Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir! – Farid Hafez

Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir! – Farid Hafez

Avrupa, Mülteci ve İslam Karşıtlığı

Avrupa'nın Mültecilerle İmtihanı belgeseli için görüştüğümüz Avrupa'da 'sağduyu' sahibi akademisyenler, göç uzmanları, yardım gönüllüleri, mülteciler ve İslam karşıtlığını sorguluyor.

Röportajlar Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Hollanda, Almanya ve Danimarka'da 2016 yılı içinde yapılmıştır.

Farid Hafez

Avrupa 1930’lara Dönüyor

Farid Hafez… Avusturya Salzburg Üniversitesi’nde siyaset bilimci. 2010’dan beri İslamofobi Araştırmaları Almanağı’nı çıkartıyor. Hafez’e göre mülteci reddinin ve İslamofobinin önemli ayağı ırkçılık ve bu düşüncenin gerçeklerle değil kuruntularla ilgisi var.

Mülteci krizi tartışmaları oldukça revaçta. Avusturya mülteci krizini nasıl değerlendiriyor?

Avusturya’da mülteci tartışmasıyla ilgili toplumsal atmosferde, kabul ediş ya da etmeyişlerde farklı dalgalanmalar yaşadık. İlk dalga şuydu: Avusturya mültecilerin Batı’ya doğru geçmesine seyirci kalırken Almanya “Bunun üstesinden gelebiliriz” demişti. Bu şu anlama geliyordu: Avusturya’nın ne lehte ne de aleyhte herhangi bir açık pozisyonu yoktu. Bunun yerine sadece Almanya’ya geçiş söz konusuydu. Daha sonra bunu bir dayanışma dalgası takip etti. Nedeni otobanda içinde birçok insanın havasızlıktan öldüğü bir otobüsün bulunmasıydı. İnsanlar bu olay üzerine acıma duygusuyla bir dayanışma sergilemek istedi. Köln olaylarından kısa bir süre önce üçüncü dalga gerçekleşti. Burada ise daha çok “law and order” “kanun ve düzen” şeklinde bir yönelim söz konusuydu. Bu durum Avusturya Dışişleri Bakanı tarafından düzenlenen Balkan Konferansı ile daha da ciddileşti.

1990’lardan beri bu kadar büyük göç dalgası yaşanmamıştı. Avusturya siyaseti bu meseleye nasıl yaklaşıyor?

Batı Avrupa ülkelerinin birçoğunda sağcılar oldukça güçlü. Avusturya’da bu konuda en önde gelenlerden. Avusturya 1999’da en önemli sağ popülist parti FPÖ’nün ikinci güçlü parti olduğu bir ülke. O zamanlar bu bir skandala neden olmuştu. 14 Avrupa Birliği ülkesi sağ popülist bir partinin hükûmette olamayacağı gerekçesiyle Avusturya’yı diplomatik olarak boykot etmişti. Bu istisnai bir durum değil. Şu anda başka ülkelerdeki birçok sağ popülist parti benzer şeyleri başarmış durumda. Böylece Avusturya Parlamentosu’nda sadece sağ popülist bir güç oluşmadı. Ötesinde çok önemli sağ popülist bir söylem de ortaya çıktı. Diğer Avrupa ülkelerinde de olduğu gibi bu özel bir durum değil.

Avusturya’daki İslam Yasası Ayrımcı

Ulusal Cephe, İsveç Demokratları, Flaman Menfaati Partisi gibi birçok sağ popülist parti Batı Avrupa’ya yayılmış durumda. Bu partiler en geç 11 Eylül’de, ama birçoğu daha önceden 90’larda da Müslüman figürünü ırkçı diskur içerisine yerleştirdiler. Yani bu duruma uzun süredir alışkınız. Bu analizler geniş kapsamlı değil. Bu nedenle de böyle bir şeyin söz konusu olup olmadığını söylemek zor. Avusturya’da 2015’te yeniden düzenlenen bir İslam yasamız vardı. Bu yasa Ulusal Meclis’te sosyal demokratlar ve Hristiyan demokratların oy çokluğuyla onaylandı. Birçok açıdan ayrımcı olarak nitelendirilen ve bu nedenle eleştirilen bu yasa, çok rahat bir şekilde FPÖ’nün kaleminden de çıkabilirdi. Batı Avrupa için genel olarak artık sağ popülistlere ihtiyaç olmadığını söyleyebilirim. Bunun yerine sosyal demokrat ya da Hristiyan demokrat fark etmeksizin hükûmetler bu işi üstleniyor zaten. Söylemdeki fark sadece sağ popülistlerin bunu daha yüksek sesle dile getiriyor olmaları. Sosyal demokratlar ya da Hristiyan demokratlar sadece biraz daha uygar görünüyorlar. Ama özü itibariyle söylemler birbirine çok benziyor.

Merkez partilerde gizli bir İslamofobi var ve bu durum halka da yansıyor. Bu şekilde ifade edebilir miyiz?

Özellikle somut siyasi pratiklere bakarsak böyle olduğunu söyleyebiliriz. Almanya’da başörtüsü yasağı olduğunda bu yasak sağ popülist bir parti tarafından yürürlüğe konulmadı. O zamanlar AFD bile yoktu. Sağ popülistler neredeydi peki? Ama bizim çok açık İslamofobik bir siyasetimiz var. Çarşaf yasağı için yasalar var. Fransa’da olağanüstü hâlle birlikte yasalar ve okulda başörtüsü yasağı var. Hem de sağ partiler olmaksızın.

Kızıl Düşmanın Yerine Yeşil Düşman!

İslamofobi sabit mi? Yoksa özellikle Batı Avrupa’da İslamofobinin yükselişi mi söz konusu?
İnsanların müracaat ettiği klişeler oldukça eski. İslam’ı şeytanvari bir din ve deccal olarak gören ilk stereotipler ve olumsuz tasvirler M.S. 8. yüzyıla kadar uzanıyor. Ama ben çizgisel ve sürekli bir İslamofobiden bahsedemem. Yeni bağlamların yeni anlamlar geliştirebileceğini söyleyebilirim. 11 Eylül’ün ise mutlaka belirleyici bir an teşkil ettiğini söyleyemem. Bunun yerine Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından uluslararası düzeyde ortaya çıkan “Şimdi Batı’nın düşmanı kim olacak?” sorusunun belirleyici olduğu daha net. Samuel P. Huntington 1993’te Medeniyetler Çatışması’nda da aynı şey var. Bu, “Kızıl düşman gittiğine göre ‘yeni düşman olarak’ kime ihtiyacımız var?” sorusuna bir cevaptı. Yeşil düşman -İslam- zaten oradaydı. 90’lı yıllarda savaşlar hakkında nasıl konuşulduğuna bakarsak bunların çok açık bir şekilde dinî çağrışımlar içerdiğini görürüz. Özgür dünyanın safında Sovyetlerdeki kötü komünistlere karşı savaşan ve cesur olarak görülen mücahitlerin nasıl birden kötü olduğunu görüyoruz. Farklı aktörlere dair tasavvurlar jeopolitik açıdan değişti.

Neden?

Bunun nedeni kimin kötüyü tanımladığına dair bir gerekliliğin ortaya çıkması. Mesele tam burada tersine dönmeye başladı. 11 Eylül, “Batı dünyasında” daha geniş bir etkiyle güçlendirdiği ve daha anlaşılır hâle getirdiği en üst noktayı oluşturdu. Sıçrama noktası da burası. Tarihsel açıdan bakılırsa biraz daha geriye gidilebilir. 1492 ve 1501’de temel olarak yeni dünya düzeni, buna bağlı Yahudilerin ve Müslümanların Avrupa’dan kovulması ve transatlantik köle ticaretinin bu tarz bir ırkçı düşüncenin nedenleri arasında olduğu iddia edilebilir. Yani Avrupa’dan sadece Müslümanların kovulması değil, transatlantik köle ticareti de etkenler arasında. Tarihçiler Protestan değil ama Katolik köleler için Müslüman kölelerin büyük bir problem oluşturduğunu çünkü dinlerini değiştirmedikleri için Müslüman kölelerin diğer köleler arasında isyan etme ihtimalinin büyük tehlike arz ettiğini ortaya koyuyor. Köle ticareti yok etmeye odaklandığı için hiçbir zaman tutarlı bir şekilde Amerika’nın tarihinde ele alınmamıştır.

Irkçılık Kuruntular İcat Eder

Ne kadar fazla mülteciye sahip olursa Avrupa popülasyonunun korkusu da o kadar artıyor. Bu korkunun nedeni tam olarak ne?

Irkçılık gerçeklerle değil, kuruntularla ilgilenir. Fransız filozof Sartre der ki, “Eğer Yahudi olmasaydı da antisemit onu icat ederdi.” İslamofobiklerin İslam hakkında söylemleriyle antisemitlerin Yahudiler hakkında ya da ırkçıların zenciler hakkında söylemleri tamamen aynıdır. Konunun aslının olmasına, gerçekle alakalı olmasına gerek yoktur. Asıl mesele yaratılan resimler, tasavvurlardır. Bir genelleştirme söz konusudur. Gazete haberlerinde de bu şöyle görülür: “Bu zenci, bu Müslüman bu suçu işledi. Burada zenci olmanın ya da Müslüman olmanın önemi ve rolü nedir?” Bu yaklaşımı beyaz bir adam ya da köken itibariyle Alman olan biri söz konusu olduğunda görmeyiz. Ya da Hristiyanlık adına ve Hristiyan Batı’nın savunması adına eylemini gerçekleştirmiş olmasına rağmen Breivik’e karşı da bu yaklaşımı görmüyoruz. Tarihsel olarak da 2083 gibi bir sayıya, 1683’te Savoy Prensi Eugen’in Osmanlıları Viyana kapılarından kovmasından 400 sene sonrasına odaklanmasına rağmen. Burada DEAŞ’ın İslam adına bu eylemleri yaptığı iddiasına benzer bir şekilde çok açık bir iddia olmasına rağmen Hristiyan fundamentalizminden bahsedilmez. Çünkü bu Batı’nın dünya tasavvuruna uymuyor. Müslüman’ın kötü olması bu tasavvura uyduğu için “Müslüman suç temayülü”nden ya da “İslami terörizm”den bahsediyoruz. Ama kendi cemaatinin içerisinden aynı örnek söz konusu olduğunda aynı şey yapılmıyor.

Yeni Düşman Kim Olacak?

Anladığım kadarıyla gizli bir sağ radikalizm Avrupa’da her zaman vardı. Mülteci krizi zaten var olanı daha yüksek sesle dile getirilir hâle soktu.

Belki şunu belirtmem gerek, Avrupa İslamofobi Raporu’muzun da gösterdiği gibi Doğu ve Batı Avrupa arasında farklar var. Batı Avrupa’da İslamofobi’nin uzun bir geleneği var. Batı Avrupa’da sömürgeci savaşlar yürütmüş, sömürge projelerine sahip olmuş ya da bizzat sömürgeci olmuş birçok ülke var. Ve bu açıdan bu ülkelerin çoktan beri belli birer pozisyonları ve bir baskı geçmişleri var. Doğu Avrupa’da ise bu söz konusu değil. Doğu Avrupa Müslümanlardan hem uzak, hem de çok az Müslüman nüfusa sahip. Batı Avrupa’daki ülkelerde yüzde 5 ila 10 arasında değişen oranlarda Müslüman yaşarken, Doğu Avrupa’da birçok ülkede yüzde 1’in altında Müslüman yaşıyor. Doğu Avrupa ülkelerinde mülteci krizi Müslümanlar olmadan yeni bir İslamofobi oluşmasına neden oldu. Derlediğimiz ülke raporları birçok siyasetçinin önceden hiçbir neden olmamasına rağmen “kötü Müslüman” temasını “kötü mülteci” olarak algıladığını gösteriyor. Yani Doğu Avrupa’da, Batı Avrupa’da olduğundan çok daha farklı bir dinamik gözlemliyoruz.

İslamofobi De Irkçılıktır

Gelecek için tahmininiz nedir?

Açıkçası bilemiyorum. Çok provokatif bir şekilde iki ihtimal olduğunu söyleyebilirim. Birincisi, yeni bir düşman algısının eskisinin yerine geçmesi. Yeni siyasi pozisyonlarla örneğin Rusya ya da Çin en büyük düşman olacak ve Rus ya da Çinli azınlıklar devlet içinde devlet ya da paralel toplum olarak görülerek dışlanacak. Bu birinci ihtimal. İkinci ihtimal ise büyük bir çatışma meydana gelmesi.
Ben birçok açıdan İslamofobi’nin gerçekte ne anlama geldiğinin küçümsendiğini düşünüyorum. Guantanamo’nun demokratik bir devletin hapishanesi olarak ama hiçbir hukuk devleti ilkesi umursanmadan faaliyete devam etmesi -herkesin de kendi değerlerinin yüceliğinden bahsettiği bir ortamda- ne anlama geliyor! İslamofobik bir tutum hâkim ve gerçek bir savaş mevcut. Ama tezgâhlanan bir savaş. Mesela ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgali… Bu problemlerin hepsinin birbiriyle bağlantılı çıkış noktası orası. Burada gayri insani durumların zaten hâlihazırda mevcut olduğunu görüyoruz. Ben kendime şu soruyu soruyorum: 30 sene sonra bizim şu an yaşadığımız zaman hakkında nasıl konuşulacak? Nasyonal sosyalizm sırasında Avusturya’da yaşayan kendi akrabalarıma o sırada Yahudilere yapılanlardan neler gördüklerini sorduğumda, “Bizim bir şeyden haberimiz yoktu” cevabını veriyorlar. Bugün de birçok insan, “Bizim bir şeyden haberimiz yok” diyebilir. “Beni ilgilendirmiyor. Evet, bir ara bazı konular vardı ama tam bilmiyoruz” diyebilir. Bu benim Holokost’u bire bir yaşamayan ama havada ters giden bir şeyler olduğunu sezen akrabalarımın niteliksel cevabı.
Herkesin istediği her bilgiye çok çabuk ulaşabildiği ve insansız hava araçlarıyla insanların öldürüldüğü, ama kimsenin kılını kıpırdatmadığı bu çağ hakkında insanlar 30 sene sonra neler söyleyecekler?

Biraz daha dar bir açıdan meseleyi ele alacak olursak, İslamofobi pratikte kendini nasıl gösteriyor? Özellikle Müslüman bayanlar buna Müslüman erkeklerden daha çok maruz kalıyor.

Kavramsal olarak bakalım, bence İslamofobi ile Müslüman karşıtı ırkçılık aynı şey. Ben bu ikisi arasında bir fark gömüyorum. Ayrıca ırkçılık hakkında konuştuğum zaman reel olarak diğer ırklardan olanları kastetmiyorum, ki bence başka ırk diye bir şey yok. Irk ile kasıt sadece ten rengi değil; aynı zamanda gen, kan, düşünce mantalitesi…

Bunu sizinle konuşmamızdan çıkardım, bu yüzden tekrar vurgulamak istiyorum: Irkçılık ve İslamofobi kavramlarını ayırt etseydik mesela hangisi ırkçı, hangisi İslamofobi olurdu?

Irkçılar ve İslam düşmanlarının yaptığı şey siyahilere zamanında yapılan neyse o. Müslüman olmanın zihnî bir fark teşkil ettiğine, kan farkı teşkil ettiğine inanıyorlar. Her ne kadar bugün kültürel ırkçılık olarak bu farklı bir şekilde nitelendirilse de. Ama esas itibarıyla işleyişleri aynı.

“Türkiye Eşittir İslam Demek”

Bence biz Müslümanlar için bilhassa da koyu ten rengine sahip Müslümanlar için durum bulunduğu ülkede, yabancı ama Hristiyan olanlardan daha zor.

