Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

6 Şubat’ta fay hatları kırıldı ve bu kırığın üzerindeki şehirler büyük bir felaket ile karşı karşıya kaldı. Bu felaketin büyüklüğünü ne ekranda izleyerek, ne de felaketi yaşayan tek bir şehirden baktığınızda bile tam göremiyorsunuz. Bu topraklarda yaşanan en büyük deprem felaketi ve sonuçları ile karşı karşıyayız.

Depremden 12 saat sonra bölgede olan ve dün itibarıyla dönen birisi olarak söylemek isterim ki İngiltere coğrafyası kadar yaygın bir alanda yaşanılan depremin ardından konuşmayı bırakıp, yapılacak işlere odaklanmalıyız. Evlerin, hayatların içinden fay kalpleri yakarak geçti. Şehirlerini, sevdiklerini, hatıralarını kaybetmenin travması hem bireylerde hem de toplumda kolay kolay atlatılamaz. Yer yarıldı yerin içine girdi, yer yerinden oynadı deyimleri herhalde böyle bir zaman için söylenmiş olmalı.

Sabır, metanet ve yoğun bir çaba göstermek, elimizden gelenin en iyisini ardına koymadan sen ben kavgasına girmeden yapmak zorundayız. Evimiz üzerimize yıkıldı ve ölümü yaşadık.

Pek çok ibret ve ders aldığım bu süreçte ne yapmalı sorusuna cevap olarak önceliği ‘az ve yerinde konuşmaya’ veriyorum.

Herşeyden önce uzmanı olmadığımız, sadece fikir sahibi olduğumuz alanlarda ‘bence’ diye başlayan cümleler kurmaktan vazgeçmeliyiz. Onun yerine “Hangi yarayı sarabilirim?”, “Ne yapabilirim?”, “Kime faydam nasıl dokunur?” demenin peşinde olmak yaşatır bizi.

Bilimin dejenerasyonundan kaçınılmalı diyen Hacettepe Üniversitesi jeoloji Profesörü Candan Gökçeoğlu’na canı gönülden katılıyorum. Candan Hoca diyor ki; “Bilim insanlarının açık olmasa da halkın önünde tartışma, üstü örtülü de olsa en iyi ben bilirim havasına girmesi çok tehlikelidir ve bilimin dejenerasyonuna yol açar. Bu nedenle profesörlerin deprem konusundaki bilgilendirme çabalarını abartmamaları ve medyanın parlak ışıklarına yenik düşmemeleri gerekir.” 

HERKESİN DURACAĞI YERİ BİLMESİ GEREKİR” 

Bu kıymetli uyarıyı Candan Hoca deprem uzmanları için kullansa da ben bunu daha da genelleştirerek birçok sahayı kapsayarak kullanmak gerekir diyorum.

Profesörlerin her biri kendi otokontrol mekanizmasını çalıştırıp, duracağı yere kendisinin karar vermesi gerekir. Resmi rakamlara göre can kaybının 36 binleri geçtiği bugünlerde gerekli gereksiz çok konuşmak, her uzatılan mikrofona heyecanlanmak bilim insanının sorumluluğunun dışındadır…Yerbilimleri zor ve karmaşık bir alan olup, işin doğası gereği bazı konular tam açıklığa kavuşmamış, üstünde araştırmalar devam etmektedir. Bu nedenle, bilimsel tartışmalara medya üzerinden girmek çok tehlikeli.” 

Hepimiz kayıplarımıza saygıyla duracağımız yeri iyi bilmeliyiz. Buna sivil toplum, siyaset erbabı da dahil.

GÜZEL İNSANLAR

Ülkemizin yetişmiş iş gücü, ve çok güzel insanları var, ilk günden itibaren nerede ihtiyaç varsa orada olan, üzerinize düşeni hakkıyla yerine getiren… Hepsinin de sahada dertlere deva olduğunu gördüm, kimi bin, kimi bir kişinin. 15 milyona yakın insanın etkilendiği ve insanların barınmadan beslenmeye, sağlıktan psikolojik desteğe, iç çamaşırından battaniyeye her şeye ihtiyaç duydukları bir zamanda illa ki elimizden gelen bir şey olur. Öyle bir deprem ki en büyük gayret bile bir damla kalıyor.  Deprem domino etkisi yaratarak binaları hayatları yıkıp geçti. Herşeyi yeniden imar etmek için ise kelebek etkisi yaratan işlere ihtiyacımız var.

SAHADA NELER OLDU?

