Numan KURTULMUŞ

Numan KURTULMUŞ

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Numan KURTULMUŞ

Dün yapılan seçimle Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının ilk TBMM başkanını seçtik. Prof. Dr. Sn. Numan Kurtulmuş’u akademiden ayrıldıktan sonra girdiği siyaset hayatı içinde elbette tanıyan pek çok kişi vardır. Ancak yeni yüzyılımızın ilk Meclis başkanı olarak hayata bakışı ve kişiliğini oluşturan noktalara dair kısa bir not düşmek isterim. Özelikle de aynı ismi taşıdığı dedesi Numan Kurtulmuş’u, babası doktor İsmail Niyazi Bey’i, eşi Sevgi Kurtulmuş’u Türk Kahvesi programında yaptığımız sohbetten notlarla size tanıtmak istedim.

Numan Kurtulmuş deyince akla ilk gelen özellik vefa. İstanbul’un Fatih semtiyle özdeşleşmiş bir aile geçmişi var. Çok uzun süre hatta yakın zamanlara kadar doğduğu evde ailesiyle birlikte birlikte oturdu.

BABAM…

Babası İsmail Niyazi Bey 1932’de Ünye’den İstanbul’a gelir, İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından tıp okur. 1971 yılında Milli Saraylar doktoru olarak görevlendirilir. Dolmabahçe Sarayı’nda, Heybeliada’da vazifelerde bulunur. Dede Numan Bey’in oğluna vasiyeti mesleğini Allah rızası için ifa etmesi ve perşembe günleri ücretsiz olarak hastalarına bakmasıydı… İsmail Niyazi Bey de bu vasiyeti son nefesine kadar titizlikle yerine getirir. Muayenehanesinde fakir fukarayı ücretsiz muayene eder, onlara bilabedel ilaç verir, ceplerine harçlık koyar.

Bir dönem MSP’den Ordu senatör adayı gösterilen İsmail Niyazi Bey 1951 tarihinde kurulan İlim Yayma Cemiyeti’ne de önemli katkılar sağlar. “Biz 5 kardeştik” der Numan Kurtulmuş, “Altıncı kardeşimiz ‘İlim Yayma Cemiyeti’ idi. Tabiri caizse, İlim Yayma Cemiyeti, Türkiye’deki hayır kurumlarının motorudur.”

İsmail Niyazi Bey hayatının son demlerine kadar yüzlerce öğrenciye burs verir. Fukara öğrenciler için karz-ı hasen kesesinde her daim para bulundurması ona dair anlatılanlar arasında hep zikrediliyor. Öyle ki taşradan İstanbul’a okumaya gelmiş birçok öğrencinin hayatlarında dönüm noktasıydı onunla tanışmak.

45 yaşından sonra dışarıdan imam hatip okulunu bitirir. ‘Neden bu yaştan sonra dışarıdan imam hatip bitiriyorsun?’ sorusuna “Ben de imam hatiplilerle haşr olmak için bu okulu dışarıdan bitiriyorum.” diye yanıt verir. Numan Kurtulmuş, “Benim en büyük mektebim babamdır.” der: “Beni küçük yaşlardan itibaren toplantılara götürürdü ve sosyalleşmemi isterdi… Babamın bize öğrettiği şey şudur; kız çocuklarının okutulması. Hep şunu derdi: Esas kız çocuklarını okutmak lazım…”

DEDEM…

Numan Bey’in ismini aldığı dedesi ise bir asker, teğmen… Balkan Harbi’ne iştirak etmiş bir gazi.  İstanbul İzmir, Halep, Urfa’da vazife almış Çanakkale cephesi Erzurum cephesinde savaşmış, sağ kolundan yaralanmış savaşmaya devam etmiş…Kop Dağı’nda ayak bileğinden yaralanmış yine savaşmaya devam etmiş. Sofya’da bin kişilik kafileye komutan tayin edilerek Romanya’ya gönderilmiş burada dördüncü yarasını almış. İstanbul’un işgalinin ardından Samsun’a gitmiş, orada eşkiya takibi vazifesinde beşinci yarasını almış yine görevine devam etmiş.