Şüphesiz. Bunu aynı zamanda elde ettiğimiz bilimsel veriler de kanıtlıyor. Özellikle kadınlar İslamofobi’den daha çok etkileniyor çünkü başörtüsü taktıklarında daha kolay fark ediliyorlar. Bu meselenin bir yönü. Bu meslek hayatında kendini gösteriyor, sokaklarda her gün yaşanan saldırılarda kendini gösteriyor. Ayrıca İslamofobi camilere yapılan saldırılarda da kendini gösteriyor. Geçtiğimiz yıllarda Paris’te bunu çok sık yaşadık. Paris’teki Charlie Hebdo saldırılarından sonra başka ülkelerde de bunun örneklerini gördük. Buralarda da domuz kafaları, bağırsakları cami kapılarına bırakıldı vesaire. Bunlar İslamofobi’nin açıkça, hiç de saklanmadan kendini gösterdiği örnekler. Ya da seçim kampanyalarında karşılaşıyoruz:“İslamlaşmaya hayır!”, “Mülteci kaosuna hayır!”

Burada camilere yapılanlar bir sinagoga yapılmış olsaydı çok geniş güvenlik önlemleri alınır ve güvenlik zaafları da ortadan kalkardı. Konu camiler olunca nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?

Antisemitizm bağlamında cevap verecek olursak, şu açık ki antisemitizm savaş sonrası Avrupa’sının gözünde büyük bir suçtur. Savaş sonrası Avrupa’sında antisemitizme yer yoktur. Her ne kadar bazı açılardan hâlâ aksi söz konusu olsa da. Ama resmî olarak antisemitizm asla kabul edilemez.
Bu yüzden de bir fark gözetiliyor. Her gruba karşı ırkçılık yapabilirsiniz, İslam düşmanı olabilirsiniz ama antisemitist olamazsınız.

Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki mülteci anlaşmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye’nin, bilhassa Almanca konuşulan ve çok sayıda Türk’ün de azınlık olarak yaşadığı ülkelerde, İslam ile özdeş olarak algılanması çok önemli bir husus. Bunu kendi araştırmalarımda da gördüm, sağ popülistler için Türkiye eşittir İslam demek. 2005 yılında Viyana’da seçim kampanyalarında şöyle bir slogan vardı: “Viyana İstanbul olamaz!” İstanbul ne anlama geliyor? İstanbul, Viyana gibi başkent değil. İstanbul, büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun sembolüdür. Yani, Almanca konuşulan ülkelerde Türk ve Müslüman eş anlamlı kelimeler. Bu da birçok hususta kendini açıkça gösteriyor. Mesela bunu Erdoğan hakkındaki söylemde de görüyoruz. Belki bir de kısmen Putin hakkında konuşulurken. Ama başka bir örneği yok.

Gannuşi’nin Yorumuyla Kadın ve İslam Davası

Gannuşi’nin Yorumuyla Kadın ve İslam Davası

İslam Dünyasında Kadın

Gezdiğim, gördüğüm İslam dininin yaşandığı farklı coğrafyalarda kadınlar ve kadın hakları üzerine, siyaset, sanat, kültür ve iş dünyasından isimlerle röportajlar, notlar, tanıklıklar...
Röportajlar 2005-2006 tarihleri arasında yapılmıştır.
Raşid Gannuşi

Raşid Gannuşi

Gannuşi’nin Yorumuyla Kadın ve İslam Davası

Röportaj: Ayşe Böhürler, Sinem Köseoğlu – 2013

Gannuşi İslam dünyasının en saygın isimlerinden. Bunu demokrasi ile İslam’ı bir araya getiren siyasi dehasına ve uzlaşmacı duruşuna borçlu. Lideri olduğu Nahda Hareketi kadınları siyasete aktif olarak katmakla kalmadı, parlamentoya taşıdığı milletvekillerinin yarısı da kadınlardan oluştu. Gannuşi ile devrim, Tunus, Tunuslu kadınlardaki değişim ve İslamı konuştuk…

Tunus bu kadar karışmadan önce Tunus’taydım. Başbakan henüz parlamentoyu feshetmemişti. Arap Baharı sonrasında Tunuslu kadınlardaki değişimi anlamak üzere gittiğim Tunus’ta sokaktan parlamentoya pek çok röportaj yaptım. Solcusu, İslamcısı, ortacısı, eski rejimcisi hepsi de kadın meselesinde Raşid el- Gannuşi’yi işaret ediyordu. Rehberimiz Eye, her kadın mevzuunda Gannuşi’nin bir açıklamasını örnek veriyordu. Hem çok saygı görüyor hem çok eleştiriliyordu.

Sosyalist seküler kadın hareketinin önemli sesleri Gannuşi’inin çok eşlilik, kadının lider olması gibi konulardaki sözleri ile İslamcıları etkilediğini, kadın hareketinin geriye gitmesine sebep olduğunu söylüyordu. Bu suçlama Tunus’ta pek çok platformda yankı buluyordu. İslamcılar ise bu suçlamaların özellikle Paris odaklı medyada üretilip yayıldığını söylüyordu. Gannuşi’nin kadın konusunda yazdığı kitaplar, hayatı ortadaydı. Daha 1980’lerde İslami olarak kadın özgürlüğünü savunan birisiydi. İslam dünyasının en modern görüşlere sahip, manevi liderlerinden birisi kabul ediliyordu…

Tunus’ta gördük ki kadın tartışmasında sosyalist ve İslamcılar arasında tüm kapılar Gannuşi’ye çıkıyordu. Dostların yoğun desteği ile randevu aldık. 2012’nin Aralık ayının ikinci haftasında yorgun bir günün ardından Nahda[1] binasının en süt katında son derece mütevazi bir çalışma odasında kadın konusundaki sorularımızı sıraladık. Gannuşi konuşmasına Türkiye’deki Müslüman kardeşlerini selamlayarak başladı. Ona göre Arap baharı tüm Arap alemini aydınlatan, ezilmiş halkların kararlı olduğunda özgürlüğünü elde edebileceğini, bu güce sahip olduğunun inancını kazandırmıştı. Tunus’ta bu kıvılcımın ilk ateşlendiği yerdi.

Direnen Kadınlardı

Tunus kadın haklarında ileri bir ülke olarak bilinirdi. Gerçekten öyle miydi? Tunus’ta kadınların devrim öncesindeki durumları nasıldı?

Tunus’taki diktatör rejimin kurbanlarından birisi de Tunus kadınıdır. Ve belki rejimin zorbalığıyla ve zulmüyle erkeklerden daha fazla karşılaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Erkekler gibi hapis cezasına maruz kalmıştır, bundan daha zor olanı ise erkekler hapsedildiğinde hem kadının hem erkeğin rolünü üstlenmiş olmasıdır. Onbinler hapsedildi. Bunların içinde kadınlar da vardı ama yirmi yıldan fazla olan cezaevi tecrübem esnasında gözlemledim ki diktatörlük karşısında direnebilen erkekler, arkalarında direnen kadınları olan erkeklerdi. Cezaevinde çöken her erkek ilk önce dışarıda ailesinin çökmesi sebebiyle bu çöküşü yaşamıştır ama Allaha şükürler olsun ki bunların sayısı azdı ve erkekler cezaevlerinden çıktıklarında eşlerine çok şey borçlu olduklarını hissettiler. Çünkü kadınlar eşlerinin arkasında sağlam kaleler gibiydiler.

Modernlik Adına Başörtüsü Zulmü

Eski Tunus sisteminin birçok aldatmacaları vardı. Bunlardan biriside ‘’modernlik ve kadının özgürleştirilmesi’’ idi. Çoğunlukla bu özgürlük şekilde kalan bir özgürlüktü. Kadınlar mekanlarının süsüydü ve özellikle köylü kadın baskıya maruz kalıyordu. Çünkü önceki rejimin saygı gösterdiği kadın salonlarının ve kutlamalarının bir parçası olan kadındı, direnen kadın sanki değildi. O kadınlar kadın haklarını hak etmiyordu bu nedenle baskıya maruz kalıyordu ve başörtüsü çıkarttırılıyordu. Hatta çocuğunu hastaneye götürdüğünde başını açması şart koşuluyordu ve binlerce kadın dinini muhafaza ettiği için okullardan, üniversitelerden ve işlerinden atıldılar.

Arap Baharı Sonrasında Kadınlar İçin Neler Değişti?

Devrimden sonra kadının önemli bir yeri ve itibarı oldu. Her şeyden önce erkekler, direnişlerinden, ailelerini ve çocuklarını himayelerinden dolayı onlara minnettarlar.

Ayrıca devrimden sonra biz artık kadın ve erkek ayrımı yapmadan insan haklarından konuşuyoruz. Aynı şekilde başörtülü ya da başörtüsüz olsun -çünkü bu kadının kişisel özgürlüğüdür-  kadın ya da erkek olsun dindar olsun ya da olmasın insan haklarına inanıyoruz, her insanın bu haklara sahip olması gerektiğine inanıyoruz.

Kadın Hakları İnsani Ve İslami Haklardır

Tunus’ta kadın hakları ile uğraşanlar ağırlıklı olarak da seküler sol gurup tam tersini iddia ediyor. Kadın haklarında bir gerilemeden söz ediyorlar. Ve sizi hedef gösteriyorlar.

Kadının önceki dönemde sahip olduğu eşitlik hakkı gibi haklarını biz destekledik teyit ettik, devrimden sonra bu haklar değişmedi. Çünkü bu haklar insani ve İslami haklardır.

“Nahda Hareketinin Yarısı Kadındır”

Arap baharı sonrasında kadınlar bu süreçte nerede yer aldılar?

Seçimlere girdik ve seçim kampanyamızda kadın bizim yardımcımızdı. Aktif bir şekilde seçim kampanyamıza katıldılar her kapıyı çaldılar ve her eve hareketimizi taşıdılar, anlattılar bu şekilde toplum hareketimizi, Nahda’yı tanıdı. Kadının kurucu meclisteki sandalye sayısındaki eşitliği konusu meclise sunulduğunda bazı laikler buna karşı çıkacağımızı zannettiler ama biz bunu destekledik ve kadın liderlerden bir nesil çıkarmak için bir fırsat olarak gördük. Sonuçta Nahda hareketinin parlamentodaki 89 vekilinden 43’ ü yani yaklaşık yarısı kadın vekillerdir.

Diğer Partilerde Durum Nasıl?

Onlar meclise çok az sayıda kadın vekil taşıyabildi ve sayıları yaklaşık 10 kadar. Kadınlar şimdi parlamentoda birçok kurula başkanlık ediyorlar ve bu ilk kez gerçekleşiyor.

Bu tabloya rağmen halen sizin kadın haklarında geri gitmeye sebep olduğunuz neden söyleniyor?

Öncelikle şunu çok iyi idrak etmelisiniz ki şu an Tunus’ta çok gergin bir siyasi çekişme var ve bu çekişme objektiflikten çok uzak. Çünkü demokratik tecrübemiz çok yeni, bugün bizim demokratik süreçte ikinci yılımız. Nahda ülkedeki en büyük parti. Bu yeni bir şey ve bu durum ülkeyi elli yıldan fazla yöneten laiklerde şok etkisi yaratmıştır. Bu sürede İslami hareket siyasi arenadan uzaktı ya hapislerde ya sürgünde ya da yeraltında gizlice yaşıyordu. Aniden devrim geldi, rejimi düşürdü ve İslami hareket ülkede lider oldu. Bu şok etkisi oluşturan durumu düşürülen rejim bir tarafa laiklerde hala hazmedebilmiş değiller. Bu nedenledir ki seçimlerde yaklaştığından dolayı şuan Nahda hareketini karalamak için bütün silahlar kullanılıyor. Selefilikle hükümet arasında çatışma olmasına rağmen Nahda selefilikle ilişkilendirildi ama artık selefilerin Nahda’nın bir kolu olduğu düşüncesinin inanılmazlığı kanıtlanmıştır.

Sizin bir açıklamanıza dayanarak yasalarda eşitlik yerine tamamlayıcılık tanımını getirerek eşitliği sekteye uğratacağınız söyleniyor. Kadın erkek arasında eşitlik yerine tamamlayıcılık lafını kullanmanızın sebebi nedir?

Başka şeylerde söylediler. Devrim komitelerinin Nahda’nın kolları olduğunu söylediler ki buda doğru değil. Halkı bu şekilde korkutmayı denediler. Nahda’nın genelde ve özelde özgürlüklere karşı tehlike oluşturduğu, aynı şekilde kadın hak ve özgürlüklerine karşı tehlike oluşturduğu gibi korkuları basın yoluyla yayma yoluna gittiler. Bu konulardan biriside Nahda’nın cinsiyetler arası tamamlayıcılığı savunduğuydu. Nahda’nın tamamlayıcılığı savunduğu doğrudur çünkü ‘’tekâmül’’kelimesi Arapçada birbirini tamamlamak ve ortaklaşmak anlamlarına gelir, Kuran-ı Kerim’de de şöyle belirtilmiştir: ‘’Onlar, size örtüdürler, sizde onlara örtüsünüz’’.

İnsan Sadece Fert Değildir, Çifttir…

Bu tanım kadını erk olarak görmeye mani değil mi? Erkeğin bir parçası olarak görmüyor mu?

Tamamlayıcılık (tekâmül), liberalliğin savunduğunun aksine kadının tek bir fert olmadığına, erkeğin aynı şekilde tek bir fert olmadığına dikkat çeker, aksine onlar eşlerdir. Kainat çiftlerden yaratılmıştır ‘’her şeyden çiftler yarattık’’ayetinde belirtildiği gibi. Liberal felsefe çift olmayı ve tamamlayıcılığı reddediyor. Tamamlayıcılık aynı zamanda ailedeki ilişkiye dikkat çeker. Çünkü toplum liberallerin savunduğunun aksine fertlerden değil ailelerden oluşur. Ayrıca eşitlik konusu anayasada üç kez geçiyor ve tamamlayıcılık (tekâmül) kadının erkeği erkeğin kadını tamamlaması eşitlikle çelişmez. Ama onlar Nahda hareketini karalamak istedikleri için ve kadınları hareketten korkutmak istedikleri için böyle yansıtıyorlar. İkinci olarakta liberal felsefeye farklı olan yeni bir terimi kabul edemediler çünkü liberaller insanı sadece fert olarak tasavvur edebiliyorlar, çift olarak tasavvur edemiyorlar.

Çok Eşlilik Yasağı İslami Bir İçtihattır

Çok eşliliğe onay verdiğiniz, bunu yaygınlaştıracağınız da bir başka söylence olarak dillerde dolaşıyor…

Biz bu konuda 88 yılındaki aile kanununu  kabul ettik  ve bu kanun çok eşliliği yasaklıyor. Bizde bu kanunu İslami kabul ettik çünkü bu kanun İslami bir içtihattır ve Tunuslu alimler tarafından hazırlanmıştır. Çok eşlilik farz değildir. Aksine savaş halinde yada milyonlarca kadının eşsiz kalması gibi istisnai durumlardaki istisna bir çözümdür. Ama normal şartlarda kadın tabi olarak, tek eş olarak kalmak ister. Böylece bunu sorun olarak görmedik ve kanunu olduğu gibi, bağımsızlığımızdan beri uygulandığı şekliyle bırakmaya karar verdik. Ve hiç kimse bu kanuna muhalefet ettiğimizi iddia edemez.

Tunus’taki Nahda’ya olan tepki de biraz İslamofobik bir durumun etkisi var mı?

Dünyada İslamofobinin yayılması için bir kampanya yürütülüyor. Bu Batı çıkarları için yürütülen bir kampanya. Hem Batı’nın maddi, kapitalist çıkarları için hem de İslam’ın Batı’da yayılmasını engellemek için.  İslamı kötü ve olumsuz gösteren bazı gerçek dışı söylentilerle bir çeşit kendini savunma şekli. Bazen Müslümanların yaptığı bazı eylemlerden de istifade ediyorlar. Bazı Müslümanların İslam adına yaptığı uçakların,  trenlerin, istasyonların havaya uçurulması gibi masum insanların maruz kaldığı masum insanların  hayatlarını tehlikeye atan   terör eylemlerini İslam düşmanları büyüterek kullanıyorlar ve işte İslam bu diyorlar.

Kapitalizm Aileyi Gözeten Kadını Tehlikeli Görüyor

Müslüman kadın bu resmin içinde nasıl yer alıyor?