Depremde zarar gören illere oradaki yöneticilerin de depreme maruz kalması sebebiyle başka illerden vali, bir büyükşehir belediye başkanı, ilçe belediye başkanları,  iki kaymakam ve duruma göre her ile sorumlu bir veya iki bakan görevlendirildi. Depremden bir gün geçmeden herkes bölgedeydi. Olumsuz hava koşulları, yer yer TIR kazaları, yollardaki kırıklar, ekipmanın bölgeye gelmesini geciktirse de her ekip hızla bölgeye intikal etmeye çalıştı.

İllerden sorumlu belediyeler; bu süreçte tüm arama kurtarma ekiplerinin yanı sıra çöp toplayıcıları dahil olmak üzere ekipman ve elemanlarını, bir şehrin ayakta kalmak için ihtiyaç duyabileceği tüm makineleri TIR’larla bu illere çok hızlı taşıdılar. Seyyar tuvaletlerden, duşlara, mutfaklara, vidanjörlerden eksvalatörlere, itfaiye araçlarına, gıda malzemesine her tür ekip ve ekipman büyük bir organizasyon dahilinde Balıkesir’den, Kocaeli’nden, Konya’dan, Kayseri’den, Bursa’dan, Altındağ’dan, Eyüp’ten, Fatih’ten  deprem bölgelerine taşındı. Bu ekipler arama kurtarmadan, tıkanmış boruların açılmasına, çadırkentlere su verilmesinden şehrin hijyenine, gıda teminine durmadan çalıştılar ve hâlâ da çalışmaya devam ediyorlar. Ben sahada uyumadan çalıştıklarını gördüğüm bu illerin bütün belediye başkanlarını tüm saha ekipleriyle birlikte bu depremin kahramanları arasında sayıyorum.

Tabii ki AFAD’dan sivil toplum derneklerine, arama kurtarma ekiplerine, madencilerimize pek çok insana cankurtaran oldular. Ama yıkım o kadar büyüktü ki sayıları yetmedi, yetemedi. Mevcudun belki de 500 katı ekibe ihtiyaç vardı. Şüphesiz onlar Türkiye’nin kahramanlarıydı.

TIR şoförlerimizin yardımları hızla ulaştırma gayreti, KYK yurtlarındaki gençlerin fedakarlığı, oraların depremzedelere yuva olma çabası, Diyanet görevlilerimizin çabaları, gassallarımızın metaneti, gönüllülerimizin merhameti, ülkemin insanlarının yardımseverliği, arabasını doldurup bölgeye gelerek ellerinin erdiğine yardım etme çabası hepsi hepsi birbirinden kıymetli. Tüm çabalar kıymetli ve saygıyı hak ediyor. İstismarcılar elbette olacak ama bu kadar büyük bir ahın altında kalacaklarına inancım sonsuz.

Bu süreçte elden ele kardeşlik halkasını genişletmeye devam etmeliyiz. Asıl işler şimdi başlıyor. Merhamet ve sabırla bu yaraların sarılacağına inanıyorum.

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Laf Mı Hayat Mı?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Laf Mı Hayat Mı?

Tarih konularına merakımı biliyorsunuz. Üniversite tercihinde üçüncü sıraya gazetecilik değil de tarih yazsaymışım çok iyi olurmuş. Ancak tarih mesleğim değilse de özel ilgi alanım olduğu için okumalarım hiç bitmiyor. Özellikle Netflix gibi kanallarda yeniden yapılan 19. ve 20. yüzyıldaki kritik olaylara dair filmlere bakınca bizim bu dönemi özellikle de Cumhuriyet tarihini yeterli çalışmadığımızı görüyorum. 

Bu çerçevede ilgimi çeken kitaplardan birisi Fenerbahçe Üniversitesi öğretim üyesi Efe Sıvış’ın Türk Demokrasisinin Sıfır Noktası isimli kitabı oldu.1930’lu yıllarda Türk dış politikasındaki değişimi ABD belgeleri ışığında ele alan Efe Sıvış, Türkiye’nin “demokrasiye geçişi” sürecinde ABD’nin Türkiye üzerinde siyasî etkisi olduğu sonucuna varmış. Başta diplomatik kaynaklar olmak üzere, ABD arşivlerine dayanarak yürüttüğü araştırmasında vardığı neticelere göre Türkiye, ABD’den bu hususta bariz bir baskı, teşvik veya talep ile muhatap olmamış. “ABD Türkiye’den çok partili hayata geçişi değil fakat serbest piyasa ve liberalleşmeyi istedi” diyor. Bugün de bunu talep ediyor sanırım.

