Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Hayatımız mültecilik diye bir dizi yapsak Çeçenler onların başında gelir. Rusların Çeçenistan’a yönelik saldırıları pek çok Çeçen Müslümanı Türkiye’ye göçe zorlamıştı. Rus zulmü altında mazlum ve mağdur olarak, yardım listelerimizde uzun süre yer aldılar. Diğer taraftan uzun süre Rusya’nın terörist olarak tanımladığı ekiplerin içinde oldular, suikastler, metro saldırıları yaptılar. Ruslarla 1994-1996 yıllarındaki savaşı, dağlık bölgelerinin sağladığı avantajla Çeçenler kazanmıştı. Bu dönem Rusya’nın dağıldığı yıllardı. 1999’da Ruslar yeniden Çeçenistan’a girdiler. 2000 yılında iktidara gelen Putin’i Putin yapan olaylardan birisi Kremlin’e bağlı bir Çeçenistan oluşturmayı başarmasıdır… Çeçenistan’ın da kendi kazanımları olsa da 2009’a gelindiğinde Ruslar oradaki direnişçi gücünü yumuşatmış hatta kendi tarafına çekmişti.

Bugün Ukrayna ‘ya yönelik saldırılarda Rusya adına savaşan, hatta açıklamalara bulunan isimlerden birisi Çeçen lideri Ramazan Kadirov oldu. Putin’in Çeçenistan’daki isyancı güçleri kendi yanına çekme politikasının örneklerinden birisi olarak Kadirov’un Rusya adına açıklamaları benim dikkatimi çekiyor, eminim sizin de çekiyordur. Kadirov hafta başı Telegram’dan yaptığı açıklamada Mariupol Limanı’nı ve aynı zamanda Kiev’i de alacaklarını iddia etmişti. Putin’de Kadirov’a korgeneral rütbesi verdi, hatta Batı basını onu Putin’in sembolik olarak oğlu olarak tanımlıyor. Rusya’ya karşı isyan eden bir ulusun liderinin Putin adına ön saflarda savaşması konusu artık edebiyatın mı, siyaset biliminin mi ,psikolojinin mi konusu olur bilinmez ama Putin’in düşmanlarını ve isyancılarını dönüştürme stratejileri üzerine önemli bir örnek teşkil ediyor…

BEDROS BEY İLE CUMHURBAŞKANIMIZ…

Geçen hafta yolum Özel Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’ne düştü. Ermeni cemaat tarafından II. Mahmut’un fermanı ile 1832 yılında kurulan Hastane’nin binası aynı zamanda tarihi bir öneme sahip. Hastane’yi yıllar önce görmüştüm bir hayli eskimişti ve tadilata ihtiyacı vardı. Bugünkü halini görünce çok şaşırdım. Müthiş bir değişimden geçmiş… Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı tarafından yönetiliyor. Şu anki yönetim kurulu başkanı Bedros Şirinoğlu’nu da bu vesileyle ziyaret ettim.

Bedros Bey Cumhurbaşkanımızı Kasımpaşa’da top oynadığı dönemlerden beri tanıyor ve de çok seviyor… “O zamandan belliydi lider olacağı” diyor. “Kasımpaşa’da takımın diğer üyelerini, kendinden küçükleri kollar, ihtiyaç sahibini gözetir, üşüyene ceketini verir, tam bir mahalle abiliği hamilik yapardı. Bu Hastane bugün bu hale geldiyse O’nun desteği sayesinde oldu. Önceden kırılan camlarımız bile değiştiremezdik, vakıf arazilerimizi kullanamazdık. Muhatap bile bulamazdık. Belediye Başkanlığı döneminden bu yana ne zaman ararsak ulaştığımız birisi oldu, geldi, ilgilendi, her türlü imkanı bize açtı. Bana abi der, her zaman ulaşırım, ne isteğimiz varsa dinler, yapabileceği bir şey varsa mutlaka kısa sürede yapar…”

Sadece Yedikule Surp Mırgiç Hastanesi değil Ermenilere ait binaların, vakıf mallarının iadesi, kilise ve sinagogların restorasyonu konusunda son 20 yılda çok şey yapılmış. Akdamar Kilisesi başta olmak üzere 12 kilise restore edilmiş, sinagog, kilise, havra gibi bütün ibadet yerleri ibadete açılmış. İstanbul her zaman kültürlerin, milletlerin kaynaştığı bir yer olmuş. İstanbul’un iki komşu mahallesinden, iki insanın dostluğunu dinlemek çok hoş oldu. Bedros Bey ile daha geniş bir zamanda sohbet etmek üzere sözleştik. İstanbul’un ortak bir dili var. Bu dili kaybetmemek, güçlendirmek birlikte yaşamak adına ihya edeceğimiz en büyük miras olmalı.