Nikaplı kadını sanki siyah bir örtünün arkasında saklanan korkunç vahşi bir varlık gibi resmediyorlar. Kadının istediği gibi giyinmesi hakkıdır. Nikap takarak yüzünü kapatabilir, yüzünü açabilir, başını açabilir. Bunlar kadının özgürlüğüdür. Ama kadın özgürlüğünden konuşurken tek yönlü konuşuyorlar. Onlara göre özgür kadın kapitalist felsefe kapsamında çalışan, çocuk doğurmayan kadın. Çünkü kadının çocuk doğurması, kadından erkekten istifade ettiği kadar istifade etmek isteyen kapitalist felsefeyle uyuşmaz. Kadının hamilelikle, doğumla, çocuk emzirmekle kaybedeceği vakit kapitalist sistemin zararınadır. Bu yüzden kürtajı destekliyorlar, hamileliği engelleme yollarını yayıyorlar. Kadın anne olmak ister, evinin hanımı olmak ister. Kadının tabiatını yaşamasına izin vermiyorlar. Kadının kişiliğindeki bu tarafını yok eden bir kültürle yetiştiriyorlar. Kapitalist kuruluşlara hiçbir sıkıntı çıkarmayan ekonomik üretici olması kültürüyle.

İslamafobiye Nasıl Direnç Göstermeliyiz?

İslam hakkında birçok antipatik söylemler var. Bunlar kapitalizmin işidir. Kapitalizm maddi çıkarlarını savunmak için bunu yapıyor. Çünkü İslamı kendisine tehlike olarak görüyor, kadın meselesinde de bu böyle. Aileyi gözeten kadını tehlike olarak görüyor. Bunlar kapitalizmin çıkarlarıyla uyuşmuyor. Bir diğer sebepse ekonomik çıkarlar. İslam yayılırsa uluslararası ekonomik ilişkileri değiştirecek. Çünkü İslamla birlikte uluslararası ilişkiler daha adaletli ve dengeli bir hala gelecek. Kapitalizmin İslam alemiyle ilişkileri diktatör rejimler yoluyla çok kolaydı. Çünkü diktatör Batı’dan destek alabilmek için halkının çıkarlarından kolaylıkla vazgeçebilir. Demokratik hükümetlerse halkının çıkarlarını savunacaktır.

İslam alemi Batı’yla ilişkilerini kesmeyecek çünkü bugün dünya globalleşti. Ama ilişkiler daha adaletli ve dengeli, tek tarafın çıkarlarını değil herkesin çıkarlarını gerçekleştirecek bir hale gelecek. Bu İslamafobiye nasıl direnç göstermeliyiz? Bu bütün batılıların davranış şekli değil. Batı’da çok basiretli insanlar var, insan hakları kuruluşları var,  gerçeği arayan özgür basın ve tarafsız güçler var. Sömürü hedefi gütmeyen, insan hakları ve insani değerler yoluyla ilişki kurmak isteyen güçler. Batı’daki dostlarımızı aramamız gerek onları cesaretlendirmemiz gerek ve onlarla ilişki kurmamız gerek.

Müslüman Kadın Kendini Savunmalı

Uzun süre İngiltere’de yaşadınız…

Ben Batı’ya sığındığımda benim savunan insanlar buldum, insan hakları kuruşları beni korudu. Yani Batı’da dostlarımız var onları aramamız lazım. İslam ve Batı çatışması algısı hatalıdır. Biz medeniyetler diyaloğuna davet ediyoruz. Medeniyetler kaynaşır, aralarında kültürel etkileşim olur, yardımlaşır. Batı’dan faydalanacağımız ve bizimde onlara fayda sağlayacağımız çok şey var. Bu nedenlerle diyaloğu ve eşit işbirliğini konuşmamız gerek. Onlara İslam’ın gerçek yüzünü sunmalı ve İslam’ın gerçeğini anlamaları için onlara yardımcı olmalıyız. İslam adalettir, İslam rahmettir, İslam kardeşliktir, İslam insanlıktır. İslam demokrasi karşıtı değildir, İslam sanat karşıtı değildir, yenilik karşıtı değildir. Bu şekilde sunulan İslam değildir. Müslüman kadına geri kafalı kadın diyerek saldırıldığında İslam’ı erkekler savunmamalı kadının kendisinin dinini savunması gerekir. Kadın tam bir kişilik olduğunu, diniyle gurur duyduğunu, İslam’ın onun değerini düşürmediğini göstermeli. Aksine İslam’ın ona öğrenmeyi emrettiğini, ilmin her kadın ve erkeğe farz olduğunu, hukuki hakkının tam olduğunu, mülk edinme hakkının olduğunu, kendi geleceğine karar verebildiğini, eğitim, iş ve yönetim alanlarının hepsinde zirveye ulaşabileceğini göstermeli.

Sonuç olarak bütün alanlarda sanatta, edebiyatta, ilimde ve siyasette kadın örneklerini sunmalıyız. Ve kadın İslam’ı savunmalı,  erkek kadının vekiliymiş gibi kadının adına İslam’ı savunmamalı.

Siyasetteki Müslüman Kadının Tarihi Arka Planı

Bizim İslam tarihinden kadın örneklerimiz var. Peygamberimizin eşleri alim kadınlardı eğitimli, kadınlardı içtihat yapan kadınlardı. Kadın sahabeler cihat eden kadınlardı. Peygamberimiz onlarla istişare ederdi, görüş bildirme hakları vardı. Bugün parlamentoya katılan, gösterilere katılan kültürel alanda edebiyata ve felsefeye katılan Müslüman kadın tarihtekilerin devamı. Kur’an da onlarından bahseder. Kur’an da geçen Seb’e kraliçesi buna örnektir. Öyleyse parlamentoda yer edinen medeni Müslüman kadının tarihten gelen bir arka planı var.

 

[1] Nahda Hareketi Tunus Ulusal Meclis seçimlerinde 2011 seçiminde 89 milletvekili kazanarak, Cumhuriyet İçin Kongre Partisi ve Emek ve Özgürlük Partisi ile Troyka Hükümeti’ni kurdu. 2014’te Hareket hükümetten ayrıldı. Aynı yıl yapılan seçimlerde 69 milletvekili kazanarak ikinci parti oldu. Koalisyon hükümetinde yer aldı. 2019 seçiminde 52 milletvekili ile birinci sırada yer aldı ve diğer üç parti ile birlikte kurulan koalisyon hükümetinde yer aldı. Tunus siyasetinde kilit rol oynayan ancak herhangi bir siyasi görev üstlenmeyen Raşid el-Gannuşi Kasım 2019’da Tunus Meclis Başkanı seçildi.

Türkiye Büyük Bir Sırdı Bilinsin İstedim… – Fatma Betül Mardin

Türkiye Büyük Bir Sırdı Bilinsin İstedim… – Fatma Betül Mardin

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Fatma Betül Mardin

Fatma Betül Mardin

Türkiye Büyük Bir Sırdı Bilinsin İstedim…

İnatla sürdürdüğü çalışma hayatı, başarısı ve kendi kariyerini kendi oluşturan bir kadın olarak Betül Mardin çok renkli bir sima. Kendi hayatındaki zorlukları aşmakla kalmadı, Türkiye’nin tanıtımında da öncü oldu.

Hayatımı kısaca anlatmak bana şimdi çok hoş geliyor. Şöyle başlayalım o zaman: “Bir varmış bir yokmuş”. Geri gidiyoruz 78-79 sene evveline, Cumhuriyet ilan edileli daha üç dört sene olmuş. Ekrem Reşit ve Cemal Reşit ailemin en yakın dostları imiş. Onlar o sırada “Lüküs Hayat” diye bir operet yazıyorlarmış. Hani “Şişli’de bir apartman!”… O biraz bizim apartmana kinayedir, yani o benim doğduğum apartman. Hem ailemin çok yakın dostları, hem de alay ediyorlar sözüm ona annem ve babamla. Babam ve annem Paris’te hep onlarla birlikte olmuşlar, birlikte operetlere filan gitmişler.  Babam bankacı, staj yapmış Paris’te, sonra geri gelmiş.  Çok hoş böyle cumhuriyetin yeni çocukları onlar…

Gelelim öteki tarafa, ben ikinci kız olarak doğuyorum, bir Arap ailesine… Kıyamet kopuyor. Annem üzüntüden bayılıyor kızım oldu diye. İsim bulamıyorlar bana. Ben ikinci kız olarak atılıyorum oraya. Annem baygın. Büyükbabam geliyor, annemin babası, Şeyh İslamoğlu. Almanya’da yaşamış, çocuklarını orada okutmuş. Kastamonulu bir milletvekili. “İkinci kız. Napacağız şimdi?” demişler. “Kuran-ı Kerim getirin” demiş. Gelmiş, açılmış, büyükbabam elini Betül ismi üstüne koymuş. Demiş ki “Meryem Betül” Yani Meryem Ana’nın sıfatları demek. Babamın annesi gelmiş hemen, hani dizilerde olur ya, öyle hemen. Demiş ki “Ne olacak Arapça bilmeyen insanların çocuğuna böyle isim. Hem bu kız ilelebet bakire mi kalacak, hiç evlenmeyecek mi? Ne o öyle Meryem” “Olmadı Fatma Betül koyalım bari” demişler ve beni kurtarmışlar. Yani ben ismi ancak birkaç gün sonra konulabilen bir çocuk oluyorum. Cumhuriyet henüz yeni. Dolayısı ile şöyle bir şeyi en baştan kabul edelim. Cumhuriyetin başında, eski ve yeni, ikisi birlikte, çok kuvvetli bir şekilde gidiyorlar. Sonra, yeni, eskinin üzerine çıkıyor.

Dilim Atatürk’ün Ekmeğiyle Açıldı

Ben dilsiz doğmuşum. Beş yaşıma kadar konuşmamışım. Sebepleri çeşitli… Sebeplerden bir tanesi Osmanlı… Sol elimle yazıyormuşum. Sol el kötüdür ya, çok dayak atmışlar bana. Beynimde bir merkezi çökertmişler dövmekten. Bu bir… Bazı doktorlara nazaran ise aile içinde çok çeşitli dil konuşuluyormuş. Dadımız İsviçreli, annem onunla Almanca konuşuyor. Babam Fransızca konuşuyor, evde büyükannem var Farsça konuşuyor, Fransızca konuşuyor, büyükbabam Türkçe konuşuyor, Almanca konuşuyor. Ben şaşırmışım. Üstüne üstlük bir de Ermeni dadı da var evde. Fıttırmışım dediler…

Peki, beni kim kurtarıyor? Atatürk! Atatürk yemeğe geliyor. Hemen bizim zenci kalfa, “Hakanın ekmeği yedirilecek” diyor, “Çocuğun dili açılır.” Hakan yok ama Atatürk var. Atatürk’ün ekmeğini çalıyorlar. Düşünün adam ne kadar şaşırmıştır. Sonra zorla bana yedirmişler, zavallı solak Betül’e… Ama dilim açılmış. Atatürk’ün ekmeğiyle. Bir daha da susmadım zaten.

O günlere dair hatırladığım başka neler var? Bir gün devrin önemli siyasetçilerinden Hacı Adil Bey, -ki eniştemizdi-, o geldi. Ben sanırım bir yerde oynuyorum, O büyük amcamla balkonda konuşuyor. “Yahu bundan böyle cumartesi pazar tatilmiş.” “Ne?” “Evet”. “Bundan sonra perşembe cuma yok, cumartesi pazar tatil var.” “Nasıl olacak?” “Alışacağız efendim, alışacağız.” Bunu iyi hatırlıyorum…

Sonra Soyadını hatırlıyorum. Soyadı alınacak dendi. Masaların üstüne lügatler açıldı, isim aranıyor. Babamın işi kolaydı. Zaten ‘Mardinli zade’ diye tanındığı için Mardini diye gönderiyor. Atatürk de diyor ki, “Onlar ‘i’ yi kaldırsınlar. Mardin’i bütünüyle alsınlar.” İşte Mardin ensemizde böyle kaldı. Şimdi çok gururluyuz tabi.

Şimdi ben Beş yaşında falan “be, bu” diyince büyük bir sevinç oluyor evde. Ekmeği de yemişim içleri rahat. Doktora götürmek falan diye bir şey yok. İşte bakın bu öteki taraf. Bir de Cumhuriyet tarafı var, o da babamın… Babam ısrar etmiş bir doktora götürsek diye doktor da benimle uzun uzun konuşmuş. O bana bir şeyler anlatmış ben anlamamışım. Fakat adam sonunda demiş ki “Bir zeka pırıltısı var.  Çocuk aptal değil. Bekleyelim” demiş. Adam aslında haklı çıkmış.

Ben konuşunca bilin bakalım ne yapmışım. Fransızca konuşmuşum. Evde panik olmuş. Demişler “Bu başka türlü bir şey. Nedir bu?”  “Hemen” demiş büyükbabam, turşucu olan, kafası işleyen… “Bir okula koyalım, derhal Türkçeye dönsün” demiş. Altı yaşımda okula girdim. Hatırladığım, okuyamama, söyleyememe… Bana bir ‘ay’ gösteriliyordu ama söyleyemiyordum ki… Büyük bir şans eseri, benim şansım öğretmenimim şanssızlığı… Öğretmenimin bir yıl önce çocuğu tifodan ölmüş. Kadın bir benzerlik gördü bende, ağlayarak bana sarıldı ve beni bir yerde evlat edindi. Onunla hayatım değişti. Bana zorla ‘ay’ dedirtti.

Ben De Türkiye’yi Kurtaracağım…

 Şimdi şöyle bir şey çıkıyor; devrim mevrim, severek ise oluyor. Biz çok severek girdik. Ben altı yaşında konuşmaya başladığımda, “Türküm, doğruyum” diye sabah vücudumuza bir enerji giriyordu 40 dakika yol yapmış gibi. Tutana aşk olsun. Böyle çıkıyorduk. “Ben! Ben de Türkiye’yi kurtaracağım”, “Ben senden daha iyi kurtaracağım.” Hep bu hava. Eve dönüyorduk. Evde de aynı hava devam ediyordu. Yani hiçbir yerde bir takıntı yok, ailemizde herkesin başı açık herkes namaz kılıyor. Herkes normal bir hayat yaşıyor camiye gidiyor, ramazanda oruç da tutuyor. Ama radyo dinlemeye çalışıyoruz. Başka lisanların kitaplarını okumaya çalışıyoruz.

Bizim belki en büyük şanslarımızdan biri Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Klasikleri tercüme ettirmişti. Klasikleri okuyorduk ben 8 yaşımda falan Plato’yu okudum. Böyle bir genel bilgiden de doluyorsunuz. Okul bitti. Koleje girdiğimizin ikinci yılında babam banka müdürü olarak Mısır’a tayin edildi. O dönem harp çıkmış, kıyamet kopuyor. Babam beni seven arkamdan gelir dedi. Altı ay sonra annem bizi üç çocuğu toparladı. Görüyorsunuz her şeye rağmen gene o gelenek var. Hep beraber Mısır’a gittik.

Mısır’a gittiğimiz zaman her akşam bombalar atılıyor, kıyamet kopuyor. Beni bir İngiliz okuluna koydular. O İngiliz okulunda İngilizcem ilerledi. Birkaç şeyi anladım ben; Mısır İngilizlerin müstemlekesiydi. Ben “Müstemleke”nin ne olduğunu anladım. Savaşın ne olduğunu anladım. Türkiye’de yoktu bunlar. Ben birçok şeyi orada şahsen gördüm. Atatürk çocuğu olarak öğrenmeye açım ya,  daha çok bakıyordum her şeye. O bombardımanlarda ceset de gördüm, çok kötü günler geçirdik. On iki on üç yaşımda döndük İstanbul’a, koleje devam ettik. Her sene Mısır’a gidiyoruz. Babamla oluyoruz. Böyle, Mısır’la İstanbul arasında babamın yanına gidip gelirken benim İngilizcem çok ilerledi.