TÜRK SİYASETİNDE  “OBA “ ETKİSİ

Genç bir akademisyen olan Efe Sıvış’ın yazılarını okurken dikkatimi çeken bir notu da paylaşayım:

“Siyaset bilimi literatüründe yaygın kullanılan merkez-çevre teorisi 1975’de Edward Schils tarafından ortaya atıldı. Şerif Mardin Hoca, toplumsal süreçleri açıklamada kullanılan bu teoriyi eserlerinde Türk siyasal hayatına uygulamıştı. Merkez, erken Cumhuriyet döneminde CHP çevrelerini ifade ediyordu. Lisans öğrencisiyken Hasan Bülent Kahraman, Sabancı Üniversitesi’ndeki derslerimizde ezberlemede kolaylık olması için bunu “OBA” şeklinde kısaltırdı. Yani ordu-bürokrasi-aydın bloğu. Merkez buydu. Halktan kopuk, dar bir elit gruptu. Diğer yanda ise tacir ve köylülerden oluşan geniş halk kitleleri vardı. Çevre denilen bu grubun o dönemde Türk siyasetinde bir etkisi yoktu. Menderes’le başlayan Özal ve Erdoğan ile devam eden gelenek işte bu çevreyi merkeze taşıma iddiasıyla siyaset yaptı.” 

İÇERDEKİ OBA

Siyasete ilk girdiğim yıllarda daha gözlemciydim sanırım. Bu OBA ilişkisi partinin içinde de geçerliydi. Bazı kişilerde dönemin genç ve yeni lideri olan Tayyip Erdoğan’a yönelik bir hafife alma durumunu yer yer gözlemlerdik. Bu tutum özellikle de akademik kökenli, Refah hareketinden gelmiş isimlerde kendini daha bariz gösteriyordu. 

Ben yine konuyu alfa -beta rollerine bağlayacağım. Alfayı beğenmeyen ama liderliğe kabiliyeti olmayan beta konusuna…“Ben ikinci adamım ama asıl olan benim” duygusunu hisseden, yaşayan ve yaşatan  kişileri saymayayım, dedikodu olur. Bu kişilerde bir kapasite elbette vardı ancak onlar bunun da ötesinde “biz olmazsak hiçbir şey yapılmaz” kibrini taşır ve de her ikinci adam gibi kendilerini bir siyasi hareketi götürebilecek kabiliyette kabul ederlerdi. Sundukları katkı önemliydi elbette, lakin lider olabilirler miydi, olsalar arkalarından kaç kişi onlara güvenip giderdi sorusunu yıllar yanıtladı. Yoruma hacet yok!  

Bendeniz televizyoncu olduğum için de laflar kadar ifadelere de çok takılırım. Küçümseme ifadeleri çok dikkatimi çekerdi. Her ekipte olur böyle şeyler deyip geçip gittiğimiz bu hallere akademik unvan taşıyan hocalık yapmış isimlerin birçoğunda hep tesadüf ettim. Liderliği boya posa bağlama işine kadar götürenleri de duymuşumdur. Tayyip bey bu tutumları anlasa da kimseyi yüzleştirmez, çoğu zaman böyle şeyleri gayet üstten karşılar hiç mesele etmezdi.

En çok küçümseyenlerden birisi Abdüllatif Şener ilk kopanlardandı. Geçenlerde bir Youtube kanalına çıkmış.“Ne kadınların köle pazarlarında satıldığı dönem, ne Moğol savaşları, ne de haçlı seferinde böylesini görmedi bu ülke” demiş…Dinledim dinledim sonra da kin ve intikam duygusuyla hastalanmış diye düşündüm. Ortalama bir aklıselim muhalifin dahi söylemeyeceği şeyleri söylüyordu…

Bu dudak büken kibir abidesi hocalar içinde en ağır küçümsemeyi Ahmet Hoca’da görmüşümdür. Hoca sağ olsun bir OBA insanıydı. Kendi bilgi seviyesinde olmayanı otomatikman aşağıda görürdü. Toplantılarda bu tutumunu örtbas etmek için aşırı övgü düzdüğünü düşündüğüm çok olmuştur. Şimdi 6’lı masaya baktığımda aynı tutumu orada da sürdürdüklerini görüyorum.

Muhalefet bunlara boşuna sarılıyor, bu hocalar içeride de dışarıda da AK Parti’de bir gedik hatta bir delik bile açmayı başarabilmiş değiller. Sorun onlarda değil elbette. Maalesef hayat, dünya, gerçekler, onların seviyesine çıkamıyor…

LAF OLA BERİ GELE!

Bunca zaman herkes bir ortak mutabakat metni beklemişti. Ben de öyle. İnsan ne bileyim daha ciddi şeyler duymak istiyor ama masanın aksiyon planında görülenler şunlar:

Üç aşağı beş yukarı AK Parti ne yapmış diye bakmışlar, tersini maddeleştirmişler.

Yüzde 90’ı gerçekle bağlantısız ve de olabilecek işler değil!

