CHP’nin Din Meselesi

CHP’nin Din Meselesi

Nüfusunun çoğunluğu Müslüman ülkelerden birisi Endonezya. Endonezya’da katıldığım her toplantı ya da burada yaptığımız her toplantıya besmele ve bir dua ile başlarlar ve bu dünyanın en normal şeyidir.  Ülkenin normali budur. Pek çok İslam ülkesinde de durum farklı değildir. Ama ne yazık ki biz Türkiye’de yıllarca bunu aşamadık. Besmele ile Allah lafzı ile irtica, gericilik iddiaları eşleşti.

Bu önyargıların da aşılmasında Cumhurbaşkanımızın liderliğinin etkisi büyüktür. Başörtüsü için “Siyasi sembolse, sembol bu haktır.” diyen Cumhurbaşkanımızın açılışlarda besmele çekmesi dua ve Kur’an okuması ilk başlarda tehdit olarak darbe söylentilerine yol açsa da bugün gelinen noktada artık böyle başlıklar atılmadığı gibi CHP başkanları da artık bunları yapmaya başladı.

İnönü’ye Konya’ya giderken “selamünaleyküm“ dedirtmeye çalışılan günlerden bugünlere bayağı bir mesafe kat ettiğimizi düşünüyorum. Öyle ki CHP’li başkanlar bir zamanlar alay ettikleri “hayırlı cumalar” mesajlarını çekmeye başlamışlar bile.  En son bir arkadaşım Afyon Belediye Başkanı Burcu Köksal’ın mesajını hayret ifadesiyle göndermiş. Maşallah demek ve şükretmek lazım. Çok şükür devleti de muhalefeti de halkın değerleriyle buluşturmayı başardık. Bunu derken de “Ne o öyle! Sürekli maşallah, inşallah diyorsunuz…” diyenler geldi aklıma. Artık demiyorlardır diye düşünüyorum. Elbette bu davranış ve tutum değişikliğinin altında Türkiye sosyolojisiyle barışmaya mecbur olma hikayesi var.

Türkiye seçmen haritası üzerine yıllardır çalışan Prof. Dr. Ali Çarkoğlu’ndan alıntı ile özetleyeyim, seçimler artık ‘partizan kimlikler’ üzerinden kazanılmaz. A. Çarkoğlu 1990 ve 2018 arasında Dünya Değerler Araştırması ve “Türkiye Seçim Çalışmaları”ndan elde edilen veriler üzerinden seçmenlerin sağ ve sol cetveli üzerindeki dağılımını şöyle yorumluyor:

Doksanlarda yaklaşık yüzde 43 civarında seçmen merkez konumlarda bulunurken, 2002’de yüzde 32, 2018 Haziran’ında ise ancak yüzde 15’i merkezde bulunuyordu.

Merkezin sağında ise 1990’da yüzde 23, 2002’de yüzde 43 olan kitle 2018 Haziran’ında 47’ye yakındır. Merkezin solunda ise 1990’da 22 olan kitle Haziran 2018’de ancak 23’tür.

Yani gitgide eriyen merkezden sağ uca doğru bir kayış olmuştur. Sol ideolojiye eğilimli kitle ise yaklaşık 30 yıllık bir süre içinde seçmen kitle içerisinde değişmeksizin her dört ya da beş kişiden biri olarak kalmıştır. Solun iktidara uzak olmasının belki de en temel nedeni budur. Solda az parti varken yeni kurulan partilerin kendilerini hep sağa yakın konumlandırmalarının da nedeni budur. Uzun dönemde şekillenen ideolojik eğilimler sağ partilere olanak sağlarken solu hep muhalefette tutan bir siyasi iklim yaratmaktadır…”  CHP bu siyasi iklime nüfuz etmeye çalışarak bu seçmeni elinde tutmaya çalışmaktadır.

CHP DİN PARANTEZİNİ NASIL GENİŞLETECEK?

Bugünkü CHP’nin din meselesi üzerine düşünürken en büyük kaynağımız İsmail Kara’nın Cumhuriyet’in Din Meselesi” kitabı. Aslında “CHP’nin din meselesi!”