ÇANAKKALE ‘NİN GÜCÜ…

Savaşların bir ders kitaplarına girmiş etkileri sonuçları var. Bir de çok dikkat çekmeyen bir ruh iklimi olarak etkileri var. Geçenlerde Yeni zelanda’dan gelen biri misafir ile ilgili bir sohbette dinlediklerim tam da böyle bir şey. Meğer ki Çanakkale Savaşı Yeni Zelanda gibi İngiliz Milletler Topluluğu’na üye ülkelerin ulus olma bilinçlerinin ortaya çıkmasına, kısmen de olsa ayrı bir milli kimlik inşa etmelerine sebep olmuş.

Çanakkale Eceabat, en sevdiğim bölgelerden birisidir. Yıllardır giderim ve her gittiğimde de mutlaka Anzak Anıtı’na çiçek bırakan Yeni Zelandalılara rastlarım. Misafirimizin Anzak koyunu ziyareti bir tür hac “pilgrimage” olarak tanımlıyor. Yılda ortalama 80 bin Yeni Zelandalı bölgeye geliyormuş. Yeni Zelanda’nın bölgede dört anıtı bulunuyor. Buradaki mezar ve anıtlar 1919 – 1925 yılları arasında yapılıyor. Bakım ve onarım masrafları da hala “İngiliz Milletler Topluluğu Savaş Mezarlıkları Komisyonunun” tarafından karşılanıyor.
Yeni Zelandalı misafirimiz bu anıtlardan bahsederken “savaştık siz bizi öldürdünüz” gibi bir yaklaşımla da ele almıyor konuyu. İngilizler yüzünden bu pozisyona düştük yorumu enterasandı. “Türklere minnettarız” diye anlatıyor.

Çanakkale köprüsünün boğaza kattığı anlam da bu çerçevede sadece ulaşımı kolaylaştırmanın ötesinde ele alınmalı. Orası yenilgilerimize nokta koyup zaferle ve devamında bir ulus devlet olma bilinciyle güçlendiğimiz yerdir. Görülen o ki bu etki sadece bizde değil, bize karşı savaşanlarda da gerçekleşmiş. bunu hatırlamak için neredeyse yüzyıldır Yeni Zelandalıların ziyaret güzergahlarında Çanakkale önemli ve adeta kutsal bir bir muamele görüyor.

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Savaş ve Gerçek!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Savaş ve Gerçek!

Dünya artık gelişmiş aza gelişmiş değil haydut devletler ve yenik devletler şeklinde kesin ayrıldı. Geçen hafta ele aldığımız konunun bir başka boyutu Ukrayna-Rusya savaşına yaşanıyor. Gerçek nerede? “Gerçeği hükümsüzleştiren” çağın ruhu savaş haberlerini de ele geçirdi. Aynı fotoğrafın altına taraflar başka şey yazabiliyor. Savaş ile gerçek arasındaki ayrım bulanıklaşırken bir de bizden taraf tutmamız bekleniyor. 

Bizden istenen taraf tutma bireysel hikayelerde bile önümüze geliyor. Ukrayna’dan Cüneyt Özdemir’in programına bağlanan Hikmet Samet Alemdar’ın “kız arkadaşını bırakıp, köpeğini de eve kilitlediğini” söylemesi üzerine medyada başlayan tartışma gibi. Bu konunun sosyal medyada en çok konuşulan başlık olması üzerine Cüneyt Özdemir’in “siz olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna gelen cevaplar da ilginçti. Bir bölüm medya Hikmet’i linç etti. Hikmet ölümden kaçarken kalmayı tercih eden kız arkadaşını yalnız bırakması ne derece doğruydu? Sosyal medya ise ondan ziyade köpeğin eve bırakılmasıyla ilgilendi. Medyada başlayan linçte, köpeğini kilitlediği için Hikmet pek çok hakarete maruz kaldı… Cevaben köpeğin evin bahçesine çıkabileceğini, 10 günlük mamasını bıraktığını söylese de konu ne kadar cani bir insan olduğu üzerinden tartışılmaya devam etti…  Bu arada Hikmet youtuber olarak çok meşhur oldu, Ukrayna’dan bir kahraman-mış- gibi bilgiler vermeye devam ediyor.

