Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Rum bir arkadaşım, “Benim hangi iltifatla büyüdüğümü biliyor musun?” diye sormuştu. “En entelektüel arkadaşlarımın, ‘Ben Rumlarla büyüdüm’ demesiyle… “ (Rumları senden iyi tanırım iç sesiyle). Ben de ona, “Benim teyzem de başını örterdi ama…” iltifatına hayli mazhar olduğumu söylemiştim. (Sadece yaşlı kadınların başörtülerinin mazur görüldüğü iç sesiyle…)

Kendisinden olmayanı onaylanmak için nasıl olması gerektiğini öğütleyen ifade biçimlerinin içinde mizah taşıdığını düşünmüşümdür hep. Hayatımda hiç seküler birine nasıl seküler olması gerektiğini söylemedim. O seçtiği yolu zaten benden iyi biliyordur diye düşünürüm.

Fakat bizim kaderimiz mi böyle, yoksa kimliğimizi yeterince ifade edemiyor muyuz bilmiyorum ama daima bizim seçtiğimiz yoldan gitmeyenlerin bize nasıl inanmamız gerektiğini öğretmelerine muhatap olmuşuzdur. Ertuğrul Özkök, Sibel Eraslan ve benim yazılarımızla ilgili yazdığı yazıda onlardan biri olmaya devam ettiğini gösterdi.

Ertuğrul Özkök bu ülkenin yakın tarihinde “başbakan seçebilecek” kadar büyük bir gücün sahibi olarak tanınır. Gerçekte öyle değildiyse bile en azından bu algının yerleşmesine bizzat kendisi yardımcı olmuştur. İyi bir örnek verebilirim: 1998 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel bir gazeteci grubuyla yurt dışına çıkmıştı. Seyahat boyunca Ertuğrul Özkök’ün fotoğrafları her zamanki gibi cumhurbaşkanından çok daha fazla ilgi çekmişti. Heyet döndüğünde Yeni Yüzyıl gazetesinin manşeti şöyleydi: “Ertuğrul Özkök yurda döndü.”

Zamanın başbakanı Tansu Çiller istediği için bıyığını kesen ve aynı zamanda Tansu Çiller istemediği halde mayolu fotoğraflarını yayınlayan şakacı birinden söz ediyoruz. Tıpkı Ertuğrul Özkök gibi ben de zaman zaman çeşitli sorular sorarım kendime? Ahmet Kaya yaşıyor olsaydı ve zaman zaman Kürt şarkıcılara ilgisini yazan bugünkü Ertuğrul Özkök’ü görseydi, ona ne sorardı?

Özkök hiç bir şeye kızmaz, kin tutmaz, yeni şartlara kolayca uyum gösterir. Ve her zaman iyi yerler edinir. İktidar değiştiğinde AK Parti genel merkezinin önünde Erdoğan tarafından kabul edilebilmek için gece çok geç saatlere kadar usanmadan beklediğini hatırlarım.

Bu arada Özkök’ün yazısında en hoşlandığım bölüm, kuşkusuz Eraslan’ı ve beni kahraman bulduğu satırlardı. Bizi kahraman olarak tanımladığı için değil, bu takdirden hiç haberimiz olmadığı için… Çünkü sözünü ettiği dönemde Özkök’ün değil bizi kahraman bulmak, bir insan hakları mücadelesi verdiğimizi düşündüğünden bile haberimiz yoktu. Zamanın ruhuna uyarak, bu düşüncesini kamuoyundan titizlikle saklamıştı. Çok merak ediyorum acaba Ak Parti bu kadar güçlü bir iktidar olmasaydı yine aynı iltifatlara mazhar olacak mıydık?

Yazısında değindiği İran’daki başörtüsü yasağına karşı başlatılan eylemler ve genel seçime dair yorumuna gelirsek, muhtemelen Özkök’ün “Türkiye İran olmayacak” mitinglerini alkışladığı yıllarda, ben İran’daki kadın haklarını (ve haksızlıklarını) bizzat giderek kitap ve belgesel olarak kamuoyuna sunmuştum. Daha çok yenilerde Yazar Cihan Aktaş’ın “İran’da Siyah Yorgunluğu” yazısını hatırlatarak, reformcu Rafsancani ile yaptığım görüşmelerden notları tekrarlayarak nerede olduğumu paylaşmıştım. Amacım, dünya görüşüm hakkında hesap vermek değil. Sadece dünya görüşüm üstünde rahatça oynayabileceğini düşünenlerin daha iyi anlamalarına yardımcı olmaya çalışıyorum.

