Tanklar ve Sözcükler

Tanklar ve Sözcükler

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tanklar ve Sözcükler

Türk Kahvesi programında pazar günü Ankara Üniversitesi’nden iletişim bilim profesörü Nuran Yıldız’ı konuk edeceğim. Program için hazırlanırken, hocanın askerin iletişimi üzerine  Türkiye’deki ilk çalışma olan “Tanklar ve Sözcükler/Türk ordusunun Medya ve Siyasete Spin Etkisi” isimli kitabını, orduya dair klişe cümlelerle dolu sohbetlerimizi düşünerek büyük bir merakla okumaya başladım.

Nuran Yıldız “Orduların iletişim süreçlerinde önemli olan insanların ordulara bakarken bir silaha mı bir silahlı güce mi,yoksa refah ve güvenliğin teminatı bir araca mı baktıklarıdır” sözüyle kitaba giriyor. Kitabı yazmasına sebep olarak da “çağdaş ülkelerde asker siyasete müdahil olmaz” safsatasını gösteriyor. “ Çağdaş ya da değil her ülkede asker siyasete müdahale eder. ‘Çağdaş’lar bunu kapalı kapılar ardında yapar, bizimkiler kamuoyu önünde. ‘Çağdaş ülkelerde darbe olmaz’ diyorsanız bu doğru. Ayrıca bu kitapla askerin rahatını kaçırmak istedim, iletişimlerini gözden geçirmeleri için. Siyasetçinin rahatını kaçırmak istedim. Özeleştirilerini yapmadıkları için. TSK karşısındakilerin rahatını kaçırmak istedim, meydanın boş olmadığı göstermek için...”

Bir konferansta ona yöneltilen “ABD İngiltere gibi çağdaş ülkelerde askerler siyasetten uzak dururken, Türkiye’de neden siyasete müdahil oluyorlar? Bu demokratik midir?”  sorusuyla başlayan asker-siyaset-toplum iletişimine dair merakı sadece teoride kalmıyor, bir dönem Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’a danışmanlık yapıyor. Bu arada FETÖ’nün de hedefine girdiğini ve onlarında kendisiyle çok uğraştığını da belirtmek isterim.

Bu soru sahiplerine ben de bu konuda ne bildiklerini soruyorum. Yanıtları genellikle suskunluk ve genel geçer bilgilerden öteye gitmiyor. Hollywood’da Pentagon’un bir bürosu olduğunu 1-2 protest yapımcı dışında neredeyse tüm film senaryolarının bu büroya 5 kopya halinde sunulduğunu, Pentagon yetkiliklerinin filmlerdeki tüm diyalogları Amerikan politikaları konusunda denetleyip düzenlediklerini bilip bilmediklerini, Pentagon’un strateji danışmanlarından Barnett’in yazdığı ‘Pentagon’s New Map’ kitabında anlattığı  gibi ABD’nin uluslararası politikalarının Pentagon tarafından belirlendiğini bilip bilmediklerini soruyorum.” Kitaptaki bilgilere bir ilave olarak üzerine bir notu da ben paylaşmak isterim.

PENTAGON’UN KEŞFİ: MARİLYN MONROE

Norma Jeane Mortenson II: Dünya Savaşı sırasında ABD ordusu için insansız hava aracı üreten Radioplane fabrikasında çalışan genç bir kadındır. Ronald Reagan ise o dönemde ABD Hava Kuvvetleri Film Stüdyosu Birliği’nin başında bulunan bir yüzbaşıdır. Genç bir fotoğrafçıyı ordunun dergisi için Radioplane fabrikasında üretilen dronları görüntülemek üzere gönderir. Dronelar güzel bir kadın eşliğinde tanıtılmalıdır ve o kadın daha sonra Marilyn’in Monroe adıyla şöhret olan Norma’dır…

1942 yılında ABD Başkanı F. Roosevelt, John Ford ve Frank Capra gibi yönetmenlere film sipariş eder. Pentagon Hollywood’da bir irtibat bürosu açar. Franck Capra o dönemde Niçin savaşıyoruz? adlı bir dizi film çeker. O zamandan beri Hollywood ve Washington-Pentagon işbirliği devam eder…

OSMANLI- AMERİKALI KARŞILAŞMASI VE BOĞAZİÇİ…

Geçen hafta ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price’ın Boğaziçi Üniversitesi ile ilgili protestocuların gözaltına alınmasından endişe duyduklarını belirtip, “Temel hakları için mücadele edenlerle omuz omuzayız” açıklamasını okuduğumda gözümün önüne tarihin tozlu sayfalarına karışmış ilginç anekdotlar geldi. Malum, 1957’de yüksekokul olan, 1971’de Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşen Robert Koleji Amerikan toprakları dışındaki kurulan ilk modern Amerikan okullarından biri. Ama nasıl kurulur!

