Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Ateş kapının önüne gelmeden bakmamak… Çoğu zaman takındığımız bu tutum özellikle kültür meselesi için çok daha fazla geçerli. Belki de bu yüzden keskin bir yol ayrımının yaşandığı Cumhuriyet ile birlikte en çok tartışılan konu olmasına rağmen en az gayret sarf ettiğimiz alanlardan birisi oldu.

Cumhuriyet’in ilk nesil düşünür ve yazarları Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Nureddin Topçu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Meriç bu konuyu eksene alan pek çok eser verdiler. Kültür kimliğin harcıydı ve kimlik kavgalarımız siyasete uzanarak pek çok iç çatışmaya kaynaklık etti. Bugün ise adeta her konu kültür ile ilintili hale geldi.

Her şey gibi kelimelerin de bir tarihi var. Kültür kelimesi bugünkü manasıyla 18. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanıyor. Rönesansla başlayıp 18. yüzyılda olgunlaşan Aydınlanma’dan sanayileşmeye, halkın yönetimde pay almasına kadar pek çok etken kavramın gelişiminde rol oynuyor. Cemil Meriç kültürün 140 tanımı bulunduğunu, bunların da muhayyel tasvirler olduğunu söylüyor. 

21 inci yüzyılda kültür daha da muğlaklaştı. Öyle ki onu bir yere bağlayacak daha çok çıpaya ihtiyaç var. Küreselleşen kültür endüstrisi, her şeyi tek değeri para kazanmak olan kapitalizmin emrine veriyor. Kültür arz-talep dengesiyle, piyasa koşullarıyla biçim alan bir ürün olarak pazarlanıyor. Tam da bu noktada fiziki sınırlar kadar milli sınırlar ve hatta insanın korunması içim “milli kültür” kavramı önem kazanıyor.

2019’da yapılan 2. Milli Kültür Şurası bu noktada çok önemliydi. Şuranın açılış konuşmalarını yapan Mehmet Genç ve Alev Alatlı’nın kültüre dair uyarılarını hatırlatmak istiyorum.

KAVRAMSIZ DÜŞÜNCE OLMAZ!

Mehmet Genç, “Kavramsız düşünce olamaz, fikir üretilemez. Kavramlar çeviri Türkçesiyle anlaşılamaz, kavramsız kaldık.” tespitinde bulunmuştu. İkinci önemli uyarısı “bilim ve ilimden yoksun kültür üretilemeyeceği” üzerineydi. “Bilim bireysel olarak yapılmaz kollektif olarak yapılır. Kültürümüze bilimin girmesi sağlanmalı” önerisinde bulunmuştu.

Alev Alatlı ise “Türkçesiz kaldık.” diyordu. Tespit ve önerilerini şöyle sıralamıştı: “Hiçbir kültür boşlukta üremediği gibi, dünyadaki hakim kültürden bağımsız da olamaz. Bu nedenle hakim kültürü tanımak gerekir. Popülist dogmalara sarılmaktan vazgeçmek gerekir. Popülist dogmaların ilk yaptığı şey değerleri aşağıya çekmek! Değerleri taşıyan rol modelleri değersizleştirmek! Kalite ve değerli olanı sıradanlaştırmak! Bu akım Türkçeyi de etkiliyor. Türkçede sığlaşma, seviye bildiren ifadelerin kalkması, ‘siz’ ifadesinin yerine ‘sen’ lafzının gelmesi gibi… Entel dantel küçümsenmesi, halk bunlardan anlamaz diyerek çıtayı iyice düşürüyoruz. Bozuk Türkçeyi popülizmle karıştırıyoruz. Düzgün Türkçe konuşmak seçkincilik sayılıyor. Bunun yanında Türkiye Cumhuriyeti kazanımlarını yok sayarak da çözemeyiz. Farkında olsak da olmasak da geç kalmış bir rönesans içindeyiz.

Türkiye kendi mottosunu ortaya koymalı. O da ‘Dünyanın İyiliği İçin Türkiye’ olmalı.” 

Halil İnalcık, Mehmet Genç, Teoman Durali son olarak da Alev Alatlı… Önemli düşünürlerimiz teker teker aramızdan ayrılırken, milli kültür üzerine uyarılarını bir kez daha hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum. 2. Kültür Şurası’nın yol haritası mutlaka uygulanmalı!

SANAT, TİCARET VE AKADEMİYE SİYONİZM BASKISI!

Dünya yeni bir ayrımın eşiğinde: Siyonizme destek verenler ve vermeyenler. Sınırların ötesinde her yerde geçerli bu ayrım yeni dünyanın kimlik ve kültür kodlarının da bir parçası haline geldi ve gelecek. Destek verenler yüceltilirken, siyonizme karşı çıkanlar sistemden dışlanıyor.