Ertuğrul Özkök yılların alışkanlığıyla Sibel Eraslan’la benim (başörtülü yazarlar olarak) ne yapmamız gerektiğini, nasıl yapmamız gerektiğini sorularıyla tatlı tatlı yönlendiriyor. Elbette şaşırdım. İran’ın onun alanı olduğuna hiç tanık olmamıştım. Zamanında, kendi yarattığı en ünlü kadın yazarına, Tahran’da bordo renkli çarşaf giydirip, “İranlı kadınların renk özgürlüğünü” manşetlerine taşımıştı.

Özkök, yazımdaki doktora tezi alıntısını yorumlarken; “Biz örtünmeyi ‘inanç’ konusu olarak görüyorduk, demek ki muhafazakâr kesimin gözünde bir ‘pratik’ haline gelmiş…” diyor. Pratik sözcüğü dilimize Fransızca pratique sözcüğünden; Fransızca’ya da Latince practicus (yapmak, eylem) sözcüğünden geçmiştir. Türk Dil Kurumu anlamını ‘kolaylıkla uygulanabilir’ olarak açıklıyor. İnanç konusunda bu kelimeyi kullandığımızda uygulama olduğunu hepimiz biliriz. Burada yazarın çelişkisi inançların uygulamalarıyla var olduğunu göz ardı etmesidir. Sadece başörtüsü pratiği değil her dinden birçok vecibe zaten inançların pratiğidir (uygulanmasıdır).

Sibel Eraslan da ben de yazılarımızla kendi mahallemizin içine bakarak bir entelektüel tartışma açmış bulunuyoruz. Kendi mahallemiz içinde farklı veya yanlış ya da olumlu gördüğümüz her şeyi düşünce özgürlüğüne inanan herkes gibi analiz etmek, ‘zamanında’ tartışmak ve yeni fikirleri anlamak geleneğine oldukça sadık olduğumuzu düşünüyorum.

Özkök’ün ifadeleri düşünce dolaşımına; kendi mahallesinin ters olgularına, uzun ve etkin yazarlık dönemi boyunca tek bir kere bakmamış olan birinin, ait olmadığı bir mahallenin ve hiç pratiği olmadığı bir meselenin bilirkişisi olma çabasından ileri gitmez.

Kutuplaşmanın birçok nedeninden biri, hiç ilgisi olmadığı alanlarda herkese bir şeyler öğretmek hevesidir. “İnsanların yılbaşı kutlamalarına bile müdahaleci bir zihniyete” karşı dururken, aynı zamanda yakın tarihin “üniversitelere başörtüsüyle gitme mücadelesi veren kızlarına karşı müdahaleci” kampta yer almamış olmak daha takdir edici bir seçim olurdu.

Tuhaf bir hayretle İmamoğlu ve Yavaş’a oy veren başörtülü kadınları cepheye sürmenin kutuplaşmanın bir diğer zaafı olduğunu gözlemliyorum. Ne yapmalıyız şimdi? AK Parti’ye oy veren milyonlarca başı örtülü olmayan kadından mı söz etmeliyiz?

Oy vermediğiniz bir iktidarın düşmesini istemek politik bir arzudur. Ancak bir toplumu belirleyen inançlar üstüne yapılan sosyal tartışmalardan, inanç karşıtlığına (ki kesinlikle böyle bir hakkınız var) mazur bahaneler üretmek samimi değildir.

Politik ve sosyal etik, hayatlarını buna adamışların konuşabileceği bir alandır. Zamanın ruhuna göre değişim geçirenlerin böyle bir hakkı olduğundan hayli şüpheliyim. En azından vicdani sınırları geçemediğini kesinlikle biliyorum.

Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Siyasette Zorlama Yorumlar

Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile CHP lideri Özgür Özel görüşmesi, ardından Özgür Özel’in Cumhur İttifakı’na yönelik sözleri ve özellikle de AK Parti’ ismini vermeden “suç ortağı” tanımını kullanması pek çok yorumu beraberinde getirdi. AK Parti-CHP ittifakından ve de bundan “normalleşme” koduyla söz edilmeye başlandı.

Böyle bir durumda ilk akla gelen AK Parti- MHP ittifakı “anormal” miydi ki CHP ile ittifak normal olsun!

İşin tuhafı siyaset anlayışları merkez sağda konumlanmış iki partinin ittifak etmesinden daha normal ne olabilirdi. Ki bu ittifak dar geçitleri, zor zamanları görerek, zor sınavları vererek çetin testlerden geçerek bugüne kadar geldi.
Seçim sonuçlarına bakarak bir analiz yapıyorsak burada dikkate alınması gereken bu ittifakın seçmeni. Cumhur İttifakı’na oy vermemiş ve asla vermeyi de düşünmeyen seçmenin yorumları, ittifakın siyasetine neden yön versin?

Bu “kutuplaşmayı bitirmek” ya da “normalleşme” başlıkları da bu ittifakın seçmeninin talebi değil ki. Ayrıca “normal”i kim belirliyor? En önemlisi kimin normalinde buluşacağız?