En son Sakarya Muharebesi’nde bir tepeyi almak üzere bölüğü ile taarruz ederken sağ kalçasından ağır derecede yaralanmış… Uzun bir tedavinin ardından bastonla gezebilecek hale gelmiş ve malulen emekli olmuş. Sonra çocuklarının eğitimim için İstanbul’a gelmiş.

Dede Numan Kurtulmuş boş durmaktan hoşlanmayan, fakirlere yardımı seven beş tane dini eser kaleme alacak kadar kadar da eğitimli birisi olarak tarif ediliyor.1950’de Latin alfabesiyle yazılan ilk Amentü Şerhi de bunlardan birisiydi…Çocuklarını da çok iyi yetiştirmiş, bir yaz Arapça çalıştırır bir yaz Fransızca çalıştırırmış çocuklarını…

EŞİM

Pek çok zorluğa birlikte göğüs gerdiği hayat arkadaşı Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş’tan da bahsetmek isterim. Numan Kurtulmuş ve kıymetli eşi ile dostluğumuz çok eskidir. Her ikisi de entelektüel ve akademik kimliklerinin yanı sıra bu camiada dostlarına verdikleri değer ve mütevazilikleriyle bilinirler. Yaşam tarzları mevkilerine göre hiç değişmedi.

Eşinden bahsederken, “Sağ olsun Sevgi Hanım benim en büyük danışmanım” der. “Üniversitede aynı bölümdeydik. Bir şey yazdığımız zaman ben ona o bana okuturduk… Bana hem yakın bir dost, arkadaş. Benim yapmam gereken işlerin neredeyse tamamını yüklendi. Hem benim yükümü çekti hem de benden kaynaklanan yüklerin tamamını çekti.28 Şubat sonrasındaki yüklere rağmen büyük bir olgunlukla hepsinin üstesinden geldi. Üniversiteden profesörlüğüne iki sene kala kapının önüne kondu. Küçük çocuklarına rağmen tezlerini yazıp doçent oldu. 15-16 sene akademik kariyerinden uzak kalmak zorunda kaldı.”

MİLLETİM…

“Bizim jenerasyonumuz eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye geçme sürecinde rol aldı. Çok zor günler geçirdik ama bunların hepsine direndik.” diyen Numan Kurtulmuş için vatan sevgisi inancımızın, kültürümüzün ve medeniyetimizin bir parçası: “Bizim bir büyük millet varlığımız var. Bu 780 bin kilometre kareye sığan bir şey değil. Bizim bu vatana bağlı 100 milyonlarca kardeşimiz var. Allah kimseyi vatansız bırakmasın diyoruz ya vatansız olmanın ne demek olduğunu 7-8 yıldır Ortadoğu’da görüyoruz. Yıllarca komşuluk yapmış ülkeler devletler parçalandıktan sonra nasıl düşman olduğunu görüyoruz….”

Eskilerin deyimiyle dedesi ve babası mefkure insanı olan Numan Kurtulmuş bugün TBMM Başkanı. Üzerine aldığı ağır yükü demokratik kimliği, bilgisi ve mütevazi kişiliği ile zarifçe taşıyacağına eminim.

Çalışma ekibinde yer alacaklar için de ipucu vereyim: Biraz titiz, düzenli ve özellikle de Türkçe ve imla konularında çok hassas…

Numan KURTULMUŞ

Hangi Bayrağa Selam Vereceğimize Karar Vermeli

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Hangi Bayrağa Selam Vereceğimize Karar Vermeli

Seçim sonuçlarına dair pek çok yorum var. 22 yıllık bir siyasi tecrübem benim de farklı noktalarda odaklanmama sebep oluyor. Benim dikkatimi çeken siyasi analizlerin ötesinde toplumsal değişim oldu. Değişen ve değişmeyenleri değerlendirirken, değişimin kendisinin kazandığı hız ve eskinin hızla önemini kaybetmesi meselesine odaklandım.