The Ortodox Jewısh Chamber of Commerce (Yahudi Ticaret Odası) Amerika’da bağımsız bir grup. Houstan’da Hilton Oteli’nde düzenlenecek olan Filistin toplantısını otele baskı kurarak iptal ettirdi. Büyük zincir firmalarda, Apple ve Starbucks gibi yerlerde çalışan Filistin destekçileri varsa kovulmaları için çalışıyorlar. Medya da çok etkinler, David Valesco Artforum dergisinin editörü, Filistin destekçisi olduğu için kovuldu. İngiltere İşçi Partisi’nin 2020’ye kadar başkanı olan James Corby’nin  Berlin’de yapacağı konuşma Filistin destekçisi olduğu gerekçesiyle iptal edildi. Attoinetta Lattouf ABC News Avustralya muhabiri sadece Instagram gönderisi yüzünden, Global News muhabiri Zahraa al-Akhrass sosyal medya hesabındaki Filistin destek postlarını kaldırmadığı için kovuldu.

Ekim 2023 ‘de Adania Shiblinin’nin Frankfurt Kitap Fuarı’ndaki ödül töreni Filistinli olduğu için iptal edildi. Oscar ödüllü oyuncu Susan Sarandon ve Aiweiwi gibi pek çok uluslararası üne sahip sanatçının, akademisyenin, projeleri, sergileri, konuşmaları ardı ardına iptal ediliyor. Kültür endüstrisi anti-siyonist formatı reddediyor.

Anti-siyonist olmanın suç sayılması yeni değil elbette. Geçmişte bu sebeple ambargoya uğrayan pek çok sanatçı olmuştu. Bunlardan birisi de Hollywood’un efsane oyuncularından birisi olan Vanessa Redgrave. 1978 yılında Oscar ödül töreninde siyonizm aleyhine konuşma yapan Redgrave aynı zamanda 1960’dan itibaren Vietnam Savaşı’na, Bosna’daki kıyıma, SSCB’deki insan hakları ihlallerine ve dünyanın çeşitli bölgelerinde Müslüman kıyımına karşı çıkmıştı. Ancak en büyük bedeli siyonizm karşıtı konuşması yüzünden ödemişti.

Akademideki örnekler ise sayılamayacak kadar fazla. Saygın bilim (!) kuruluşları birbiri ardına anti-siyonist kim varsa görevine son veriyor. Aydınlanmanın diyalektiğini ortaya koyarken, aydınlanma ideallerinin insanlığı nasıl olup da insanlıktan koparıp barbarlığa taşıdığını ileri süren fikir adamlarına katılmamak mümkün değil. Frantz Fanon gibi aydınlar “aydınlanmacı aklın bu dünyayı mitolojiden, çılgınlıklardan kurtarma teşebbüsünün fiyaskoyla sonuçlandığını, insanlığı kaosa sürükleyen deliliğin ve çılgınlığın bu aydınlanmacı akıldan kaynaklandığını” iddia ediyorlardı… Tam da bu noktada kültür meseleleri daha çok önem taşıyor. Çünkü geldiğimiz yer barbarlıktır.

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Hocam Alev Alatlı

Alev Alatlı murakabe yaparak bilgisini sürekli yenileyen Müslüman bir Türk münevveriydi. Öyle ki Kapadokya Üniversitesi için yaptığı programın adını Murakabe Günleri koymuştu. Ana akım anlatılara her zaman kuşkuyla bakar, çalı dibi karıştıra karıştıra, arkasına, daha da arkasına bakmaya çalışırdı.

Kendisini, ne yapmaya çalıştığını en iyi Nasihatname kitap serisinin girişinde yazdığı yazıda anlatmıştı: “Akil ömrümde yeminle bildiğim bir şey varsa; o da ayaklarımıza dolanan meselelerden, onları doğuran düşünce tarzımızı kullanarak kurtulamayacağımız. Öğretilmiş çaresizlikten silkinmenin yolu belirli bir konumdan kanatlanarak Google haritası misali yükselmek, görüş mesafemizi genişletmek, sorunların mümkün olduğunca çok veçhesiyle yüzleşmekten geçiyor.”

Kelebek Etkisi söyleşileri kitabında da dünyaya hangi pencereden baktığını çok iyi anlatmıştı. “Burada yapmaya çalıştığımız belirli ipuçlarını verebilmek, ‘Dünyaya bir şuradan bakın, bir buradan bakın.’ demek. Bir küçük pencere, kelebek deliği açabilmek…” diyordu. “En küçük bir etki çok büyük değişimlere neden olabilir. Bir kelebek etkisi oluşturmak her şeyi kökten değiştirmeye yetecektir. İnan ve korkma!