“Cumhur ittifakı Türkiye’yi kutuplaştırdı.“ sözlerini arkası boş bir klişe olarak görürüm. Hele ki her şeyin zıddıyla kaim olduğu bir evren dinamiği içinde. İnanan ve inanmayanlar, yaşam tarzı, ideolojik farklılıklar her şeyin ötesinde sınıflar, gelir eşitsizlikleri, eğitim durumları gibi pek çok faktör bizi doğal olarak kutuplaştırır. Çok basit bir örnek, Galatasaray ya da Robert mezunuysan kesin çağdaşsın, İmam Hatip okullarından mezunsan kesin gericisin… Gerici, dinci, örümcek kafalı gibi klişeler hâlâ kullanılıyor. Yılların içinde oluşmuş böylesi önyargılar elbette siyasi tutumlara da yansıyor. Ben vatan, dil, din, devlet, aile kavramların korunması gereken en önemli varlıklar olarak görüyorum. Aile kurmayı teşvik edelim diyoruz, Meclis’te duymadığımız laf kalmıyor. Çünkü dünya görüşlerimiz de yaşam tarzlarımız da farklı, doğal olarak siyasi görüşlerimiz de farklı kutuplarda. Kutuplaştıran Cumhur İttifakı değil, hayatın bizatihi kendisi.
Diğer taraftan müzakere siyasi guruplar arasında çok önemli bir kavram. Meclis siyasi istişarenin beşiğidir. Ancak bu kavram da suiistimal ediliyor, çarpıtılıyor. İstişare bizim ülkemizde CHP kitlesinin kazanamadığı seçimlerden sonra iktidara ortak olmasının kod adı oldu. Siyasi nezaket elbette olsun, ama istenen CHP’nin iktidar olamadığı bir seçimden sonra yönetime ortak olması ise orada bir duralım. Belediye seçimlerinde elde ettikleri başarıdan sonra “Belediyeler istişare ile yönetilsin, karar alırken AK Partiye de sorulsun.” diyeni gördünüz mü? Göremezsiniz çünkü CHP için meşruiyet bir kimlik meselesidir, seçim sonucu ile meşruiyet alınmaz “seçkinler sınıfı”na mensup olmakla meşruiyet alınır! Herhangi bir seçimi CHP kazanmadı ise kazanan CHP ile masaya oturmalıdır, aksi takdirde “anormal” olur.
Kendi mahallemizin romantiklerini bu konuda hayret içinde kalarak dinliyorum.
“İstişare”, yani müzakere edip masa başında anlaşma yoluyla seçmenimizin hangi meselesi çözüldü? Bu yolla çözülen tek sorun hatırlamıyorum. Başörtüsü meselesini ele alalım. “Cumhurbaşkanı sizden olamaz.” diye olay çıkarıp türlü oyunla seçimi yaptırmadıklarını. Mecburen erken seçime gidip sandığa gömüldüklerinde ancak konunun çözülebildiğini unuttuk mu?

İmam Hatipler başta olmak üzere katsayı meselesi dahil her sorun müzakere ile değil siyasi kavga ile çözüldü. 1990’lı yıllarda İslamcı kesimin bir bölümü uzlaşmayı bir bölümü de mücadeleyi savunurdu. Bu söylemler o zamanlar da vardı. İslamcılarla liberallerin ortaklığı bir yere kadar sürebildi. Zaman gösterdi ki fikrinden taviz veren yok oldu. Bu farklı düşünenleri dikkate almamak değil elbette! Ama herkes memnun edilemez. Her siyasi görüş seçmendeki temsili oranında bir yetki edinir ve bu yetki ile doğru bildiğini uygular. Bunun da uzlaşması hayata benzer bakanlar arasında olur, her konuda taban tabana zıt düşünenler arasında değil.

En temelde, Ben Müslüman Türküm dendiğinde “Ne Türkü ne de Müslümanı, bırakın bu gerici işleri, önemli olan Avrupa Birliği’ne girelim yeter.” diyen biri ile hangi noktada normalleşeceğiz? Hangi noktada buluşacağız? Onun fikrinde mi benimkinde mi? Bunları afaki yazmıyorum. TBMM çatısı altında ki 2024 yılında yapılan konuşmalardan yola çıkıyorum, zabıtlar ortada.
Bu nedenle aşmış taşmış yorumları zorlama buluyorum. Fikrimize göre ideal toplum deneyleri yapmanın, hayal ettiğimiz topluma dair fantezi kurmanın, siyaseti buna zorlamanın anlamı yok. Teorilerden değil verilerden yola çıkmak gerekir. İnsan davranışı bir ömrün hülasası olarak ortaya çıkar. Bir günde değişmez.