Cyrus Hamlin en büyük hayali olan bu okul için finansörü Cristopher Robert’tan ve bağışçılardan para toplayadursun uygun bir arsa için de arayış içindedir.  Hamlin’in çok beğendiği bugünkü arsası ummadığı bir şekilde kendisine sunulur. Bu yer Ahmet Vefik Efendi’nin yeridir. Ahmet Vefik Efendi’nin bu yeri neden sattığının öyküsü oldukça ilginç. Hamlin, hatıralarında bu olayı Ahmet Vefik Efendi’nin kendisine anlattıkları ile kaleme alır. Ahmet Vefik Efendi Paris Büyükelçiliği zamanında cebinden yapmak zorunda kaldığı büyükelçilik harcamalarının Saray tarafından kendisine ödenmemesine kızmıştır. Hamlin’in söylediğine göre, daha sonra Sadrazam Ali Paşa, Ahmet Vefik’ten bu arsayı geri satın almasını ister, Vefik Efendi’nin cevabı; “Hay hay, Paris’teki sefaretin devlet adına yapılan masraflarını bana öderseniz, büyük bir zevkle geri alırım.”
Olayın başka bir ilginç boyutu da var: Sadece Osmanlı değil, Fransa, Rusya ve Cizvitler de okulun yapılmasına karşıdır. Cyrus Hamlin daha bu araziyi almadan önceden başlamak üzere, yaklaşık on yıl süreyle Babıali ile amansız bir “mücadele” verir. O kadar ki Robert Kolej’in açılışı ve yeni binaların inşaatı sırasında Sadrazam Ali Paşa öylesine huzursuz olmuştu ki, Hamlin’in aktardığına göre, “Bu Mister Hamlin hiç ölmeyecek mi, bu kolej meselesinden beni kurtarmayacak mı?” diye şikâyet etmişti.
Okulun inşaat izninin alınması tesadüfen İstanbul’u ziyaret eden Amerikan Donanması’nın başı Tuğamiral David G. Farragut’un devreye girmesi ile sağlanır. Hamlin meseleyi kendisine açar ve İstanbul’da yapacağı görüşmelerde bu kolej işinin ne olduğunu sormasını ister. Tuğamiral İstanbul’dan ayrıldıktan kısa bir süre sonra beklediği inşaat izni çıkmıştır. Bu bilgileri okuduğum, “Cyrus Hamlin: Misyoner, Eğitimci, Müteşebbis” başlıklı makalesinde Uygur Kocabaşoğlu, “Hamlin öyle anlaşılmaktadır ki, yıllar süren ısrarcılığı ve mücadelesiyle sonunda ‘gambot diplomasisi‘ni harekete geçirmeyi ve istediğini elde etmeyi başarmıştır.” der. İnşaat iki seneden az bir sürede tamamlanır ve 1863’te Bebek Seminary Okulu’nda Cyrus Hamlin dışında, ikisi Amerikalı, biri Yunanlı, biri, Fransız, biri İtalyan ve biri de Ermeni yedi profesörü ve 4 öğrencisi ile öğrenime başlayan Robert Kolej 1871 Mayıs’ında yaklaşık 60.000 bin dolara mal olan yeni binaya taşınır. Ama resmi açılış töreni ABD’nin bağımsızlık günü olan 4 Temmuz’da pek görkemli bir şekilde yapılacaktır.

Tanklar ve Sözcükler

Türkiye’yi Merkez Edinmek

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Türkiye’yi Merkez Edinmek

Türk Kahvesi’nde düşünce dünyamızı zenginleştiren konuklarla sohbet etmeyi kendi adıma da izleyiciler adına da büyük bir kazanım olarak görüyorum. Geçen pazar sohbet konuğum olan Prof. Dr. İsmail Kara ile yaptığımız programın ardından arayan pek çok kişi oldu.

Onların özellikle üzerinde durduğu ve Mustafa Kutlu’nun bir sorusuyla daha da açılan bir bahsi, programdan bir bölümü olduğu gibi vermek istiyorum: İsmail Kara’nın “imkan ve problemlerini bir arada tartışmalıyız” dediği konulara dair bir gözlemimi paylaşıp sözü hocaya bırakacağım.

İslamcı kesimden gelen ailelerin çocukları lise, üniversite yıllarına gelince yüzlerine çarpan bir gerçekle karşılaştılar. Çocukların ailelerine isyanlarının yönü, HDP gibi sol partilere eğilimle sonuçlanmıştı. Onların fikir zeminlerindeki Kürt milliyetçiliğini önemsemedikleri gibi görmüyorlardı da. Ya da daha enternasyonal, Batı merkezli, ülkesini küçümseyen fikirlere değer veriyorlardı.

Yurt dışına doktoralar, eğitimler derken karşımıza “Batının sömürge geçmişini abartıyorsunuz, özgür düşünce orada” diyen  ya da selefi fikirlere prim veren gençler çıktı. O zaman yüzümüze çarptı ki biz çocuklara İslamı bir yaşam modeli olarak anlatacağız derken kendi topraklarımızı merkez edinen bir şuur vermeyi ihmal etmişiz. Nerede hata yapılmıştı? Bunun savrulduğu yerin altını çizmek istiyorum. Filistin’i gerçek dava olarak benimserken kendi toprağına yabancı kalmaktan söz ediyorum.