Kömürlük penceresinden dünyaya bakmaktan vazgeçirmeye çalışıyordu biz inatçı Türkleri. 150 bölüm İhmal Edilebilir Nasihatler, 6 bölüm Mitolojinin Gücü (kendi verdiği başlıkla; Bana Masal Anlatma), 22 bölüm Kelebek Etkisi, Türk Kahvesi söyleşisi, ona yakın gazete röportajı ve 30 yıla varan dostluğumuzda sayamayacağım kadar çok sohbet yaptık Alev Alatlı ile. Her seferinde mutlaka yeni bir bakış açısı ve bilgi koyardı ortaya. Gezi olayları esnasında yaptığım bir röportajda aydın despotizminden de yola çıkarak “Okumuşların ambargosu altındayız… Klavyeleri iyi kullanıyorlar diye atar ergenlere ülkeyi bırakamayız.”, sonrasında yaptığım bir başka röportajda ise “Varsa bir ambargo o da samimiyetsizliğin ambargosu olabilir.” demişti.

Safsata Kılavuzu’nun hazırlanmasına öncülük etmişti. Türkiye’de kutuplaşmanın sebeplerinin başına birbirini anlamamayı koyar, tartışılan konuyu bir yana bırakıp muhatabın kişiliği ile uğraşmak anlamına gelen ad hominem yapmayı da en büyük alışkanlığımız olarak görür, yönetim sorunlarımızın başına bunu koyardı.

Edward Said’in Filistin Sorunu ve Haberlerin Ağında İslam kitabını ilk olarak Alev Alatlı çevirmişti. Türk okuru ile Edward Said’i tanıştıran kişiydi. Yaser Arafat Tunus’ta sürgündeyken ona bir elbise ve özgürlük madalyası göndermişti. Pek çok ödül almıştı, ancak en çok onu sevmişti.

DAR’ÜL ALEV

Kendisi gibi bulunduğu mekanın çekim kuvveti yüksekti, zekası, bilgisi ve derin bakan gözleriyle herkesi sakallı Celal’den sıkça anlattığı anekdotla  “ciddiyete” davet eder, konuyu memleket meselelerine çekerdi. İkinci Dünya Savaşı günlerinde İzmir Menemen’deki babasının görev yerinde bulunan bir çadırda cılız bir çocuk olarak dünyaya gelmişti. Çocukluğu asker olan babasının tayin olduğu yerlerde geçti. En çok da Erzurum’da Karaköse köyündeki ilkokul günlerinden örnekler verirdi. Türkiye’nin çalışan bir tüfeğe muhtaç olduğu, ordunun komutanına tuvaleti olan bir ev dahi vermediği ve halk ile birlikte düşmana karşı hep uyanık, ayakta olması gerektiği, Rus işgali endişesinin yaşandığı o günler onun için Türkiye’nin geldiği yeri görmek açısından büyük bir mukayese kaynağıydı.

Ankara, ardından Japonya’da geçen lise yılları, sonrasında ODTÜ, daha baraka olduğu günlerde orada okumuştu. Amerika’daki doktora sürecini farklı disiplinleri öğrenme gayretiyle çok uzatmış, ekonometri, felsefe, dil, ilahiyat derken savunduğu saçaklı mantığı bu eğitim kökeninden almıştı. Türkiye’ye döndükten sonra çalıştığı DPT teşkilatındaki yıllarını anlatırken “Devletin sınırdan içeri giren araba sayısını dahi envanter edemediği günlerdi.” derdi.

DPT yılları Türkiye’yi verileri ya da verisizlikleriyle tanımak için büyük imkân olur onun için. “Ne yapmalı da ülkeyi geliştirmeli?” sorusuyla hemhal olanlar içinde, edebiyat çevrelerinde pek çok mahfile gider gelir.  Bu mahfillerden birisi de Cemil Meriç’in Suadiye’deki evi olur. Kendi deyimiyle onu Batı kutbundan Doğu kutbuna hicret ettiren kişilerin başında Cemil Meriç gelir.

Dar’ül Alev demiştim ya oradan devam edeyim. Ev ahalisi devletin her kademesinden ve ayrıca muhalefetten insanları onun evinde görmeye alışkındı. Mutfakta yapılan sohbetlerde o masanın etrafında olmanın en evvel şartı memleket için burnunuzun sızlamasıydı. Hem de sahiden sızlamasıydı. Rol yapan hemen irtifa kaybeder, hamasetçiler kendini belli eder, burnunun sızlamadığı anlaşılır, kısa sürede oradan diskalifiye olurlardı. O masada kalacaksan azarlanmaya da arada sigaya çekilmeye de hazır olmak gerekiyordu. Alev Alatlı dostluk yapacağı halkayı çok dikkatli seçerdi. Karşılıklı güven, yapıcı olmak, lafazan olmamak önem verdiği özelliklerdi. Farklı çevrelerden birçok insan onun önderliğinde ve onun evinde meclislerinde birbirimizle dost olduk.