2014-2015 yıllarında Ahmet Davudoğlu ve çevresinden siyasette normalleşmesinin ancak CHP ittifakı ile olacağına dair afaki yorumlar duyuyorduk. Ki bu iddia Türkiye siyasi tarihinde sağ-sol ittifak olarak pek çok kez denendi. Sonuçları da ortada.
Ayrıca AK Parti kurulduğu günden bu yana kendi içinde farklı eğilimleri toplayan bir parti oldu. Önceki Milli Görüş partilerinden farkı da buydu. Keskin değildi, toparlayıcıydı, onu iktidara bu çoğulculuğu taşıdı. O zaman bu durumu “kan uyuşmazlığı” olmayan herkese kapımız açık diye formüle ediyorduk. Öyle ki bu çerçevede sol görüşlü vekillerimiz de oldu, hatta Ertuğrul Günay gibi isimler bakan oldu. Bu tablonun tersinden baktığımızda CHP bünyesinde aynı şekilde içine almayı asla göremiyoruz. Mesela Mehmet Bekaroğlu, Abdüllatif Şener gibi isimler CHP’den vekil oldular lakin mihrapta mahalleri olmadı. Onlar ne bir başkan yardımcısı olarak ne de parti meclislerinde önemli görevlerde görebildik.
Bu nedenle “Cumhurbaşkanı-Özel görüşmesi normalleşme” diyenlere “anormal olan nedir?” diye sormak isterim. Elbette gerginlikleri azaltalım, daha fazla kamplaşmayalım ama “kan uyuşmazlığı” kriterini de ihmal etmeyelim.

CHP, 1950 sonrası iktidar partisi olmaktan çıktı, müzmin bir muhalefet partisine dönüştü. O tarihten sonra bir daha tek başına iktidara gelemedi. Son kez 1946 yılında tek başına iktidar olmuş bir partinin son mahalli seçimlerdeki başarısı elbette takdire şayan. Ancak iktidar yolunda önlerinde daha uzun bir yol olduğu inancını taşıyanlardanım. Her şeyden önce bu milletin dini, kültürü, yaşam tarzı ile barışmaları ve buna gerici yaftasını vurmamayı öğrenmeleri gerekiyor.

Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Eleştiri mi Ad Hominem mi?

Eflatun “Konuşma aklını kullanma sanatıdır.” diyor. Her konuda her yerde pek çok itiraz dinliyor okuyoruz. Bunların büyük bölümü konuyla ilgili bir cümleyle başlıyor ardından taa Aristo’dan beri Safsata Kılavuzu’nda tanımlanan örneklerden birine dönüşüveriyor. En çok kullanılan da “argumentum ad hominem”, bir argümanı ya da hükmü, delillerle değil, hükmü ya da argümanı ileri süreni karalamak suretiyle çürütmeye kalkışmak anlamındadır ve mantık ilminde safsataya girer.

AB’YE GİREBİLİR MİYDİK? 

Bu tartışma hiç bitmiyor. Niye almıyorlar sorusuna cevaplar çeşitli. Çoğunluk suçu Türkiye’de buluyor. Öyleydi böyleydi derken işin faturası her seferinde anlamsız yere Türkiye’ye çıkıyor. Türkiye’nin bu konuda gösterdiği gayret yok sayılıyor.

Bugünlerde Avrupa Parlamentosu seçimleri var. 400 milyon insan seçimlerde oy kullanacak. Nüfusa göre en büyük ülke Almanya 83 milyon ile en kalabalık AB ülkesi. Onu 64 milyon ile Fransa takip ediyor. Geri kalan ülkeler İtalya, İspanya ve diğerleri. Türkiye eğer Avrupa Birliği’ne alınmış olsaydı 85 milyon nüfusuyla Avrupa Parlamentosu’na en fazla temsilci gönderecek ülke olacaktı. Belki de bu nedenle 2005 yılından itibaren her ülke Türkiye’yi Avrupa’ya almayacaklarını art arda sürekli açıkladı. Türkiye düşmanlaştırıldı ki bu Avrupa’da aşırı sağ partiler iktidar veya iktidar ortağı olmadan önceydi. Hal böyle iken Türkiye’ye Avrupa kapılarını kapatan Batı’nın tutumu görülmeden sorunun odağı olarak Türkiye’nin görülmesini içselleştiren yerli siyasetçilerimize her seferinde hayretle bakıyorum.

YENİLGİDEN SONRA

Cambridge Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Ayşe Zarakol’un kitabı aldığı ödül ile dikkatimi çekmişti. Yenilgiden Sonra başlığı altında ‘Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi’ sorusunu kitabın kapağına taşıyan Zarakol’un kitabı klişelere takılmadan son derece mesafeli bir noktadan Batı’nın Batı dışı toplumları damgalayan-lekeleyen bakışına ışık tutuyor.