TÜRK KAHVESİ’NDE İSMAİL KARA

AB: “Türkiye’nin problemi, Doğu-Batı kıskacında kalması değil kendisine bir merkez bulamamasıdır. Türkiye’de enternasyonalizm solculuğu, Turancılık milliyetçiliği, ümmetçilik İslâmcılığı merkezden kopardı. Problem Doğu-Batı problemi değil, Türkiye’de eğitim almış insanların hangi fikre ve ideolojiye mensup olursa olsun Türkiye’den bir şekilde kopmasıdır. Başka bir şekilde söylersek merkezinin olmayışıdır. Eğer merkezde anlaşabilirsek konuşabilme oranımız, konuşma kalitemiz ve insanlığa hitap etme kapasitemiz yükselecek.” Bu sözlerinizi açacak olursak ne söylersiniz?

İK: Türkiye’nin merkezini unutmasını, kaybetmesini çok önemli bir problem olarak görüyorum. Buna bağlı olarak birbirinden çok farklı yerler de duruyormuş gibi gözüken ideolojilerin İslamcılığın, solculuğun ve milliyetçiliğin Türkiye’yi merkezden çıkarmak yahut da kendi merkezlerini kaybetmek noktasında birbirlerine çok benzediğini söylüyorum.

Milliyetçiliği de Turancılık dolayısıyla buna dahil ediyorum.

Milliyetçilik Türkiye’den nasıl kopuk olur? 

Milliyetçilik Türkiye’yi merkeze alır. Fakat Turancılık Türkiye’nin dışında bir yeri merkez alır. Bu durum Cumhuriyet ideolojisinde de vardır. Cumhuriyet ideolojisinin hem güneş dil teorisi hem Türk tarih tezi Orta Asya’ya bakar. Ziya Gökalp’e bakarsanız Turancılık Türkiye’nin dışında bir yerdir. Milliyetçilik-Turancılık ilişkisi paradoks gibi gözükür ama böyledir.

Peki ya ümmetçilik?

Ümmetçilik radikal İslamcıları ve yeni selefileri Türkiye’den kopardı. Bu problem bugün azalmış değil. Bugün ne İslamcılık, ne solculuk ne milliyetçilik 60- 70’li yıllarda gibi değil ama bunların Türkiye’nin merkezin kaybetmesiyle ilgili olan düşünceleri geri döndü mü diye bir soru sorarsak buna evet dememek çok zordur. Bu merkezi kaybetmek meselesi benim çok önemsediğim bir meseledir. Türkiye bu konuda mesafe kat etmediği sürece muhtemelen düşünce düzeyinde bazı problemlerini hiç çözemeyecek. Fiili olarak da problemlerinin bir çoğunu çözemeyecek.

Mesafe kat etmesi için ne gerekiyor? 

Türkiye’yi tekrar merkez edinmenin yollarını araması gerekir

Yeni bir milliyetçilik bakışı diyebilir miyiz?

Milliyetçiliği nasıl kullanacağımıza bağlı bir şey bu. Soğuk savaş sonrası için tema olarak milliyetçilik idare edilen ülkeler için tu-kaka edilen bir düşüncedir. Fakat esas dünyanın  siyasi ve kültürel merkezleri için milliyetçilik yükseltilen bir şey oldu. Buna dikkat etmek gerekir. Türkiye ve İslam dünyasındaki aydınların bunu bildiklerini ve siyasi sebeplerle bunu unutturduklarını düşünüyorum. Türkiye’de milliyetçilikten bahsetmek tehlikeli bir bölgeye intisab etmek demektir. Ben onun için milliyetçilik kelimesini kullanmıyorum Çünkü üzerinde geniş açıklamak yapmak gerekir. Fakat Türkiye’yi merkeze almak demek kendimizi merkeze almak demektir. Fert olarak insan, toplum olarak varlık alanı kendisini merkeze almadığı zaman hiçbir şey yapamaz… Bizim meselemiz Doğu-Batı kıskacında kalmak değildir, biz zaten bu kıskaçtayız. Türkiye’nin kendisini merkeze alması demek kendisine kapanması da demek değil. Bu Türkiye’nin de İslam’ın da tarihinde zaten. Türkiye’yi merkeze alınca en yakın halka olarak İslam dünyasına açılacak. Sonraki halkalar diyelim ki Avrupa ve bütün insanlık tecrübesi var. Önemli olan merkezin bilinmesidir. Yeni bir merkezin inşa edilmesidir.

Mustafa Kutlu: İslam dünyası ve Türkiye şimdiye kadar modernleşme ve İslamlaşmayı, Cumhuriyet ideolojisi içinde din parantez içine alınsa da beraber götürdü. Kazanan kim oldu? Kimin hükmü yürüyor?

İK: Türkiye’nin kendini merkez edinmesi bu problemi çözmekle mümkündür.