Cumhurbaşkanımıza güvenini hep korudu. Lider özelliğini, cesaretini, açık sözlülüğünü hep takdir etti. Ona karşı itiraz ettiği konuları da rahatça söylerdi. Ama hepimiz rahat yatağında yatarken devlet nöbeti tutan herkese, başta Cumhurbaşkanımıza sevgisini hep korudu.

Sadece benim değil okurlarının ve pek çok dostumun hocası, ısrarla son anına kadar Türkiye nöbeti tuttu.

2007’de yaptığım bir röportajda demişti ki; “Şunu keşfettim; her bir kitap insanın ömrüne bir ömür daha katıyor. O kadar uğraşıyoruz tıp ile… Bence ölümsüzlük okuyarak mümkün… ”

Kitaplarıyla ömrümüze ömür katan Alev Alatlı bize sadece kitaplarını değil, kurucusu olduğu bir üniversiteyi Kapadokya Üniversitesi’ni de bıraktı

Kıymetli hocam, dostluğunu, büyüklüğünü, bilgeliğini, yol göstericiliğini, uyarılarını, tavsiyelerini hiçbir zaman unutmayacağım, aile büyüğüm olarak gördüğüm can hocama Allahtan rahmet diliyorum, ruhu şad olsun. Başımız sağ olsun.

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Ezberler ve Ezber Bozanlar

Türkiye’de kadın tartışmalarını yaşam tarzı üzerinden sınırlandıran tuhaf bir girdap var. Hayatımızın büyük bölümü bu girdaba kapılmadan kendimizi anlatmaya çalışmakla geçti. Yıllar sonra bugün de hem Meclis’te hem toplumda hem de diziler aracılığıyla kadın modellemeleri üzerinden bu tartışmaların sürdüğünü görüyorum. Tarih tekerrür ediyor ya da kafiyeleniyor.

Yüz yıl hatta 200 yıl önceki konular, Tanzimat’la başlayan Cumhuriyet’le devam eden Türk tipi modernleşme sürecinde ortaya çıkan kavgalar, kadın dindarlığı ve yaşam tarzı üzerinden bugün de sürüyor. Kızılcık Şerbeti, Kızıl Goncalar, Ömer gibi dizilerin de meseleyi ele alışları bunun ötesine geçemiyor. Bu anlamda dizilerin içeriklerinin tartışılmasının dışında iki tarafın da kadın konusunda bakış açılarını yeniden gözden geçirmelerinin önemli olduğunu görüyorum. Mütedeyyin yaşam tarzı ile öyle olmayan yaşam tarzı arasındaki uyumsuzluklar ve bunların aşılması konusunda hep merkezin verili ve kabul edilebilir bulunanın Batılı yaşam tarzı olduğunun altını çizmek istiyorum. Toplumun önyargıları yeniden yeniden üretiliyor.

Bu dar kapsamlı dindarlık yorumlarının sıkıcılığını bir tarafa bırakıp BBC’nin 2023 için açıkladığı dünyayı etkileyen 100 Kadın listesine bakalım. Listede İslam ülkelerinden birçoğu da başörtülü pek çok kadın var. Ülkelerine, dünyaya, barışa, iklime, insanlığa katkı sağlayan öncü kadınlar bunlar… Bunlardan birisi Gazze’nin ilk kadın cerrahı olan Dr. Sara Al-Saqqa, bölgedeki en büyük sağlık kurumu olan Şifa Hastanesi’nde çalışıyordu ve yaptığı paylaşımlarla orada yaşananları dünyaya duyurdu. Endonezya’dan Desak Made Rita Kusuma Dewi ise Bali’den, Endonezya kaya tırmanışı şampiyonu. 2023 IFSC Spor Tırmanış Dünya Şampiyonası’nda kadınlar hız yarışmasında 6,49 saniyelik rekor süre ile altın madalya kazandı.