Bizim Evdeki Felaket

Bir iki kural edindim. Bir tanesi -çok şaşıracaksınız tabi-  iyi konuşma. “İyi konuşmam lazım” dedim. Konuşmanın önemini gördüm. İkna etmenin önemini gördüm. Daha o yaşta. Çünkü Ailenin kaideleri o kadar sertti ki, onları müzakereyle lehime çevirme meselesi çok önemliydi. Dolayısıyla ikna ve konuşma kuralımın içinde İngilizcemin ana dil kadar kuvvetli olması Türkiye’nin dışarıda tanıtımında -bakın on dört yaşımdayım-  bana yardımcı olur kararına vardım. Çok çalışkandım. Tahmin ediyorsunuz. Her yere maydanoz olurdum. Münazara diye tartışmalı programları vardı kolejin, onların hepsinde vardım. O kulübün başkanıydım gayet tabi. Çünkü benim kuralım o, onu yapmaya mecburum. Ama neden mecburum o da belli değil, beni bir şey itiyordu ona.

Kolejin son sınıfına geldiğimde ablam bir buçuk ay içinde öldü, birdenbire. Öksürüyordu, eve gitti, röntgenler yoluyla verem teşhisi kondu. Sanatoryum o zaman var, antibiyotik olarak da penisilin yeni çıkmış onu getirttiler babama, olmadı. Adada bir ev tuttuk yanlış yerdeymiş, rüzgâra maruz kalmış.  Haziranın altısında hastalandı, ablamı ağustos ayında kaybettik. Ablamı kaybettiğimiz zaman Hiroşima’da bomba patladı. Bizim için ha Hiroşima, ha bizim evdeki felaket.

Okumak İçin Babamı Zor İkna Ettim

O zamanlar bir felaket daha yaşandı. On beş gün sonraydı, annem odama geldi. “Hayrola annecim?” “Sen” dedi, “artık okula gidemezsin”. “Anlamadım”, dedim. “Lise sondayım, ne demek?” “Yok”, dedi, “Gidemezsin çünkü sen şimdi bizim tek kızımız kaldın. Baban diyor ki” –hala bilmiyorum babam mı diyordu- “O bizim tek kızımız kaldı artık yanımızda kalacak her gün bakacağız ne yiyor ne içiyor.”…

Bu olamaz, babamı ikna etmeliyim. İyi konuşmam lazım diyordum, münazaralara katılıyordum dediydim ya, konu ikna… Gece saat sekizde başladı müzakere. Annem götürüyor, geri getiriyor, götürüyor, geri getiriyor. Biliyorsunuz şunlar var iknada: Baktınız ikna edemiyorsunuz, nerden ikna edebilirim diye aranıyorsunuz. Bir yer buluyorsunuz. Daha doğrusu kapının içinde bir yere ayağını ucunu koyuyorsun “kımtırak!” deniyor ona onu sokacaksın açmak için. Baktım ki mesele okul değil, mesele benim her gün görülmem. Çünkü yatılıyım.“Ben her gün mektebe gündüzleri giderim, geceleri eve gelirim. Her gece sütümü balla içerim, sabah da beni tartarsınız. Bana bir otomobil tutarsınız. Taksi. Birkaç kişiyle beraber, parayı bölüşürüz. Beni her gün götürür, geri getirir. Kimse beni görmez, ben de kimseyi görmem. Okula giderim gelirim” “Ha!”, demiş babam, “Bu olabilir.”

Evlilik …

İkna edildiler ve ben okula gittim. Okulu bitirdim. İkinci büyük şey başlıyor şimdi. Psikiyatri okumak istiyorum. Beş yıl tıp, iki sene… Yedi sene. Amerika’da bir okul buldum kendime. Bak bak bak. O zaman bilgisayar yok. Oradan buradan, konuşa konuşa buldum. Gideceğim ama nasıl gideceğim? İkinci büyük patırtı başladı.  Orda ikna olmadılar. “Sen bizim yanımızda olacaksın.” dediler.  “Tamam, mühim değil, hukuk yaparım”. dedim. Bakar mısınız? Psikiyatriden hukuka geçtim. Büyük amcam çok büyük bir profesör ordinaryüs, hukukçu. Toprak hukukunu yazan adam. O bile telefon açmış, -demişki bu kızın gözünde bir ışıltı var galiba zeki, amcam da aynı şekilde- demiş ki “Betül’ de bir şey var. Bunu hukuka alalım, avukat yapalım.” Babam dedi ki “Katiyen”, bana geldi “Bunu” dedi “unutacaksın. Erkeğin bacağı bacağının yanına gelemez. Bu kadar bitti.” Yalnız kadınlardan da üniversite yok. Bakın, o devreye kadar ne kadar da cumhuriyetçi bir adam, fakat orda ailenin kuralı devreye giriyor. Bitiyor. Tekrar Düşündüm taşındım, neye izin verebilirler, tüm kızların gittiği bir okula. O da Akşam Kız Sanat. Yemek, içmek, biçki, çiçek, ne varsa. Oraya gidebilir miyim? A tabi. 4 yıl fevkalade yemek yaparım, fevkalade çiçek yaparım, ayakkabı yaparım hiç mesele değil yaparım. Ha! Neye yaradı bu? Şimdi geleceğim ona. Kariyerde…  

Bu arada tabi her iyi Türk kadını gibi evlendim. Kocamla pazarlık yaptım. “Biz evleneceğiz ama üniversiteye gideceğim.”  Yok, dedi, nerden çıktı böyle bir şey? Eve geleceğim, yemek pişireceksin.” Gitti. “Dur bakalım” dedim. “Belki yumuşar?” dedim ama yok, yumuşamadı. Çocuğum oldu.

İlk Maaş Yerine Çin Vazosu!

Bir hanımefendinin çıkardığı bir kültür sanat dergisi vardı. Benim İngilizcem de iyi. Bana dedi ki “Bir şeyler yazar mısın?” “Tabi”, dedim. “Mesela” dedi “Picasso”. Yazıyorum para vermiyor. Aradan birkaç sene geçiyor, dergi otuz sayfaysa ben yirmi beş sayfasını yazıyorum, kadın para vermiyor. Dolayısıyla ben amatör kalıyorum. Ailede akıllı bir amcam var yeni vefat etti. Ona gittim dedim ki “Ben nasıl yapacağım bu durumu?” “Kadına git de ki iki- üç lira ver ama ben para almış olayım senden ki ben artık profesyonel olayım.”

Kadıncağıza gittim kadın “estağfurullah!” diyor bana devamlı. Halbuki bu işte bilmem gereken bir şeydi.  Durmadan “estağfurullah!” diyor. “Ben nasıl sana para verebilirim?”  nasıl olabilir. Yahu bu kadın beni ne olarak görüyor?  Öyle bir görüyor ki kadın, ben para alamam, ben başka bir dünyanın kadınıyım. Gözümde bir ışıltı var ama o ışıltıya para verilmiyor. Bana antika bir Çin vazosu verdi. Salonumun tam ortasında duruyor, çünkü onunla başladım. Ben onu aldım, artık çıldırdım.

Bir de Mısır’daki malımıza hanedandan olduğumuz için el kondu. Yani Mısır’dan da para gelmiyor. Kocama gittim ve dedim ki ben çalışacağım ve para alacağım, evin parasına yardımcı olacağım, çünkü artık benim gelirim kalmadı. Biraz güç oldu ama ikna oldu. Ben –burası çok mühim- bir akşam altıda Tercüman gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü ile tanışmak üzere bir küçük resepsiyona geldim. 40 kişi var da onlar da var. Ben de geldim.

Yazı İşleri Müdürünün yanına gittim, dedim ki “Çalışmak istiyorum ben efendim.” “Ne yaptınız en son?”, dedi. “Falan dergide iki senedir yazıyorum, Garcia Lorka’nın hayatı üzerine bir derleme yaptım!”  dedim. Bunun üzerine İspanyolca Garcia Lorka’nın şiirini okumaya başladı. Ben de adamın gözünün içine baktım aynı şekilde Melih Cevdet Bey’in tercümesiyle aynı şekilde cevap verdim. “Yarın saat ikide işe başlayın.” dedi. Adamın ödü patladı.

Kariyerimi Şaşırtarak Elde Ettim…

Şimdi anladım ki şaşırtmanız lazım. Kariyerimdeki asıl büyük başarım şaşırtmadan gelmiştir. Ben insanları şaşırtırım. Hiç beklemedikleri bir şey yaparım. Yaratıveririm bir şey, şaşırtırım.

Onlar da o kadar şaşırdılar ki… Bir hafta sonra Tercüman gazetesinde bana bir sayfa verdiler. Ben de yazı işleri müdürlerinden biri oldum. Sayfa çizmesini bile bilmiyorum. Hemen biri geldi, “Ben size öğretirim.” dedi. Öğretti, anladım bu işi. Başladım. Para yetmedi. Dediler ki “Hafta sonu çizgi romanlarımız var onları tercüme eder misiniz?” “Ederim!” dedim. Ondan da para aldım. Ben birdenbire cumartesi pazar dahil gazeteci oldum.

Evlenirim Ama Beni Üniversiteye Gönder…

Evvela kocamı boşadım. Bitti çünkü çalışıyorum vakit yok. Her şeye rağmen adam eski. Böyle bir şeye tahammül yok.  Bitti! Tercüman’da birkaç sene çalıştıktan sonra Amerikalılarla çalıştım. Onlarla yapamadım tekrar gazeteci oldum. Yeni Sabah’ta çalıştım. İkinci kocam Haldun Dormen ile evlendim. Ona da dedim ki seninle evlenirim ama beni üniversiteye gönder. “Sen evvela tiyatroya gel” dedi. E tiyatrocu adam, tiyatrosu var, oyuncuları var, hakikaten ben nerdeyim? Dolayısıyla bir taraftan gazetede çalıştım bir taraftan tiyatroya yardım ettim tercümeler yaptım. Yani filmde, tiyatroda ve gazetede çalışıyorum. Dolayısıyla gazetecileri, tiyatrocuları, reklamcıları, sinemacıları tanıyorum. İnanılmaz bir çevre oluşturmaya başladım.

1964 senesinde benim evime her zaman gelen bir oyun yazarı, Turgut Özakman vardı. Bana “TRT’de de çalışır mısın?” dedi. “O da ne?” dedim ben. “Yeni kuruldu.” dedi “Türkiye Radyo Televizyon.” “Ne yapıyorsun?” dedim, “Ben”, dedi, “Oranın programının başındayım”. “Ne diyorsun!” dedim “Sen oyun yazmıyor muydun?”  “Onu da yaparım onu da yaparım!” dedi. Peki dedim ve beni TRT’ye aldılar. Haldun çok istedi çünkü biliyordu benim bu çırpınmamı. Üç sene radyoda çalıştım ve üç sene sonunda TRT beni BBC’e göndermeye karar verdi. Televizyon açılıyor dedi.

Ben oraya gitmeden Haldun ile boşandık. Aynı vaziyet yine. Ya çalışacaksın ya evli kalacaksın.  Ama hala çok iyi dostumdur o benim. İkinci çocuğumun babasıdır. Hatta bir telefonda ben Haldun’ a demişim ki “Ben tepeden tırnağa çiçek açmış bir ağacım patlayacağım.” “Allah Allah! Birini mi sevdi acaba?” demiş Haldun. O kadar anlamıyor ki başka yerdeyim.

40 Yaşında Kendi İşimi Kurdum

TRT’ de Londra’dan sonra Ankara’da oturdum televizyonu beraber kurduk, ben oyun bölümünü kurdum orda çalıştık. Sonra dedim ki “Çocuklarım İstanbul’da beyefendi. İstanbul televizyonu açılmıyor ben gidiyorum!” Kırk yaşındaydım İstanbul’ a geldim işim yok gücüm yok babama gittim.  Dedim ki “Baba bana iki ay kadar para verebilir misin?” Senelerdir böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış. “Bir iş kurmayı düşünüyorum” dedim. “O zamana kadar bana para verebilir misin?” dedim. “Peki!” dedi.

Düşündüm taşındım. Reklam şirketi kurmaya karar verdim. Akbank’a gidip yönetim kurulu başkanına dedim ki “Ben reklam yapmak istiyorum.” Bana “Onu bırak da ben bir şey söyleyeceğim üç bin beş yüz kişi var burada çalışan, ben bir şey söylediğim zaman ağlamaya başlıyorlar, onlar söylese benim vaktim yok. Sen çalışanlarla konuş, onların dertlerini bana getir, ben de onlara kızdığımda sen onlara götür.” “Bu ne bu” dedim ben. “Bilmiyorum böyle bir şey işte ihtiyacım var, para da vereceğim” dedi. “Yukarı çık Genel Sekreterle konuş” dedi.

Hamit Belli. “Hamit” dedim  “Nedir?” dedim “Dışarıda böyle bir meslek varmış?”, “Sen” dedi “Araya giriyorsun Beşeri münasebetleri sağlıyorsun ama bunun adı nedir bilmiyorum?” dedi. “Kaç para?” deyince bayağı da bir para veriyordu. “Peki!” dedim, eve geldim telefon çaldı Selahaddin Beyaz. “Bir plak şirketi kuracağım da sana orada ihtiyacım var”, “Ne yapacağım orada?” dedim, “Şarkı söyleyenleri tanıtacaksın” dedi. Reklam sandım ben de. O da para veriyor. Bu da iki.

Üçüncü telefon. Birisi dedi “Kervansaray Lokantası var ya!” dedi “Var!” dedim, “Oranın sahibi seninle konuşmak istiyor” diyince, “Her şey bitti bir lokanta sahipleriyle konuşmadığım kaldı!” dedim. Kalktım gittim, adam “On bir lokantam var” dedi “Zincir, siz mönülere bakacaksınız. Sanıyorum mönülerde hata işliyorum, bazı insanlar o mönüleri beğenmiyorlar. Bu işe siz bakın. İngilizce ve Türkçe reklam metinlerime de bakacaksınız galiba hata işliyorum. Bir de bazen haber yolluyorum orada da hata işliyorum.” Adamın suratına bakıyorum. Adam PR’ı anlatıyor. “Ve bunun için iyi para vereceğim size” dedi. “Benim başka işlerim de var” dedim. “Haftada bir gün, akşamları iki saat, ayrı kapıdan gireceksiniz sizi kimse görmeyecek” dedi. Adımımı attım. İki ayda on müşteri. O kadar çok para kazandım ki babamdan telefon geldi. “Gelir vergin artıyor, dikkat et.” diye. Bakar mısınız sanki bir şey yapıyormuşum gibi.

Türkiye’nin İlk Halkla İlişkiler Şirketi

Başladım kitap aramaya. Bilgisayar yok, Amazon yok, Google yok, dışarılara kitap aramaya gittim ve kendi başıma bunun adının Publication olduğunu öğrendim. Hallelujah! Yani nihayet kitapları aldım geldim. Yapıyorum, bakıyorum, olmuyor Türkiye’de o, Diyorum ki bu Türkiye’de böyle olmuyor. Başka türlü yapıyorum… Tamam. Bu Türkiye’de oluyor. Ben böyle bir vaziyetteyim.

Üç sene geçti aradan.  Çok başarılıyım ama tek başınayım. Tek başıma boynu kesilmiş bir tavuk gibi koşuyorum. Üç sene sonra gene o Akbank’taki adama geldim dedim ki “Ben bunu burada yapıyorum ama dışarıda da böyle mi bilmiyorum, belki uluslar arası değildir benim yaptıklarım, ben buna tahammül edemem” dedim. “Seni Londra’ ya tayin ediyorum” dedi. “Oradaki bir büyük kuruluşta PR yapmak üzere.

Düştüm kalçamı kırdım, sakat kaldım tam o ara. O vaziyette gittim ameliyat oldum ve oraya yerleştim. Dört yıl orada halkla ilişkiler- pazarlama yaptım. Bayağı bir şey öğrenip geldim. Beni buraya kim getirtti, İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın kurucusu Nejat Bey. Eve geldi ve bana “Üç haftanı verebilir misin festival başlatıyorum!” dedi. O da herhalde bir ışıltı gördü gözümde Üç hafta sonra festival başladı ben tekrar Londra’ya döndüm ve her tarafa istifamı verdim tekrar İstanbul’ a döndüm. İlk büyük müşterim dolayısıyla festival oldu. Ondan altı ay sonra Allaaddin Asna ile beraber A ve B’yi kurduk. A o, B bendim.  