İsmail Kara diyor ki: “Türkiye’de mesele Doğu – Batı kavgası değil, ‘dini merkeze alıp almama’ kavgasıdır.  Türkiye’nin yaşadığı problem Doğu-Batı problemi değil. Modern dönemdeki bizim problemimiz merkezi yerimizi unutmakla alakalıdır.

Türkiye’yi diğer İslam ülkelerinden ayıran şey, hem modernleşmeyi hem de dindarlaşmayı bir arada götürmesidir. CHP’nin ilk yıllarında da böyleydi. 1950’den sonra bunun dereceleri değişiyor… Türkiye’de ve İslam dünyasında modernleşme ile dinileşme birlikte gidiyor bunlar aynı zamanda birbirini besliyor ve hem de deforme ediyor, bozuyor.

Bugün CHP’nin geldiği yer bu konudaki tartışmaları yeniden hatıra getirdi. CHP’deki değişimi savunan ve destekleyenlerden birisi de Soner Yalçın. Son iki haftadır yazdığı yazılarda bu meseleyi ele alıyor. Marks’ın “Din halkın afyonudur.” sözünün soğuk savaş döneminde CIA’in psikolojik propagandalarında en etkili silah olduğuna dikkat çekiyor. “Tam olarak şunu dedi” diye devam ediyor: “Dini acı aynı zamanda gerçek acının ifadesi ve gerçek acıya karşı bir protestodur. Din, mazlum mahlukun iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz hallerin ruhudur. Halkın afyonudur.” Afyon metaforunun insanların anlık acılarını azaltan, devam etme gücü veren bir yanılsamaya dikkat çektiğini de belirtiyor. Garaudy’den Ali Şeriati’ye İslami çevrelerin yakından bildiği ama CHP çevreleri için yabancı isimlerden referanslar veriyor.

Soner Yalçın’ın “din” sizin ezberinizdeki gibi değildir diyen yazısının CHP kitlesinde nasıl yankı bulacağı üzerine düşünürken Mecliste Veli Ağbaba’nın konuşmasındaki argo ve hakaretler kulağıma geldi.  Eyvah dedim, eyvah! Bu konuşma yukarıdaki bilgileri tarumar ediverdi…

Kâşgarlı Mahmud’un dediği gibi  “Dil ile düğümlenen diş ile çözülemez…”

CHP’nin Din Meselesi

“Karşı Konulmaz Çöküş” Tarihi…

Tarih okuyucusu olarak eski dönemlere dair tarih yazımlarına konu olan kaynakları değerlendirmemiz mümkün olmuyor. Ancak yakın dönem tarih çalışmalarında yazarları tanıyabilme ve hangi öykünün kimden anlatıldığına bakarak bir mukayese yapma imkânımız var. Dönem tarihini ele alırken olaylara dair bilgi kaynaklarının ötesinde karakterimizin, durduğumuz yerin, ideolojimizin, önyargılarımızın, farklı bakış açılarının olayları nasıl eğip büktüğünü görebiliyoruz.

Bugünlerde Özal dönemi ve 80 sonrasına dair bir iki kaynak okuyayım dedim. Önüme kitaplar yığıldı, lakin kapsamlı bir kitap bulamadım. Var olan eserlerin çoğunluğu CHP ve daha sol veya liberal çizgideki yazarlardan gelmiş… Bu kısır döngü bugünü de kapsıyor, sağ- muhafazakâr yazar ve akademi çevreleri romantik tarihi eserler yazmak yerine biraz da bu sahada eser vermeye gayret etse çok iyi olur. Yoksa yakın döneme, hatta içinde yaşadığımız günlere dair bile bir kaynak eser bulamayacağız. Neden mi? Cevabı aşağıda…

KAÇINILMAZ SON: SAĞ HEP ÇÖKER!

CHP, sol, liberal gelenekten gelen yazar ve akademisyenlerin ideolojik tarih yazımı ve siyaset anlatısı geleneğinin dışında eserler veren isimlerin başında Sabancı Üniversitesi’nden Cemil Koçak geliyor. Cemil Koçak’ın yeni çıkan kitabı ‘Demokratlar ve Halkçılar” ı merakla okumaya başladım. Girişteki analiz bile yakın dönem tarihinin kaynaklarındaki vasatı çok iyi ortaya koyuyor. C. Koçak 1950-1954 dönemini anlatırken Metin Toker’in sık kullandığı “İnönü kompleksi” gibi psikolojik yorumların dışında kalmaya çalıştığının özellikle altını çiziyor.