Bu seçimde rüzgâra göre yön değiştiren omurgası ile tutkalı sadece “Erdoğan karşıtlığı” olan bir muhalefet ile mücadele ettik. An odaklı, geçici hedef birliği üzerinden izlenen siyasetin geleceğini öngörmenin imkânsızlığına şahit olduk. Ancak bizzat seçmenle geçirdiğimiz bir kırk günün ardından siyasetin geleceğine yön vereceğine inandığım topluma dair gözlemlerim şöyle:

Toplumsal değişimin dinamiğini sadece ekonomik kaygılarla değerlendirmek yanlış.

Ekonomi önemli, ancak yaşanılan değişimi anlamlandırmakta zorlanmanın temelinde her kesim için “inanç eksikliği” yatıyor. Kendine, ülkesine, davasına, inançlarına…

Bölgeselden, küresele, devletlerden toplumlara dünya yeni bir yap-bozun içindeyken milliyetçilik bu dağılmalara tepki olarak yükseliyor. İnsanlar savrulmayacak sabit değerler arıyor. Ormanda izini kaybetmemek için de diyebiliriz buna.

Tam da bu noktada “milliyetçilik” dış basından iç basına benzer çevreler tarafından bir felaket olarak sunuluyor. Oysa bugünkü insanın milliyetçilikten anladığı “ırkçılık” değil. Herşeyin savrulduğu bir dünyada ayağını sağlam basacak zemin.

Bu seçimlerde, seçmenler üzerindeki mahalle baskısını çok hissettim. Doktor bir genç kız, asistanlar odasında, “AK Partiliyim diyemeyiz canımıza okurlar.” diyordu. Öyle ki bir hocası “AK Partili olanlar beni takip etmesin, lütfen takipten çıkın.” demiş.

Pek çok genç çalışma ortamlarında AK Partili olmanın suç görüldüğünü söylüyordu. Okullarda yine aynı şey. Kültür sanat çevrelerinde aynı tablo. AK Partili olmak ile gerici, yobaz olmak arasındaki geçmişte üretilen provokatif söylemleri sürdüren çeşitli guruplar, özellikle beyaz yakalılarda yaşıyor, yaşatılıyor… Bu söylemlerle başkaları üzerinde tahakküm kuran, mahalle baskısı uygulayanlar üzerinde bir sosyolojik araştırma şart.

Özetle bu seçimlerde çokça mahalle baskısı duydum ama karşı mahallede. Gençler onların olduğu ortamlarda AK Parti’ye oy vereceğim diyemiyorlar. Z kuşağında çok sayıda genç Erdoğan oy verdi ama kimse bunu itiraf edemiyor.

“Türk düşünce hayatında birbirinden kopuk adacıkların olduğu gibi bu adacıklar da birbirlerine kapalıdır. “ Bu tespiti yapan Cemil Meriç’e hak vermemek mümkün değildi. Muhalefet seçmen kitleyi bu adacıkların içine hapsetmeye çalıştı ama başarılı olamadı.

Amerika’da, Avrupa’da yaşayan aydınlardan Türkiye’de yaşayanlara kadar, yaptıkları yanlış değerlendirmelerde bu adacıklara hapsolmalarının etkisi büyük.  Amerika’nın en saygın üniversitesinde dersler veren bir ekonomist Daron Acemoğlu’ da bunlardan birisiydi.  Batı toplumlarında benzer sonuçları “demokrasi”, Türkiye’de ise “Erdoğan’ın demokrasi makinesini kullanması ve patronajı” olarak okuyordu.

BBC ‘de çıkan “Türkiye ikiye bölüdü” yorumu da benzerdi. Amerika’da seçimlerden Cumhuriyetçi ve Demokratlar arasında benzer sonuçlar çıktığında Amerikan toplumu ikiye bölündü demeyenler, nedense aynı demokratik tabloyu “Türkiye bölünmüş” olarak görüyorlar.