ABD’de Iraklı bir göçmenin çocuğu olarak dünyaya gelen Huda Kattan büyük bir kozmetik şirketinin sahibi. Türkiye’den fizik mühendisi Canan Dağdeviren’in olduğu listede Gana’nın bir köyünde balıkçılık yapan ve kıyı erozyonu nedeniyle geçim kaynakları tehdit altında olan balıkçı kadınlara yardım etmeyi amaçlayan bir dernek kuran Gana’lı Buobasa da var. Mültecilere ve acil durum anlarında kadın ve kız çocuklarına odaklanarak eğitime erişimi savunan Afganistanlı Summia Toıra da listedeki bir başka isim. Listede birbirinden çok farklı kadınlar yer alıyor: Batı Sahra’dan bir kadın hakları ve iklim aktivisti olan Najla Mohamed-Lamin, Pakistan’da asırlık bir geleneği sürdürerek her yıl sürülerini 4 bin 800 metre yükseklikteki otlaklara götürüp besleyen, elde ettiği gelirle köyüne refah getirmiş bir kadın çoban Afroze-Numa, Endonezya’da kurduğu bir grupla Sumatra kaplanlarını, pangolinleri ve risk altındaki yaban hayatını tehdit eden yasa dışı ağaç kesimini ve avcıları caydırmak için bir Köy Orman Yönetim Birimi’ne (LPHK) liderlik eden Orman Koruma Müdürü Sumini.

Bu kadınlar bize çok şey söylüyor. Dünya değişiyor, sorunlarımız, hayati bulduğumuz konular da değişiyor. Geleceğimizi geçmişte kurmaktan vazgeçip, kadın meselesi başta olmak üzere pek çok konuya farklı yaklaşımlar geliştirmenin vaktidir diye düşünüyorum. Dizileri bir de bu gözle yazalım ve yapalım.

İNSAN İLAHİ KÖKENLİDİR AMA…

Milli İstihbarat Teşkilatı bir ilke imza attı ve 2023 Raporu’nu yayınlandı. Raporda dünyada aşırı sağın yükselişi ve radikalleşme en önemli tehdit olarak sunuluyor. Raporun kamuoyu ile paylaşılan kısımlarındaki veriler, bu konu üzerinde hem ülkemiz için, hem de dünyada yükselen anti-İslam konusunda şimdiden hazırlık yapmazsak çok geç kalacağımızı gözler önüne seriyor.

Raporu okurken, anti-İslam konusuna çalışırken din anlayışımızı da yeniden gözden geçirmek gerektiğini düşündüm. Belki de çözüm “hikmetü’l-hâlide” manasındaki ya da Guénon’un “gelenek” dediği din anlayışına geri dönmektir. Bu çerçevede Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç ile yaptığımız Türk Kahvesi programındaki bir analizine yer vermek istiyorum, çare olarak düşünülebilir:

“İnsan ilahî kökenlidir, ilahlaşmak ister, Tanrı gibi olmak ister. Buna mütealî olmak deniliyor. Allah’ın boyasına boyanmak ister, Allah’ın vasıfları ile muttasıf olmak ister. Bunu din içerisinde yaparsa buradan kâmil insan ortaya çıkar. Din içerisinde yapmazsa karşımıza adeta ‘yeryüzü tanrıları’ şeklinde bir tür ilahlaştırılmış tiran modelleri çıkar ki biz bunlara ‘sahte ilahlar’ diyoruz. Dinin günümüzde geniş kitlelerce bu şekilde anlaşıldığını söylemek hayli güç görünüyor. Onun özünü, aslını nasıl anlayacağız? Bugün İslam dünyası da dâhil dünyada şüyu bulan ‘religion’ (şeriat/muamelat) manasındaki dindir. Dinin bu şekliyle anlaşılması da beraberinde bir takım problemleri getirmektedir. Din bu manasıyla bir baskı aracı olabilmekte, sömürü aracına dönüşebilmekte, etik-ahlak içermeyebilmekte, ideoloji ya da bir slogan haline gelebilmekte, bir katliama zemin hazırlayabilmekte ya da Marks’ın tabiriyle afyon haline gelebilmektedir. Oysa bu hikmetü’l-hâlide manasındaki ya da Guénon’un ‘gelenek’ dediği din değildir. ”

………..

Büyük Türkiye hayalini gerçekleştirmek için yerel seçimler bir aşama. Yerel seçimlerde bu hayalin gerçekleşmesine katkı sağlayacak projeler, bir büyük resmin, ülkünün parçası olarak kurgulanmalı, hayata geçirilmeli. Başta Kayseri’nin abisi Memduh Büyükkılıç olmak üzer ülkede aday gösterilen tüm belediye başkanlarına başarılar diliyorum. Büyük Türkiye hayalinin onların yenilikçi, yapıcı ve birleştirici çalışmalarıyla gerçekleşeceğine inanıyorum.

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

İsrail’in Demokrasisi Balonu

İsrail şimdiye kadar yaptığı yüzlerce katliama rağmen dünyaya bambaşka bir imaj satmayı başaran bir ülkeydi. Filistin topraklarında yaptığı katliamları, Arap nüfusu yerinden etmek için kullandı, işgal ve sömürgeleştirme sürecini barış arayışı görüntüsü içinde bugüne kadar getirdi. Barış müzakerelerinin olduğu süreçte de statükoyu kendi lehine oluşturdu ve uluslararası kamuoyu, özellikle de Amerika bunu engelleyecek hiçbir şey yapmadı.