Şimdi Alaadin’le başlayınca Türkiye’nin bu ilk halkla ilişkiler danışmanlık şirketiydi Türkiye’de biliyorlar da bilemiyorlar. Ecnebiler yani yabancı şirketler farkında onlar biraz daha içe dönük bir şeyler yapmaya çalışıyorlar ama firmalarla çalışmaya alışık değiller. Zaten birinci firmayız. Çok uzun süre müşterisiz çalışmalar yaptığımızı hatırlıyorum. Bir iki dergi çıkardığımızı, bir iki böyle istenmeyen olay oluyor o zaman bize başvuruyorlar. Yani O zamanlar çok halkla ilişkilerci yok. Alaaddin dernek kurmuş mesela 20 kişi falan kurucu. Şirket hiç yok, bizimki ilk şirket. Çok bilinmiyor. Diyeceksiniz ki bugün biliniyor mu? Beni bir yarışmada sormuşlar ne iş yapar diye yarışmacı beni mimar yapmış. Ama benim ümidim var! Bugün biraz biliniyor sanırım…

Yani o günlere dönecek olursak böyle bir şeyin içinde çalışıyoruz biz. Dolayısıyla çok müşterimiz yok. Bir tarafın dergisini yapıyoruz, o bizi biraz idare ediyor. Bir keresinde Vakko’nun bir defilesini yapmıştık. Böyle bir birkaç şey var.

Alaadin Bey derneğin başkanıydı çekilince yerine ben geçtim. Ben başkan olunca o çok şaşırdı neden beni başkan seçtiler diye. Gözümde bir ışıltı gördüler herhalde. Eve gidince çok düşündüm ve asıl sorunumuzun uluslararası olamamak olduğuna karar verdim. Yani Uzakdoğu için çok iyi ama Batıya göre yokuz. Batılaşmak için de, batılı olmak için de uluslar arası olmak gerekiyor. Çok iyi bir yönetim kurulum vardı. Dedim ki “Uluslar arası alanda bu işleri kim iyi yapıyor, bulalım, öğrenelim!” Çok soruşturdular çok aradılar. Mail yok, hiçbir şey yok. Çok araştırıldı ve nihayetinde dediler ki bana, “Amerika’da bilmem kim!?” varmış. Ben bir mektup yazdım ve bir adamın adına ulaştım ve bana dendi ki, bu işi çok iyi bilen bir adam var ama o Londra’da oturuyor, adresi de şudur… Adresinin aldım, mektup yazdım ve cevap geldi. Dedi ki, Uluslar arası bir halkla ilişkiler şirketi var İPRA. Ben oranın genel sekreteriyim. Hemen adama bilet yolladım. Buyurun dedim.

İpra Başkanlığına Giden Yol

Şimdi Her şey derneklerle olmuyor. İnanıyorum ki insanın çok isteği varsa elini cebine atmasını bilmesi lazım.  Hala buna inanıyorum. Her halkla ilişkiler şirketinin senede bir defa hiç para almadan bir yere servis vermesi lazım. Herkesin sosyal sorumluluk taşıması gibi. Evvela üye oldum, paramı ödedim, Londra’ya geldim. Alaaddin’de çok yardım etti. Türkiye’de bir otelde yapmakta olduğum bir olayı slaytlar eşliğinde anlattım. Slaytlarla anlatırken biraz İstanbul manzaralarını da verdim. Kıyamet koptu. Çıkarken Amerikalı bir PR’cı kadın vardı, dergisi vardı PR diye. O geldi yanıma ve dedi ki “Derhal bunun bana İngilizce olarak vereceksin bende dergide yayınlayacağım, böyle bir şey görmedim” deyince ben birden bire dünya üçüncüsü seçildim o olayla. Haa okey! Derhal İPRA’nın birinci toplantısını İstanbul’ a çevirmeye uğraştım. Başladım yürümeye.

Aradan on sene geçti. İstanbul’ a geldiler ya da ben gittim.  Har şeyi yaptım ve dediler ki “Hadi seni yönetim kuruluna sokalım.” “Ne yapıyorsunuz çocuklar ben anne(mother) olarak sürdüreyim!” “Yok!” dediler. Bir sonraki sene gittik ama başaramadık çok kuvvetli lobilerle karşılaştık. Brükselliydi başkan. Bana “Seneye olursun!” dedi, ben “İstemem artık” dedim… Ama o,  “Sen değil Avrupa seçecek seni sesini çıkarma.” dedi… Ertesi sene İsrail’de idi toplantı. Baktım Avrupa ülkeleri beni seçmiş yönetim kuruluna. Valla bir şeyler yapıyorum, muhasebeyle ilgileniyorum hala gülüyorlar muhasebeden hiç anlamam… Ben bunlarla uğraşırken başkanın yerine birisi seçilirken şöyle bir olay oldu. Eğer aynı saatte, beş ülke, aynı insanı aday gösterirse o kişi başkan oluyor. Sabahlardan bir sabah ben başkan oldum. Birdenbire. Bana Bir sabah faks geldi ve beş ülke sizi aday gösterdi ve tayin edildiniz dendi. Doğrusunu isterseniz çok sevindim.

Başkanlığın ilk gecesi törenin İsviçre’de yapılmasını istedim. Bir yere gitmek istediğiniz zaman biraz kendinizden de vermeniz gerekiyor. Ben bunun Türkiye’ye layık hoş bir gece olmasını istedim. Hakikaten çok iyi oldu. Çetin Emeç’in kızı Bilge, Mozart’tan bir şeyler çaldı. Tamamıyla hakikaten Türkiye Cumhuriyeti’nin gecesi oldu.  Elçi de orada ama Ali Han’ın kızı da orada. Osmanlı Sultanları yani, çocukları da orada. Öyle bir hava yaratmak istedim ki orada, biz gelenekleri olan, tarihi zengin, kültürü koyu olan bir ülkeyiz. Bana mesela çok enteresan gelen bir şey vardır. Biz Hayrettin Barbaros’u büyük bir amiral olarak görüyoruz, Andrei Dorya’yı ise bir korsan. Ama bu onlarda tam tersi. Onlar Hayrettin Barbaros’u korsan, Andrei Doryayı ise büyük bir amiral olarak görüyorlar. Böyle, şaştı İngilizler… Sonra senemizi hoşgörü ve tolerans senesi ilan ediyorum. Kendi kendime her konuşmam hoşgörü atasözleriyle başlayacak, hoşgörü atasözleriyle bitecek dedim. Bütün kongrelerimde ana konum hoşgörü olacak, bir bütün sene.

Şimdi diyeceksin ki Nereden icap etti? Çünkü başkanlık da aynen bir iş gibi. Gene bir amacın olacak. Ona göre de bir stratejin olacak.

O sene madalyamı takarak dolaştım her tarafta. Üstünde İPRA yazılı arkasında Betül Mardin. 1995 President yazılı. İki sene sonra tüm başkanların toplandıkları bir komite vardı beni oraya başkan seçtiler. Dolayısıyla başkanların başkanı olarak devam ettim. İnanıyorum ki ötekiler benden gençtiler diye beni seçtiler. Fakat bunun ötesinde benim için mesleki olarak önemli olan şey 97’de beni üstat seçtiler. 20-25 kişi arasından böyle bir şey olmak çok güzeldi. Sonra beni Chicago’daki dünya kongresinde, dünyadaki en büyük beş halkla ilişkilercilerinden biri seçtiler. Dolayısıyla bir Türk kadını olarak bu tabi çok hoş bir şey… Bundan sonra tamamım ben diyorum. Ben artık kendi müşterimle uğraşayım.

Yaşam Boyu Başarı Ödülü

Amerikalıların 2200 kişilik bir vakıfları var. Bizim ki gibi öyle 40- 50 kişilik değil. O 2200 kişi her sene bir uluslar arası kişiye Yaşam Boyu Başarı ödülü veriyor. 10. sene bu sene. 10. senenin enteresan tarafı 10 ödül birden verecekler, 6 kişisi zannediyorum Amerikalı seçilmiş, dört tanesinden biri İsveçli bir İngiliz seçmek istemişler. Onu seçince alınır diye bir de Fransız seçmişler… Onuncuyu bir Japon’a vereceklermiş, beklemişler, adam ölmüş. Oraya beni tavsiye ediyorlar, referans gerekiyor tabi, referans mektupları benim Belçikalıdan gitti, İsveçliden gitti, Yunanistan’dan gitti.

Bütün bunların mektuplarını okuduktan sonra Temmuz’un 6’sında İngiltere’de bombalar patladı… Benim hiç ümidim kalmadı, Türk olarak ama tam o gece bir anda Amerika’dan bir telefon geldi. Dediler ki “Siz PR’ın yaşam boyu başarı ödülünü aldınız.” “Bu gece mi?” dedim. “Bizi hiç ilgilendirmiyor bunlar. Biz bu ödülü size veriyoruz!” bunu. Onun üzerine benden bir görüş istediler White Paper. Onu yazdım. Global şirketlerin Halkla İlişkiler olaylarını. Bunun için Tony Blair’in PR’ıyla gittim konuştum. Onun da okeyini aldım. Böyle bir şey olabilir dedi. Halkla ilişkilerci hala genel müdürün ya da başkanın yanında oturmuyor Türkiye’de ve de dünyada. Bazı ülkeler ve şirketlerde bu var da bazılarında yok.

Arabım, Kürdüm, Fransızım Ve Türküm…

Ben Arabım, Kürtüm tabi ki Fransızım; benim bir büyük annem var Fransız. Ve bütün bunlar içinde kendimi Türk görüyorum. Atatürkçü görüyorum, Cumhuriyetçi görüyorum. İleriye dönüp böyle bakıyorum. Eskilerden aldıklarımı içimde harmanlıyorum ama ileri gidiyorum. Bu ileriye giderken insanların durmadan bana dirsek atmasına çıldırıyorum. Ve bunu görünce insanların kendilerine yeniden bakmalarını tavsiye ederim.

Ben Türk olmanın dezavantajlarını da yaşadım. Bu tarih kitaplarından yanlış düşüncelerin gelişimiyle. Bilgisizliğin sonucunda bizi bilmemelerinden kaynaklanıyor. Bana bir Amerikalı müşterim şöyle demişti. “Türkiye en çok saklanan sırdı. Buraya bir defa gelen artık hep gelir.” Mesele onları buraya getirmektir, bizi tanımalarıdır. Bence o çok önemli, hakikaten Türk’ü tanımamalarına çok üzülüyorum. Çok şey kaçırıyorlar.

Ailemdeki katı kurallar, onlar çok güzeldi ama öyle ikinci kız çocuğuna isim verememe. Tabi ki bu bana bir kamçı olmuştur. Ama diyorum ki o muydu kamçı yoksa ortanca olmak mı? Çünkü büyük kız güzel, ortanca kız komik diye bir laf vardır. Muhakkak komik laflarının bana çok büyük bir etkisi oldu. Her yasak bana çok daha büyük bir kamçı olmuştur. Şimdi artık yasak yok ya artık çok rahat çalışıyorum.

Hep Sızlanmakla Olmuyor

Çok utanarak söylemek istiyorum ki 24 senede doktor oldum, “Hanımefendi 24 senede ancak fahri doktor alabildi.” dediler. Aslında baktığınız zaman Türk kadınında bir ilerleme görüyorsunuz. İnsanların zaman zaman ümitsizliğe düştüğünü görüyorum. Şunu söylemek istiyorum: Töre cinayetleri bizim hakikaten en büyük dertlerimizden birisi. Aile içi tecavüzler falan, bunların hepsi önemli sorunlar. Ama biz bunu konuşabiliyor muyduk? Hayır. Şimdi konuşuyoruz. Şimdi bunu Mardin’de de konuşuyorsunuz, Urfa’da da, Diyarbakır’da da.

Yanımda çalışan bir kadın anlatmıştı. Köyde çalışırmış. Akşam yemekler yapılırmış, yer sofrasına konurmuş, önce erkekler yermiş. Sonra kalan yemekleri yemek için kadınlar otururmuş. Kadın çalışıyor çalışıyor, parasını Kastamonu’ya gönderiyor. Köye geldiğinde aynı şeyi yapıyorlar. Diyor ki, “Erkekler sofraya oturunca ben de oturdum diyor, iki dirsek vurdum, attım kaşığı yemeye başladım. Böyle baka kaldılar. Bu yemeklerin parasını ben kazanıyorum, dedim. Sonra hatalarını anladılar. Hanımlar gelin oturun, dediler ve hep beraber yedik.”

Bu olay 20 sene evvel olmuş. Bu hanım 35 senedir yanımda çalışıyor. Benim böyle âdetlerim var; yanıma giren birisi hep orda kalır. Hayatımda çok farklılıklar oluyor ama bazı şeyleri hiç değiştirmem. Neyse, işte bu kadın da bunu söyleyebilmiş. Dolayısıyla diyorum ki hep sızlanmayla olmuyor. Biraz da ümitlenelim canım. Biz hâlâ Nobel alamıyoruz. İlim ve bilim üzerine çalışmamız lâzım. Bence problemimiz asıl bu. Yani avukat da oluyoruz, doktor da ama bazı meslekleri sadece erkeklerin yapabileceğini düşünüyoruz. Meselâ bir işim olsa bu nasıl oluyor diye bir erkeğe soruyorum. Benim bile vergicim erkektir, o işlere bakmam bile. Hâlbuki normal olarak insanın vereceği vergiyi de bilmesi lâzım, haklarını bilmen lâzım. Ama bunlarla ilgilenmiyoruz. Kolayımıza mı geliyor galiba. Yani biz çok güzel yemek yapalım, çocuk bakalım, evi temizleyelim, başka şeyle uğraşmayalım.

Türk Kadını Biraz Şımarıyor

Türk kadını biraz şımarıyor. Herhalde çok duyuyorsunuzdur, kocası ölmüş bir kadının eli ayağı bağlanıyor. Çünkü her şeyini kocası yapıyordu. O ölünce ortada kaldı. Tabii ki okullardan başlamak gerekiyor bunları öğretmeye. Bizde o da yoktur. Benim bu hafta Bilgi Üniversitesi’nde hukuk dersim var; halkla ilişkilerde hukuk.

Yahu çıkıyorsun bu okuldan şirket kuracaksın. Şirket nasıl kurulur biliyor musun? Bir müşteriyle anlaşacaksın, nasıl bir kontrat yaparsın biliyor musun? Kimse bilmiyor. Babasına işe gittiğini söylüyor da hayırlı işler diliyor. Babam bana sonunda ne iş yaptığımı bilmediğini itiraf etti. 84’te vefat ettiğinde ben bir dünya kongresinden dönmüştüm. O işimi biraz farklı algılıyordu. “Gidiyor kadın konferans dinliyor.” Tabi yani erkekler konuşurken kadın biraz zor konuşurdu, çocuklar da konuşamazdı. Ben hakikaten bunları bilmiyorum, yani neden bugünkü kadın benim zamanımdaki kadın gibi hareket ediyor onu anlamıyorum. Hakikaten kafasını işletse Türk kadınının önünde hiçbir mani yok artık.

Avrupa 1930’lara Dönüyor – Leo Lucassen

Avrupa 1930’lara Dönüyor – Leo Lucassen

İslam Dünyasında Kadın

Gezdiğim, gördüğüm İslam dininin yaşandığı farklı coğrafyalarda kadınlar ve kadın hakları üzerine, siyaset, sanat, kültür ve iş dünyasından isimlerle röportajlar, notlar, tanıklıklar...
Röportajlar 2005-2006 tarihleri arasında yapılmıştır.
Leo Lucassen

Leo Lucassen

Avrupa 1930’lara Dönüyor

1988’den itibaren yükselen İslam karşıtlığının kronolojisi, tenkidi ve Avrupa nereye gidiyor? Göç Tarihi Profesörü Leo Lucassen anlatıyor.