“Eğer döneme sadece iktidar-muhalefet ikilisinden ya da ‘diktomisi’nden bakarsak epeyce eksik görmüş oluruz resmi. Aksine iktidarı merkez-çevre ekseninde ele almanın pek çok açıklayıcı yönü olduğu kanısındayım.“ Kitabı bu çerçevede kaleme alan C. Koçak giriş yazısında şimdiye kadar DP hakkında yazılan bütün eserleri analiz etmiş. Oldukça dikkat çekici bu girişten anladığımız kadarıyla, Demokrat Parti dönemini objektif kriterlerle, bilimsel bir tarih yazımı metoduyla yazan kimse olmamış. Hele de farklı bir yaklaşımla konuyu ele alan eserler yok.

“DP iktidarına yönelik tarih yazımında CHP gözüyle yazılan tüm metinlerin ortak bir noktası var. O da DP tarihini bir ‘doğuş, yükseliş ve çöküş dönemi’ olarak ele almalarıdır… Bu yaklaşım DP’nin bütün tarihini ‘kaçınılmaz bir sona doğru gidiş’ olarak yorumlar ve bütün olguları, bu kaçınılmazlık duygusu içinde kurgular. Bu anlatım DP’nin alınyazısı tarzına dönüşmüştür adeta. DP’nin hiçbir seçimde çöküş yaşamaması ve 1960 darbesi olmasaydı bu acı son tasvirinin ne olacağı da belirsizdir. DP’nin kapsamlı bir iktidar tarihi yazılmadan, üstelik bu tarihsel dönem ciddi bir eleştiriye ve sorgulamaya tabi tutulmada, Türkiye’de bu dönemi ve sonrasında miras kalan siyasal tartışmaları ve gelişmeleri analiz edebilmek güç olacaktır…”

Kitap Demokrat Parti içindeki kavgalara da değiniyor. Yazar bir sonraki çalışmasının CHP iç kavgalarını içereceğini, ‘Halkçılar Halkçılara Karşı’ başlığı ile bu kavgaları da ele alacağını yazmış. Kitabı merakla bekliyoruz.

Tarafsızlık elbette mümkün değil. Lakin klişe yargıları baz almadan da siyasi tarih yazılabilirmiş. Böyle bir tarihçilik anlayışı sergilediği için Cemil Koçak’a teşekkür ediyorum…

KLİŞELERİ PEKİŞTİRMEK

Bu çerçevede eleştirel bir yazıyı, son dönemin adete popüler kültür özeti olarak dini ve seküler çevrelerin karşılaşmalarını konu alan dizilerden Kızıl Goncalar üzerine Nuray Mert’ten okudum… Buradaki karakterleri, sembolleri analiz eden Mert, ezber klişe tekrarlarından ve dizinin oryantalist atmosferinden “birbirini tanıma ve anlama çabası çıkmaz” diyor.

“‘Kızıl Goncalar’ dizisini kim yazdı, çekti ise, belli ki incelikli bir iş çıkarmaya, kaba klişelerden kaçmaya çalışmış. Olmamış. Bazı dindar karakterleri ‘fazla iyi’ çizmek belki de bu çabanın ürünü. Veya söz konusu olan, ‘gerçek dindar’ portresi çizme çabası. Bu konuda Meryem karakteri başta geliyor, adeta bir ‘Anadolu bilgesi’. Cüneyt Efendi karakteri de, bu kategoride sayılır, ‘manalı’ cümleler, psikiyatrıyla ‘derin’ münazaralar çerçevesinde, diğerlerinden çok farklı bir dindar, tasavvuf ehli olarak takdim ediliyor… Bu şeyh, psikiyatrının hayata dair sıradan yorumları karşısında şaşıp kalabiliyor. ‘Nietzsche’ falan deyince şaşırıp kalmayan laf yetiştiren adam, ‘hayat sandığından karmaşık’ tarzı sıradan bir lafı hayatında ilk kez duymuş gibi bir hal alıyor. Bu konuda Meryem daha ilerde sayılır. Öyle olması da sebepsiz değil tabi. Meryem cahil bir kadın, onun inancı belli ki saflığından, hatta cahilliğinden geliyor. Ne yapsın, okuyamamış, çaresiz içindeki iyiliği, dini terimler ile ifade edebiliyor. Ama zaten, bu eksiklikten dolayı kızı okusun istiyor. İşte bütün mesele bu! Küçümsenecek bir mevzu değil, ama bu konuda da ortaya çıkan, ‘Haydi kızlar okula’ kamu spotundan öte değil.