….

BM verilerine göre Ukrayna’dan kaçanların sayısı 1 milyonu geçti. 1 milyon insan evini, şehrini bırakıp mülteci oldu.  Harkov’da son 24 saat içinde 34 sivil hayatını kaybetti. Ukrayna hükümetinin şehirde ancak eli silah tutanların kalabileceğini söylemesiyle bu sayının her geçen gün daha da artacağa benziyor.

Miğferli pozlarıyla başkomutan-mış- gibi yapan Zelenskiise direnişin sürdüğünü, Ukrayna için savaşmak için başka ülkelerden 16 bin gönüllü olduğunu söylüyor. “Bu 16 bin gönüllü kim” sorusu aklı başında tüm sorular gibi havada kalıyor. Canlı yayında spiker muhabire Ukrayna halkı direniyor-muş- derken, muhabir ben henüz bir şey görmedim diyor…

37 ülke Rusya’ya hava sahasını kapatırken ekonomik olarak Rusya’ya uygulanan tecrit politikası Rus oligarklarına kadar uzandı. 1990’dan beri oligarkların servetlerini kendi bankalarında barındıran ve bunu bir ekonomik zenginlik olarak gören (başta İngiltere olmak üzere)  Avrupa ülkeleri neden birdenbire onların mallarına el koymaya başladı? Almanya’da Rus milyarder Usmanov’un 600 milyar dolarlık yatına el konurken, İngiltere’de  yaşayan Ukrayna asıllı Rus milyarder Wathrof’un intihar ettiği duyruldu! Hem de İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un oligarklara ilişkin sert açıklamasından sonra. 

Haydut devletler demokrasi maskesi altına saklanırken olan masum halklara oluyor.

Geçen hafta Inventing Anna filmi ve üzerinden çağın ruhunun -mış- gibi yapmak olduğunu yazmıştım. Bu savaş bizi nasıl bir dünyaya itiyor. Bunu bilmediğimiz bir dönemde savaşa karşı çıkıp, barış için azami gayret sarf etmek  ve  mıh gibi yerimizde durmak gerekiyor. Çok zor olsa da!

EY UHNİYEM! HA GAYRET! 

Alev Alatlı Rusya üzerine yazdığı Gogol’ün İzinde serisi kitaplarının üçüncüsüne bu ismi vermişti bir Rus halk şarkısından esinlenerek. Soğuk savaş sonrası yağmalanan Rusya’nın toparlanmasının ne kadar zor ama bir o kadar da önemli olduğunu söyleyerek. Kitaptan dikkatimi çeken başlıklardan birisi de Rusya’da sayıları her geçen gün artan Scientology ve Moon tarikatı mensuplarıydı. Zaten Rusya’nın dağılma döneminin aktörlerinden Gorbaçovda karısı da Moon tarikatına mensubuydu. (s.124-125)

Scientology tarikatı 1990’la birlikte  Moskova Devlet Üniversitesi’ne de yerleşmiş, onlara üniversitede bir oda tahsisi edilmişti. Bu kararın arkasındaysa Gorbaçov  Vakfı vardı. Vakıf San Fransisco’da Presidio’da kurulmuştu. Vakfın amacı  “Yeni bir medeniyet kurmak için çalışmak, dünya dinlerini sağlıksız unsurlardan arındırmak ve toprak ana kavramı ile bütünleştirmek suretiyle çevre kirlenmesi sorunlarını çözmek” idi.

Gorbaçov ile Baba Bush Helsinki Zirvesi’nden sonra yeni dünya düzeninde uzlaşmışlardı ve yayınlanan sonuç bildirisi ise  yeni dünya düzeni temellerinin Helsinki’de atıldığını ortaya koyuyordu. Helsinki Zirvesi ise sözde Körfez krizine odaklanmıştı. ..