Modernleşmenin iddiası; modernleşme sürdükçe din ortadan kalkacaktı. Ama kalkmadı din geri geldi. Avrupa’da dindarlık ferdileşti, kurumsallık bitti. Ama İslam dünyasında böyle olmadı. Hem ferdi dindarlık devam ediyor hem de cuma cemaati gibi kurumsallık yükseliyor. Din ile irtibatın kalitesi ne oluyor sorusu ayrı bir konu. İslam dünyasında din Batı dünyasından farklı olarak hem ferdi hem de “kurumsal” olarak yükselerek devam ediyor. Bu menfi bir şey değil. İkisinin varlığını birlikte sürdürüyor olmasının hem problemlerini hem imkanlarını konuşarak önemsememiz lazım. Fiili olarak durum iyi değil, potansiyel olarak iyi. Problem tarafı ağır ama imkan tarafı çok yüksek. Bu imkanı kullanabiliyor muyuz? Bu imkan dolayısıyla karamsar ve kötümser değilim. Bu imkan dine karşı olan modern düşünce ile dini bir arada götürme bakımından sadece İslam dünyasında var. Avrupa bu imkanı kaybetti. Fiili olarak görünür maddi bir güç olarak İslam ile uğraşma sebepleri de bu “imkan”dır.

“Galip gelen kim” sorusunun tek bir cevap olmaması gerekir. Savaş sürüyor.

Tanklar ve Sözcükler

Siyaset Felsefesinde Kriz…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Siyaset Felsefesinde Kriz…

Kierkegaard, felsefe tarihinin soyut mantıksal kurgularla geliştiğini ve bu nedenle bireyi, bireyin gerçek yaşamını gözden kaçırdığını düşünür. Ona göre varoluş, somut ve öznel insanın yaşamıdır. Bu nedenle felsefe somut düşünmeye, yani varoluşa yönelmelidir. Siyaset felsefesi de bundan hariç düşünülemez. Bugün var olana yönelen bir siyaset felsefesi var mı? Doğu ve Batı birçok yön hesaba katıldığında ortada evet budur diyeceğim bir cevap göremiyorum. Elbette burada aydınlara büyük iş düşüyor.

Geçen hafta siyaset felsefesinin yokluğunun çağın önemli eksikliklerinden birisi olduğunu yazmıştım. Bu yoksunluk siyaset üzerine düşünmeye mani oluyor. Geçen yüzyılın aydınları sanatçıları “maddi çıkarlar, aydınlanma ve kadim değerler” arasında kalmıştı. Ancak belirsizlik çağında parametreler adeta çillendi. Bu yüzyılda neredeyse en önemli hedef ayağını bulunduğun yere sağlam basmak haline geldi. Coğrafi sınırların ötesinde istilalardan söz ediliyor, ulus devletler teknoloji imparatorluklarını hatta sosyal medya uygulamalarını güvenlik tehdidi olarak algılıyor. Fikir Turu sitesinde Doç. Dr. Çiğdem Bozdağ’ın Tekno Ulusalcılık ve Sosyal Medya- Tik Tok Örneği yazısını tavsiye ederim.

Yine aynı sitede Amerikalı jeopolitik uzmanı Robert Kaplan’ın birçok makalesinde yer alan İmparatorluk kavramına ilişkin görüşlerini anlatan bir makaleyi de tavsiye ederim. Kaplan, imparatorlukların günümüz devlet sistemlerinden daha barışçıl ve istikrarlı bir yönetim modeli sunduğunu savunuyor. “Büyük Güç Çatışması” çağına girerken emperyalizmin perde arkasında pusuda beklediğinden, liberal emperyal düzenin “imparatorluk siyasal sistemlerinden daha acımasız olduğundan” ve bugünün dünyasında “imparatorluk” kavramının geri dönüşünden bahsediyor… Trump’ın da liberal uluslar arası emperyal güce savaş açtığını söylüyor. “ABD ve Çin tam anlamıyla küresel hakimiyet için rekabet ediyor ve Rusya da pek geride sayılmaz. 5G ağları üzerindeki rekabet nedeniyle haritadaki hemen her ülke oyunun içinde. Bu bağlamda gerçekten Soğuk Savaş gibi. Hatırlayın, Soğuk Savaş’ın ortasında İngiliz ve Fransız imparatorlukları çöktüğünde ABD ile SSCB arasındaki rekabet, Avrupa’nın ötesine geçip -Afrika ve Asya’da yeni bağımsızlığını kazanan sömürgelerin kapanın elinde kaldığı bir ortamda- hızla küresel alana yayıldı. İngiliz ve Fransızların giriştiği emperyal rekabet türü, ABD ve SSCB’nin dâhil olduğu bir başkasıyla yer değiştirdi. Elbette, resmî sömürgeler artık geçmişe mahsustu ve bu da muhtemelen insanlığın ahlaki gelişiminden ziyade artık iktisadi bir anlam taşımadıkları içindi.”

Kaplan, ABD’yi de SSCB’yi de -Çin’den farklı olarak- misyoner güçler olarak görüyor; zira “her ikisi de kendi değer sistemini dünyaya dayatmaya ve tarihin gerçekte kimin tarafında olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Yeni pazarlar ve iktisadi sömürü arayan -ve hedef ülkelerin siyasi sistemlerine kayıtsız kalan- Çin, aslında emperyalizmi klasik, misyonerlik öncesi köklerine geri döndürdü.” Dikkat çekici bir yazı, özellikle siyaset felsefesiyle ilgilenenlere tavsiye ederim. 