Ben ise tam tersi bu sonuçların aydınların hapsolduğu adacıklardakilerin aksine, halkın ayrıştığı değil, geçişken ve akışkan bir hal aldığı, bütünleşme imkânı olan bir toplum aritmetiği olarak okuyorum. Ayrıştırma, kutuplaşma söylemlerinin klişeliğinin geçersizleştiği, göz hizasında iletişim kurmaya bir fırsatı olarak görüyorum. Cumhuriyet elitlerinin, en pozitivist aydınların üstün insan olma iddiası ve ayrıcalığını bu seçimlerin bitireceğini düşünüyorum.

Sokrates, “Üzerinde düşünülmemiş bir hayat yaşanmaya değmez.” diyor. Biz de her zaman yaşadığımız şeyler üzerinde illa ki geriye bakıp düşünmek zorundayız.

Hangi bayrağa selam vereceğimize artık karar vermeliyiz.

Numan KURTULMUŞ

CHP’ de Kavga

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

CHP’ de Kavga

9 Nisan akşamı muhalefet birbirine girecek. Aday listeleri Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edildiğinde muhalif cephede büyük bir kavga çıkma potansiyeli çok yüksek. Sebeplerin başında diğer küçük partilerin milletvekili sayıları geliyor. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklamasıyla birlikte artık diğerlerine çok da fazla ihtiyacı kalmadı, daha önce verilen sözlerin ne kadarı gerçekleşecek bunu zaman gösterecek…

Üç küçük partinin hepsinin 40-50 bandında vekil istediği, Kılıçdaroğlu’nun ise her birine “10’ar vekil veririm.” dediği konuşuluyor. Böyle yaptığında bile 30 vekil CHP dışındaki partilere gidiyor.  Bu da ortalama her 5 CHP vekilinden birinin yerine diğerlerinin gelmesi anlamına geliyor. CHP’nin seçilecek yerlerdeki vekillerin beşte birini diğer partilere vermesinin CHP içinde kavga çıkartmama ihtimali yok. Böyle bir durumda Kılıçdaroğlu kendi adaylığını zorlamak için CHP vekilliğini pazarlamış oldu.

Özetle, ortak liste kararıyla seçime girecek olan Millet İttifakı’nda önümüzdeki hafta büyük bir iç kavga olacağa benziyor.

NEVŞİN MENGÜ BİR ANDA MÜCTEHİD Mİ OLDU 

Kılıçdaroğlu’nu seccadeye ayakla basması meselesi tartışılırken en çok gazeteci Nevşin Mengü’nün yorumları ilgimi çekti. “İslam nedir, ne değildir?” konusunda açıklama yapan  Nevşin Mengü’den bir anda “Allahuteala’nın emri”  gibi sözler duymak sadece beni değil herkesi şaşırttı.  “İslam’da tek kutsal olan şey insanın Allahuteala ile ilişkisidir. İslam aklı soyuttan somuta doğru çalışır. Hz. Muhammed’i devrimci yapan da odur.” gibi yorumları dikkat çekiciydi. Ramazan ramazan hepimize  mucize gibi gelen “Rabbim sen nelere kadirsin” dedirten bu cümlelerin içeriği konusunda yorumda bulunmayacağım.

SIRRI SAKIK’TAN HAKİKAT ÇAĞRISI 

CHP-HDP ittifakının boyutlarını dışardan kestiremiyoruz. Dün Sırrı Sakık yaptığı açıklamada Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak özetle,  “Hem bizim oylarımız isteyip hem de ittifak yapmıyormuş gibi yapıyorsunuz, kapalı kapılar ardında söylediklerinizi kamuoyu ile paylaşın.” dedi. Verilen sözler arasında Öcalan dahil cezaevindeki “arkadaşlar“için genel af ve yurtdışında olanların geri dönmesi var mı?HDP’nin oyuna muhtaç olan Millet İttifakı’nın HDP’ye verdiği sözleri kamuoyu bilmek zorunda.