GERÇEK-MİŞ-DERKEN…

Zihin kontrol silahlarına Brezinski’nin “Betweentwoages”  isimli kitabında yer veriliyor. Scintologistlerin merkezlerinden birisi de Kiev’de. Rus Bilimler Akademisi Kiev’de ki Octava fabrikasında seri imalatını yaptığı için Kiev adıyla anılan psikotronikjenearatörü geliştirmişti. Sovyet Bilimler Akademisi’nde milyar rubleye mal olan teknoloji soğuk savaşın bitiminde Amerikalılara satılmıştı, satışın içinde mafya da olduğu söyleniyordu. Amerikalılar soğuk savaş yıllarında Rockefeller kaynaklı fonlarla bu sahada araştırmalar yapsa da Sovyetler onlardan ilerideydi.

ABD’ye iltica eden Nikolay Hohlovismli bir ajan Moskova Devlet Üniversitesi’ne bağlı gizli parapsikoloji merkezlerini ortaya dökmüştü. Brezinskipsikotronik cihaz üretecek guruplarla onun aracılığıyla, daha sonra da Gorbaçov Vakfı aracılığıyla ilişki kurduklarını, birlikte çalışma imkanı elde ettiklerini yazıyor. Ayrıca, Amerikalı Albay John B. Alexander ile Rus Dr. İgor Smienov’un birlikte çalıştıklarını, Rus bilim adamlarına Lawrence Liverpool ve Los Alamos laboratuvarını açtıklarını da yazmış. John B. Alexander Rockfeller Vakfı’nın başkanlığını da yapmış. (Alev Alatlı, Ey Uhnem Ey Uhnem. S.124-15) …

Gerçeğin bulanıklaştığı bugünlerde zihin kontrolüne de dikkat diyelim.

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Osmanlı’nın Hafızası…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Osmanlı’nın Hafızası…

Osmanlı arşiv malzemelerinin korunmasında ve kullanılmasında kolaylık sağlamaya yönelik ilk önemli teşebbüs I. Abdülhamid zamanında yapılıyor. Arşivcilik tarihimiz açısından en önemli adım, 1846 yılında Hazine-i Evrak’ın kurulmasına kadar uzanıyor.

Daha önce Sultanahmet’te küçük bir yapıya sıkışan koskoca imparatorluğun evrakları bugün Kağıthane’de büyük bir yapının içinde muhafaza ediliyor. Sadece payitahtın değil, imparatorluğun hükümran olduğu tüm coğrafyalara ait evrakların saklanıp, korunup, tasnif edilip, restore edildiği bu arşivler 2013 yılında açılan modern ve yepyeni binasıyla bugün dünyanın en büyük arşivlerinden birisi olarak bir kuruma dönüşmüş durumda. Burada belgeler sadece muhafaza da edilmiyor dijitale aktarılarak dünyanın her yerinden araştırmacıların kullanımına sunuluyor. Yaklaşık 90 milyon evrakı barındıran bina modern yapısı ve belgeye erişim imkanıyla büyük bir hizmeti de gerçekleştiriyor, ezbere tarihçilik devrini kapatıyor.

Osmanlı arşivlerinin eski binasında tasnif edilmemiş evrakların arasında tarihin izlerini bulan usta tarihçilerimiz var. Orası bir okul gibi olmuş adeta. Rahmetli Mehmet Genç arşivde 40 yılını geçirdiğini söylemişti. Mübahat Kütükoğlu, Nejat Göyünç, Ali Akyıldız, Mehmet İpşirli, Abdülkadir Özcan, İlber Ortaylı gibi pek çok önemli tarihçi Osmanlı arşivine yıllarını vererek eserlerini ortaya koymuşlardı. Hem de çileli bir şekilde… Bugün tüm bunlara ulaşmak çok daha kolaylaştı. Umarım önemine uygun biçimde korunan evraklarıyla, binasıyla Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi yeni tarih çalışmalarına ışık olur. Tarih belgeyle yazılır…

Konuklarımdan sürekli medhini duyduğum bu binayı ilk defa dün ziyaret ettim.  Aynı gün Birleşik Arap emirlikleri ziyaretinde  T.C Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı ile Birleşik Arap Emirlikleri Arşiv ve Milli Kütüphane Başkanlığı Arasında Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü anlaşmasını ekrandan izleyince bu binanın ve oradaki evrakların önemini yazmak istedim. Birleşik Arap Emirlikleri dahil tüm Arap ve İslam coğrafyasına ait evraklar da burada korunuyor. Türkiye dış politikasına dair pek çok konu için buradaki evraklar kaynak teşkil ediyor. 2013’te açılan bu görkemli merkezi daha önce ziyaret etmediğime de hayıflandım. 