Dizinin diğer karakterleri ise daha da kaba klişeler olarak karşımıza çıkıyor. Said Efendi, bildiğiniz ‘kurnaz, çıkarcı, hileci din tüccarı’, karısı ondan beter. Müyesser Hanım, aşık olduğu adamla evlenemediği için acılaşmış, sevgisiz ve tam da bu nedenle bulunduğu mevkiye gelmiş. O kadar kalpsiz ki, Kuran kursunda bir kız çocuğunun yolda bulduğu bilyeyi görünce köpürüyor. Naim Efendi deseniz, korkunç bir tip, baskıcı koca ve baba. Tam bir ikiyüzlü, dindarlık tasladığı halde, koli dağıttığı kadına tutuluyor, tabi o çevreye göre işin kolayı var, imam nikahı yaparak işin içinden sıyrılıyor. Her adımın tarikat büyüklerinin iznine bağlı olduğu vurgulanan bir ortamda, kimse ona neden bu nikah işini bize haber vermedin demiyor.”

CHP’nin Din Meselesi

Mülâhaza Etmek

Murphy yasası “Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyorsa, mutlaka bir şeyi gözden  kaçırıyorsundur” der… Gerçekten de öyledir… Ne zaman hiç sorun yok, her şey yolunda, diyenler etrafta çoğalsa bu Murphy yasası gelir aklıma…

İbn- i Haldun “Değişimin farkına varmamak çok gizli bir hastalıktır. Birkaç seçkin kişi dışında hemen kimse bunun farkına varmaz” derken toplumdaki psikolojik değişim haritasını görmemekten bahseder. Bu çerçevede bir dönem elimizden düşürmediğimiz bir kitaptan söz etmek istiyorum. Suriyeli alim Cevdet Said’in “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” kitabı İlhan Kutluer tarafından Türkçeye çevrilmiş ve Pınar Yayınları tarafından yayınlanmıştı. Toplumsal değişimi bireysel değişim şartına bağlayan Rad Suresi’nin “Siz kendinizi değiştirmedikçe Allah bir toplumun durumunu değiştirmez.“ ayetini yorumlayan Cevdet Said, Müslümanların en büyük sorununun toplumla birlikte kendilerindeki değişimi görememeleri ve kendilerinden sahabe dönemi Müslümanları gibi bir performans beklemek olduğunu anlatıyordu. “Kendilerini değiştiremeyenler toplumu da değiştiremezler.” yargısıyla birlikte.

Kitap özeti için bu köşe yetersiz lakin sorunların tespitinde bu bakış açısının önemli bir yorum imkânı sunduğunu görüyorum.

MUTSUZLUK…

2023 seçimleri sonuçlarını anlamak üzere farklı analistlerin yorumlarını dikkatle dinledim. 23 yıllık siyasi tecrübem, çok daha uzun süredir de medya çalışanı olmama rağmen böyle zamanlarda farklı düşünenlerin yorumlarını hep çok önemserim. Çünkü insanın en kör olduğu şey kendisidir. Geçen seçimlerde dinlediğim yorumlar içinde en çok dikkatimi çeken yorum TEPAV’dan geldi. “Seçmen mutsuz ve arayış içinde…” Sosyal psikoloji konusundaki araştırmalar seçmen davranışının kolay kolay keskin virajlar alamayacağını söylüyor. Tutum ve davranışlarımızı ortaya çıkaran anlam haritamız yeniden organize olmadan davranışlarımız da değişmiyor.

Bu seçimde gördüğüm, seçmende tutum ve davranış değişiminden ziyade pasif direniştir. Bunu sağlayan da baştaki analize dönersek mutsuzluk. Araştırılması gereken asıl konu da bunun sebepleri… Yeni bir başlangıca ihtiyaç var. Her şeyden önce farklı kesimlerden ve farklı grupların mutsuz olmasına sebep olan nedenlerin teker teker üzerine gitmek gerekiyor.