EKONOMİDE… 

Seçim arifesinde en çok tartıştığımız konu ekonomi, adeta fiyatların hafızası bozuldu. Böyle bir durumda 2023 sonrası ekonomi için AK Parti’nin vaatleri genel ve özel pek çok adımı kapsıyor:  Daha tutarlı hale getirilen bir para politikasıyla, kuru dengede tutmak, bütçe disiplininden vazgeçmemek , istikrar ve güven paketi oluşturmak birincil hedefler arasında yer alıyor. 

2023 sonrası ekonomik paketlerde en büyük amaç öngörülebilirlik yaratmak ve kendini tamir eden bir ekonomi modelini güçlendirmek. Dünyanın süper güçleri değişirken, ekonomik dengeler de değişiyor. Bu değişimin girdabına kapılmadan, ekonomiyi ve ülkeyi ayakta tutmak için güçlü, hızla karar alabilen hükümetlere ihtiyaç var. Toplumu ikna gücü yüksek bir liderlere de… Krizleri savuşturabilmek için bir dönüm noktasındayız. Dünyada ekonomik sistem öngörülemez gelişmelerle karşı karşıyayken Türkiye’yi güvenli ve güçlü tutmak zorundayız!

EN ZOR KESİM…

Ufkun kırılması, nihilizm, popülizm, bu çağı analiz eden siyaset bilimcilerin toplumların içinde bulunduğu ruh halini anlamlandırmak için başvurdukları kavramlar. Etrafımıza baktığımızda da bunların karşılığını görüyoruz. Böyle bir ruh hali içindeki insanlarla iletişim dili kurmak ise çok zor. Beni Z kuşağının dili değil de bunların dili daha çok zorluyor. Bu ruh halindeki insanlarla iletişim kurulamıyor. 

Numan KURTULMUŞ

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Reddimiras meselesi sadece bireysel hukukta değil, ulusların tarihinde de söz konusu. Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik Devrimi, Çin’de Mao dönemi, eski rejimleri kötülemek ve dahi izlerini yok etmek, yeni bir insan ve ulus yaratmak için uygulamış. Modern Türkiye Cumhuriyeti de Fransızlardan ilham almış. Bu reddimiras meselesi bir yüz yıl sonra bile bitmeyen pek çok tartışmanın da kaynağı olmuş.

Reddimiras geçmişle bağı tamamen koparmak mıdır, yoksa yeni kurulan rejimlerin kendilerini sağlama alması için attıkları bir adım mıdır?” tartışması ayrı bir konu. Gazeteci Murat Bardakçı’nın “Reddimiras” ismiyle yazdığı kitap bu konuyu iki örnek çerçevesinde ele alırken, bir yönüyle komik bir yönüyle de trajik bir devlet öyküsü de koyuyor ortaya. Bardakçı konuyu arşiv çalışmaları çerçevesinde ele almış, ancak kaleme alırken adeta bir polisiye gibi yazmış. Okurken kah hüzünleniyor, kâh gülüyor, kâh da “olmaz ki bu kadar şuursuzluk” deyiveriyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın olayların akıldışı geliştiğinin altını çizmek isterim.

HAZİNENİN BİTMEYEN DEVRİÂLEMİ

Topkapı Sarayı ile İstanbul’un diğer müzelerindeki hazine eşyası 1. ve 2. Dünya Savaşları senelerinde muhafaza maksadıyla iki, devletin yeni başkentinde bulunmaları ve satış düşüncesi ile de iki defa olmak üzere toplam dört seyahat yapıyor. Hazine 1. Dünya Harbi sırasında Konya’ya gönderiliyor, savaştan sonra iki defa Ankara’ya gidiyor, orada kasalara konuluyor, satılmaları için Fransa’da girişimlerde bulunuluyor ve İstanbul’da kalan eserlerden bazıları da 2. Dünya Savaşı senelerinde muhafaza edilmeleri için Niğde’ye gönderiliyor. En nihayetinde 1952 yılında asıl yerlerine Topkapı Sarayı’na geri dönüyor.