Yapacağız dediklerini nasıl yapacakları hiç belli değil!

Cumhurbaşkanı 7 yıl için seçilecekmiş, partisi ile ilişiği kesilecek, mevcut görev sonrası aktif siyasete dönemeyecekmiş. Bu profilde ancak Fahri Korutürk gibi bir isim seçilebilir.

Ali Bey diyor ki; “Geçmişi konuştuğumuzda iki dakikada kavga çıkar ancak geleceği konuştuğumuzda ise anlaşıyoruz.” Komik değil mi? Somut geçmişte anlaşamıyor da izafi gelecek üzerinde anlaşıyorsanız zaten iş baştan sorunlu.

“Cumhurbaşkanlığını Çankaya köşküne taşıyacağız” diyorlar. Niye ki gül gibi Beştepe binaları dururken niye dönemin ihtiyaçları için küçük kalmış binada ısrar ediyorsunuz.

Atatürk Havalimanı’nı tekrar uçuşa açacağız diye bir madde var. Niye sahiden?

Ha bir de Saadet Partisi’ne rağmen İstanbul sözleşmesini de koymuşlar programa.

Saadet’in dindar çevrelerde koparttığı ve koparttırdığı yaygara neye yaradı ki…Ayrıca görülen o ki masa Saadet’i filan ciddiye almamış.

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Amerika – Almanya Savaşı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Amerika – Almanya Kavgası

Bu Amerika’nın işine akıl sır ermez. Doğrusu son beş yılda tanık olduklarımız olmasaydı bu teze kolay kolay ikna olmazdım. Her ne kadar Almanların Kutsal Roma Germen İmparatorluğu zamanından itibaren dünyanın şefi olmaya niyetli bir ulus olduğunu bilsem de yine de ortak güçlü Avrupa fikrinin hâlâ yaşadığını düşünüyordum. Bu konuda fikrimi 2016’da Avrupa’ya mülteci akını sırasındaki gözlemlerim değiştirmeye başladıysa da Ukrayna savaşıyla yaşananlarla ile iyice ikna oldum.

İddialara göre Amerika tek kutuplu sistemi devam ettirebilmek için  öncelikle ekonomisi güçlü Almanya’yı dize getirmek istiyordu .Ukrayna savaşı ile öncelikle Almanya’nın ekonomik gücünü kırdı. Almanya’nın güç kaynaklarından birisi olan savunma sanayisini hedef aldı. Enerji krizleriyle endüstriyel altyapısını hedef aldı. Almanya’nın ekonomik kalkınmasının en önemli unsuru endüstriyel yatırımları ve bu yatırımları finanse etmeye yönelik  bankacılık sistemi. Öyle ki Alman hükümeti hisse senetleri ve bonolar yoluyla endüstri kuruluşlarına ortak.

Geçenlerde gündeme gelen Ukrayna’da Ruslara karşı leopar tanklarının kullanılması tartışması bu noktada dikkatle takip edilmeli. II. Dünya Savaşı’nı bitiren en büyük olaylardan biri 1942-1943 kışında Almanya’nın yaşadığı Stalingrad’da Ruslar karşısında yaşadığı yenilgiydi. Böyle bir hafıza daha canlı dururken cephede yeniden bir Rus-Alman savaşının körüklenmesi hayra alamet değil. Diğer taraftan Almanya çelikten kimyaya kadar tüm endüstrilerini ayakta tutmak için enerjiye ihtiyaç duyuyor. Enerji krizinden en çok endüstri bölgeleri etkilenmiş durumda.

Ukrayna savaşından önce Almanya’nın gaztedarikinin%60’ını Rusya’dan alırken iki yıl içinde bu oran sıfırlandı.Bu süreçte Rusların yerini %42 ile Norveç, %29 ile Hollanda ve %25 ile Amerika almış durumda. İki yıl önce Almanya’ya gaz ihtiyacının %1,1’ini  Amerika’dan karşılıyormuş.

Rakamlarda derinleşebiliriz. Ancak Amerika’nın Almanya ile örtük savaşını, şeksiz şüphesiz tek güç olma arzusunun bir parçası olarak zihnimizde bir yerlerde canlı tutmalıyız.

Güçlü Avrupa, merkezi Avrupa, oradan gelecek finans imkanları filan gibi konuları artık unutmak gerekiyor. Avrupa’da bir savaş var. Bu savaş tahminimizin ötesinde dünya siyasetini ve bizim siyasetimizi de etkileyecek. Muhalefetin Avrupa’dan destek beklerken bunları göz önüne aldığını hiç tahmin etmiyorum. 

HDP’YE DEVA ELBİSESİ GİYDİRMEK… 

Malum seçim atmosferi çatışmaları hızlandırdı. Kulisler de öyle. Fanteziler her yerden uçuşuyor.