PEKİ YA MARKSİZM!

Endüstri ve İmparatorluk adlı metni çerçevesinde Hobsbawn ise bu konuya farklı yorum getirenlerden. İngiliz Marksist Tarih Araştırmacılar Derneği’nin bir üyesi olan tarihçi Hobsbawm  bugün hayatta olmasa da fikirleriyle yeni bir siyaset felsefesine yol gösterenlerden. Yeni sol hareketler üzerine The Guardian’a verdiği röportajın Türkçe çevirisi de yayınlanmıştı. Avrupa merkezli bir anlatı sunan Hobsbawm’ın eserlerinin Devrim Çağı 1789-1848, Sermaye Çağı 1848-1875 ve İmparatorluk Çağı 1875- 1914 ciltleri 19. Yüzyıl ’a, Kısa 20. Yüzyıl 1914-1991 Aşırılıklar Çağı cildi ise 20. Yüzyıl’a odaklanmıştı. Marks’ın 1848’den bakarak modern dünyayı herkesten daha fazla öngördüğünü” söyleyen tarihçi, Marks’ı bugün küreselleşme karşıtı eylemlerde öne geçiren şeyin bu öngörüsü olduğunu söylüyor: “Marx’ı bugünde yaşatan şeyin küreselleşmeyi, zevkleri ve her şeyi de kapsayan evrensel bir küreselleşmeyi öngörmüş olduğu gerçeği olduğunu düşünüyorum. Ama daha akıllı olanların aynı zamanda krizin ortaya çıkışını içeren bir teoriyi de gördüklerini sanıyorum. “ Hobsbawm 21. Yüzyıl’da krize düşen ideolojilerin sadece liberalizm ya da kapitalizmin olmadığını Marksist düşüncenin de zaman zaman kardan pay etmek amacı ile sisteme ayak uydurma yanlışlarına düştüğünü söylüyor ve şöyle diyordu:

“Yeni küresel ekonomideki yeni durum sadece Marksizm-Leninizm’i öldürmedi,  sosyal demokrat reformculuğu da öldürdü. Sosyal demokrasi, işçi sınıflarının kendi ulusal devletlerine uyguladıkları baskının sonucuydu. Ama küreselleşme ile birlikte devletlerin bu baskıya karşılık verme kapasitesi belirgin bir şekilde daraldı.  Ve bu yüzden sol geri adım attı: Bakın; kapitalistler bu işi iyi kıvırıyorlar, yapmamız gereken  onları yapabildikleri kadar kar yapmak için serbest bırakmak ve bundan payımızı almak. Bu pay refah devletleri şekline büründüğü sürece bu yaklaşım iş görüyordu ama 1970’lerden başlayarak işe yaramaz oldu ve bundan sonra iş Blair ve Brown’ın da yaptığına kaldı: Kapitalistleri mümkün olduğunca fazla para kazanmaları için serbest bırakmak ceplerine ne kadar para koyarlarsa bunun o kadar halkın hayrına olacağını umut etmek…” 

İşçi haklarının post-endüstriyel toplumlardaki yeri, günlük çalışma saatleri, emek kavramı aidiyet duygusu, sanat ve toplumla kurulan bağlar, infaz kültürü, küresel ile yerelin sınırları… İnsan ile makinenin sınırları derken önümüzde kuralsızlığa doğru tufan gibi bir gelecek uzanıyor.

Bir tufan geldimi  sağ sol farketmez herkesi siler götürür. Buna karşı durmak için ille de sağlam bir dayanak ve felsefe herkese lazım. Ancak bu tufana karşı en hazırlıklı olması gereken kesim olarak gördüğüm muhafazakarların yaklaşmakta olanı idrak etmeye çalışıp onu karşılayacak değerlerle yeni bir siyaset felsefesi üzerine kafa yormak yerine, güncel ve kolay tüketilebilir olanın, popülizmin tuzağına düştüklerini görüyorum. İmparatorluklardan sosyal devlete, teknoloji şirketlerine, finans kapitalizme, lanetlilere, ezilenlere, mağrurlara, imparatorlara, sermayeye, insan haklarına, eşitsizliklere, devletlere, örgütlere, finansal kuruluşlara, kült organizasyonlara, eğitime dair yeni bir bakış ve söyleme ihtiyaç var. Akan suya kapılan kapılır ama aklıselim bir kısım insanın kenarda durup yeni bir siyaset felsefesinin üretimine katkı sağlaması gerektiğine inanıyorum. Hem de çok hızla. Batı da bunu yapan düşünürler var. İş işten geçtikten sonra ah-lanmanın kimseye faydası yok.

