkanı Fehmi Işıklar idi. 20 Ekim 1991 Genel Seçimlerinde SHP ile ittifak yapan parti SHP listesinden 18 milletvekiliyle Meclis’e girdi.1993’te parti kapatıldı…1993’te eski HEP’li vekiller DEP grubunu kurarak SHP’den ayrıldılar. Leyla Zana’nın Kürtçe yemini ile başlayan kriz 1994’te dokunulmazlıkların kaldırılmasına kadar devam etti. Anayasa Mahkemesi DEP’i 16 Haziran 1994’te kapattı.

1994’te Murat Bozlak başkanlığında Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kuruldu. HADEP Kongresi’nde açılan Öcalan posteri ve PKK bayrakları, Murat Bozlak ve bazı parti yöneticilerinin tutuklanmasına neden oldu. Anayasa Mahkemesi13 Mart 2003’de HADEP’i kapattı.

24 Ekim 1997’de Demokratik HalkPartisi (DEHAP) kuruldu. “Örgütlenmesini tamamlamadan seçime girdiği” iddiası üzerine 2002’de kapatma davası açıldı. DEHAP2005’de kendini feshetti. Eski DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Selim Sadak ve Leyla Zana 2004’te hapisten çıktıklarında 2005’de Demokratik Toplum Hareketi (DTH) adıyla yeni bir siyasi hareketin öncüleri oldular. DTP ismiyle partileşen hareket 2007 yılında seçime bağımsız girdi. 11 Aralık 2009’da Anaya Mahkemesi oy birliği ile DTP’nin kapatılmasına ve 37 kişiye beş yıl siyaset yasağı uygulamasına, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un milletvekilliklerinin düşürülmesine karar verdi.

İstanbul bağımsız milletvekili Ufuk Uras’ın katılımıyla grup kurmak için yeterli sayı olan 20 milletvekiline ulaşınca, 2 Mayıs 2008’de mecliste Barış ve Demokrasi Partisi adıyla yeni bir grup kuruldu. Selahattin Demirtaş Genel Başkanlığı kazandı. 2011 Genel seçimlerinde 36 milletvekili çıkardılar. 27 Ekim 2013tarihinde Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel Eş Başkanlığında mecliste Halkların Demokratik Partisi adıyla yeni bir parti kuruldu. Başka partilerin katılımıyla Türkiye solunun bazı parti ve örgütleri, HDP adı altında bir araya geldi. 28 Nisan 2014’de BDP milletvekilleri HDP’ye geçti. HDP adıyla milletvekilliği seçimlerine, BDP adıyla yerel seçimlere girmeye karar verildi. HDP, 7 Haziran 2015seçimlerinde yaklaşık altı milyon oyla yüzde 13, 12 alarak 80 milletvekili çıkarttı. 1 Kasım 2015’deyenilenen seçimde 59 milletvekili çıkartabildi…

Siyaset elbette davalar, fikirler değerler üzerinden yapılır. Ancak sonuçlara bakmakta da fayda var. 

Dağ Ne Kadar Yüce Olsa…

Tarafgir Olmadan Değişimi Okumak

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tarafgir Olmadan Değişimi Okumak

Bugünlerde Osmanlı’nın son yüzyılı üzerine çok şey okuyorum. “Aşırı Batılılaşmış” padişahları, padişah ailelerini, saray çevrelerini, seçkinlerin hayatlarını okuduğum her yazıda “kültür değişimini” hep ideolojik kümelerden yorumladığımızı görüyorum. Belki de bunun için muhayyel bir Batı ve muhayyel bir doğu ekseninden çıkamıyoruz.

Saraydan ve seçkinlerden başlayan Batılı yaşam alışkanlıklarının toplumun farklı katmanlarına yayılması ya da yayılamaması da sosyal psikolojinin meselesi olarak daha çok ele alınmalıydı diye düşünüyorum. Ancak böyle olduğunda evlerinde Fransızca konuşan Osmanlı ailelerini, piyano çalan sultanları, halife çocuklarını, Cumhuriyet’in kurucu neslini, modernleşme ye da modernleşememe paradokslarımızı farklı değerlendirebilirdik. Özetle tarihe ideolojik kümelerden bakmasaydık daha az kutuplaşırdık kanaatindeyim.