PANDEMİDE DAHA DA ZENGİN OLDULAR

Kovid19 zenginleri daha zengin fakirleri daha fakir yaptı. Yaşananlar ülke sınırlarının ötesinde küresel ekonomiyi yönetenlerin daha çok kârlarını yükseltmesine sebep oldu. Bu sözler Oxfam’ın 2022 raporunda yer alıyor. “Eşitsizlik Öldürür” başlıklı rapora göre, son iki yılda dünyanın en zengin on insanı varlıklarını toplamda 700 milyar dolardan 1,5 trilyon dolara çıkartırken, yaklaşık 160 milyon kişi yoksulluğa sürüklendi.

2020’den 2022’ye en dikkat çekici artış, Tesla ve Spacex’in sahibi Elon Musk’ın servetinin 24,6 milyar dolardan, 268 milyar dolara yükselmesi. Jeff Bezos da pandemide varlığını %22 artırarak 188 milyar dolara yükseltmiş. E-ticaret üzerinden dünyanın en zengin ikinci kişisi….Bernarda Arnault; Sephora mağazaları ve Lou Vıtton’un sahibi. Neredeyse listedeki somut üretim ve ticaret yapan tek kişi. Onun da pandemi öncesinde serveti 76 milyar dolar iken 2022 de 185,4 milyar dolara çıkmış.  Bill Gates servetini iki yılda 98 milyardan 134,5 miyar dolara çıkartmış. Onu Oracle’ın kurucularından Larry Ellison servetini 59 milyar dolardan 120,1 milyar dolara yükselterek takip ediyor. Google’ın kurucularından Larry Page’nin serveti 50,9 milyar dolardan 119,4 milyar dolara yükselmiş, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in ise 54,7 milyar dolardan 117,5 milyar dolara…

Biontech’in Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Şahin ise Forbes’in 2021 dolar milyarderleri listesine 4 milyar dolarlık serveti ile 727’nci sıradan girmişti. Deutsche Welle’nin haberine göre Şahin’in serveti 2022’de 13,2 milyar dolara, sıralamadaki yeri de 161.’liğe yükseldi.

Eşitsizlik kâr maksimizasyonu ve aşı dağıtımı ile başlıyor, ırkçılığa maruz kalanların ve kadınların Kovid19’dan daha çok zarar görmesi ile devam ediyor. Artık demir çelik üreticileri değil, uzay hayali satanlar ve hizmete dayalı dijital yatırımlarla orantılı işler üretenler dünyanın en zenginleri arasında. Sınırlara hatta gezegene sığmayan küresel sermaye artık devletler ile de bağımlılık ilişkisini iyice kopartmış durumda. Bu ölçekte büyük bir krizin karşısında kapitalizmin dijitalleşen formatı, halkların durumu, devletlerin durumu ve dünya sistemi gelecek üzerinde herkesi yeniden düşündürtüyor.  

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK! 

Münih Güvenlik Konferansı bugün (18 Şubat) toplanıyor. Konferans öncesinde yayımlanan Münih Güvenlik Raporu “ Eğilimi tersine çevirmek: Öğrenilmiş çaresizlikten kurtulmak” başlığını taşıyor.

Raporda dikkat çeken “öğrenilmiş çaresizlik” duygusunun küresel sorunların çözümünü de zorlaştırdığına yönelik tespit. Rapora göre, savaş endişelerini artıran krizler, doğal felaketler, kovid 19 salgını, siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları nedeniyle kamuoylarında endişeler artıyor. Rapor tüm bunları otokratik rejimlere demokrasi azlığına liberalizmin yara almasına bağlıyor. Lakin pandeminin en zenginlerine bakarken bile meselenin ülkeler ve siyasetin ötesinde hiç sorgulanmaması tuhaf değil mi?

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Post-Human İçin Tarih Yazmak

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Post-Human İçin Tarih Yazmak…

Kavram dünyamıza dahil olan kelimelerden ya da eklerden birisi post… Bu “sonra”, “öte” kavramı her şeye ek oluyor. Bunların içinde en çok tartışılan post-truth… Karşımıza çıkan haber, video, fotoğraf yalan da olsa eğer ona birileri  “doğrudur” diyorsa kitleler gerçekmiş gibi muamele ediyor. 