İsrail Avrupa tarihinin ve Yahudi soykırımının bir ürünü. Diğer sömürgeciler gibi bu sömürgeciliğin de kendiliğinden son bulmasını beklemek mümkün değil.  Cezayir’deki Fransız sömürgesinin ya da Kenya’daki, Hindistan’daki İngiliz sömürgesinin eriyip kaybolmadığı gibi,  sömürgeleştirdikleri alanlar da giderek artıyor. 1990’ların başından itibaren İsrail Gazze’yi Batı Şeria’dan koparmayı bir politika haline getirdi. İki Filistin bölgesini birbirinden uzaklaştırmak için Filistin içinde çatışmayı da destekledi. Şimon Peres bu şekil bir ayrışmayı ve bölünmeyi yıllardır savunuyordu. 1995 ve 96’da Arafat’a ve FKÖ’ye Gazze’de bir devlet ilan etmesini teklif etti. Arafat bunu reddetti. Aslında Arafat’ın 1995 ve 96’da reddettiği şey Hamas ile gerçekleşti.

İSRALİ LEHİNE DUYGUSAL MANİPÜLASYON

İsrail’in sadece Yahudiler için bir demokrasi. Yahudi demokrasisi sadece bir etnik grup için geçerli. Diğerleri aparteid sistem altında yaşıyor.  İki millet aynı toprak parçasında yaşıyor ve bir devlet tarafından yönetiliyorlar ama tamamen farklı ve çelişkili hak ve hukuka sahipler.

Tüm bu tarihi arka plan bugün acımasız bir soykırıma daha besliyor. Buna Türkiye, İspanya, İrlanda ile birlikte ses çıkaran ülkelerden birisi olan Güney Afrika konuyu Uluslararası Adalet Divanı’na götürdü. Önceki gün yapılan ilk duruşmada soykırım iddialarını dile getiren Güney Afrika’yı temsil eden hukukçular; her gün ortalama 247 Filistinlinin öldürüldü ya da öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya olduğunu, insanların parçalandığını, her gün ortalama 48 anne ve 117’den fazla çocuk öldüğünü söyledi.

Bu rakamlar uluslararası birçok örgüt tarafından da doğrulanıyor. İngiltere merkezli Oxfam çatışmaların 100. gününde yayınladığı raporda İsrail ordusunun günde 250 Filistinliyi öldürdüğünü belirtiyor. Bu rakam son yıllarda yaşanan büyük çatışmalardaki ölü sayısının katbekat üstünde.

Bir başka araştırma da Batı medyasında İsrail ve Filistin ile ilgili haberlerin veriliş biçimi üzerine yayınlandı.  Bu araştırmanın temel sorusu “Batı medyası kullandığı duygusal ifadelerle en çok kimi mağdur gösteriyor?”. Araştırmada üç gazete temel alınmış. Los Angeles Times, New York Times (NYT) ve Washington Post. Mesela   “kıyım” kelimesi Los Angeles Times’ta İsrail’in kayıpları için % 22 oranında kullanılırken, Filistinlilerin kayıpları için hiç kullanılmamış, NYT‘de ise %22 İsrailliler, % 1 Filistinliler için geçmiş. Bu üç büyük gazetenin yayınlarının toplamında kıyım kelimesi   % 60 İsrail’de ölenler için,  % 1 Filistin’de ölenler için kullanılmış.

“Dehşet verici” kelimesi ise toplamda İsrail’de yaşananlar için % 38, Filistin’de yaşananlar için % 4 oranında geçiyor. “Katliam” kelimesi NYT’de İsrailliler için % 53, Filistinliler için % 1 kullanılmış. Toplamda ise İsrail için % 60, Filistin için % 4.

Kelimeler algıları yönetiyor!

CHP’NİN İDEOLOJİK KIRILMALARI

CHP tarihin içinde uzun yol aldı, pek çok ideolojik kırılma yaşadı.  Sağ bir ideoloji ile yola çıktı zaman içinde Rasih Nuri İleri’nin fikirlerini Kemalizm ile birleştirerek Sosyalizm ile Kemalizm’i kardeş ideoloji haline getirdi. Bugün geldiği noktada DEM Parti ile ittifak arayışında.