Erich Fromm’u belki burada anmakta fayda var. Erich Fromm toplum ruh sağlığını korumak için kültürün en iyi ortak araç olduğunu söylüyor. Toplumu bir arada tutan en iyi tutkal kültür ve değerler… Öncelikle de bizi var eden mahallelerimize bakmalı oradaki kırgınlıkları gidermeliyiz. “Ben demiştim”cilere, madde madde uyarı yazanlara takılmadan, samimi insanlara kulak vermeliyiz.

Herkesin her konuya bir izahı var. Elbette dinlemek gerekir ancak AK Parti tecrübesi Türkiye’de orduyu göreve çağıran sivil zihniyetle, vesayetle, yozlaşmayla mücadele etmiş, “biz yapamayız, bizden adam olmaz” karamsarlığını yenmeyi başarmış, Türkiye’yi dönüştürmüş bir iktidardır. Çok kısa sürede muhasebe ve murakabesini yapacağına eminim.

Alev Alatlı ile konuşurken her zaman “Türk demokrasisinin, idrak sahibi, tahammüllü, sağlıklı tarafların, duygusal ve ideolojik virüslerden arındırılmış diyalogları ile mümkün olabileceğini” söylerdi.

“Yeni bir kamuoyu yaratmalıyız. Bu savaştan muzaffer çıkmamız gerçeklikleri doğru saptamak kadar saptamalarımızın doğruluğuna duyduğumuz güvenle mümkün olur… Biz bize, yüz yüze, gönülden gönüle iletişim kurarak, düşüncelerimizi aktarabilir, perdahlayabilir, olgunlaştırabiliriz…”

CHP’nin Din Meselesi

Batı’da İsrail Spiritüel Bir Tutkuya Dönüştürüldü…

Dünya üzerinde 2 bine yakın üyesi bulunan Parlamenterler Arası Kudüs Platformu’nun 5. Konferansı dün İstanbul’da büyük bir katılımla yapıldı. Platform Başkanı, Y emen Milletvekili Hamid Abdullah el Ahmar Cumhurbaşkanımıza Filistin direnişinin terör olarak tanımlanmasına karşı çıktığı ve liderliği için teşekkür etti. “Hiçbir güç kalbimizden Kudüs sevgisini sökemez.” diyen Erdoğan, “Kudüs’ü savunmanın insanlığı savunmak, barışı savunmak, farklı inançlara saygıyı savunmak olduğu”nun altını çizdi. “Tatlısu siyasetçisi değiliz, bu kutlu yola ömrümüzü adadık. ‘Günümüzün Hitler’i ve Nazileri Gazze’de 15 bin den fazla çocuğu öldüren İsraillilerdir…” dedi. Cumhurbaşkanımızın konferansta yaptığı bu konuşma tarihi bir iz bıraktı ve bırakacak.

Batı’da Filistin’in işgal ve imhasını destekleyen medya, siyaset işbirliği yeni değil. Daha 2016’da ABD Başkanı Trump başına kipa takıp Ağlama Duvarı önünde poz vermişti. Alman Cumhurbaşkanı Steinmeier’in 35 bin Filistinlinin öldürülmesi, 75 bin insanın yaralanması karşısında ki umarsızlığı, Alman hükümetinin İsrail’in en büyük silah tedarikçisi olması Batı’nın insan haklarında iki yüzlü olduğunu, hümanizmanın de çöpe atıldığını gösteriyor. Hristiyan dünyasının lideri Papa sessiz, Batı devletleri İsrail destekçisi…