Ayşe Zarakol diyor ki: “Batılı olmayanların uluslararası sisteme dahil edilme tarzının yol açtığı tedirginlikleri ve bu tedirginliklerin dünya siyasetinin temel dinamiklerini nasıl biçimlendirdiğini araştırdım. Batı’yı saplantı haline getiren ülkelerden yola çıktım. Rusya, Japonya ve Türkiye örneklerinde kendini hakir görme Batıyı yüceltme davranışlarında gördüğüm benzerlikler bu konuyu ele almama sebep oldu. Bu üç ülke de Batı tarafından mağlup edilmiş imparatorlukları bitirilmişti.

Sekiz yıllık çalışmanın ürünü olarak Yenilgiden Sonra / Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi kitabı Cambridge yayınlarından (After Defeat: How The East Learned to Live With The West) 2010’da çıkıyor.

“Türkiye hakkında bir kitap yazmaktan ziyade Amerika’da o zamanlar hâkim olan uluslararası ilişkiler teorilerine eleştirel bir bakış açısı getirebilmek, Türkiye, Japonya, Rusya örneklerini beraber değerlendirerek, gözden kaçırdıkları bazı dinamiklerin aslında dünya siyaseti için ne kadar önemli olduğunu inkâr edilemeyecek şekilde göstermek istedim. Mevcut hâkim görüş; ‘Bir ülkenin dış politikasını tamamen askeri ve ekonomik gücü belirler, diğer faktörler önemsizdir.’ Benim amacım askeri ve ekonomik gücü yadsımak değil ama dış politikayı belirleyen başka önemli şeyler de olduğunu göstermekti.”

Yazar bu kitabın devamında “Dünya Siyasetinde Hiyerarşiler” kitabına da imza attı. Diyor ki; “Eğer sadece ekonomik güç ya da askeri güç önemli derseniz Batı-Doğu ayrımının dünya siyasetinde niye önemli olduğunu anlayamazsınız.”

LEKELİ OLMA PSİKOLOJİSİYLE BÜYÜYENLER

Ayşe Zarakol kitabı çalışırken iki teoriden destek alıyor.  Birincisi Erving Goffman’ın “stigma” yani damga ya da leke teorisi: Damgalı bir bireyin toplumsal kimliğinin lekelenmiş yönlerinin hem onunla ilişkide bulunan kişilerde hem de damgalı bireyin bizatihi kendisinde oluşturduğu etkilerin uluslararası ilişkilere yansıması. Mesela diyor ki “Dış politikamız 19. ve 20. yüzyılın lekelerini taşıyor hâlâ, Batılı olmayan ülkelere ağabeylik taslıyor, yükselen güçleri küçümsüyor, hesaba katmıyoruz.”

İkincisi de Norbert Elias’ın kuramı “yerleşikler – dışarıdakiler.” “Elias’a göre bir toplumda ilk yerleşik olmak, yerleşiklik hissine sahip olmak kural koyuculuk açısından maddi faktöre göre daha belirleyicidir. Yerleşikliğin verdiği ortak kültür ve uyumluluk, eski mahallede oturanların yeni gelenleri kolayca dışlamasına ve bu dışlamayı makul göstermek için çeşitli leke yaftaları yaratmasına imkân tanımıştı. Yeni gelenler bu yaftalarla kolayca baş edemiyorlardı. Çünkü henüz ortak bir cephe oluşturamamışlardı.

Bu dinamik modern uluslararası sistemin temelinde de var.  Avrupalı olmayan birçok öge sadece Avrupalı olmadığı için yaftalandı. İşin tuhafı o ülkelerdeki elitler bu yaftalanmayı içselleştirdi…”

Mevcut Batı merkezli uluslararası sistemin dünyayı kendi hiyerarşisiyle sınıflandırmasına karşı akademiden çıkan eleştirel bir ses olarak Ayşe Zarakol’un çalışmasını önemli buldum. Hele de İsrail-Gazze meselesinde bir kez daha kendini gösteren bu Batı dışı toplumları insan yerine dahi koymayan yaklaşımlar sergilenirken.

SİYASETÇİ HAZIR CEVAPLIĞI…

 

Tarihi hatıratları okumayı seviyorum. Bir hatıratta rastladığım Demirel’in Aliyev’le yaşadığı olayın bir benzerini Avrupa Parlamentosu seçimlerine hazırlanan İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’den duydum. Aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi’nin (FdI) lideri Meloni Campania bölgesine yaptığı ziyarette, daha önce kendisinden “kaltak” diye bahseden solcu vali Vincenzo De Luca’yla el sıkışırken “Merhaba, ben o kaltağım” demişti.