Altılı masanın küçük partileri başta DEVA olmak üzere acil teşkilatlanmaya çalışıyor. Etrafta buna dair adımları duydukça niye son ana bırakılmış ki bu işler diye düşünüyorum, teşkilatta çalışacak insanlar aranıyor. Demek ki onca yıl AK Parti’de pek de bir şey öğrenememişler. Eh kendisiyle çok dolu olan insanların dışarıdan bir şey öğrenmesi de zor oluyor. Diğer taraftan  iş dünyasında  destekçiler bulmaya çalıştıklarına da şahit oluyorum. Anlaşılan o ki; iş insanları içinde çok tarafa yatırım yapalım, kim kazanırsa onlarla işlerimizi sürdürürüz stratejisine güveniyorlar.

Başka bir cenahta da AK Parti’yi bırakıp oraya geçenlerin pişmanlığını duyuyorum. Eh alan dar, listelerde oynayacak yer yok. Geri dönseler dönemezler, kalsalar istikbal yok. Akıbetleri birilerinin iki dudağı arasında. Onları koruyacak kollayacak bir liderde yok. Herkes kendi derdinde. Görülen o ki; strateji kapanın elinde kalıyor. Ayakta kalabilmek içinse stratejik cin hesapları ezbere bilen hami partilere güveniyorlar. Onlar da kendileri dururken niye burayı öncelesin ki! İşine geldiği yerde kullanır sonra da atar gider, yoluna bakar. 

En son cin fikirleri; HDP kapanırsa oradaki vekilleri kendi listelerinden aday göstererek HDP seçmeni üzerinden Meclis’e girmekmiş. Ne diyeyim ben onlara… Onca yıl gel iktidar partisinde prens muamelesi gör, el üstünde tutul sonra da git Bağdat’tan dönecek hesaplara güven. Derler ki sirke küpünden sirke sızarmış, bunların küpü de belli değil!

YANAN ESKİ İSVEÇ!

Yeni Haçlı Seferleri: İslamofobi ve Müslümanlara Karşı Küresel Savaş-The New Crusades: Islamophobiaandthe Global War on Muslims isimli kitabın yazarı ve bir hukuk profesörü olan Khaled A. Beydoun’unİsveç’teki Kur’an-ı Kerim yakma olayına ilişkin Almanya’da yayınlana Perspektif dergisindeki yazısından dikkatimi çeken bir iki not…K. Beydoun“Bu Paludan’ın toplumu yönlendiren deneme yanılma stratejisinin bir parçasıdır. Müslümanları bir duvarın içine hapsetmek ve bunu benimsetmek, demokrat seçmenleri ikna etmek için izlediği bir yoldur” diyor ve devam ediyor: 

İsveç’te Müslümanlar tarafından işletilen okulların kapatılması, göçmenliğe karşı katı yaklaşımlar ve Müslüman çocukların göçmen ebeveynlerden koparılması gibi politikalar hız kazanıyor. Ancak İsveç Demokratları’nın yükselen cazibesi ve kamu lobicisi Paludan’ın tekrarlanan performansları göz önüne alındığında, bu önlemler daha tehlikeli yangınların başlangıcı da olabilir.

Kasım ayında İsveç’e yaptığım bir ziyaret sırasında Müslüman liderlere ve toplum üyelerine hitap ettiğim sırada Paludan ve İsveç Demokratları arasındaki bağlantı dikkatimi çekti. Ülkenin ikinci nesil vatandaşı olan genç bir Müslüman baba bana camisinin akıbeti ve çocuklarının geleceği konusunda endişeli bir şekilde ‘Birçok Müslüman ülkeyi terk etmeyi düşünüyor.’ demişti.‘Artık eski İsveç yok.’ sözü Müslüman İsveçliler arasında çokça yankılanan bir ifadeydi. İfade özgürlüğü gibi liberal ilkeler, İslami yaşamı dövmek için kör bir silaha dönüştürüldü. Yükselen laiklik, soldan gelen güçlü bir Müslüman karşıtı ideoloji olarak kullanıldı ve Paludan’ın söylemlerini papağan gibi tekrarlayan ve giderek büyüyen bir sağ kanat, Müslümanları, üzerlerine çöken bir ulusun duvarları içinde hapsetti: Bu artık tanımadıkları bir ulusun duvarlarıydı.”

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Zorunlu Kürtçe Müfredat ve Başörtüsü Yasağı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İkiyüzlülük Siyaseti…

Amerika’nın himayesinde SDG ve PDY yönetimine bırakılan bölgelerde kadınların nasıl eşitlikçi biçimde desteklendiğine, çoğulculuğun nasıl güçlendirildiğine dair Batı basınında yüzlerce habere rastlamak mümkün.