1927 yılında satışa çıkarılma girişimine konu olan değerli eşyalar arasında 13. yüzyıldan beri Osmanlı ailesinde biriken kıymetli mücevherler ve Medine Müdafii Fahreddin Paşa’nın 1917’de İstanbul’a gönderdiği Medine Emanetleri de bulunuyor. Türk hükümeti bir kuyumcu aracılığıyla bunu Fransa’da mezatla satışa çıkartmak istiyor. Bu sürecin öyküsü kitapta detayları ile var. Olayların içinde en dikkat çekicilerinden biriside büyük bir zümrüt parçasının Paris’te tahlil ettirilmesinin ücreti olarak 693 lira ödenmesi için 24 Haziran 1928’de çıkartılan Bakanlar Kurulu kararı.

Hazinelerin satış girişimindeki tüm süreçler birbirinden ilginç. Ama nihayetinde satış mümkün olmayınca Maliye Bakanlığı’nın üç anahtarla açılan kasalarına konuldu. Maliye Bakanı, Danıştay ve Sayıştay başkanlarına birer anahtar verildi. Kasalar 1934’te Merkez Bankası’na nakledildi. Sonra bunlar unutuluyor! 1951’in Nisan’ında Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’nın mahzenlerinde içinde nelerin olduğu bilinmeyen kilitli kasalar bulunuyor. Lakin devlet hangi anahtarın kime ne zaman verildiğini, anahtarları teslim alanlar da kasaların mevcudiyetini tamamen unutmuştur…Konu ibretlik!

HDP’NİN KURULUŞU VE DURUŞU

“Kürt kimliğini” merkeze alan bir partinin Halkın Emek Partisi (HEP) ismiyle siyaset sahnesine girmesi 1990 yılında oldu. 1989 yılında Paris Kürt Enstitüsü’nün Paris’te düzenlediği Kürt Konferansı’na katıldığı için SHP’den ihraç edil yedi Kürt milletvekiline, SHP’den ayrılan üç milletvekilinin daha katılmasıyla 1990 tarihinde HEP kuruldu. Ekseninde Kürt meselesi ve Kürt kimliği vardı. HEP, 1991 yılında yapılan genel seçimlere SHP ile ittifak yaparak girdi ve parlamentoda 22 milletvekili ile temsil edilirken pek çok krize de sebep oldu. Bu krizler ile kapatılan her partinin ardından Kürt siyasetçiler başka isimlerle kurdukları partiler altında varlıklarını sürdürdüler. HEP geleneği DEP, ÖZDEP, HADEP, DTP ve BDP ve HDP ile devam etti, siyaset sahası terk edilmedi. Her kapatılmanın ardından oylarını artırarak yeniden geri geldikleri görüldü. Parti kapatmaları en çok CHP’nin ve Akşener’in de içinde olduğu hükümetlerin dönemlerinde yaşanmış. Bu nedenle bugün CHP’nin başı çektiği ve içindeki her unsurla kavgalı oldukları Millet İttifakı’nın destekçisi olmalarını tuhaf buluyorum.

Halkların Demokratik Partisi HDP 2012 ‘de kuruldu. Bu parti Öcalan’ın bir projesi olarak doğdu. HDP’yi kurgularken Öcalan’ın HDP’den beklentisi etnik temelli siyaseti aşmaktı ancak radikal sol söyleme yaslanarak toplumsal kesimlerle iletişime girmek ve onları ikna etmek zor oluyordu. HDP Türkiye’den uzak radikal sol fikir ve grupların etkisinden çıkıp Türkiye merkezli bir siyaset üretmesi bugün de pek imkanlı görünmüyor. HDP bu sefer bunu Millet İttifakı’nın adayının yanında durarak deniyor.

“EN CAKALI PEŞREV YAPANA, GÜRÜLTÜ KOPARANA HAK VERİRLER…”

Sosyal medya kavgalarına kızarken, sanal olmayan basın tarihimizdeki kavgalara bir göz atayım dedim. Arada çok fark görmediğimi de söylemek isterim.