2016 yılında Avrupa’ya giden mülteciler üzerine hazırladığım belgesel çekimleri için Hollanda’ya her gittiğimde Müslümanlara karşı iklimin giderek karardığına şahit oldum. Mültecilere karşı tepki fazlaydı. Bu tepkilerin gün yüzüne çıkmasında aşırı sağcı Özgürlük Partisi Başkanı Geert Wilders’in etkisi büyüktü. “Anti Müslüman” kimliği üzerine siyasetini yapılandıran Wilders, mültecilere “testosteron bombaları” gibi aşağılayıcı söylemleri sarf etmekten vazgeçmiyor, bir nevi sokaktaki halkı “kışkırtıyordu”. Sokaklar onun diliyle konuşmaya başlamıştı.

Hollanda siyasetinde lider krizi, AB ile birlikte ortaya çıkan ekonomik sorunlar, sosyal yardımların azalması endişesi, terör ve IŞID gibi faktörler Avrupa siyasetinin yönünü sağcı ve ırkçı bir çizgiye doğru sürüklerken, ülkedeki Müslüman nüfusa ilişkin algı da değişmeye başlamıştı. Hollanda’ya her gittiğimde haberlere yansıyan “Müslümanları ülkemizde istemiyoruz” protestoları konuyu mülteciler ekseninden çıkarmış, genel algıyı besler hale getirmişti. “Ne olursan ol Müslümansan tehlikelisin” imajı giderek pekişiyordu. Halkın genelinde medyanın olan biteni abarttığı, aslında protestoların marjinal guruplar tarafından yapıldığı söylense de Wilders’in oyunu giderek artırması “Avrupa değerleri” kavramının yerini “Avrupalı milli kimliğine” terk ettiğini gösteriyordu. Dini değerlerini neredeyse kaybetmiş bir ülkede sol ve liberallerin de işbirliğine bir karşı cihat ruhu canlandırılmıştı. Bu çerçevede “ne oluyor” sorusunu Leiden Üniversitesi Sosyoloji ve Göç Tarihi Profesörü Leo Lucassen’e sordum. Cevaplarının bu anı ve gidişi anlama noktasında ufuk açıcı olduğuna inanıyorum.

Dün Yahudiler Bugün Müslümanlar

Avrupa birliği geçmişte de göç konusunda sorun yaşadı. Birçok farklı ülkeden insan burada yaşıyor. Hollandalıların bugünkü tepkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İlk defa yaşamıyoruz, en az üç büyük göç dalgası oldu. Hindistan, Pakistan gibi eski kolonilerden İngiltere’ye gelenler oldu, Cezayir’den Fransa’ya gelenler, Antillerden Hollanda’ya gelenler oldu. Bunlar 1950-1960’larda yaşandı ve milyonlarca insandan bahsediyoruz. Diğer büyük bir dalga da işçi göçleriydi, Güney Avrupa ve Türkiye’den. Başta Almanya olmak üzere, Hollanda, Fransa ve Belçika’ya geldiler. 1970 ve 1980’lerde Fas ve Cezayir’den de geldiler. Aile birleşmeleri bu rakamları dörde katladı. Daha sonra üçüncü dalga, yani ilk dalga eski kolonilerden gelenler, ikinci grup yasal yollarla gelen işçiler ve üçüncü grup 1990’larda sığınma talep edenler. Bugün gelen mülteciler ile aynı yerlerden geliyorlardı.  Orta Doğu’da İran, Irak, Afganistan, Somali hatta Afrika’nın tamamı. Sonra buna Bosna ve Kosova’dan gelen Müslüman göçmenler eklendi. Bu kısa süre içerisinde Avrupa dışındaki ülkelerden yaşanan dördüncü göç dalgası. Göçmenlerin çoğu yine Müslüman.

Bu dalga Avrupa için daha farklı değil mi? Daha önce bir göçte böylesine sınır kapatmalar yaşanmamıştı.

Birçok insan daha önce bu kadar mülteci gelmediğini sanıyor. Bu saçmalık, 1990’larda rakam daha yüksekti. 1990’lardaki kadar mülteci alacak olursak (Hollanda için) bu yıl dahil beş yıl boyunca 45 bin mülteci gelmesi gerekir. Fark sayılarında ya da nereden geldiklerinde de olmaması gerekir. Şimdi çoğunluk Orta Doğu ve Afrika, 1990’larda da aynısıydı.

Bugünkü durumu farklı kılan nedir peki? Avrupa’daki paniğin sebebi nedir?

Bugünkü göçün farkları var ancak, bu sayı ya da nereli olduklarıyla ilgili değil. Farkın sebebi durumun nasıl algılandığında yatıyor. İnsanların Avrupa’ya gidiş yolları da insanları ürkütüyor. 1990’larda şimdiki gibi AB bir birlik değildi. Ortak vize uygulaması yoktu. İnsanlar Avrupa’ya ulaşmak için uçağa biniyor, trene biniyorlardı, normal yollar kullanıyorlardı. Bugün ise bu mümkün değil. Uçağa binmek isterseniz vize gerek ve bu insanlar vize alamıyorlar ve insan tüccarlarına yöneliyorlar, çok tehlikeli yollar ile geliyorlar. O botlar durumu daha da dramatik yapıyor, algıyı etkiliyor. 1990’larda bunlar yoktu, mültecilerin gelişlerine ilişkin görünmezlik vardı.

İkinci büyük fark ise İslamafobya. Bunun sebebi de 11 Eylül saldırıları. Bundan sonra devam eden İslami radikallerin saldırıları da etkili oldu. Madrid, Milano, Paris ve Brüksel. İnsanlar da İslam’dan korkmaya başladı çünkü bu kötülüğün kaynağının İslam’da olduğuna inanıyorlar. Aslında işin aslı böyle değil. Araştırmalar bu kişilerin İslamiyet’i seçmeden önce radikalleşmiş olduğunu gösteriyor. Bu iş çok karmaşık bir sorun. Dünyadaki Müslümanların yüzde 99.5’i bu teröristlerden uzak kalmak istiyordur. Asıl kurban da Müslümanlar. Dünyadaki İslami terör saldırılarında ölenlerin yüzde 85’i Müslüman.

İnsanların korkması anlaşılabilir. İslamafobyayı asıl ateşleyen şey ise siyasetçiler. Üstelik Fransa’da Le Pen ya da burada Wilders gibi sadece popülistler değil, ana akım siyasetçiler de korku tellallığı yapıyor, Müslümanları güvenilmez olarak gösteriyorlar. Bu algı toplumda artıyor ve mültecilerden korkmamız gerek gibi düşünceler ortaya çıkabiliyor. Saldırıları gerçekleştirenler zaten bu terörden kaçan mülteciler değil radikaller, Avrupalılar.

Göçmenlerin Avrupa’da doğan ve burada radikalleşen çocukları. Onlar da çok küçük bir azınlık. Ancak büyük bir korku ortamı oluşturmak için bir düzine insan yeter ve teröristler bunu istiyor.

Asıl problem mülteciler değil İslamafobya diyebilir miyiz?

İslamafobya evet. Bir de Avrupa’nın tamamı, Avrupa Birliği projesinin sorunları var. Ben bir mülteci krizi var diyemem, Avrupa’da siyasi bir kriz var. Milyonlarca mültecilerden bahsediliyor. Ama ortada öyle bir rakam yok. Geçen yıl bir milyon kişi sığınma başvurusu yapmış bu AB nüfusunun yüzde 0.2’si. Bu Avrupa’nın yönetemeyeceği bir sorun demek saçmalık. Problem Avrupa’nın yönetmek istememesi. Asıl sorun AB’nin bir blok olarak hareket edemediğinin farkına varılması. Birlik olursak yönetebiliriz diyorlar tabii ki yönetebiliriz. 1990’larda çok daha fazlasını yönettik. Almanya’ya bakın, hala Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Avrupa’nın bu sayıları kaldıramayacağı düşüncesi saçmalık.

Avrupalılar neden korkuyorlar ?

İnsanlar kendi kimliklerini (AVRUPALI) kaybetmekten korkuyorlar. Mültecilere ve Müslüman mültecilere karşı çıkanların gerçek duygusu bu. Akademisyen olarak benim görevim bu korkuların yersiz olup olmadığını bulmak. Geçmişte bakabileceğimiz iki örnek var. Demin anlattığım 1990’lardaki göç, gelenlerin yüzde 75’i Müslümandı, hatta daha fazla Yugoslavya ve Kosova’dan gelenler de Müslümandı. Sorun olmadığını gördük. Avrupa toplumuna entegre olmak için çalışıyorlar mı diye araştırmalar yaptık. Sonuç endişe doğurmadı. Sonunda bir çoğu iş buldu. İslamafobya düşüncesinde ilginç olan, demokrasi, özgürlük, İslam hakkında düşünme şekilleri. Bunlar ılımlı insanlar, radikaller değil. 50 yıl içinde kültürel açıdan iyi bir şekilde entegre oldular. Şu anda gelen mültecilerin özellikleri öncekilerden farklı değil.

Müslümanların Avrupa’yı ele geçireceği düşünülüyor. Toplumun bazı kesimlerinde bu inanç fazla. Akademisyen olarak buna inanmıyoruz. Türkiye, Fas, Cezayir’den çalışmaya gelen ailelerin çocukları ile ilgili sorunlar var ama bunun sebebi Müslüman olmaları değil. Bazı sosyal problemler var, entegrasyonlarında sorun var. 1970’lerin sonu 1980’lerin başında çalışmaya gelen insanların eşleri de geldi ve aile birleşmeleri oldu. O zamanlarda uzun süreli bir ekonomik gerilemenin başlangıcı yaşanıyordu. Gelenler işlerini kaybetti, evleri şehrin en kötü yerlerindeydi. Fransa’da banliyölerdeydiler. Entegrasyonda sorun oldu, dili öğrenmediler çünkü geri döneceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden ikinci nesillerin toplum içinde kendilerine yer bulmaları çok zor oldu. Bazıları ise oldukça iyi duruma geldi. Eğitim durumları açısından büyük ilerleme yaptılar, üniversitelere başladılar. Diğer bir grup ise bunu yapamadı, suça yöneldiler, yoksullaştılar. Bu insanlar Brüksel ve Paris saldırılarından sorumlular. Sonradan radikalleşen küçük suçlulardı, çok daha sonra İslam’a yöneldiler. Hristiyanları bombalayacağız diye doğmadılar. Fransa’da bazı akademisyenler ve yapılan araştırmalar sosyal problemlerin radikalleşmenin kökeninde olduğunu ortaya çıkardılar. Tekrarlıyorum bu ikinci neslin küçük bir bölümü. Bu da kötü zamanlamadan kaynaklanan bir problem. Kimseyi suçlayamayız.

Avrupa’da Müslümanlara karşı kırılma noktası ne zaman yaşandı?

11 Eylül tabii ki çok büyük bir kırılma noktası ama bence daha önemlisi var. 1988 yılında Salman Rüşdi’nin kitabı basıldı ve daha sonra farklı dillere çevrildi. 1989’da İngilizce çevirisi yapıldı. Bu, Humeyni’nin Rüşdi’ye karşı fetva vermesinin hemen ardından gerçekleşmişti. Avrupa’da çalışan göçmenler sokağa döküldü ve kitabın yasaklanmasını istedi. Sokakları yaktılar vs. Batı Avrupa ilk defa kendi toplumunun içinde, Truva atı gibi, dini çok ciddiye alan insanlar olduğunu gördü. Bu bir dönüm noktası oldu.

Göçmenleri Truva Atı Gibi Gördüler

Din Avrupa için önemli mi?

1960’lardan sonra Batı Avrupa’da din yok olmaya başlamıştı. Kültürel değişim sonrası Hristiyanlık eleştirilmeye başlandı, birçok kişi ateist oldu. Batı Avrupa’da din birçok kişi için şüpheyle bakılan bir şey oldu. Sol görüş de öyle oldu. Rotterdam, Brüksel, Amsterdam gibi şehirlerde yaşanan olaylara en büyük tepki sağdan değil soldan geldi. 1960-1970’lerdeki kültürel devrimde aktif olan insanlar dine genel olarak tepki göstermeye başladı çünkü din özgürlük dışı görülüyordu. Bir açıdan haklıydılar. Yani sol görüşlü, gazetecilerin, aydınların insanların sokağa çıkıp Rüşdi’nin kitabının yakılmasını istemesinden rahatsızlık duyması garip değil. Ama durum değişti ve sağ görüş bunu sahiplendi. 1990’larda genel olarak Müslümanlar ve İslam’dan bahsedilirken bu algı hakim oldu. 1990’larda Müslümanlar bu prototipe sokuldu. Bazı makalelerimde benim Rüşdi zamanları diye tanımladığım bu dönem hem sağ hem de sol görüşlüler için dönüm noktası oldu. İnsanlar içeriden tehdit edildiğini hissetti. Göçmenleri atılması gereken Truva atı gibi gördüler. En fazla dinden kopmuş olan Danimarka ve Hollanda gibi ülkelerde de bu olaylar yaşandı.

Solcular şu anki duruma nasıl tepki veriyorlar?

Bu, solu nasıl tanımladığınıza göre değişir. Çok fark var, ülkeden ülkeye değişir. Sosyal demokrat partiler, İngiltere’deki İşçi partisi, buradaki sol partiler, hepsi İslamafobik çerçeveyi benimsedi. Ama Yeşiller gibi sol partiler ise karşı çıktı. Farklı görüşler var. Aslında sağda da böyle. Hollanda’ya bakacak olursanız sağ görüşlü Hristiyan partiler de ilginç bir şekilde bir ölçüde İslamafobya ya karşı. Çünkü birlikten yanalar, insanları prototipleştirmeye karşılar vs. hem sağda hem de solda bölünme var.

Özellikle Hollanda açısından Müslümanları düşmanlaştırma sürecini etkileyen en önemli olay neydi?

Yönetmen Theo Van Gogh’un öldürülmesi Hollanda’nın 11 Eylül’üydü. İnsanlar çok çabuk unutur. 1990’lardaki göç dalgasını unuttular. Derste anlattığımda, öğrenciler neden bahsediyorsun diyorlar. Kolektif hafıza insanların güçlü yanlarından biri değil. Ancak herkes 11 Eylül’ü hatırlıyor, çok aşırı bir durumdu ve bir de burada öldürülen yönetmen Theo Van Gogh’u da unutmuyorlar. Hollanda’nın 11 Eylül’ü buydu diyebiliriz, hem sağcılar hem de solcular için. 2005’te bu şok etkisi yarattı.

Bu olayların mültecilerle ilgisi var mı?

Toplum mültecilerle bu durumu özdeşleştiriyor ama bu saçmalık çünkü bunları yapan mülteciler değil. Mülteciler bundan kaçıyor.

Doğu ve Batı çatışmasında Avrupa merkez olabilir mi? Politikacıların ve toplumun nasıl tepki vereceğine bağlı. Bunu doğu ve batı arasında Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında bir savaş olarak tanımlayabilirsiniz, korku tüccarları öyle yapıyor. Bu gerçeği yansıtıyor mu?

Hayır. Hristiyan değerlerinden bahsedenlerin çoğu kiliseye gitmiyor. Bunu sadece tartışmada argüman olarak kullanıyorlar. Müslümanlar için de aynısı geçerli. Mülteciler Müslüman ülkelerden geliyor ama dindar olmayabilirler. Ayrıca insanların dini vecibelerini yerine getiriş şekilleri İslamiyet’te de farklı olabiliyor. Bu sorunu çok basite indirgemek olur. Bunun gerçekle ilgisi yok ve çok tehlikeli bir şey. Bugünkü durum savaş öncesi antisemitizme benzetilebilir. O zaman da, Yahudiler de Hristiyanlar ve medeniyet için tehlike olarak görülüyorlardı. Hem de sadece Naziler tarafından değil birçok insan tarafından. Bunun saçmalık olduğunu biliyoruz. Politikacılara çok iş düşüyor. Destek sağlamak için bu algıyı kullananlar var. Asıl sorun bunu yapan aşırı sağcılar değil merkezdeki partilerin, oy kaygısı gibi sebeplerle buna yönelmeleri olur. Bu aşırı şiddete ve hatta soykırımlara sebep olabilir.