Bu çerçevede hiç bir şey yeni değil, “post” kavramı da. Sadece ona yeni bir anlam giydiriliyor. Hollywood’un yaptığı gibi…20. yüzyılın tarihini yeniden yazdı. Sinema dilini cinsellik, güç, şiddet ve teknoloji üzerine kurdu. Arzulanması gereken bir hayatı önümüze koydu. Orada kendimize bir model bulmamızı sağladı. Kahramanlar üretti. Mesela; Süpermen  II.Dünya Savaşı’nda halkın zafere inanması için düşünülmüş bir karakterdi. İyi kalpli Clark Amerika’yı ve dünyayı kötülüklerden koruyordu. Gezegenin yaşaması için gereken doğal kaynakları kontrolünü Amerika’nın ele geçirmesini sağlıyordu.

Hollywood bunun gibi kahramanları, korkulacakları, sevilecekleri ve hainleri saptadı.

En önemlisi de Amerika’yı yazdı ve yaptı. Bugün Netflix gibi dijital platformlar bambaşka bir tarih yazıyor. Ulus devletlerden bağımsızlaşan bir tarih.  Sadece bugünü değil geçen yüzyılı da yeniden yazıyorlar. Bu sefer devletler değil kişiler, şirketler, kuruluşlar önde. İnançların, düşüncenin tarihi de yeni yazım süreçleriyle yeniden biçimlendiriliyor. Aynı konular tekrar tekrar belgeseller ve film oluyor. Gelecek nesle geçmişin mirası bunlar olacak. Post-human toplumu için bu yazılanlar kalıcı olacak.

Değişim kaçınılmaz elbette, ama değişime yön verenlerin geçmişten aldıkları seçici parçalar üzerine bu değişimi bina ettikleri düşünülürse, tarihi sinema diliyle yeniden yazanlara dikkat etmek gerekiyor. Bu bizim için bir çok imkanı da beraberinde getiriyor. Türkiye hem kendi tarihini hem de dünya tarihini kendi bakış açısıyla tekrarlardan bıkmayarak, aynı konuyu farklı açılarla  yeniden yeniden yazmalı. İktisat tarihini yazmalı, önemli düşünürlerini, zihniyet tarihini, sosyal tarihini yeniden yazmalı.

Neden mi? biz yazmazsak başkaları bizim adımıza yazıyor ve yazacak… Yüzlerce yıldır olduğu gibi…İşte ta 1179’dan bir post-truth hikaye. Uydurmaca bir mektup. Papa III.Aleksandr’ın II. Kılıç Arslan’a Gönderdiği Mektup ve Sultan’ın Hristiyanlığı Kabulü Meselesi: Mit mi Gerçek mi?

Geçen hafta konuk ettiğim, Ortaçağ Rus ve Doğu Avrupa tarihi, Hazarlar, Moğollar, Altın Orda Devleti üzerine çalışan kıymetli bir araştırmacı olan Altay Tayfun Özcan bu soru ile başlayan makalesinde şunları anlatıyor:

“Papalık makamından Türkiye Selçuklu Sultanı’na gönderilen Instructio Fidei Catholicae (Katolik inancın öğretisi) başlıklı Latince mektupta (1179) geçen ifadeler, II. Kılıç Arslan’ın Papalığa Hıristiyanlığı kabul etmek istediğine yönelik bir mektubu gönderdiğine işaret eder. Bununla birlikte Papalığın II. Kılıç Arslan’a gönderdiği mektubun aktarıldığı eserlerin hiçbirisinde II. Kılıç Arslan’ın mektubuna yer verilmez. Hatta bunun bir izini bile takip edebilmek mümkün değildir. Her ne kadar bazı eserlerde II. Kılıç Arslan’ın Hıristiyanlığı kabul ettiğine ilişkin pek çok yorum ve değerlendirme yapılmışsa da, bunların hemen hemen tamamının Papalık mektubundaki ifadelerin gölgesinde şekillendiği anlaşılmaktadır….”