Elbette hiçbir şey için vakit geç değil… Bu konuyu böyle ele alan öncü isimlerden birisi davranışçı psikolojinin Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden birisi olan Mümtaz Turhan ve Erol Güngör olmuştur. Bu iki isim batılılaşmayı bir tarafgirlik üzerinden değil olağan bir süreç olarak ele alırlar. Mümtaz Turhan’ın iki kitabı köy ve şehir ekseninde değişimin hayata akseden ya da edemeyen yönlerini ele alır. “Kültür Değişmeleri” ve “Garplılaşmanın Neresindeyiz?” isimli kitapları adeta Türkiye’ye dair illa da okunması gereken iki temel eserdir. Lale Devri’nden başlayarak kültür değişmelerini, sosyal psikolojiyi de esas alarak  davranışlarla izah eder. “Mümtaz Turhan hoca devlet bursuyla Almanya’ya psikoloji okumaya gider. Doktorasını yine orada deneysel psikoloji alanında yapar. Gestalt Psikolojisinin mucidi Max Wertheimer’in öğrencisi olur. 1936’da Türkiye’ye döndüğünde  İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tecrübî psikoloji kürsüsünde asistanlığa başlar. Yüz ifadelerinin yorumlanmasına ilişkin deneysel araştırmasıyla 1939’da doçent olur. Yaz tatillerinde köyüne gider ve orada şehre göç edip dönmüş olanların yüz ifadelerini ve davranışlarını inceler. “Yüz İfadelerinin Tefsiri Hakkında Tecrübi Bir Tetkik’’ konulu teziyle doçent olur. Sonra İngiltere’de Cambridge’de ikinci doktorasını Lâle Devri’nden Meşrutiyet Dönemi’nin sonuna kadar büyük şehirlerde meydana gelen kültür değişmelerini inceleyerek yorumladığı “kültür değişmeleri” konusu üzerine yapar.

1950’de profesör unvanı alır. Çalışması, “Kültür Değişmeleri” adıyla 1951 yılında yayınlanır. Batılaşmayı eleştirmez, bunu doğal bir sonuç olarak görür ve hatta neden daha Batılılaşamadık sorusunu sorar. Konuya ideolojik değil yaşamdan bakar. Bugün de Türkiye’nin kültür değişmelerine ideolojik perspektiften değil yaşamdan bakmaya ihtiyaç var. Ama evvelini; köylerden davranışlara, jest ve mimiklerden yüz ifadelerine değişimi anlamak için Mümtaz Turhan’ın kitaplarını bulup okumanızı öneririm.

MAHVİYETKÂR

Kültür tarihi okumanın güzel tarafı da unuttuğumuz kelimeleri hatırlatıyor olması. Bu güzel kelimeyi de Şerif Muhiddin Targan’a dair yazılanları okurken rastladım. Murat Bardakçı Safiye Ayla’yı anlattığı kitabında Hz. Muhammed’in torunu olan Şerif Muhiddin Targan’ın bu kelimeyle anıldığını yazmış. Mahviyetkâr; yani alçakgönüllü……

Şerif Muhiddin 1924 de gittiği New York’da viyolonseli ile konserler verir, önemli oda gruplarında çalar ve Amerikan müzik çevrelerinde Prince Muhiddin adıyla şöhret bulur. Dostlarının arasında Mehmet Akif olduğu gibi ABD Başkanı Theodore Roosevelt’in oğlu Archibald Roosevelt de var. Öyle ki Mehmet Akif ortak dostları olan A.Roosevelt’e ithafen bir şiir yazar.

