Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Dostoyevski, Puşkin, Gogol, Soljenitsin ve daha da sayacağımız ona yakın Rus yazarı okumuş, eli kalem tutan birçok insan mutlaka okumuştur. Rus edebiyatının şaheserleri dünya edebiyatı içinde en çok okunanlar arasında başı çeker. Daha ortaokul yıllarımda elime tutuşturulan romanların Tolstoy’a ait olduğunu hatırlarım. Rus klasikleri neredeyse tekmili birden Türkçeye kazandırılmışken, komünist döneme ilişkin eserlerin doğru bir çevirisi olduğunu hatırlamıyorum. Sol yayınların çıkarttığı hâlâ numune olarak sakladığım Lenin gibi ideologların kitaplarını anlamak için sarfedilen yoğun çabayı bugün bile hatırlıyorum. Okursun okursun bir cümlenin içinden çıkamazsın. Bunun sebeplerinin başında elbette kötü çeviri vardı. Marksizmin Türkiye’de yeterince anlaşılamaması da belki de buna bağlıydı…

Rus klasiklerini Türkçeye kazandıran dört farklı isimden söz etmek istiyorum. Farklı kuşakları temsil eden bu isimlerin ilki 1933 doğumlu Mehmet Özgül’dür. Kuleli Askeri Lisesinden mezun olmuş ardından Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş, ABD’de Georgetown’da yüksek lisans yapmış, Genelkurmay’da Rusça tercümanlık yapmış bir isimdir. Moskova’ya giden bir devlet görevlisidir. Yine aynı dönemden ikinci isim Ergin Altay’dır. Mehmet Özgül ile aynı lise ve fakülteden mezundur. Aynı süreçlerle Rusça-Türkçe çeviri işine dahil olur. Üçüncü önemli çevirmen ise şair Ataol Behramoğlu’dur. 1942 doğumlu olan şair bir sonraki kuşaktandır. 1961’deTİP üyesi olur. O’da Ankara Dil Tarih, Rus Dili ve Edebiyatı mezunudur. İlk çevirdiği yazar “İvanov” ile Çehov’dur. 1972’de iki yıl Moskova’da yaşayan Behramoğlu Puşkin’in tüm eserlerini Türkçeye kazandırması sebebiyle Rusya’dan Puşkin Edebiyat Ödülü almıştır. Rusçadan edebiyat çevirileri yapan dördüncü kişi Samed Karagöz’dür. İmam hatip lisesi mezunu olan Karagöz, üniversitelere girişteki  katsayı engeline takılınca Rusya’ya üniversite okumaya gider. Çehov ve Dostoyevski’yi çevirir. Bugün Rus edebiyatını severek okuyorsak farklı sebeplerle Rusça öğrenen bu çevirmenlerin katkısı büyüktür.

Ruslar edebiyatı bir tür kehanet olarak gördükleri için ayrı önem veriyorlar. Çeviri eserlerin yanında Rusya’nın ruhuna ve kimliğine dair ilk ve en kapsamlı roman serisi Alev Alatlı’dan geldi.  Aydınlanma Değil Merhamet ve Gogol’un İzinde, Eyy Uhnem Eyy Uhnem !  Rusya hakkında Bir Türk yazarın yedi yıl süren çalışmasının sonucunda ortaya çıkan kitaplar bugün de Rusya hakkında yazılmış en kapsamlı eser olarak biricikliğini koruyor. Bu kitaplar ayrıca Rusya tarafından 2006 yılında Şolohov Edebiyat Ödülü aldı. 

….

Geçen hafta Kazakistan’da çıkan ayaklanmalar ile birlikte Cumhurbaşkanı Tokayev, Rusya’nın başını çektiği “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü” nden Kazakistan’a barış güçlerini göndermesini isteyince Rus ordusu bir günde Almatı’ya yerleşti. 1990-2000 arasında yaşananları tersine çeviren gelişmelerle Rusya tekrar gündemimize girdi. Bu dönemde yaşananlara dair bir iki hatırlatmayı Alev Alatlı’dan aktarmak isterim.

-Rusya dünyanın en büyük kara parçasını kaplayan bir ülke. “En karanlık karanlığının, en soğuk soğuğunun, en geniş genişliğinin, en yüksek yüksekliğinin yaşandığı ülke.

“Rusya’nın tarihine kim etkili olmaya çalışırsa çalışsın o herkesi şaşırtarak kendi tarihini yazmış bir ülke. Hem dost hem de düşman olmayı aynı anda başaranlar arasında başı çekiyor….”