Darbeler tarihi içinde de CHP’nin etkisi büyüktür. 1960’lı yılların CHP’si Ulus gazetesi aracılığı ile gençliği devrim için göreve çağırır, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Üniversitesi öğrencilerini polisle çatışmaya sevk eder. Sonunda sıkıyönetim ilan edilir. 5 Kasım 1972’de İsmet İnönü’nün CHP’den istifası da önemlidir. Bu istifada şöyle der: “… Parti politikasının memleket için sakıncalı gördüğüm şekil ve istikamette değiştirilmesi sebebiyle CHP’den ayrılmış olduğumu bilgilerinize sunarım. İsmet İnönü”

CHP 1977’de öğrenci olaylarında da büyük rol oynar.  12Eylül sonrasında muhalefeti hep aynı yıkıcı minvalde devam eder. 1987 seçiminde Erdal İnönü’nün limon kampanyası manidardır. Erdal İnönü Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığına karşı çıkar, “Cumhurbaşkanı olursa elini sıkmam.” der. Tabii ki sonra sıkmak zorunda kalır. Muhalefet Özal’ın ant içme törenine katılmaz. Anıtkabir’de arkada durmayı reddeder. Her dönem meşruluk sorunu ortaya atıp irtica manşetlerinden  ve askerin bu manşetlerle hükümete verdiği  muhtıralardan medet  umar.

28 Şubat 1997 muhtırası ile Refah Partisi’ni kapattırıp Erbakan’ı yasaklı hale getiren,

Recep Tayyip Erdoğan’ı tutuklatıp hapse attıran da aynı siyasi yapıdır. 1999 seçiminde % 8.71 oy alarak barajı geçemez. 2002’de AK Parti iktidarının başlamasının ardından yarattığı krizler ise saymakla bitmez. Çözümün değil, krizin partisi CHP bugün kendisi büyük bir krizin içinde. Kendi ideolojik zeminindeki çatlakları da iyice derinleştirmiş durumda.

Türkiye Kendi Mottosunu Ortaya Koymalı

Epstein Listesi Ne Söylüyor

“Medyayı biz kontrol ediyoruz. Amerika bizim kontrolümüzde. Bundan da gurur duyuyoruz.” Bu sözler reşit olmayan genç kızların cinsel istismarına aracılık yapan Jeffrey Epstein’in avukatı Alan Dershowitz’e ait.

Jeffrey Epstein’in yargılandığı davayla ilişkili çok sayıda isim açıklandı. Anlaşıldı ki Epstein ve Ghislaine Maxwell’in kurduğu çete ABD’yi yönetenlerin her türlü sapıklığını kaydetmiş ve şantajla yıllar boyu onları esir almış. Bugün İsrail’in Gazze’de uyguladığı korkunç soykırıma eski ve yeni tüm ABD yöneticilerinin sınırsız destek vermesinin gerçek nedeni bu şantaj görüntüleri olabilir. Binlerce saatlik şantaj görüntülerinin Esptein’in ortağı ve sevgilisi olan Ghislaine Maxwell vasıtasıyla Mossad’ın elinde olduğu söyleniyor. Mossad eski ajanı Ari Ben-Menashe, RT International’a verdiği demeçte Epstein’in Mossad için çalıştığını iddia etti ve eski İsrail Başbakanı Ehud Barak ile 36 kez görüştüğünü, şantaj için bağlantılarından en çok yararlandığı ismin de İngiliz kraliyet ailesinden Prens Andrew olduğunu iddia etti.

ABD siyaseti, işte bu çetenin vesayeti altındadır demeden önce olayların gelişimini aktarmak istiyorum. Epstein, küçük yaşta kızları kandırıp şantajla, Clinton gibi siyasetçilere, Michael Jackson gibi sanatçılara, Prens Andrew gibi aristokratlara, iş adamlarına pazarlayan bir şebekenin başı olarak tarihe geçti. Epstein’i anlatmaya ortağı Ghislaine Maxwell’den başlamak istiyorum.

Ghislaine Maxwell’in babası, başta Daily Mirror olmak üzere pek çok gazete ve televizyon kanalı kurmuş olan Robert Maxwell. Robert Maxwell, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Çekoslavakya’da doğdu, Nazilerden kaçan ailesi İngiltere’ye yerleşti, 1991’de Atlantik Okyanusu’nda ölü bulundu. Öldükten sonra, görünürde milyarder ama gerçekte batık bir iş adamı olduğu ortaya çıktı. Ghislaine babasının ölümünden sonra şatafatlı hayatı sürdürmek için çok zengin ve nüfuslu iş adamlarına yanaşmaya çalıştı. Epstein ile yolları bu süreçte  kesişti.