 

Demirel’in hikayesi ise şöyle: Süleyman Demirel’in onuruna Bakü’de görkemli bir yemek veren Haydar Aliyev, ne kadar övgüye değer söz varsa hepsini söyler. Bu övgü dolu sözlerinin içinde Azeri dilinde “başarılı, yetenekli” anlamına gelen “pezevenk” sözcüğünü çok sık vurgular: “Dünyanın gelmiş geçmiş en başarılı siyasi pezevenği gardaşımın ve heyetinin onuruna…” diye devam eden konuşmadan sonra sıra Demirel’e geldiğinde kendine münhasır espri yeteneğiyle Haydar Aliyev’e dönerek “Sen de az pezevenk değilsin.” der.

Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Barışın Kurmayları

Nasıl bir dünya düzeniyle karşı karşıyayız… Tek kutuplu, iki kutuplu, çok kutuplu yoksa bir anarşiye doğru mu gidiyoruz?

Kaliforniya Üniversitesi’nden siyaset bilimi profesörü David Wilkinson mevcut uluslararası sistemin, soğuk savaşın artık sona erdiğini varsaydığı 89 sonrası için tek kutuplu görünse de hegomonsuz olduğunu söylemişti.

Katar Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Muhammad al-Muhtar al-Shinqiti ise yaşadığımız süreci “jeopolitikanın geri dönüşü” olarak adlandırıyor. “Özellikle Ukrayna savaşının başlangıcından bu yana görmekte olduğumuz dönüşüm, eski jeopolitik fikirlerin yeniden gündeme geldiğidir.” diyen Shinqiti, AK Parti’nin 2022’de düzenlediği 21. Yüzyılda Siyaset ve Yeni Açılımlar Forumu’nda dikkat çekici bir konuşma yapmıştı. Bölgemiz için İngiliz jeopolitikçi James Fairgrieve’nin “ezilme bölgesi” terimini kullanmıştı: “Bu terim Doğu Avrupa için kullanmış olsa da bizim bölgemiz için de iyi bir tanımlama olabilir. Burası bir ‘ezilme bölgesi’ çünkü tarihsel olarak büyük kara güçleri, bu bölgede büyük deniz güçleriyle rekabet ediyor. Ve elimizde bir ya da iki seçenek var: Ya bu bölgeyi o büyük güçlerden koruyacak bir iç güç olmalı, ya da bütün bölge büyük güçler tarafından yok edilip bölünecektir.”

Küresel sistemde çok büyük bir dönüşüm yaşanırken bölgemizin de kritik bir dönemden geçiyor. Tam da bu noktada Hakan Fidan’ın Türk Dışişleri’ni güçlendirme, yeniden yapılandırma çalışmalarını çok önemli buluyorum. Bu doğrultuda Dışişleri Teşkilatı’nı Güçlendirme Vakfı’nın önemli bir adım olacağına inanıyorum.

Başta dış politikada büyük başarılara imza atan Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’a ve Türk diplomasisine nitelik kazandıracak ufku ile Dışişleri Bakanımız Hakan Fidan’a teşekkürü borç bilirim. Barışın kurmayları olacak Türk diplomatlarına da selam ediyorum.

TERCÜME ODASI’NDAN DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NA….

Diplomasinin tarihi çok eski olsa da kurumsal olarak Hariciye Bakanlığı’nın kuruluşu 1836’da oluyor.

17 inci yüzyılın sonlarından itibaren Batı karşısında alınmaya başlanan başarısız sonuçlar neticesinde devletin içine düştüğü zaaflar 18. yüzyıla kadar fark edilmemişti. Osmanlı’da sorunun uzun süre askerlikle ilgili olduğu sanıldı. Osmanlı Devleti’ndeki ilk yenileşme hareketleri askeri karakterli ortaya çıktı. Reform alanı III. Selim’den itibaren genişlemeye başladı.

Klasik sistemi yetersiz kılan unsurların başında Osmanlı Devleti’nin Avrupa ve diğer ülkeler hakkında istihbaratının ve haber alma kaynakların yetersizliği gelmekteydi. Devleti sıkıntıya sokan en önemli sorun, özellikle Avrupa dili bilen Müslüman ve güvenilir elemanların olmamasıydı.

Tercüme işleri tamamıyla Fenerli Rumlara ihale edilmişti. Oysa bu tercümanların ne kadar güvenilir olduğunu, Napolyon’a Osmanlı Devleti’nin parçalanması hakkında planlar sunan ve Osmanlı elçisine gelen bütün yazıları Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrand’a ileten Paris Elçisi Seyyid Ali Efendi’nin baş tercümanı olan Godrika örneği iyi açıklar.