Türk basın tarihine “polemik” kavramı ilk kez 1860 yılında Ceride-i Havadisile Tercüman-ı Ahvâl gazeteleri arasında yaşanan tartışma ile girmiş… Bu polemiğin konusu ise Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilen Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” isimli oyunu. Şinasi Efendi ile başlayan Türk gazeteciliğinde “rezil, dinsiz, edepsiz” tanımlamalarıyla girişilip, “gerici, liboş, dönek, yağdanlık, gerzek, iki metrelik cüce” nitelemelerine dek uzanan bir küfür edebiyatı sözlüğümüz var. Basın tarihimizin kalemşörleri en iyi durumda tepeleri atınca birbirilerine “Ben senin cemaziyelevvelini bilirim.” deyivermişler. Tıpkı bugün olduğu gibi… Nisbeten daha incelikli:)

Basın tarihimizde en sert tartışmalar Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında yaşanmış. Nâzım, 1935’te bu kavgayı güreşe benzeterek işin usulünü şöyle açıklamış: “… bu güreşte…gerçekten sırtın yere geldi mi diye bakmazlar; en çok cakalı peşrev yapana, gürültü koparana hak verirler.”

Özetle sosyal medyaya kızıyoruz ama klasik medyada da durum pek farklı olmamış. Bu kubbede baki kalanın bir hoş sada olduğuna inanarak biz yine de seviyemizi koruyalım.

Numan KURTULMUŞ

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

“Ne senden fazlayım

Ne senden az

Aynı macerada ayrı biraz,

Gözle biçim biçim

Kalple anlar içim

Ayrı gayrı olmaz

Sen yoksan ben hiçim…”

Sezen Aksu’nun bu güzel şarkısı bugün duygularıma tercüman oluyor.

Birbirimize, “Yağın olayım, suyun olayım, göğün olayım…” dediğimiz günlerde birbirimizi hırpalamak, yerine birlik olmanın kıymetini bilmeliyiz…

  1. gündeyiz. Afetin yaşandığı her bölgede, her birimiz bir kardelen çiçeği gibi ümidin mucizesine tutunarak elimizden geldiğince yaralarımızı sarmaya gayret ediyoruz. Bir büyük seferberlik hali yaşadığımız, devletinden milletine…Aynı anda birden çok cephede savaşırken, ayrı gayrımız olmadan, biz olmanın kıymetini daha çok idrak ediyoruz. Herkes bu acıyı dindirmek için elinden geleni yapıyor. 18 gündür bölgede olan birisi olarak buna çok şahitlik ettim…

Bu büyük acıyı dindirecek, deprem bölgelerimizi yeniden ayağa kaldıracak formül bu biz olmakta. Ayrı gayrı olmadan Alevisi, Sünnisiyle, seküleri dindarıyla biz olarak  bu zor günleri aşacağımıza canı gönülden inanıyorum.

Deprem bölgelerinde tanıdığım çok güzel insanlar var, yaşatan, ümidin mucizesini gerçekleştirmek için varını yoğunu ortaya koyan…Osmaniye’de Enver Arpacı bunlardan birisi. İsmini Osmaniye’de herkesten duydum, ziyarete gittiğimde kolunda serum ile masasından çalışmaya devam ediyordu. Boğazları ve üst solunum yolu iltihaplanmıştı. 15 gündür evine gitmemiş, ailesiyle birlikte depremzedelere hizmet ediyordu. Kimseden de maddi destek istemiyor, neredeyse depremzedelerin tüm ihtiyaç maddelerini kendisi temin ediyordu.Yorgunluk nedir bilmeden kolunda serum ile çalışan Enver Arpacı üç dil bilen,uzun süre yurtdışında yaşamış sonrasında da ülkesine dönen bir vatansever. Arpacı Sosyal Tesisleri ve düğün salonlarının sahibi. Tesis 12 bin metrekare üzerine kurulu çelik konstrüksiyonlu, beş salona ve geniş bir bahçeye sahip.Deprem olur olmaz tüm tesisi bütün imkânlarıyla depremzedelere açmış. “İlk bir saatte çayımızı koymuş, kapılarımızı herkese açmıştık.” diyor. Soğuk hava depoları, güçlü bir jeneratörü olan tesislerde 24 saat  bin 500 kişinin üzerinde insanı yatılı olarak misafir eden, üç öğün yemek çıkartan Enver Arpacı ne malını mülkünü ne de hizmetini esirgemiyor .Hastaneye tedaviye gitmeye vakit bulamadan, gece gündüz hizmet eden Enver Arpacı, Osmaniye’de acıları saran bireysel kahramanlardan.