Sedat Ergin dünkü yazısında bunun tam tersi iki uygulamaya dikkat çekiyordu. Birincisi Kürtçe müfredat zorunluluğu, Arapça eğitimin yasaklanması ve öğretmenlerin tutuklanması… İkincisi de kız çocuklarına ve öğretmenlere yönelik başörtüsü yasağı. BM Genel Sekreteri Antonio Gueteres’in 15 Aralık tarihli raporuna yansıttığı olayın detaylarını Ergin yazısında anlatmış…

Konuyu özetleyecek olursam durum şöyle: Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad Suriye’nin kuzeyindeki bir bölgeyi PYD/YPG’ye bırakırken, devlet dairelerini ve okulları yine kendi kontrolü altında tutuyor. Suriye rejimine bağlı kurumlar, özellikle de okullar Kürtler dışında Arap ve Süryanilerin de yaşadığı bu coğrafyada faaliyetlerini sürdürürken, oradaki Kürt yönetimin Arapça müfredatı yasaklaması, Kürtçe müfredatı zorlaması yeni bir sorun alanı ortaya çıkarmış. Öyle ki bu konu Birleşmiş Milletler raporlarına hak ihlali olarak yansımış.BM Güvenlik Konseyi’nde Türkiye’nin temsilcisi Feridun Sinirlioğlu’nun da gündeme getirdiği bu konunun önemli başlıkları içinde; Arapça öğretmenlerinin hapse atılması da var. Rapora göre, bu karar Deyrezor, Rakka ve Haseke’nin muhtelif yerleşimlerinde öğretmenlerin, velilerin ve aşiret liderlerinin gösterilerine yol açmış. Bu protestolar üzerine ilan edilen yasak askıya alınmış.

Dikkat çekici nokta, özerk yönetimin bu kararı yalnızca kuzeyde Kürt nüfusun daha ağırlıklı olduğu Haseke bölgesi değil, baskın Arap dokusuna sahip olan Rakka ve Deyrezor’da da uygulamaya kalkışmış olması.

Gueteres’in hazırlattığı raporda, bu yasağın ifade, düşünce, vicdan ve din özgürlüklerinin ihlalini oluşturacağı belirtiliyor. Böyle bir yasağın kız çocuklarını, aileleri ve kadın öğretmenleri okula gitmekten caydıracağı, bunun kadınların çalışma ve eğitim haklarına zarar vereceği kaydediliyor.

Dillerden düşmeyen özgürlük sloganlarının dar kapsamdaki sınırları şimdiden belli …

YARIYOLDA BIRAKANLAR

Fatih Altaylı’nın  HDP Eş Başkanı Mithat  Sancar’ı konuk ettiği programı dikkatle dinledim. Yaklaşan seçim ortamında açıklamalar altılı masayı yakından ilgilendiriyor. Çünkü Kürtlerin oylarını alabilecekleri iddiasıyla masada yer alan partilerin oy yüzdeleri tamamıyla değişti.  

HDP’nin ayrı aday çıkarmasıyla, Canan Kaftancıoğlu’nun yoğun çabalarıyla CHP’ye geçen ve kısmen de bazı illerde Deva Partisi’ne gidecek görünen Kürt oyları geri çağrılacak. Bu durum altılı masanın oy oranını da pazarlık kapasitesini de düşürür.

Mithat Sancar diyor ki “Bu kararımız ilkesel!.. Cumhurbaşkanlığı seçimi için adım adım kendi stratejimizi izleyeceğiz.”Yani “HDP seçmeninin ülkenin geleceğinde kilit rol oynadığını gördük ve bu kilidi altılı masaya yol vermek için değil, kendimiz için kullanacağız” diyor. Bu ilkesel kararda Amerika ve dünya konjonktürünün, bölgedeki diğer aktörlerin etkisini ayrıca değerlendirmek gerekir.

Ayrıca bu konuyu “demokratik dönüşümün bir parçası” olarak ortaya koyuyor ki; bunun kapsamı aynı zamanda iyide magog olan Kürt siyasetçiler için bir “U dönüşü” olabilir mi sorusunu bende uyandırdı. Tamamen başka bir stratejiye mi geçiliyor?

“Demokrasiye giden yolda yapıcı rol oynamak…” içi doldurulması gereken bir başlık. Bir diğer dikkat çeken açıklaması “Siyaset hakikatleri görerek yapılır…” Hangi hakikatleri gördüler sorusunu açmak gerekiyor.