Epstein, New York’da doğan, Yahudi bir ailenin çocuğu, Ghislaine’den 10 yaş büyük. Babası bahçıvan, annesi okul hademesi. Üniversitede matematik okuyor ama diploma almadan ayrılıyor. Hiçbir mezuniyet derecesi olmamasına rağmen tuhaf bir şekilde ortaokul öğrencilerine matematik öğretmenliği yapıyor. Bazı öğrencilerin anlattığına göre küçük kız öğrencilerine aşırı ilgi gösteriyor. Öğretmenlik yaptığı Dalton Koleji’ndeki öğrencilerden birisinin babası aynı zamanda onun gibi Yahudi olan, zamanın dev finans kuruluşu Bear Stearns’ün Ceo’su Alan Greenberg. 1976’da performans yetersizliği nedeniyle okuldaki işine son verilince Epstein’i işe alıyor. Asıl ilginçlik burada başlıyor. Epstein, bankadaki en zengin müşterilere ulaşıp sıkı bağlar kuruyor, dört sene içinde ‘sınırlı ortak’ oluyor. Fakat 1981’de bir usulsüzlükten dolayı ayrılıyor ve kendi danışmanlık şirketini kuruyor. Şirketinin sunduğu hizmet; finans sektöründe dolandırılan müşterilerin paralarını geri almak, hatta çoğu yerde Epstein, kendisini devletin istihbarat çalışanı olarak tanımlıyor. O zamanki en önemli müşterilerinden birisi Adnan Kaşıkçı. Kaşıkçı’nın o zamanki en önemli işi ise Amerikan silahlarını İsrail’den İran’a taşımak.

1988’de bir yatırım danışmanlığı şirketi kuruyor. Bilinen tek büyük müşterisi Victoria Secret’ın sahibi Leslie Wexner. Bu birliktelik 2007’ye kadar devam ediyor. Epstein asıl servetini Wexner üzerinden yapıyor. Epstein’in Londra’da Steven Hoffenberg ile de bağlantısı var. Hoffenberg Yahudi bir bankacı ve 1995’de dolandırıcılıktan 20 yıl hapis yatıyor. Hoffenberg’in bu işi beraber yaptık demesine rağmen, Epstein yargılanmıyor bile.

Epstein İsrail ile ilişkilere de çok önem veriyor. Ehud Barak yönetimindeki bir savunma sanayi şirketine ciddi yatırımlarda bulunuyor. Ehud Barak ile Carbyne adındaki şirketi beraber yönetiyorlar. Şirketin tek müşterisi İsrail ordusu.

VİDEO ODASI

Epstein’in evlerine video kameralar, hatta video ekibi yerleştirip, önemli kişilere reşit olmayan genç kızları sunup daha sonra tehdit etmek için olanları kayıt altına aldığı biliniyor. Özellikle New York’daki malikanesinde bunun için özel çekim odası olduğu dava dosyalarında yer alıyor. Fakat videolar nerede ve kimlerin görüntüleri var bilinmiyor. 2005’de bir kadının Florida polisine giderek şikâyet etmesi ile başlayan davalar serisi nihayet 2008’de tutuklanması ile sonuçlanıyor. 18 ay hapis cezası alıyor. Fakat Florida’da hiç olmayan bir şey oluyor ve cinsel içerikli suç işlediğini kabul eden birisi hapis yerine ev hapsine tabi tutuluyor. Bu olaydan sonra daha önce taciz ettiği veya fuhuşa zorladığı kadınlar şikâyetlere başlıyor.

FBI’ın arka planda uzun süren takibi 2019’da New Jersey Havalimanı’nda tutuklanması ile sonuçlanıyor. Evinde küçük yaşta kızların fotoğrafları, videoları ve sahte bir Avusturya pasaportu bulunuyor. Bu pasaportla Suudi Arabistan, İspanya, İngiltere girişleri yapılmış.

İNTİHAR MI CİNAYET Mİ?

Epstein tutuklandıktan iki hafta sonra cezaevinde boynunda ciddi izlerle baygın bulunuyor, fakat tedavi ediliyor, intihar riski izlemesine alınıyor ama bir hafta sonra aniden izlemeden çıkartılıyor. Bu olaydan iki hafta sonra da hücrede ölü bulunuyor.

Epstein’in, partneri Ghislaine Maxwell’e karşı açılan davada geçen isimler ABD Bölge Hakimi Loretta Preska’nın kararı ile kamuoyuna açıklandı. İsimler şikâyetçi olan Virginia Giuffre tarafından verilmiş ve aslında 2015’den beri yargı dosyasında yer alıyor. Listede yok yok…

Prens Andrew

Ehud Barak

Micheal Jackson

Leanordo Di Caprio

David Copperfield

Donald Trupm

Bill Clinton…

Epstein listesi Amerikan siyasetinin neden İsrail kontrolünde olduğuna dair bir fikir veriyor. Dünyanın önde gelen siyasetçilerinin, sanatçılarının, bilim ve iş insanlarının adlarının geçtiği pedofili ve fuhuş ağıyla kurulan büyük bir şantaj çetesi her şeyi yönetiyor.