Mora ayaklanması ile birlikte Fenerli Rum tercümanların işlerine son verilir. Ama koca imparatorlukta Divan-ı Hümayun mütercimliği için Müslüman bir tercüman bulunamaz. Akla dönemin ulemasından, Arapça, Farsça, İtalyanca, Fransızca ve Rumca bilen Şanizade Ataullah Efendi gelir ama bu mertebede yüksek ulemadan bir kişiye bu kadar “düşük” seviyede bir hizmet teklifi yakışık almaz…

Tercüme odası 1821’de kurulur. II. Mahmud devri sonrasında ricalin dil bilmeme zafiyeti büyük ölçüde ortadan kalkar. Osmanlıdan gelen 184 hariciyeci Cumhuriyet’in ilk diplomatları olur. Diplomasi tarihimizde hem Osmanlı’nın hem Cumhuriyet’in müthiş diplomatları oldu. Bu diplomatlar içinde Cumhuriyet’in ilk yıllarında diplomasi geleneğinin içinden gelmeyen çok isim de var. Bunların hikâyelerini ayrıca yazmak gerekir.

Türkiye için hayati önem taşıyan Lozan müzakerelerinin başında bir asker olan İsmet İnönü vardı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’u Tiran’a büyükelçi olarak görevlendirilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında onun gibi meslekten diplomat olmayan pek çok kişi büyükelçi olarak atanır, Yahya Kemal, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Hüsrev Gerede gibi.

Atatürk döneminin onun ifadesiyle “en başarılı Hariciye Vekili” Tevfik Rüştü Aras bir kadın doğum hekimidir. Bu konuda Hüner Tuncer’in Türk Dış Politikası ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Zoraki Diplomat kitaplarını tavsiye ederim.

KİMLER DİPLOMASİ YÜRÜTEBİLİR

Diplomasinin özünde siyasi kültür, tarih, edebiyata vukufiyet önemlidir. Diplomasi tarihçilerimizden Kemal Beydilli iyi bir diplomatta bulunması gereken özellikleri sıralarken iyi bir tarih ve edebiyat bilgisi, nezaket, sabır gibi özelliklerin yanı sıra “saat ustası titizliğinde müzakereleri yürütme” kabiliyetinden söz ederr. Beydilli modern Avrupa’nın kurucusu Meternich’ten bir söz nakleder: “İyi bir büyükelçi gideceği ülkeye hayran olmamalıdır” der.

Ötekine Yapması Gerekeni Söyleme Alışkanlığı

Söz Milletin de “Millet” Kim?

Türkiye’de “demokrasi sorunu” nasıl ve ne zaman ortaya çıktı” sorusu üzerine yapılan tartışmalar 90’lı yıllarda çok önem kazanmıştı. Türkiye’nin demokratikleşmesinin önündeki engel Cumhuriyet’in inşası ve tek parti döneminden kalan bir siyasal miras mı ya da kültür mü sorusuyla yola çıkan yerli, yabancı yazarlar konuya farklı bakış açıları ortaya koymuştu.

Bu konuyu tartışmaya açan bir tür Kemalizm sorgulaması haline getiren sol, liberal ve İslamcı yazarlar farklı bakış açılarıyla tarihi okumalar ortaya koymuşlardı ve özünde “demokratikleşememe” eksenindeki tartışmayı gündemde tutmuşlardı. Bugün konu o kadar gündemde olmasa da Anayasa değişikliği bu değişimlerin en nihai aşaması olarak önümüzde duruyor. 90’lı yıllarda hararetle yaptığımız bu tartışmalar bu çerçevede tekrar gündemimize girdi. Ancak konu Meclis’te gördüğüm kadarıyla çok sığ argümanlarla tartışılıyor.

1990‘lı yıllarda demokratikleşme adına tartışılan ve demokratikleşmenin önünde engel sayılan pek çok konusu bugün artık aşıldı. Bu da merkez siyasette konumlanan muhafazakâr demokrat olarak kendini tanımlayan, milliyetçi, liberal, İslamcı çevrelerin bir ortak merkezi haline gelen, yer yer de sol çevrelerin de desteğini alan Ak Parti iktidarı sayesinde oldu. Türk Ceza Kanununun 312. maddesindeki değişiklikten, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılmasından başlayarak, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’ndaki değişikliğe, Bilgi Edinme Kanunu’na, Kürt meselesindeki açılıma kadar pek çok değişiklik bu 23 yıllık iktidar döneminde gerçekleşti. 2005 Diyarbakır konuşmasında “Her sorunu daha çok demokrasi, daha çok vatandaşlık hukuku ile çözeceğiz. Büyük devlet kendisi ile yüzleşerek hatalarını sevaplarını masaya yatırıyor. Kürt sorunu benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz.“ diyen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliği ve cesareti demokratikleşme için önemli adımlardan sadece birkaç tanesiydi.