M. Sancar altılı masayla ilişkiyi diyalogla sınırlıyor. “Önceden müzakere edilmiş ilkeler için diyaloğa varız.” diyor. Yol ayrımının gerekçelerini ise şöyle sıralıyor: “Diğer muhalefet partileri kayda değer bir adım atmadı. HDP seçmenine seslen-e-miyor. Tabanımızın %74’ü partim ne derse onu yaparım diyor. Korkak siyasete tepki gösteriyoruz…”

SANCAR’IN AÇIKLAMASIYLA KAYBEDENLER

Canan Kaftancıoğlu HDP seçmenini CHP’ye kazandırma stratejisinin yürütücüsüydü.

Kaybedenlerin başında Canan Kaftancıoğlu geliyor.

Liberal sol çevreler, Kürtlerin desteğiyle ikinci Cumhuriyet kurma hayallerinde olanlar kaybetti.

NE OLDU?

Sancar’ın hakikatleri gördük söyleminin ardında dünya konjonktüründeki değişim, Irak-İran-Suriye-Rusya-Çin- Avrupa siyasi dengelerindeki değişim başrol oynuyor. Ülkelerin kendi gündemleriyle fazlasıyla meşgul olması onlara verilen desteği azaltıyor.

Diğer taraftan ABD-Çin gerilimi, Ukrayna savaşının etkisi de değerlendirmeye dahil edilmeli.

Gördükleri hakikatin bir diğer tarafını da Türkiye’de yaşayan Kürt seçmen kitlesindeki değişim oluşturuyor. Bu kitle son 20 yılda yapılan reformlarla, bölgeye yapılan yatırımlarla çok değişti. Nefret politikası eskisi gibi karşılık bulmuyor. Hayat normalleşirken onlar da normalleşti. Yeni genç seçmen için Kürt devleti kurmak hayali artık işlemiyor. Mağdur hikayeleri eskisi gibi itibar bulmuyor. Gördükleri bir başka hakikat de bu olabilir.

Ne olursa olsun HDP seçim stratejisi olarak Ak Parti karşısındaki muhalefete bir kopuş yaşattı. Bu stratejinin sebep ve sonuçlarını dikkatle izlemek gerekiyor.

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Mizaç Uyuşmazlığı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Mizaç Uyuşmazlığı

İnsan gençken kendisi de etrafı da hiç değişmeyecekmiş sanıyor. Ama zamanla öyle bir değişiyor ki… Bu sefer de değişimi kabullenmekte zorlanıyor. Hadi kabul etti, kendine intibak edemiyor, itiraf edemiyor. İnsan olmak zor iş vesselam. Duygularımız ve gerçekler arasında bitmeyen bir savaşla ömür tüketiyoruz.

Bu girişin sebebi hatıralar…

Altılı masa etrafındaki isimlerden Ahmet Davudoğlu ve Ali Babacan ile hayatlarımızın kesişme noktaları çok olmuştur. Ahmet Bey’i üniversite yıllarımdan Ali Bey’i de partinin daha kurulmaya çalışıldığı günlerden tanırım. Ali Bey ve eşiyle kurucularımızdan Cuneyd Bey’in evinde tanışmış ve Ufuk Güldemir’in yeni kurduğu Habertürk’de partiyi anlatan ilk canlı yayına birlikte katılmıştık. AK Parti’nin ilk MKYK’sına beraber en yüksek oyu alarak seçilmiştik. Sonraki dönemlerde MKYK’da beraber bulunduk. 11 yıl her ay MKYK toplantısı tecrübesinde epey bir gözlem imkanım oldu. O yıllarda bizim MKYK’larımız bazen ceng içinde bazen sakin-sükun çoğu zaman da bir gaza tadında geçerdi.

Ali Bey bu toplantılarda öyle sesini çok çıkaran, fikir beyan eden birisi hiç değildi. Çok uyumluydu. Birçok konuda hangi fikirlere sahip olduğunu ya da olup olmadığını bilmiyorum. AK Parti içinde bir ekip özellikle de Cumhurbaşkanımız tarafından çok desteklendi. Genç prens muamelesi görüldü. Hızla yükseldi, milletvekili oldu, bakanlıklar yaptı. Sunumlarını dinledik yıllarca. Öyle dinleyeni alıp götüren, konuştuğunda kitlelerin kalbini fetheden fikirleriyle ilham kaynağı olan birisi hiç olmadı. Öyle birisiyle çok kaynaştığını, espri yaptığını, dostluk muhabbet yaptığını ya da kızdığını da görmedim. Romancılar gibi tanımlarsak donuk mütebessim bir çehre ile her dem nazik ama aşırı mesafeli ve insanda uzak durmalıyım duygusu uyandıran bir iletişim dili vardı. Dedikodu yapılmaz, dalga geçilmez, yönetmen Yüksel Aksu’nun deyimiyle mangala çağrılamaz adamlar kategorisinde oldu benim için. Tanrılar katından yeryüzüne inmeye lütfetmeyenlerden. Tabii bu ona başarıyı da getirmiş olabilir. (Malum ben siyasi hayatım boyunca MKYK üyesi olarak kalmayı ancak başarabildim😊)