DÜŞÜNCE DÜNYASINI ANLAMAK İÇİN PORTRE ÇALIŞMAK

Türk edebiyatında portre çalışan isimlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor. Bunlardan birisi de Kurtuluş Kayalı. Temel ilgi alanı Türk kültürü olan Kayalı’nın “Türk Kültür Dünyası’ndan Portreler, Ordu ve Siyaset( 27 Mayıs-12 Mart) . Türk Düşünce Dünyasında Yol izleri, Türk Düşünce Dünyasının Bunalımı” kitabı İletişim Yayınları’ndan çıkan eserler arasında yer alıyor. Metin Erksan’dan Bülent Ecevit’e Hilmi Ziya Ülken’den, Behice Boran’a, Niyazi Berkes’e bir çok aydın yazar yer alıyor. Türk düşünce dünyası üzerinde iz bırakmış ya da bırakamamış portreler, aydın sorunları üzerine analizler, kişisel özellikler, dönem atmosferi derken Türk düşünce dünyasında portreler çalışan önemli isimlerden birisi Kurtuluş Kayalı… Dönemin temel özelliklerini baz alarak aydının hikayesini bize aktarıyor. Öncelikle Kemal Tahir ile yakınlığı ve ona dair çalışmalarıyla kıymetli birisim olarak not düşmek istedim.

Tanklar ve Sözcükler

21. Yüzyılda Nasıl Bir Siyaset?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

21. Yüzyılda Nasıl Bir Siyaset?

Büyük olaylar elbette ardında küçük hayatlarda bir çok iz bırakır. Arka sokaklar bu izlerin birikimiyle oluşur. Romanların, filmlerin, hikayelerin, yer yer kurgusal da olsa gerçek hayat şovlarının aktardığı bu arka ve ara sokaklar, ülkelerin tüm hikayesinin tortularını  önümüze taşıyor. Bunları zihnimizden atmak mümkün değil.

Bu “ara” ya da “arka sokaklara” bigane kalınabilir mi? Onları görmeden ülkeler, toplumlar analiz edilebilir mi? Türkiye’yi dolaşırken de İslam dünyasında kadın belgeselleri yaparken de en çok dikkatimi çeken bu olmuştu. Harran ovaları ile Rize’nin dağları arasında bile tek bir benzerlik yoktu. Ülkelerin başkentlerinde yaşayan, bilinen seçkinler ile arka sokaklarda yaşayanlar uçtan uca farklıydı. Birinde sessiz yığınlar kitleler vardı, diğerinde sesi daha çok çıkanlar. Sınıf ayrımlarının doğal oluşum mekanizmalarına bakarak, daha aşağıdaki sınıfların kadın gerçeği ile üst sınıflar arasındaki farkın ortalamasını almak ne kadar mümkündü? Bu soruyu önemli buluyorum. Çünkü ülke hikayeleri buradan çıkıyor. Türkiye’nin hikayesinin yazılamamasının sebebi de böyle bir yelpazenin açılamamasından kaynaklanıyor. Bir taraf sadece en aşağılara, bir taraf ta sadece en yukarıya bakıyor.  Ülkenin hikayesi hiçbir yerden çıkmıyor. Ülke ortalaması ise gerçeğin aynası… Siyaset felsefesi ve pratiği üretmek için de ihtiyaç olan zeminbu…Bunu sadece kendi ülkemiz için söylemiyorum. Tüm dünya aynı çelişkili tablolarla karşı karşıya. Salt veriler, tablolar anlamaya yetmiyor, sosyolojiyi, kültürü, insanı,sabit kalması gereken değerleri kuşatan yeni yorumlara ihtiyaç var. Orada yerli yerinde durana sıkı sıkıya sahip çıkarken de arkada olan biteni ve geleceği öngörebilen berrak bir bakış, güven, inanç ve en önemlisi iyiniyete ihtiyacımız var. Bunlarla birlikte ülke ortalaması, siyaset felsefesinden politikalarına önemli bir zemin sağlar inancındayım.

Günümüzde ana akım siyaset felsefeleri hangisi diye bir soru soracak olsak galiba verecek çok net cevaplarımız yok. Tarafımızın, parlamentonun sağında ya da solunda olmamızın, ideolojik  bakışların, inançların siyaset felsefemize kattığı artıları eksileri değerlendiren yeni bir siyaset felsefesi hiçbir tarafta oluşamadı. Veya giderek daha çok önem kazanan,bir arada, ülke ortalamasını temsil ederek nasıl yaşanabileceğine dair bir cevap da üretilebilmiş değil. Bu yüzyılda her şey yara aldı, ya da zıddına evrildi. Eklektik siyaset felsefeleri, arka ve ara sokaklardaki yansımaları dikkate almayanyada popülizme teslim olan politikalar bizi 21. Yüzyıl’da ne kadar sağlam tutar bilmiyorum. Değişimi öncelikle kendimizde görerek işe başlamakta fayda var.