Zaman içinde yaşanan konjonktürel değişimler ve kaos oluşturma çabalarına rağmen AK Parti ve Cumhur İttifakı bugün de kararlılığını sürdürüyor. Ve bunu tarihi bir görev addediyor. Anayasa değişikliği konusu da bunun en önemli ayağı. Burada en büyük tartışma da Türklük ve değiştirilemez maddesi olan Türkçe meselesine dayanıyor. Bu tartışmalara bir taraftan güncel siyasetin içinde kulak verirken hanidir masamın üzerinde duran, tarih ve siyaset bilimi profesörü Nuray Mert’in “ Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak” kitabından dikkatimi çeken bir iki notu paylaşmak istiyorum.

FARK NEREDE?

Fikret Başkaya’nın Paradigman’nın İflası kitabı bir dönem çok ilgi gösterdiğimiz kaynaklardan birisiydi. Cumhuriyet tarihi okumalarına farklı bir bakış açısı ortaya koyuyordu. Başkaya’ya göre Türkiye’de demokrasi sorunundaki algı yanılgısının sebebi Milli Mücadele konusundaki yaklaşımlar ve Cumhuriyet rejiminin tahliliydi.

O’na göre Cumhuriyetçi aydınların taşıdığı ideoloji kendi realitesine yabancı bir ideolojiydi. Kemalist iktidar tarihte eşine az rastlanır bir inkarcılığı dayatmış bu da kendi geçmişimizi toptan inkar biçiminde tezahür etmişti. “Kemalizm Türk toplumunda yaşayan insanların kendi kimliklerini tanımlayış biçimlerini değiştirmek amacıyla onlara yeni bir alternatif kimlik sunmak istedi, bu özelliği ile de halkçılığın kültürel boyutu ile çelişti.” diyordu.

MİLLET KİM?

Bir başka sol tarihçi olan Levent Köker ise Cumhuriyet tarihi okumasında millet kavramına odaklanıyor, “Dini bir millet kavramı seküler olandan daha kavrayıcıdır” diyordu.
Osmanlı’da millet kavramı dinsel bir kavramdı, dinsel bir semboller silsilesine sahiptir. Millet kavramının dinsel olması birleştirici bir özellik taşımasına sebep olmuş.

Tanzimat ile birlikte millet gayrimüslimleri kapsayacak şekilde genişledi. Zamanla “millet” Osmanlılık ile özdeş oldu. Aynı dönemde Türk milliyetçiliği gelişmeye başlamıştı, ancak Jön Türkler’de olduğu gibi “Osmanlılık” esastı. Millet tanımının sadece Müslüman nüfusu tanımlar hale gelmesi ise Milli Mücadele sürecinde netleşti.

Müslümanlar ve İslam milleti tabirleri Arap vilayetleri ve Balkanların elden çıkması sonucunda sadece Türkleri ve Kürtleri içerecek hale gelmişti. Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Müslümanların tümü Türk olarak tanımlanıyordu. 2. Meclis ile birlikte “tekçi” millet tanımı, Kemalist kadro ve muhaliflerinin ortak noktası haline geldi. Muhalefet de burada ortaya çıktı. Tek milletin din ile tanımlanıp tanımlanamayacağı sorusu merkezdeydi.
Laiklik ilkesi için dinin kontrol altına alınması gerekiyordu. “Müslüman ülkelerde sekülerleşme ihtimali yok.” diyen oryantalist önyargıya karşı Cumhuriyet bu konuda çok başarılı oldu.

Cumhuriyetin kurucu kimliği üzerine pek çok eser var. Mete Tunçay’ın eserleri bu bağlamda önemli. Tunçay, Cumhuriyet’in inşası sürecinde yaşanan tartışmaların aslında Türk-Müslüman tanımı çerçevesinde yapıldığını yazıyor. Tek parti dönemine ilişkin yapılan sorgulamalarda bu konunun büyük ölçüde ihmal edildiği kanaatinde.

İlk defa 1950 ‘de Demokrat Parti’nin kazandığı seçimde kullanılan Söz Milletin sloganı da bu çerçevede önemlidir. Bu slogan Cumhuriyet tarihinin en önemli tartışmasına vurgu yapar.
Tartışmanın odağında millet tanımının kimi kapsadığı sorusu var.

Türkiye’de muhalefetin kimliği de “milli kimlik” tanımının içine doldurduklarıyla farklılaşır. Sorun milli tanımının seküler mi yoksa İslam ögesi dahil edilerek mi tanımlanacağıdır. 1950’li yıllarda ortaya çıkan muhafazakâr ve İslamcı muhalefet odaklı tarih okumalarında Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun İslam kimliğini dışlaması eleştirilerin merkezinde yer alır.

Demokrasi tartışması bu puzzle’daki eksikler üzerinden bugünde devam ediyor.