Bu hafta konuğum bir kültür tarihçisi olan Bilen Işıktaş. Peygamber’in Dahi Torunu: Şerif Muhiddin Targan, Modernleşme, Bireyselleşme, Virtüozite isimli kitabı ekseninde  Osmanlı’nın son yüzyılının mahviyetkâr olduğu için çok bilinmeyen ama  önemli portrelerinden birisi olan Şerif Muhiddin Targan’ı konuşacağız. Aynı zamanda kendi tarzı olan bir udi olan Targan’ın müzik üslubunu sürdüren Bilen Işıktaş ile sanatçının estetik üretimine ve mirasına dair sohbet edeceğiz. Bu arada Şerif Muhiddin Targan’ın maddi mirasını da Murat Bardakçı’nın Safiye Ayla kitabından alıntıladığım notlarla paylaşıyorum.

SAFİYE AYLA VE ŞERİF MUHİDDİN’İN MİRASI

Safiye Ayla ile 1950 de evlenen Şerif Muhiddin 1967’de vefat ediyor. Evlilikleri Safiye Ayla’nın hayatını değiştirir. Ondan sonra sadece radyoda okur ve her sene profesyonelce organize edilmiş bir konser verir. Safiye Ayla evlenme sebebini anlatırken “İstanbul’da tek dost buldum o da Şerif Muhiddin’di” diyor.  Safiye Ayla mirasını Türk Eğitim Vakfı’na bırakır. Onların Türk Eğitim Vakfı’na sağladığı imkanlarla  bugüne kadar 2000’e yakın öğrenciye burs verilir. “Şerif Muhiddin Targan ve eşi Safiye Ayla Targan Bursu” ismini taşıyan burslar vasiyetleri gereği Türk-Batı müziği ve resim eğitimi alacak başarılı, kabiliyetli ve maddi desteğe ihtiyacı olan gençlere günün şartlarına uygun rakamlar üzerinden verilmektedir.

Şerif Muhiddin ve eşi Safiye Ayla’nın Türkiye’de müziğin gelişmesine katkılarının büyük olduğunu altını çizerek hayırla yad ediyoruz.

HER YER İLETİŞİM OLDU

Hayat mekanlardan ortamlardan çekilip dijitale taşınırken her yer daha da iletişim oldu.

Altın kural: Yeni çağın iletişimi parçalı bir iletişim, yekpare değil. Bloklar yok, bloktan kopan parçalar var.

Büyük kitleler halinde hareket kabiliyeti de imkanı da yok. Böyle olunca da bir kitleye genel mesajlar vermenin anlamı da yok. Siyasetçilerin ezberledikleri klişeler etkisizleşiyor. İletişimde “klişe her zaman iş yapar” derken artık “klişeleri değiştir” diyoruz.

İletişim artık büyük kütlelerle değil, minik de olsa küçük ve çeşitli gruplarla “birlikte” yapılıyor. Birlikte olmak beraber yürümeyi gerektirmiyor. Filan konuda birlikte olabiliriz, falan konuda ayrışabiliriz. İttifak edilen küçük gruplar içinde konular bütün değil. Bazı konularda ittifak edilebilir bazı konularda karşı karşıya gelinebilir. Bu dönemde kriz yönetimi eskisinden daha çok önem kazandı. Çok iletişim, sürekli kriz demek.

Siyasetin temaları yani konuları da değişti. Rasyonel siyaset zemini, yerini iletişimde duyguları  hedef alan siyasete bıraktı. Akılcılık ile duygular arasında denge kurmak eskisinden daha zor. Çünkü duygular da çok parçalı ve karmaşık. Akıllar da öyle.

Çok parçalı, çok konulu, çok duygulu ittifaklar dönemine siyasetçiler ne kadar hazır bilmiyorum. Siyaset iletişiminde “ya benimsin ya da toprağın” anlayışı tarihe karışıyor.

Not: Bu arada Ak Parti İstanbul İl Başkanlığı’nda nöbet değişimini izliyorum. Yeni başkan Osman Kabaktepe’yi ve yönetime yeni katılanları kutluyorum. Ankara siyasetin aklıysa, İstanbul siyasetin kalbidir diyerek hepsine de başarılar diliyorum.