Batı’nın İsrail tutkusunun sebeplerine dair soruma Alev Alatlı her zamanki gibi başka bir cepheden cevap vermişti. “Daniel Pipes diye bir yazar, Mayıs 2007’deki bir yazısında ABD’nin Türkiye’de AKP’yi desteklemeyi bırakmasını ve doğal müttefik olarak tanımladığı sekülerlere yönelmesi gerektiğini vurguladı. Daniel Pipes nam aşağılık adamın ‘Bence Taliban ile AKP arasından hiçbir fark yok.’ diye yazdığını unutmayın. Kimdir bu Daniel Pipes?  Polonya Yahudisi bir ailenin ABD doğumlu haddini bilmez oğlu, sütun yazarı.  ‘Ilımlı İslâm Testi’ diye bilinen garabetin müellifi, 1949 Massachusetts doğumlu, neo-con bir tarihçi, velut bir yazar.  İslam dünyasının dışı onları, içi bizi yakar, eyvallah, lâkin gelinen noktada bizim bildiğimiz İbrahimi dinler silsilesinin dağıldığını, ehli kitaba yepyeni bir gözle bakmamız gerektiği bilmek zorundayız.  Diyeceğim, ABD’nin İsrail düşkünlüğünü jeopolitik çıkarların ötesinde, daha şimdiden alternatif enerji kaynakları ile ikame edilme yolunda olan petrolle açıklamak yeterli değildir. İsrail’in spiritüel bir tutkuya dönüştürülmüş olduğunu göz ardı etmek hamakat olur.”

KUŞAK DEĞİŞİMİ…

Çok hızlı değişen değerler sistemi içinde küresel dünya ile hızlı bağ kuran 35 yaş altı seçmen bambaşka siyaset beklentileri ile sahada. Bu yeni kuşak CHP, DEM, MHP, AK Parti içinde farklı siyaset beklentileri ile öne çıkıyor. Belki de bu nedenle partiler daha önce yapmayacakları ortaklıklar yapıyor, ideolojileri değil stratejiyi ön plana çıkarıyor.

Gençler küresel dalgalanmalardan daha çok etkileniyor. İngilizce, hatta Korece, Japonca bir içerikten anında haberdar oluyorlar. Anne ve babasının bilgiye erişimi ile, genç kuşakların bilgiye erişimi aynı değil… Her zaman kuşaklar farklıydı ama bugün değişim çok daha hızlı.81 milyon nüfusta 87 milyon internet erişimi var. Sosyal medya kullanım oranı bundan 10 yıl önce % 10’du, şimdi %65 oldu.  Böyle olunca da siyasi mesajların mecrası değişti. İletişim bilimci Mc LUhan’ın deyimiyle araç mesajın kendisi haline geldi. Siyaset kuşak değişimini iyi okumalı, hem siyaseti üretenler, hem seçilenler hem de seçenler açısından.

“KAPALI ZİHİN”

Geçen hafta Türk Kahvesi’nde kıymetli, bir araştırmacı ve biyografi yazarı Beşir Ayvazoğlu’nu konuk ettim. Doğrusu hele de kuşak tartışmalarının yaşandığı bugünlerde kültürel birikimin aktarılması açısından kitaplarını çok önemli buldum. Yakın tarihimizde iz bırakmış, Türk dilinde bir dönemin anti-İslam, anti Osmanlı, anti – gelenek akımının öncüsü Nurullah Ataç biyografisinde karşılaştığım detaylar çok ilginçti. CHP ve Türk Batıcılığını kuşatan ruh iklimini ve dünyayı anlamak için mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum.

Beşir Ayvazoğlu’nun edebiyatçılarımızın yaşamları üzerinden yakın tarihimize bakışımıza katkı sunan biyografi yazarlığı sadece belgelerin, bilgilerin aktarıcısı olmanın çok ötesinde, roman akışını hissettiren üslubuyla ayrı bir yere sahip. “Biyografisini yazdığım şahsiyetlerin musikiyle kurduğu ilişkiyi anlamak için de özel bir gayret gösteririm.” diyen Ayvazoğlu, Erol Güngör biyografisinde de musiki ile ilişkisine yer verir. Erol Güngör bu konuyu “kapalı zihin” metaforuyla anlatır:

“Musiki bir millî kültürün özünü teşkil eder, bu yüzden de bir kültürden diğerine aktarılması en zor olan unsurlardan biridir. Nitekim Türk müziğinin aleyhinde bulunanlar hep şu veya bu şekilde Türk kültürünün dışında yetişenler arasından çıkıyor. Bunların aleyhtarlığı sanat endişesinden değil, Batılı olma veya Batılı görünme heveskârlığından doğuyor. Ben Batılı müzikologlar arasında bizim klasik müziğimizi değersiz bulan tek kişiye rastlamadım. Sanattan anlayan bir kimse zaten ya Türk müziği yahut Batı müziği diye dogmatik bir tercih yapmaz. Meseleleri böyle siyah-beyaz tercihi hâlinde ele alanlara psikolojide biz ‘kapalı zihin’ adını veriyoruz.”