Trump Avrupa’yı nasıl etkiler?

Ben Trump etkisinden ziyade Avrupalı siyasetçiler için daha endişeliyim. Birçok parti, burada Hollanda’da Wilders’in tutumunu benimsiyor. Bazı partiler oy kaygısıyla aşırı sağ görüşlerini benimsiyor bazıları ise bir noktaya kadar onlarla gerçekten aynı fikirde. Terörizmden bahsetmiyorum, tabii bununla mücadele edilmeli. Müslümanların ve mültecilerin tehdit oluşturduğu düşüncesinin gerçeklerle alakası yok. İşlerin nasıl gideceğini bilmiyoruz ama son iki yılda mülteci sorunu gündeme geldiğinden beri İslamafobyaya doğru bir kayma var.

Mülteciler Türkiye’ye Taşeronlaştırıldı

Merkel ve Erdoğan için ne düşünüyorsunuz?

Angela Merkel, prensipte ideal bir duruş sergiledi, özellikle “yapabiliriz” dediği 2015 sonbaharında. Obama da farklı bir anlamda bunu söyledi. Bu açıklama da oldukça yanlış anlaşıldı; dünyanın geri kalanına herkes Almanya’ya gelebilir dermiş gibi. Mesajı zaten Avrupa’da olan ve Macaristan, Hırvatistan aralarında sıkışmış yüzbinlerce mülteci ile ilgiliydi. Bu, bir politikacının söyleyebileceği en mantıklı şeydi. İsveç’ten başka riski alan tek siyasetçi o oldu. Çok büyük bir siyasi risk aldı, kendi partisi içindeki muhalifler de dahil olmak üzere tepki aldı. Mülteciler açısından karşılaştırırsak Türkiye AB’den çok daha fazla mülteciyi ağırlıyor. 4 milyon mülteci var, Avrupa’nın eleştirecek hali yok. Türkiye Avrupa’dan çok daha fazlasını yapıyor. Türkiye nüfusu 80 milyon, AB’nin 500 milyon ve Türkiye’den çok daha zengin. Biz yılda birkaç bin alacağız gerisi sende demek, senden daha yoksuluz sen bizim 20 katımız mülteci alabilirsin demek ilginç bir mesaj. Avrupa burada suçlu, problemi taşeronlaştırdı. Türkiye kabul etse de fikir Avrupa’dan çıktı.

AB Federalleşmeye Gidiyor

Avrupa Birliği projesi ayakta kalabilecek mi?

Bunu bilebilsem zengin bir adam olurdum. Hiç fikrim yok. İyimserim ama bu akademik bir duruş değil. Bana sorarsanız Avrupa projesi ayakta kalacak ama özgürlük dışı sonuçları olacak. Tıpkı mültecilerin başka bir ülkeye taşeronlaştırılması gibi. Avrupa başkaları pahasına ayakta kalacak. Şu anda da yükü mülteciler taşıyor.

İlerleyen dönemde Avrupa’da tek bir siyasi ses mi olacak?

Belki. Şu anda ulusalcı sürtüşmeler var. Ulusalcılık yükselişte ki bu da federalliğe yaklaştırıyor.

AB, ABD gibi olabilir mi?

Olabilir ama kolay değil. ABD’nin kökeni AB’den farklı. 1920 ve 1930’lardan bu yana çok farklı şeyler oldu. Geçmişten bugüne II. Dünya Savaşı sonrasında ne kadar çok şeyin değiştiğini unutmamalıyız. Federalleşmeye doğru bir gidiş olabilir. Yalnız şu anda yaşananlar üzücü. İnsanları tedirginleştirdi ve ulusalcı korkuları artırdı. AB insanların sandığından daha fazla bir birlik, Euro, ticaret sınırlarının kaldırılması, serbest dolaşım vs. şimdi ülke sınırlarını biraz korumaya çalışıyoruz ama sınırları kapatamıyoruz. Bu, ekonomimizin sonu olur. Sınırdaki kontroller milyonlara mal olan trafik sıkışıklıklarına sebep oluyor. Bu geçici bir süreç olabilir, Avrupa bu yöne gitmeyecektir. Belirsizlik zamanlarındayız. John F Kennedy 60’larda ABD’deki toplumsal hareket için bunlar ilginç zamanlar demişti. Aşırı bir tanımlama olsa da yine ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Sonun ne olacağını bilmiyoruz.

Mülteci sorunu devam etse, III. Dünya Savaşı çıksa, Avrupa siyasi olarak tek bir gücüz dese ne olur?

Üçüncü dünya savaşı için bir düşman gerek?

Yahudi Ve Hıristiyanlara Karşı Müslümanlar

Ruslar olabilir mi?

Bunun hemen olabileceğini sanmıyorum, insanlar neler kaybedeceklerinin farkında. Rusya ile savaşmak her iki tarafı da bitirir. Putin bunu anlayacak kadar gerçekçi. Bunun olacağını sanmam. Daha az liberal hale gelebiliriz. Biz ve diğerleri diye bir ayrım olabilir. Yahudi ve Hristiyanlara karşı Müslümanlar. Bu algı öne çıkıyor. Bunun kalıcı olup olmayacağını göreceğiz.

1930’larda Hıristiyanlar Yahudilere karşıydı? Bugün Müslümanlara yapılanları o döneme mi benzetiyorsunuz?

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce kimse Yahudileri sevmiyordu. Antisemitizmin kullanımı ve şu anda terörizmin öne sürülmesi aynı şey. Karşıdakini başkalaştırma, emir veren bir tavır, aynı 1930’larda Yahudilere yapılanlar gibi. Bu tip şeyler üçüncü dünya savaşına sebep olabilecek şeyler.

Ayşe Böhürler/ Leiden

Dini Grup Değil, Siyasi Güç Arayışında – Bekir Ağırdır

Dini Grup Değil, Siyasi Güç Arayışında – Bekir Ağırdır

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Bekir Ağırdır

Bekir Ağırdır

Dini Grup Değil, Siyasi Güç Arayışında

Konda Araştırma Müdürü Bekir Ağırdır, 30 Mart 2014 seçimlerinin ardından yaptığımız röportajda, cemaatin uzun vadede kaybedeceğini belirtip, ‘Dindarlar gördü ki cemaat meşruiyetini dini inancından değil siyasi güç arayışından alıyormuş’ dedi.

Ayşe Böhürler: 30 Mart yerel seçiminde seçmen hangi partiye ne dedi?

Bekir Ağırdır: Her şeyden önce bu seçimlerin belirleyici iki unsuru var; kutuplaşma ve seçmen. Seçmen ne yerel sorunlar ne de adaylar üzerinden tercihte bulundu. Kutuplaşmanın da bir sonucu olarak tercihini bunların dışında  kimlikler üzerinden yaptı. Dolayısıyla da kendi kimliğine daha yakın duran kesimi desteklemiş oldu.

AB: Yolsuzluk iddiaları, tapelerin etkisi ne oldu?

BA: Bu yalnızca yolsuzluğu onaylamak, onaylamamak gibi saçmalıkların ötesinde bir durum. Toplum için ‘Yolsuzluğu onayladı’ demek haksızlık. Böyle bir şey söz konusu değil. Başka bir durum oldu. Bu söylediğimi de teyit eden bir şey var; neredeyse 2007’den beri, 2009 yerel seçimleri hariç, tüm seçimlerde aynı tabloyu görüyoruz. 30 Mart’ta da Türkiye siyasetinin kimlikler siyasetine sıkışmışlığı bir kez daha teyit edilmiş oldu. Herkes kendi kimliğine, partisine sahip çıkmış gibi görünüyor ama bir yandan da bu pata durumu uzlaşma üretmeye de engel. Bu kimlik siyasetini önce siyasilerin, sonra toplumun aşması lazım.

AB: İktidarın oylarını nasıl analiz ettiniz?  

BA: Ak Parti’nin kendi seçmeni az da olsa iktidara yönelik eleştirel pozisyonunu artırdı. Ülkenin sorunlarını kim çözer, başbakan kim olsun gibi konulardan baktığınızda ise Ak Parti seçmeninin %95’i kendi partisiyle ilişkisinde son derece hoşnut ve özgüveni yüksek görünüyordu. Bu oranlar CHP’de ise yarı yarıya. CHP seçmeninin hepimizin de bildiği gibi % 55’i partisinden memnun bir şekilde oy veriyor olsa da yarıya yakını son derece eleştirel bir pozisyondan partisine bakıyor. 17 Aralık sonrasında bu oran bir miktar CHP için arttı. Ak Parti’deki bu % 95’lik güven bir miktar geriledi. Dolayıyla bu yolsuzluk meselesi hiç etkili olmadı diyemeyiz. Ama bunun yanı sıra aynı seçmen, yolsuzluk meselesi dışında bir operasyon ya da komplo olduğunu düşünüyor. Burada tartışılması gereken, iki buçuk yıllık süreçte, bunca eleştirel ve haklı eleştiri alanı olduğu halde, muhalefetin ciddi bir oy artışı sağlayamamış olmasıdır.

Muhafeletin Gündem Belirleme Gücü Yok

AB: Sebepleri nedir?

BA:  Çünkü muhalefet, siyasi gündemi ve tartışmaları yönetme kapasitesine ve belirleme gücüne sahip değil. Evet, gündemi ve zemini sonuç olarak Ak Parti ve Tayyip Erdoğan belirliyor ama muhalefet yine de başka türden tartışmalar açarak bunu yapabilirdi. Muhalefet meseleyi çok kategorik bir muhalefete indirgedi. Her konuya bir Ak Parti ya da Tayyip Erdoğan eleştirisinden baktı. Ülkenin ihtiyaç ve talepleri es geçildi. Bunun en somut örneği açılım meselesidir. Diğer meselelerde de; Gezi’de, Suriye’de, 17 Aralık süreçlerindeki duruşlarında hükümeti eleştirdiler ama açılım süreci gibi bir mesele vardı ki hükümeti aşıyor. Ülkenin bütün hayatiyetini ilgilendiren bir meseleydi. Barışçıl bir çözüm arayışına sahip çıkılmaması, daha ileriye taşıyacak yapıcı önerilerle hükümeti zorlamak varken, kategorik olarak sürece karşı çıkmak sorun üretti.

AB: Muhalefetin barış sürecine sahip çıkmaması dışında kusuru yok muydu?

BA: Muhalefet hem kavgacı hem çözümün dışında tutuyor kendisini. Bu da seçmene bir biçimde yansıyor. Muhalefetin bir başka eksikliği, tartışmayı sürekli olarak cumhurbaşkanlığı, laiklik, anayasa gibi soyut yerlerden sürdürmesi. Hâlbuki CHP’nin de MHP’nin de Ak Parti’ye göre görece eksikliklerinden bir tanesi, örgütlerinin ve faaliyetlerinin gündelik hayattan ve sokaktan kopmuş olması. Gündelik hayatta yok olmak, onlarda giderek kendi içlerine doğru büzülen ve kapatan bir süreç olarak çalışıyor. O zaman da mesele soyut tartışmalara ya da niyet okumalara kilitleniyor. Kendi kırmızı çizgilerine, kimlik siyasetlerine takıldılar. Kavga “hangimizin doğrusunun en doğru” kavgasına dönüştü. Hâlbuki kendi güzel ve doğru tanımlarımızla bir arada yaşamanın kurallarını konuşmamız lazım.

AB: Kişiselleştirilmiş bir siyasi kavga diyebilir miyiz?

BA: Aslında her partinin bir ‘Türkiyelileşme’ ihtiyacı var, sadece BDP’nin değil. Sadece coğrafi anlamda değil; değişik, toplumun farklı kesimlerinin, kümelerinin, sosyolojik, demografik nereden bakarsanız bakın, her birinin bir arada yaşayacağı hayatın kurallarını tanzim etme kavgası aslında bu. İş ‘hangi doğru en doğru?’ kavgasına dönüştüğü zaman işte o pata durumu çıkıyor ve bir çözüm üretemiyoruz. Çünkü şöyle bir sorun var, Ak Parti % 45 oy aldı, bir kez daha iktidarını perçinledi ama bunun ürettiği paradoksal bir durum var. O da şu, Ak Parti bir yandan böyle bir kimlik ve gerilim üzerine oturtunca her şeyi yüksek oy desteğini sürdürecek görünüyor. Ama bir yandan da karşı kutbu köpürten bir başka süreç çalışıyor olduğu için, tek taraflı değil. Öte yandan da yaşamın içinde veya siyaset zemininde sürtünme kat sayısı artıyor. Bu da bizim selametimize değil.

Seçmen Hanesinin Dirliğine Bakar

AB: Muhalefet sorunu kendinde değil de halkta görüyor…

BA: Evet ama bu doğru değil. Seçmen önce hanenin dirlik düzenliği yani geçimi, çocukların eğitim ihtiyacı, hane halkının sağlık ihtiyacı ve güvenlik ihtiyacına bakar. Ancak bu dört unsur var ve sağlamsa hayat tarzımız, ideolojimiz, kimliğimiz çalışmaya başlıyor. 40 yıl doğru dürüst bir şey yapılmamış bir ülkede, sebepleri için ister konjonktür, ister dünya, ister sıcak pazar imkânı, ne derseniz deyin Ak Parti’nin heybesinde azımsanmayacak bir artı puan var. Bunu yok sayamayız. Ak Parti’nin 2002’den 2011’e kadar, bu konuda attığı adımlar, içinde adaletsizlik, çevre tahribatı olsa da, ne büyümenin ne de insanların hanesinin eğitim ve sağlık ihtiyacını karşılama konusunda alınan mesafeyi yok etmez.

AB: Son bir yılda bile gayrı safi milli hasıla %2,8 arttı.

BA: Türkiye’de entelektüellerin de, Ak Partinin de, muhaliflerinin de en büyük hatası seçmenlerin muhafazakârlık ve dindarlık üzerinden oy veriyor olduğunu zannetmesi. Böyle değil. Öncelikle insanların kendi gündelik ihtiyaçları ve talepleri var. Ak Parti burada heybesinde bir artı puan taşıyor. Halbuki CHP’nin yaptığı bir şey yok ortada. Heybesinde artı veya eksi bir şey yok . ‘Ben yönetimi devraldığımda ekonomide veya sosyal politikalarda düzeni ya da istikrarı bozacak bir uygulama yapmayacağım.’ konusunda topluma bir güven vermiş de değil.

AB: Peki, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde neler olacak?

BA: Herkesin önce bir dönüp öbür tarafın seçmenini düşünmesi lazım, 19-20 milyon insan Ak Parti’ye oy veriyorsa, bunu anlamaya çalışmamız lazım. Ama aynı şekilde Ak Parti’nin de 12 milyon CHP’ye oy veriyorsa onların kaygılarını, korkularını veya ihtiyaç ve taleplerini anlamaya çalışması lazım. Önce bir öbür tarafın oyuna saygı duyacaksınız. 20 milyon insan kandırılıyor, yanılıyor olamaz. 12 milyon insan da saçmalıyor olamaz.