Kılıçarslan tabiki Hristiyan olmuyor ama Papa öyle bir hava yaratıyor ki sanki olmuş… Diplomatik çarpıtmaların ilk ve en kurnaz örneklerinden birini sergiliyor… Alın size bir post truth…Bu çerçevede hiçbir şey yeni değil………

Torunumun iki abisi var, en önce öğrendiği kelime “abi” oldu. “Abiler” diyor bir de çoğul ekiyle. Ben de üç abiyle büyüdüm. Benim üzerimde etkileri büyüktür. Bugün sahip olduğum birçok hasleti edinmemde katkıları büyük oldu. Hayatlarımız elbette birbirimiz için bir nasihat oldu. Meğer ölüm de bir nasihat oluyormuş. Abilerimden ikincisini Hasan abimi geçen hafta toprağa verdik. Covid ile başlayan süreç sistemik hastalıklarıyla buluşunca hastaneden çıkış söz konusu olamadı. Abimin ölümü çok acı veren bir kaybın olmasının ötesinde beni çok düşündürttü.

Hasan abim hep evde ölmeyi istedi. Evde sakince kimsenin müdahale etmediği bir ölümle. Nasip ve kadere teslimdi. Bu nedenle hastaneye ancak iş işten geçtikten sonra gidebildik. Doktorlar çok çaba sarf ettiler, pek çok şey denediler ancak mümkün olmadı. Bu süreçte O’nun iradesinin aksine yaptığımız her müdahalede bu konu zihnimde dolaşıp durdu. Yoğun bakım ünitelerine bağlanmadan, ölüm emrinin vaki olduğu anlaşılınca, yatağında, sevdiklerinin yanında hayata usulca gözlerini kapatmanın imkanı yok muydu?

Putin’in Dönüştürme Stratejisi

Sakin Olun, Değişmiyoruz!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sakin Olun, Değişmiyoruz!

Geçen hafta Türk Kahvesi’nde Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile yapılan araştırmaların ışığında Türk toplumunu siyasi davranışlarını etkileyen faktörleri 1999’dan başlayarak çeşitli dönemlerde yapılan araştırmaları, Din-Siyaset ve Toplum araştırmasının sonuçlarını konuştuk. “Yok toplum dindarlaşıyor” diyenler de yanlış söylüyor. “Yok toplum hızla sekülerleşiyor” diyenler de yanlış söylüyor. Veriler her iki tarafında bir bardak suda fırtına kopartarak siyaset yaptıklarını gösteriyor. Özellikle de sosyal medya üzerinden yapılan hiçbir yorum iki taraf için de gerçeği vermiyor.

Genel sonuçlar şöyle; kutuplaşma var, Türk toplumunun genel siyasi davranışları stabil çok değişmiyor. Muhafazakâr sağ hep daha yüksek. Muhafazakâr sol ona yer yer yaklaşıyor. Bu yelpazeni dışında kalan iki tarafta da marjinal gurupların siyaseti etkileme yüzdesi çok düşük. Bu dönem olan tek farklı şey iki taraf arasında kararsızların oranının nispeten öncekilere göre daha yüksek olması. Ama bu karasızların da sağ eğilim dışında davranış göstermesi çok beklenmiyor. Diğer taraftan Türk toplumunun din ile ilişkisi hiç kopmuyor, özellikle “gençler ateistleşiyor“ tezini saha verileri doğrulamıyor. Toplum, değerler, din ve değişim üzerine yaptığı araştırmalarla bilinen “bilimsellik” ve verilere göre yorum yapmak konusunda objektifliğin korumuş, uluslararası çevrelerde de bilinen az sayıdaki bilim insanından birisi olan Prof. Çarkoğlu ve üniversite ekibinin nicel çalışmalarının topluma tuttuğu aynada, gördüklerini şöyle özetleyebiliriz:

Türk toplumu din ile ilişkisi en yüksek toplumlar arasında sayılıyor. En dindar ve en fazla en sık ibadet ettiğini söyleyen ülkelerden biriyiz. Ağırlıklı olarak Hristiyan nüfusun yoğun olduğu ülkelerde yapılan Müslüman dünyada da İsrail’deki Müslümanlar, Tunus ve Türkiye’nin yer aldığı 25 Aralık 2021’de açıklanan Dünyada ve Türkiye’de Din Toplum ve Siyaset araştırmasının sonuçlarına göre;

– Araştırma yapılan ülkelerde Allah’ın varlığına inananların ortalaması yüzde 37. Türkiye’de ise “Allah’ın gerçekten var olduğunu biliyor ve bundan hiç şüphe etmiyorum” diyenlerin oranı 2008’de yüzde 93.1 iken 2019’da yüzde 85.2 olmuş. Yaklaşık 8 puanlık düşüş olsa da yüzde 85.2 oranı ile Türkiye ortalamanın bir hayli üzerinde…

-”Allah’a kendimi bildim bileli hep inanmışımdır” diyenlerin araştırma yapılan ülkelerdeki ortalaması yüzde 53. Ülkemizde ise 2008’de yüzde 96.6 iken 2019’da yüzde 93 oluyor.