Ama Davos ve benzeri finans çevrelerinde destek buldu, ciddiye alındı… Parti lideri olacağını öğrenince bu gerekçelerle pek şaşırdım. Malum liderliğin olmazsa olmaz kuraları var. Üniversite ya da lise notu insanı lider yapmıyor. Alfa karakterler lider oluyor. O da cesaret, yüksek volümlü ses, fikir ve ideal sahibi olmak, yaşam enerjisi, neşe, etkileyicilik, sözünde sebat, güçlü irade gibi bazı olmazsa olmaz şartlar gerektiriyor.

Ali Babacan bir alfa karakter değil. Ne kadar eğitim alırsa alsın alfa olamaz. Bilgisini tartamam ancak ilk günden itibaren halkla ilişkisi mesafeli, siyasi söylemi zayıf, konuşması tutuk izlenimimi değiştiren tek bir kare dahi görmedim. Az buz değil 22 yıl olmuş tanışalı.

Ahmet Hoca ise ayrı bir konu, keşke hiç siyasete girmeseydi…Onunla ilgili sadece tek bir şaşkınlığımı yazmak istiyorum. Bir toplantıda not almışım.  Sanırım bakanlık dönemiydi. “Tayyip Erdoğan’ı en çok ve en uzun öven politikacı unvanı ona verilebilir” demişim.

Sakın kıskandığımı filan sanmayın! Sadece şimdiki masayı izlerken hatıraların aklıma gelmesine mani olamıyorum…

“VATANIN SEMBOLÜ BAŞÖRTÜLÜ KIZLARDIR”

Yahya Kemal Beyatlı edebiyatımızda en az kitabı olan yazarlar arasında sayılabilir. Makalelerinin derlendiği bu ismi taşıyan kitabında Avrupalı hayat tarzını tercih eden kadınların durumunu yazarak, “Vatanın Sembolü Başörtülü Kızlar” diyerek bir yazı kaleme almış. Tabii orada sözünü ettiği kızlar yeldirmeli, beyaz başörtülü kızlar.

Kendimi bildim bileli her tartışma başörtüsüne menfi müspet uzar, takılır. Bugün de durum değişmedi. Yasakları değil de ideal olarak ona yüklenen anlamlarda uyuşamıyoruz.  Ölüp gideceğiz bu tartışma daha süreceğe benziyor.

Ben gençlerin yanındayım. Onları kendi anlam arayışlarında rahat bırakalım. Tahakkümün her çeşidine bizim camiadan gelen türü dahil karşıyım.

TAHT DEDİKODULARI

Tüm dünyada en çok takip edilen taht dedikoduları Britanya Kraliyet ailesine dairdir herhalde. Kraliçenin ölümünden sonra yeni yeni dedikodular ortaya saçıldı ama sanki taht yıkıldı, kalanlar da ilgiye mazhar değilmiş gibi… Prens Harry-Meghan belgeseli mesela TheCrown ya  da Lady Diana hakkında yapılanlar kadar ilgimi çekmedi. Şimdi de Prens Harry’nin kitabı piyasaya çıkmış. Meğer abisi William’dan  dayak yemiş… Sanırım 2023’te kraliyet ailesi eskisi kadar ilgiye mazhar olmayacak. Tabii bu ilginin bir piyasa değeri var. Onlar bu piyasa değerini canlı tutmak için çalışsalar da benim açımdan bu yılın gözden düşen ünlüleri içindeler…

2022’DE DOĞAN ALPARSLANLAR 

Evlat sahibi olurken en çok sorulan soru ismi ne olsun olur. “Söz vücut bulur” diye düşünür ismin hayatında tezahür edeceğine inanır, ismi de ömrü de güzel olsun diye düşünürüz.

Zamanın ruhu isme serpilir. İsimlere en çok kaynaklık edenlerin içinde film kahramanları da var. Belgin Doruk’tan Suzan Avcı’ya, Lale Belkıs’a, Kartal Tibet’e pek çok dönem ünlüsü ailelere ilham olmuştu. 2022 yılında doğan erkek bebeklere ise, Barış Arduç’un başrolünü oynadığı Alparslan: Büyük Selçuklu dizisinden ilhamla en çok “Alparslan” ismi verilmiş.

Tarihten bir Türk büyüğünün anne-babalara ilham olması sevindirici. Yazı çizi bir tarafta, filmlerin büyüsü bambaşka…