CHP’nin Din Meselesi

Nükleer Silahların Gölgesinde

Hamas Siyasi Büro Başkanı İsmail Heniye’nin üç oğlu Hazem, Amir Muhammed bayramın ilk günü bayram ziyaretleri esnasında uğradıkları bir saldırıda Muna, Amal, Halid, Rezzan isimli torunlarıyla birlikte şehit edildi. İsmail Heniye’nin ailesi Gazze’de Eş- Şati mülteci kampında yaşıyordu. Bir hastane ziyaretinde durumu öğrendiğinde büyük bir metanetle karşılayan Heniye, oğulları ve torunlarının daha önce ailesinden şehit olan 60 kişinin yanı sıra Aksa Tufanı’nda yaşamlarını yitirenlerin saflarına katıldığını söyledi. İsmail Heniye’ye başsağlı dilerken geçici çözümlerin değil, Filistin topraklarında İsrail işgalinin son bulması en büyük duamız.

Saldırının zamanlaması manidar. İsrail ve Hamas arasında görüşmelerin sürdüğü bir dönemde belli ki Hamas’a gözdağı vermek istenmiş. İsrail bölgeyi Araplardan arındırıp, her yeri İsrail toprağı yapmak için her şeyi göze almış durumda. Küresel sermaye ve büyük devletler ise en büyük destekçileri. Şimdi tedavüle soktukları ve Netanyahu ile poz veren “kızıl inek” efsanesiyle de belli ki sonraki operasyon için Mescid-i Aksa’yı işaret ediyorlar.

İsrail’e en fazla silah satan şirketler Amerika ve Avrupa merkezli. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), raporlarına göre Almanya İsrail’e en çok silah satan ikinci ülke. İsrail silah ithalatının % 30’unu Almanya’dan karşılıyor. Diğer taraftan İsrail’in kendisi de en büyük silah üretici ve satıcıları arasında yer alıyor, Filistin’i bir laboratuvar gibi kullanıyorlar. İsrail ayrıca nükleer silaha sahip bir ülke. Yine SIPRI raporlarına göre 80-90 nükleer başlığa sahip. Üstelik bunları uluslararası hiçbir kuruluşun denetimine açmıyor.

Tam da bu noktada bölgedeki tek nükleer silah programı olan ülke olan İran ile gerilim iyice tırmanmış durumda. Karşılıklı tehditler savurulurken İsrail en ufak bir saldırıda ilk hedefinin İran olduğunu açıkladı. ABD ve Avrupa ülkeleri şimdiden vatandaşlarına Orta Doğu’ya seyahat etmeme uyarısında bulunuyorlar. İran hem Suriye’deki varlığı hem Lübnan’ın güneyindeki güçleriyle İsrail’e iki sınırda da komşu durumda.  Öylesine birbirlerine yakınlar ki bir taraftan bağırsan diğer taraftan rahatlıkla duyulabiliyor. Durum vahim boyutta, Almanya ve Rusya başta olmak üzere iki tarafı itidale çağırıyor.

Tüm bu tablo içinde Türkiye içinde Gazze meselesini “çözemediği” için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yüklenen, bin bir iftira atan bir grup ortaya çıktı. 30 yılın ardından Cumhurbaşkanımızın gölgesinde ancak meclise girmeyi başaran bir gurup bu yalanları sahiplendi.

Onlara sormak isterim ki; kendinizi Filistinlilerden daha mı Filistinli sanıyorsunuz? Hamas’tan daha mı çok mu bedel ödediğinizi düşünüyorsunuz? Filistin liderleri Sayın Erdoğan’a bu kadar muhabbet ve şükran gösterirken, siz kimsiniz ki asılsız ithamlarla, yalan siyasetine sığınıyorsunuz? Kendisini Filistinlilerden daha Filistinli zanneden bu insanların meselesi tamamen şahsi ikbal aramak değilse nedir? Utanmadan Cumhurbaşkanını İsrail’i desteklemekle suçluyorlar. Bu apaçık haysiyetsizliktir.