Pek çok sivil toplum kuruluşunda gönüllü çalışan, ilk andan itibaren herkesin imdadına koşan sivil toplum gönüllülerinin her birisi de çok kıymetli. Çoluğunu çocuğunu bırakıp,insan kurtarmaya, sonrasında da yaraları sarmak için ellerinden geleni olağanüstü bir çabayla yapmaya çalışan bu gönüllülere çok şey borçluyuz. Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin gücünü ve önemini bu depremde bir kez daha gördük.…

Bir de Almanya’dan ve Avrupa ülkelerinden işini gücünü bırakıp gelen, AFAD gönüllüsü olup çadırkentlerde kalarak hizmet eden gönüllülerimiz var. Sadece Türkler yok bunlar arasında, Almanya’da yaşayan bir Pakistanlı kardeşimiz işini bırakıp gelmiş malıyla ve bedeniyle günlerdir hizmet ediyor.

Hatay başta olmak üzere deprem bölgelerinde IGMG Berlin Hasene Türkiye büyük bir yardım seferberliği başlatmış durumda. Hem yardım ve ihtiyaç kolileri hem de küçük çadır, yaşam alanları  kuruyorlar. Bunlardan birisi olan 100 çadırlık yeri Hatay’da gördüm. Depremzedeleri misafir etmek için jeneratör ve tuvaletlerin altyapısının kurulmakta olduğu bu alandaki çadır ve yardım organizasyonunu Hasene Bursa Derneği organize ediyor. Buradaki gönüllüler Avrupa’nın her yerinden gelmişler.…

Evlerin yapımına kadar geçecek sürede depremzedelerin barınma sorununu geçici olarak çözecek çadırkentler –konteynerkentlerin yapımı devam ederken insanların pek çok ihtiyacının karşılanması gerekiyor. Bu süreçte ev dışındaki yaşamı bir nebze iyileştirecek seyyar tuvaletlere, duşlara, çamaşırhanelere, pratik çözümlere ihtiyaç var. Hal hatır sormaya, psikolojik desteğe ihtiyaç var. Her türlü yardımın hem bir damla kaldığı, hem de ama aynı zamanda çığ olduğu bu yardım seferberliğine uzun vadeli devam edilmesi gerekiyor.

Bu nedenle gözlemelerime dayanarak önerim; herkesin her şeyi aynı anda yapmasının, mükerrer işlerin önüne geçip, sivil toplum arasında uzmanlaşma ve işlerin paylaşımına gidilmesi. Devlet tüm kurumlarıyla bölgede büyük işler yapıyor. Ancak bunların desteklenmesi gerekiyor.

Bölgede; geniş çaplı engelli rehabilitasyon merkezlerine, sosyal rehabilitasyon merkezlerine, psikolojik destek merkezlerine, hatır soracak, onları dinleyecek gruplara, çocuklar ve gençler için rehabilite edici çalışmalara, yas sürecinin sağlıklı yaşanmasına destek olacak çalışmalara ihtiyaç var. Sivil toplum ve yardım gönüllülerinin bu alanlarda proje üretmesinin önemine inanıyorum.

”Her çiçeğin karaltından güneşe giden masalından

Yaşamak yeniden tazelenir, yeniden anlamlanır

Işığa uzanırken kardelen kış rüyasından

Ümidin mucizesiyle sevince uyanır.”

Haydi Türkiyem ümidin mucizesini hep beraber gerçekleştirelim.