-Ölümden sonra hayat inancındaki düşüş çok az. Buna inanların oranı 2008’de yüzde 95, 2019’da yüzde 92. Türkiye yüzde 30 olan ortalamanın çok üstünde. Cennet inancı 2018’de yüzde 98, 2019’da yüzde 96.Araştırma yapılan ülkelerdeki ortalama yüzde 29… Cehennemin varlığına olan inanç 2008’de % 97, 2019’da % 95, yüzde 25 gibi olan ortalamanın çok üstünde…

– Kendini dindar olarak görenlerin oranında düşüş daha fazla (bunun içine kendini son derece dindar, oldukça dindar ve biraz dindar olarak tanımlayanlar giriyor) 2008’de % 90 iken, 2019’da % 75 oluyor. Bu oran yüzde 48 civarında olan araştırma yapılan ülkelerin ortalamasının oldukça üstünde.

-Kendini dindar olarak görmeyenlerin oranında çok az yükselme var; 2008’de % 7’yken, 2019’da % 13.

-Ne dindarım ne de dindar değilim diyenlerin oranı 2008’de yüzde 6, 2019’da yüzde 12.

Dinin vecibelerini yerine getirenlerin oranı 2008’de yüzde 75, 2019’da yüzde 71… Dinin vecibelerini yerine getirmeyenlerin oranı 2008 % 24, 2019 % 30.

İBADET PRATİĞİNDE ARTIŞ VAR

Bu bulgu dikkat çekici geldi bana. Gençlerde özellikle 18 yaş için geçmiş ile bugün arasında değişim yok. Hatta gençlerin ibadet pratiklerinin anne babalarından daha yüksek olduğu görülüyor. Ayda 2-3 kez, her hafta birkaç kez ibadet pratiği oranların oranı yüzde 79, annelerinin oranı yüzde 64, babalarının yüzde 71, kendilerinin 11-12 yaşında ayda 2-3 kez, her hafta bir kaç kez ibadet pratiği yüzde 53 imiş.

Toleransta ortalamanın gerisinde görünüyoruz. Hristiyanlar hakkındaki kişisel tutumu negatif olanların oranı yüzde 58 gibi görünüyor bu araştırma listesindeki diğer ülkelere göre en yüksek oran.

Araştırmada dikkatimi çeken bir başka sonuç da Müslümanlar hakkında tutumu pozitif olanların oranı yüzde 90. Bu konuda araştırma yapılan ülkelerin ortalaması yüzde 33. Müslümanlar hakkında en olumsuz tutumu olan ülkeler yüzde 60’ın üzerinde negatif tutumla Finlandiya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti.

Kocanın görevi para kazanmak karısının görevi ev işi yapıp aileye bakmak diyenlerin oranı Türkiye’de hızla azalmış: Bu oran 2008’de yüzde 53 gibiyken, 2019’da yaklaşık yüzde 37’ye inmiş…

Teknolojik değişim, iktidar değişimi her ne olursa olsun bu topraklarda sekülerleşme beklentisi karşılık bulacak gibi görünmüyor. Türk ve İslam ögeleri toplum nezdinde birbirinden kesilip atılamıyor. İslam’ı yok sayarak bir siyaset oluşturmak ve bunun başarılı olması mümkün görünmüyor.

Prof. Ali Çarkoğlu ve birlikte araştırma araştırmayı yaptığı bilim insanlarının 20 yıldan uzun süredir sürdürdüğü çeşitli araştırmaların bulguları Türkiye’deki kutuplaşmaya da ayna tutuyor. Birinin ak dediğine yüzde yüz kara diyen, kara dediğine yüzde yüz ak diyen bir Türkiye var. Ve bu kutuplaşma sürüyor.

Bu verilerin topluma ayna tutarken spekülatif söylemlerden çok daha dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. Her ne kadar Türkiye cetvelle ölçüme gelmezse de yine de medya cetveline değil bu cetvele bakarak siyaset üretmekte fayda var.