Muhalefet Oyunu Artıramadı

AB: Cumhurbaşkanlığı meselesine geri dönersek…

BA: Seçimden önce; Ak Parti % 40’ın altında kalırsa başka, %40-45 arasında olursa başka, %45’in üzerindeyse başka bir durum diye yazmıştım. Şimdi %45’in üstünde kaldığına göre birincisi, artık şunu kabul etmeliyiz ki cumhurbaşkanlığı seçiminin başat aktörü Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’dır. Yani cumhurbaşkanlığı seçiminin gidişatını onun kararı belirleyecek.  Kendisi olmak ister mi istemez mi ayrı tartışma ama Ak Parti kararı belirleyecek. Ve burada çok özel bir ittifak üretmesi de gerekmiyor. İki turlu bir seçim olduğu için, birinci turda seçilmese bile doğal hayatın doğal ittifakları üzerinden bile % 50’yi aşacak görünüyor gösterdiği aday. Ama bir yandan da şu seçimden sonra yaşananlara bakınca da cumhurbaşkanlığı seçimine kadar da, 17 Aralık’ta başlamış olan gerilimli sürecin devam edeceği görülüyor. Burada sadece bizim partilerimizin değil, Batının da Amerika’nın da yeniden durum değerlendirmesi yapacağını sanıyorum. Herkes de herhalde şu tespitten yola çıkacak; ‘Evet, Ak Parti belirleyici’. Dolayısıyla eğer Ak Parti’nin adayının seçilmesini istemiyorsanız bu yalnızca 17 Aralık’tan beri süren tape yayınlamak, görüntü sızdırmak gibi yöntemlerle halledilebilir bir mesele değil. İkincisi cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’de siyasi tarihimiz için ilk deneme olacak. İlk kez cumhurbaşkanını halk oyuyla seçmiş olacağız. Ben, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin bittiği günden itibaren üç partide de ciddi bir değişim dinamiğinin çalışmaya başlayacağını düşünüyorum. Bu tartışma Ak Parti’de de %45-46’lık oy nedeniyle cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasına kalmış oldu.

AB: Muhalefetin Cumhurbaşkanı üzerine etkisi ne olur?

BA: Muhalefet, Ak Parti’nin ya da Tayyip Erdoğan’ın gösterdiği adayın gücünü- ben Tayyip Erdoğan’ın aday olmayı planladığını düşünüyorum- bozmak istiyorsa söylenecek şey “Tayyip Erdoğan’ı çıkarttıralım, çıkarttırmayalım” dilinden olduğu sürece bir ittifak üretemez. Çünkü o zaman MHP seçmeninin bir kısmı Ak Parti’ye doğru kayabilir. İkinci bunu bozacak olan şey ne olabilir? İşte denetleme mekanizmaları, meclis başkanı, başbakan, parlamento Ak Parti’den olunca sorun var. Başka bir yerden, başka bir profilden aday ve dil üretmeleri lazım. Ama seçim sonrası olanlara bile bakılırsa, bunu üretme becerileri var mı emin değilim. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçiminin ana belirleyicisi de Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan olacak. Orada iki tür senaryo olabilir. Birincisi, Tayyip Bey cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, muhtemelen de seçilir, önemli olan partinin yani hükümetin başkanının kim olacağı ve o genel başkana bağlı olarak da partinin yönetiminde ve ideolojisinde bir değişiklik olup olmayacağıdır. İkinci seçenek de Tayyip Bey üç dönem özelliğini kaldırır, devam eder. Başka bir cumhurbaşkanı adayı çıkarırlar. Bu senaryolardan hangisi olur ben kesin bir şey söyleyemiyorum. Her ikisi de mümkün. Ama Nisan sonunda işin rengi belli olur diye düşünüyorum.

Geleneksel Sol İle BDP İttifakı Başarılı Olmadı

AB: Bu seçimde Kürt’lerin oyunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

BA: BDP ve Kürt meselesi özel olarak konuşulmayı da hak ediyor. Oy durumuna baktığınız zaman BDP’nin Türkiyelileşmek için ürettiği HDP modellemesi başarılı olmamış görünüyor. O model; Türkiye’de sol denebilecek, geleneksel soldan gelen birçok örgütün BDP ile bir ittifak üretmesine dayanıyordu.  Sorun Kürt siyasetinden geliyor olmaları değil geleneksel solla işbirliği içinde olmalarıydı. O yüzden de beklenen bir oy artışı yok. Ama bir yandan da şöyle bir yararı olabilir mi? Bölgedeki 3’ü büyükşehir 11 ilde, coğrafi olarak hepsi birbirine değen belediye başkanlıklarını kazandıkları için, Türkiye ve BDP için şöyle bir fırsat olabilir; Türkiye ilk defa gerçekten bu yönetim reformu meselesini konuşma fırsatı yakalayabilir.

Kürtler Arasında Da Kutuplaşma Var

AB: 2007’den beri Kürt oyları çok değişmedi dediniz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

BA: Kürt yurttaşlar arasında da aynı Türklerde modern muhafazakarlar ve laikler arasında giderek artmakta olan kutuplaşma meselesi var. Sekülerler-dindarlar diyebiliriz veya her hangi bir meseleye Kürt ya da Müslüman kimliğinden bakanlar veya Ak Parti’ye oy verenler ve vermeyenler olarak tanımlayalım, böyle bir kutuplaşma orada da var. Dolayısıyla tabloyu değiştirebilecek radikal bir oy değişikliği üremiyor. Uludere bile Ak Parti’ye oy veren Kürt yurttaşlar indinde çok özel bir oy değişikliği üretmedi. Bunları seçim üzerinden değil araştırmalar üzerinden söylüyorum tabi. Bu durum sanki hala sürüyor. Ama bir yandan da bir kere daha teyit oldu ki Kürt yurttaşlar indinde de bölge indinde de Ak Parti ve BDP dışında bir başka siyasi aktör yok. Bundan sonra ne olur ve dağdaki Kürtler meselesi var. Yine verili durum olarak şu tespiti yapmamız mümkün; Ak Parti’nin genel Türkiye tabanının da Kürt tabanının da veya BDP tabanının da –buna PKK gibi diğer örgütlerin pozisyonu da dahil- monoblok halde, kendi içinde herhangi bir tartışma olmaksızın bu sürecin yanında olduğunu söylemek mümkün değil.

Geleceğimizle İlgili Anahtar Kürt Meselesi

Her iki taban da liderlerine olan güvenleriyle varsa eleştirilerini içlerine atıyorlar. Ama bir yandan da kendi içlerinde belli tartışmaların olduğunu tahmin etmek zor değil. Diyelim 30 yıldır dağda olan insanların, ’Ne aldık da şimdi barışıyoruz?’ demesi veya diğer tarafta 30 yıldır meseleye son derece şoven bir yerden bakan insanların fikirlerinin Tayyip Bey dedi diye bir anda çok hoşgörülü bir bakışa dönüşmesi kolay ve mümkün değil. Burada hepimizin soğukkanlıca durup, açılım sürecinin sürdürülmesini sağlamanın yolunu üretmemiz lazım. Çünkü Türkiye problemlerinin hepsinin labaratuvarı Kürt meselesidir. Türkiye demokratikleşmesinin önündeki en önemli engel; Kürt meselesinin ürettiği psikolojik sorunlar ya da akli ve zihni ambargodur. Kürt meselesinde demokrat barışçı bir şey söylemeyen, bu konuda sağlam bir programı olmayan hiç kimsenin  ‘Ben demokrasi istiyorum’ demeye de hakkı yok. Bizim geleceğimizle ilgili anahtar şu an Kürt meselesidir.

AB: Cumhurbaşkanlığı koltuğunda Kürt meselesini önemsemeyen ya da öncelemeyen bir ismin olması süreci etkiler mi?

BA: Etkiler ama ben öyle bir ihtimal görmüyorum. Belirleme gücü Ak Parti’de olacağı için Kürt meselesine Ak Parti’den farklı bakacak biri olacağını sanmıyorum. Böyle bir ihtimal çok ırak. Muhalafetin de cumhurbaşakanını belirleme gücünü 4 ayda yakalaması çok çok zor. Biz, siyasi ittifaklarımıza hep aktörler üzerinden bakıyoruz. Evet, iki kişi her hangi bir konuda el sıkışıp ittifak kurabilir ama sosyolojik taban buna el vermiyorsa, bu ittifak pratik olarak çalışmaz.

İttifakların Sosyolojik Karşılığı Olmalı

AB: Cemaat- CHP ittifakında gördüğümüz gibi…

BA: Evet. 2007 seçimlerinden önceydi, Erkan Mumcu’yla Mehmet Ağar; Doğruyol ve ANAP. O zaman da anlatmaya çalıştık. Araştırmalarımızda hiç öyle ikisi birleşiyor diye oyu artıyor gibi bir sonuç yoktu. Çünkü 20 yıldır birbirine küfreden iki alt küme birdenbire, iki kişi el sıkıştı diye geçmişi unutur mu? Tüm bu seçmen, taban dediğimiz şey lidere mi bakıyor yani? Tabanda sosyolojik bir karşılığı yoksa meselenin, yukarıda anlaşmanın hiçbir anlamı yok. Dolayısıyla hayatı boyunca ülkücü ve sosyalist diye birbirine diş bilemiş, neredeyse düşmanlaşmış deneyim birikimi olan iki hareketin birleşmesi rasyonel değil. Mesela öyle bir gerilimde MHP tabanının bir kısmı Ak Parti’ye doğru kayar. Dolayısıyla siyasi aktörlerin, kim kimle birleşirse % 50 alır gibi bir siyasi okuma yapması yanlış. O yüzden böyle bir ittifak arayışına gerek olduğunu sanmıyorum. Birinci turda değilse de ikinci turda Ak Parti adayı seçilir.

AB: Mevcut durum, cumhurbaşkanının yetkilerinin bu hali korunur mu? Yoksa daha genişletilmesi söz konusu olur mu?

BA: Böyle bir ihtimal var. Yasa yapma gücü Ak Parti’nin elinde olduğu için Tayyip Erdoğan’ın ya da Ak Parti’nin ihtiyaç duyacağı değişiklikleri yapma yetkisi de mevcut olacaktır. Dolayısıyla fiili yarı-başkanlık gibi bir düzene doğru geçiş olabilir. Asıl soru kim başbakan olacak sorusudur.

AB:  Biraz da seçim öncesine bakalım. Seçim öncesi yaşananları sistem krizi olarak tanımlamıştınız, olanları eski merkeziyetçi yönetimi yeniden tahkim etmeye yönelik adımlar olarak görebilir miyiz?

BA: Türkiye’nin bugünkü devlet ve yönetim yapısı, hukuki tanımı yargı da dahil, bugünün hayatına yetmiyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu toplumsal ve siyasal sorunların çözümüne de yetmiyor. Artık sorun çözme kapasitesi yok bu yapının.

Çatışan Güçlerin Demokratik Bakış Yok…

AB: Seçim öncesi yaşanan kavgayı nasıl tanımlıyorsunuz?

BA: Kavganın iki boyutu var. Bir tanesi, yeninin nasıl olacağı kavgası. Bir tanesi de yeniyi tümden reddedenler. Bir de tabi daha arada uzlaşma arayan bir zihniyet. Diyelim devlet mekanizmasını bürokraside kabullendik. Ancak mevcut güvenlikçi sert politikalarla işin sürdürülemeyeceği ortada, çatışan güçlerin hiçbirisinde demokratik bakış yok. Asker, eskiden olduğu kadar güçlü olmayabilir ama merkezi kurumlarda güvenlikçi bakışlar ağırlığını artırıyor. Sorun şu ki bu krizleri, bugünün hayatına yetmeyen bir sistemde yaşıyor olduğumuz için, 1-2-4 ay sonra başka bir mesele etrafında yine kriz yaşanmış olacak. Mesele sistemin yetersizliği. Bu kriz bir yandan da devletin, yönetimin, hukukun bugünkü hayata ve ihtiyaçlara yetmemesinden kaynaklanıyor. Bir yandan da dış dinamik meselesi var. Tüm bu hikayelerin içinde dünya da yeniden biçimlenmeye ve o yeniyi tanımlamaya çalışıyor.

Yaratıcı Yıkım

AB: Ak Parti-Cemaat kavgasını nasıl yorumladınız?

BA: Cemaat-Ak Parti diye kodlanan kavganın da bu yeniyi belirlemek ya da yeninin temel paradigmalarını tarif etmek üzere bir kavga olarak görüyorum. 16 ayda, neredeyse ülkeyi yöneten siyasi kadrolar, yerel ve ulusal bürokrasi değişmiş olacak. Yeni oluşan kadrolar yeni bir yapı tanımlayacak. Bu yapı ya küresel dinamiklere ve bizim toplumsal ve siyasal taleplerimize de uygun olacak. Ya da daha içine kapanık olacak. Biz meseleyi sadece ekonomik kalkınma ve rakamlardan ibaret tuttuk ama yaşam kalitesinin başka boyutları da var. O yüzden de 40 yıldır hiçbir toplumsal sorunu siyaset marifetiyle çözemiyoruz. Çünkü bu yapı da izin vermiyor. O yüzden bu kavgayı sadece Cemaat ve Ak Parti olarak görmüyorum. Gözüken aktör onlar ama her iki tarafta da çok farklı aktörler var.  Hedefte yalnızca Ak Parti olmayabilir, daha geniş baktığınız zaman bütün siyaseti biçimlemek de olabilir. İlla demiyorum ki filmlerdeki gibi bir masanın etrafına 7 kişilik, baronlar vs. var ama bugünün hayatı daha karmaşık ve dinamik bir harekete geçince arkasından bir sürü dinamik harekete geçiyor. Herkes o yeni Türkiye’nin parametrelerinde rol oynamak istiyor. Ben dershaneler diye başlamış olan süreci Tayyip Bey kendisinden sonraki Ak Parti’nin çerçevelerini çiziyor diye baktım. Ortada sadece Ak Parti’yi değil her partiyi biçimlendirme çabası var.

AB: Cemaat Ak Parti çatışmasının kazanımları ne oldu?

BA: Cemaatin sadece dindarlıktan ibaret olmadığının görülmesini sağladı. Sadece safiyane dini motiflerle hareket edilmediğinin görülmesi, dindar kesime, laiklik tanımı başka türlü konuşulamaz mı sorusunu sordurabilirse bu bir kazanım olur.  Bu taraftakiler için de neydi? Monoblog bir kütle olarak görüyorlardı iktidarı, bütün bunlar şeriatçı vs… Bugün Tayyip Bey’in söylediği cümleler 5 sene önce bu insanların söylediği şeylerdi. ‘Tayyip Erdoğan bizim sandığımız gibi irticacı değilmiş, icraatı sadece din motifli değilmiş’ deme imkanı yaratılabilirse, bu kavganın içinde kendini sorgulama imkanı üretilebilirse bu yaratıcı yıkım olabilir .

Kaybeden Cemaat Olur

AB: Peki bu denklemde Cemaat nasıl konumlanacak?

BA: Cemaatin problemi daha büyük. Şimdiye kadar meşruiyetini samimiyetten ve din gibi safiyane bir amaç uğruna yapıyor oluşundan üretiyordu. Halbuki bu kavgada aldığı pozisyon ve aradığı güç siyasi. Bu, şimdiye kadar ördükleri hikayenin tümünün inkarı demek. İlk kez dindarlar da gördü ki cemaat meşruiyetini dini inancından, halisane duygularından değil, siyasi güç arayışından alıyormuş, hedefi varmış. Dolayısıyla cemaatin daha problemli bir konumda olduğunu düşünüyorum. İkincisi de sadece ülke hayrına değilmiş, başka ülkelerle ilişkileri hep başka amaçlar taşıyormuş. Sorular var ortada. Cemaat hep peygamber yolunda hizmet dedi. E peki, niçin başka ülkelerde başka ittifaklar arıyor? “Neden siyasi meşruiyeti olan bir güçle, devletin merkeziyle bir kavgaya veya pazarlığa giriyor?” sorusunun cevabını vermesi gerekir. Bugün cemaat geçici mevziler kazanıyor olabilir. Üç bakan daha istifa ettirebilir ama uzun vadede topluma ve dünyaya kendini anlatmakta çok zorlanacağı, kaybedenin cemaat olacağı yönünde bir kanaatim var. Ya da cemaat de kendi içinde bu tartışmayı üretebilir. Geri çekilebilir, o ilk tanımladığı hikayeye uygun bir harekete dönüşür. Ya da siyasileşir, parti kurar. Ama aynen devam edemez. Ya geriye doğru çekilecek ya da başka bir siyasi alanda meşru bir kimlik edinecek.

AB: Diyelim ki bir parti kurdular…

BA: Hemen kısa vadede bir sonuç üretmez. Yani hemen 2015 seçimlerine dönük bir sonuç üretmez.