ÇIĞRINDAN ÇIKMIŞ GERÇEKLİK

UlrichBeck1986’da “Risk Toplumu- Başka Bir Modernliğe Doğru” kitabını kaleme alırken bir keşif ve öğrenme sürecinde yazdığını söylüyor. “Sanayi, sermaye, sınıfsal ögeler, çekirdek aile, bilim,ilerleme, demokrasi birey” gibi bir çok “aydınlanma “ ya da modern döneme ait kavramın sonrasına taşıdığı riskleri analiz ediyor. Kitabın önsözünde şunları söylüyor… “Bu kitabın konusu, göze çarpmayan ‘post’ önekidir. Post zamanımızın anahtar kelimesidir. Her şey ‘post’tur. Post endüstriyel terimine bir süredir alışmıştık ve az çok ne anlama geldiğini anlayabiliyorduk. ‘Post modernizm’ ile birlikte her şey belirsizleşmeye başladı. Aydınlanma sonrası kavram belirsizliği o kadar karışık ki, kediler meraktanbile olsa bu karanlığa dalamaz. “post” modaya kapılan çaresizlik için anahtar kelimedir. Adını koyamadığı bir “post” durumunu çağrıştırır,adlandırdığı ve olumsuzladığı mevzularda ise bildik olanın katılığında mevcudiyetini sürdürür. Geçmiş artı ‘post’çığrından çıkmış gibi görünen bir gerçekliğin boş sözlerle malul ve dar kafalı anlayışsızlığı karşısında başvurduğumuz temel reçetedir. Bu kitap post kelimesinin anlamını ortaya çıkarma girişimidir…”

1986’dan 2020 ye  geldik. Beck’in sözünü ettiği pek çok şey bugün hakikat olarak önümüzde yükseliyor. Post takılı ilk kelime “post truth” 2016’da Oxford sözlüğüne girdi… Ancak hayatımızda “post” olanı doğru anlayabilmek için siyaset için bu kelime üzerine düşünmeye davet ediyorum…

“HAKK HERŞEYİ FETHEDER…”

Madem kitaplardan açıldı söz, bu hafta masamda olan kitapları yazayım istiyorum. Bunlardan birisi Nabi Avcı’nın yeni bir baskıyla hacmi genişletilmiş olarak yayınlan “Enformatik Cehalet” isimli kitabı. İlk baskısı 1990’da yayınlanan bu kitap o dönem için iletişim konusunda bize büyük bir pencere açmıştı. Ortay koyduğu bakış açısıyla pek çok medyayı, bilgiyi, haberi, filmi  yeniden gözden geçirmemize sebep oldu. Nabi Avcı ilk baskısı ile bu yeni baskısı arasında “twitter’ları , Facebook’ ları, Instagram’ları ve benzerleri /benzemezleri ile durmadan yayılan, yayıldıkça sığlaşan, sığlaştıkça yayılan uçsuz bucaksız bir sanal alem uzandığını söylüyor. Distopyaların her geçen gün daha da mümkün olabileceğine inandırıldığımız  bu çağda yazar sunuş yazısını Guenon’un Modern Dünyanın Bunalımı’nın sonunda söylediği şu sözlerle bitiriyor: “ İçlerinde umutsuzluğun ayartıcı fısıltılarını duyanlar, kendi kendilerine, bu alanda yapılan hiçbir şeyin kaybolmadığını; kargaşanın, yanlışın ve karanlığın ancak geçici bir süre galip gelebileceğini, her türlü kısmi ve geçici dengesizliğin ister istemez topyekün dengenin kuruluşuna katlıda bulunduğunu ve Hakk’ın gücü karşısında hiçbir şeyin sonuna kadar direnemeyeceğini hatırlatmalıdırlar. Eskiden, Batı’da bazı gizli örgütlerin benimsediği şu sözler onların da şiarı olmalıdır: VivcitOmniaVeritas: Hakk her şeyi fetheder…”

Tanklar ve Sözcükler

Amerika’nın Kültürel Kodları

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Amerika’nın Kültürel Kodları

“ProudBoys” kelime olarak, gururlu, cüretkar küstah kendini beğenmişler, sağ veya sol fark etmeden üstünlük iddiasında bulunanları ifade etse de Amerika’nın yeni ırkçı örgütünün ismi oldu. Trump– Biden ile münazarasında, bir nefret grubu olarak tanımlanan ve sol görüşlü mitinglere karşı şiddeti körükleyen ProudBoys’u kınamayı redderken, gruba “kenara çekilip beklemelerini” söyledi… Kendini “Batı yanlısı bir kardeşlik örgütü” olarak tanımlayan ProudBoys, beyaz üstünlükçü bir grup.

Bu tür örgütler ne Batı dünyası için ne Amerika için yeni değil. “Beyaz” kavramı sadece DNA ile taşınan deri rengi ile sınırlı değil. Dil, din, mezhep birçok sosyal kültürel kodları var. Germen ve Aryan ırkı kesin olsa da etrafındakiler tartışmalı. Bir kavle göre Slavlar da Doğu Avrupa halkları da beyaz olarak kabul edilmiyor. Alev Alatlı Nasihatname’de “öjeniks” kavramının Amerika’nın köklerinde nasıl yer ettiğini ve kurumsallaştığını anlatırken bu kavramın içeriğini bir başka kavramla bütünleyerek şöyle açıyor: “Three Matters” yani İngiltere, Fransa ve Roma’nın mitolojik literatür ve kültürel değerlerini koruyanlar…” (Nasihatname)

Trump-Biden münazarasında  konu olan bu kavram eski Yunan’dan bu yana eskimeyen bir sınıflamayı yeniden hatırlattı. İyi ki kullandı da biz de bir kez daha hatırladık Amerika’nın kültürel kodlarını…

BILL GATES KURTARICI MI, YOK EDİCİ Mİ?