Madem böyleydi, yerel seçimlerden 10 ay önce Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını neden desteklediler. Kendi ikbalinizi Filistin meselesinin önüne koydunuz. Bu kompleks ve kötülük dışında hiçbir şeyle açıklanamaz. Babasının sağlığında partiye dahi yaklaştırmadığı çocuklar bugün parayla dava ve siyasi hareket satın almaya kalkışıyor. Siyaseti TikTok fenomeni gibi yapıyorlar. Rahmetli Necmettin Erbakan’ın söyleyip de yapmayı hayal dahi edemediği pek çok şeyi Cumhurbaşkanı Erdoğan gerçekleştirdi. Olsa olsa bu durumu çekememe halinin siyasete yansıması olarak görebiliriz bu iftiraları. Doğru yanlış ayırt etmeden oy ve beğeni almak TikTok fenomeni olmanın en basit yolu. Dönemin ruhuna uydukları ortada.  Yalan olduğunu bildikleri konular üzerinden siyaset üretememeye devam ediyorlar.

Milli Görüş Hareketi’nin merkezi, kurulduğu yıllarda da AK Parti’ye karşıydı. Bugün de gördüğümüz kadarıyla durum değişmemiş. Bir vebal ve borç varsa, bu borcu bu kadrolar fazlasıyla ödemiştir. Söyleyecek çok şey var. Ama buna gerek yok. Bize yakışmaz!

AK Parti yaklaşık 23 yıldır siyaset sahnesinde, kendisini de kitlesini de demokrasimizi de ülkeyi de geliştirdi. Bu AK Parti’yi eteğinden çekip, geçmişten kalan hesaplarla indirgeme çabası elbette sonuç vermeyecektir. Çünkü AK Parti marjinal olmaktan çıkıp tüm Türkiye’yi kucakladı. Bu kıymetli tecrübeden Türkiye’deki tüm siyasi hareketlerin nasiplenmesini dilerim.

Filistin’de ne yazık ki 100 yıldır sınırı, pasaportu, kendi gümrüğü olan bir devlet kurulamadı. Filistin İsrail tarafından duvarlarla çevrilmiş, girişi çıkışları İsrail kontrolünde olan bölgelerden oluşuyor. İsrail buna “komşu mahalleler” diyor. Tıpkı boşalttıkları Filistin topraklarını işgal edenlere “yerleşimciler” dediği gibi. Küresel sermaye, medyasıyla birlikte gerçeği kavramlarla tersyüz ederken, konunun iç siyasette iktidarımıza fatura edilmesi olsa olsa olsa sistemli bir çalışmayla ancak mümkün olabilir.

Türkiye Gazze konusunda ilk günden bu yana elinden gelen her şeyi yapmıştır.

Daha ilk günde “Cumhurbaşkanımız Hamas terörist değildir diyerek.” Gazze’de işgale karşı bir direniş ve mücadele verildiğinin altı çizmiş ve İsrail’in “İki devletli çözüm mümkün değil çünkü karşımızda muhatap yok, çapulcu teröristler var.“ iddiasına karşı iki, devletli çözümün mümkün olabileceğinin altını çizmiştir.

Türkiye ilk günden itibaren bölgede hayat damarlarını güçlendirmek için akla gelen gelmeyen pek çok konuda aktif bir rol oynamıştır. Hem devletler hem de uluslararası kuruluşlar düzeyinde diplomasi yoluyla tüm yöntemleri denemiştir. Tüm bunları bağıra çağıra yapmanın şimdiye kadar Filistin davasına verdiği zararı çok iyi bildiğimiz için, yine zarar verecek her türlü hareketten kaçınılmıştır.

İsrail’in Gazze’ye girmesine izin verdiği tek güç Kızılay’dır. Türk Kızılayı aracılığıyla 9 gemi yardım malzemesi önce Mısır’ El Ariş Limanı’na ardından tırlarla İsrail kontrol noktasına taşınmış, oradan da Filistin Kızılay’ına teslim edilerek İsrail izni dahilinde Gazze’ye sokulmuştur. Bölgede aşevi kurulmuş, sahra hastanesi kurulmaya devam etmektedir, yaralılar getirilmiştir. Tüm bular da diplomasi kanallarını açık tutarak yapılmıştır. Diplomasi kanallarını kapatan her girişim Gazze’ye ve Filistinlilere zarar verir İsrail’im amaçlarına ulaşmasına yardım eder.