ABD’nin en zengin 12 zenginin, koronavirüs salgını döneminde servetlerine yüzde 40 artışla toplam 283 milyar dolar katması pek çok habere konu oldu. Bu ve beraberinde pek çok haber pandemiyle birlikte küresel zenginleri, küresel ittifakları ve dolayısıyla dünya sistemini de sorgulatıyor. Bunlardan birisi de Bill Gates… Gates’in sağlık üzerine yaptığı konuşmalarının küresel ittifakların çıkarlarını korumak adına yapıldığını söyleyenler çoğunlukta. Pandeminin dünya sistemine ilişkin farkındalığı artırdığı bir gerçek. Buraya Hindistanlı aktivist Vandana Shiva’nın “Bill Gates’in hayata açtığı savaşa karşı nasıl direnebiliriz?” başlıklı yazısından bir not iliştirmek isterim: “… Sorunları belirlemek için parayı veriyor, sonra da kendi nüfuzunu ve parasını kullanarak çözümlerini dayatıyor. Ve bu süreçte daha da zenginleşiyor. Onun ‘finansman desteği” doğanın ve kültürün, biyolojik çeşitliliğin ve demokrasinin yok olmasıyla sonuçlanır. Onun insancıllığı sadece kapitalizmi değil emperyalizmi de kapsıyor…”

Koronovirüs ile birlikte küresel sermayenin bedenlerimizi istila ettiğini yazanlar bile var… Komplo teorilerinin ötesinde, gerçek verilerle dünyanın bu halini çok daha iyi çalışmak lazım ki başımıza gelebileceklere karşı hazırlıklı olalım…

İSTANBUL’UN GÖÇMEN GİRİŞİMCİLERİ

IMRA Uluslararası Göç Derneği tarafından yapılan, Prof. Dr. Ömer Çaha, Prof. Dr. Ayşegül Komsuoğlu Çıtıpıtıoğlu, Prof. Dr Yusuf Adıgüzel, Doç. Dr.Ahmet Oğuz Demir ve Oğuzhan Altınkoz tarafında yürütülen İstanbul’daki göçmen girişimcilere ilişkin araştırma raporu yayınlandı. Oldukça ilginç verileri olan araştırma Türkiye’de uyum meselesin sosyal ve kültürel alanın dışında, ekonomi sahasına dikkat çekiyor. Bu konuda tartışmayı yardım ekonomisinden çıkartarak kendine yetebilirlik çerçevesine çıkartıyor. Göçmenlerin ekonomik dünyasını anlamak, gerekli becerileri desteklemek, geliştirmek için halihazırdaki potansiyele dikkat çekiyor. Girişimcilerin desteklenmesi ev sahibi ülke açısından da ayrıca önemli fırsatlar yaratıyor.

Araştırma verilerine göre göçmenler son 4-5 yılda daha çok girişimci olmuşlar. Toplumun baskısı, bürokratik işlemler, dil engeli sermaye girişimleri etkiliyor. Çoğu kendi imkanlarıyla işletmelerini kurmuşlar. Yüzde 59.8’i kendi ülkelerinden getirdikleri parayla işletme açmışlar. Türkiye’de kazandığı parayla işletme kuranların oranı yüzde 26. Arkadaş ve çevre desteği yüzde 14.2.Ortak amaçları “Türkiye’de daha iyi bir yaşam kurma arzusu”. Yüzde 72’si mevcut işini burada da sürdüren işletmeler kurmuş. Geleceklerini artık burada görüyorlar. Yüzde 52’si hizmet sektöründe, yüzde 34.4’ü ticaret ve pazarlama sektöründe faaliyet gösteriyor. İşletmeler market, bakkal, hazır gıda satıcılığı, restoran, pastane, kuaför gibi sıralanıyor. Araştırmanın ilginç bir noktası da bu girişimlerin yüzde 10.7’si uluslararası pazara hitap ediyor. Hem geldikleri hem civar ülkelere ihracat yapıyorlar. İşletmelerin cinsiyet açısından bakıldığında ise sahiplerinin yüzde 29’u kadın olduğu görülüyor.

Araştırmaya göre, toplumun 3’te biri bu işletmelere olumsuz bakıyor. Göçmen girişimcilerin yüzde 27’si Türkiye’de karşılaştığı en büyük zorluk olarak ayrımcılık ve dışlanmayı söylüyor.

Göçmen girişimcilerin başka ülkelerle ticaret yapma kapasiteleri çok daha fazla olabilir. Bu kapasitenin değerlendirilmesi, onların bilgi ve becerilerinin geliştirilmesi, göçmen girişimcilerin iktisadi etkinliğini çeşitlendirmeye katkı sağlayacaktır. Göçmenlerin topluma uyumunda öncelikli politikalar arasında girişimciliği desteklemek mutlaka yer almalı. Türkiye’de yaşayan göçmenlere ekonominin penceresinden bakan bu araştırma mültecilerin sorun odağı ya da yardım konularıyla konuşulmasının ötesinde başka bir pencereyi önümüze açıyor. Araştırma ekibine gönülden teşekkürler.