“-1980li yılların başlarında dünya toplamının yüzde yirmisini oluşturduğu hesaplanan üç milyon dört yüz bin uluslararası nitelikte bilim adamıyla mağrur bir “yüksek teknoloji imparatorluğuydu…Gorbaçov’le başlayan, Boris Yeltsin rejimi ile süren, sonuçları Rusların ezici çoğunluğu için facia niteliğinde olan “reformlar” geldi. IMF’ye teslim edilen, sanayisinin yüzde altmışını kaybeden Rusya…Yüzde bin üç yüz elliye fırlayan enflasyon… Açlıktan ölenlerin günlük ortalamaları üç rakamlı sayılara yükseldi. Meşruiyetini ve güvenilir tabanını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece halkının desteğinden değil, bürokrasisini dolduracak güvenilir insan kaynağından da yoksun bir devlet gücü haline gelmişti. Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve dezorganize muhalefeti vardı…IMF’nin ‘şok tedavisi’ ve ‘özelleştirme’ ile yaratılan, ülke çıkarlarını hiçe sayan Yeni Ruslar diye birileri türemişti…Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşcesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri... Rusya’nın bir ‘haydut devlet’ haline geldiğini söyleyen bir Duma sözcüsü, Gennadi Seleznev.  ‘Hamasi belâgat, ekonomik maceracılık ve geniş çaplı hırsızlık Rus gerçekliğinin uzun vadeli değişmezleri olacaktır’ diyen bir ‘reformcu’ Yegor Gaidar…Bilim adamlarının üçte ikisi kaybetmiş, dünya yakın tarihinde, yıllarca sürdürdüğü kalkınmanın meyvelerini çürümeye terk etmişti. ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırılan ülkelerin saflarına kaymak tehlikesiyle karşı karşıyaydı…Moskova Fizik Enstitüsü mezunları hayatlarını kazanmak için bedenlerini satmak zorunda kalmışlardı…Hükümsüzleştirilmesinin acısını oturduğumuz yerden hissedebileceğimiz muhteşem bir birikimi vardı…”

Bugün bu birikim bunlarla mücadele ederek eski Rusya’yı ortaya çıkardı. Gelişmeleri buradan okumakta fayda var.

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Zihniyet Değişmez

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Zihniyet Değişmez

Zihniyet, düşünce biçimleri geçmişten bugüne taşınıyor. Siyasetin de toplumun da kavgaları sürekli aynı tekrarlar üzerinde gidip geliyor.

Tarih okuyan birisi olarak ‘işte bugün yaşadığımız şey tam da bu’ dediğim o kadar çok örneğe rastlıyorum ki… Profiller, olaylar aynı. Çünkü düşünme biçimleri aynı.

Hangi çevreden doğup büyüdüyseniz o çevrenin insanı olarak yaşayıp gidiyorsunuz. Bu çevrenin dışına çıkan istisnalar olsa da onlar da genellikle ilerleyen yaşlarında geçmişlerine dönüveriyorlar. Özetle  herkes aslına rücu ediyor. Terakkiyi iki yüzyıldır konuşuyoruz. Lakin zihniyetimiz aynı kalınca terakki de etiket olup kalıveriyor. No’luyor da böyle oluyor?

Kendi çevrene aşina, diğerine yabancı olunca konuşmak da anlaşmak da çok zor oluyor.

Kendimize yabancılaştığımız bir dünyada birbirimize sadece aşina olabiliyoruz.

1699 Karlofça anlaşmasını imzalamak zorunda kaldığımız yenilgiye kadar düşünme biçimimizi değiştirme ihtiyacı hissetmemişiz. Prof. İsmail Kara, çağdaş Türk düşüncesinin tarihiyle askeri mağlubiyetler arasında zaruri ve birebir ilişki kurulması gerektiğini söylüyor.

Lale devrinde ilk tercüme encümenleri diyebileceğimiz teşebbüslerin ortaya çıkmasıyla,

Avrupa başşehirlerinde daimi elçiliklerin kurulması, Müslümanlar için matbaanın açılışına müsaade edilmesi, askeri, idari ve tıbbi ıslahat tedbirleriyle tamir ve tadil etme istikametinde Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri almaya çalışırken, modern düşünce ve siyasi kavramlar, Batı zihniyeti topraklarımıza adım atmış. Anlama, taklit etme, uyarlama, kendine katma süreci yaşanmış.

Şerif Mardin tam burada ortaya çıkan fikirlerin “fikir çorbası” olduğunu söylüyor. Yani bütünleşemeyen bir zihniyet ilişkisi. Burada kendine topluma yabancılaşma gündeme geliyor. Erken batılılaşanlar aşırı batılılaşmış zümreler ki bunların başında tıbbiye ve askeriye mensupları geliyor. Burjuvazi onu çok sonraki bir sırada izler. Bu zümreler kendilerini her zaman toplumun üzerinde gördükleri gibi kendilerine de toplumu batılılaştırıcı bir misyon yüklerler. Hep üstündür, seçkindir ve dahi şehrin merkezindendir.

İsmail Kara, “ayakta kalmamız gerekiyorsa değişmemiz gerekir” dediğimiz andan itibaren iki şeye aynı anda bakmamız gerektiğini söyler. Birincisinde bakışı yeniye yöneltir; yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarına… İkincisinde ise eskiye yöneltir. ”Geleneksel olanında o sırada ne olduğu nasıl algılandığı ve hangi vasıtalarla direndiği, kendini ne şekilde yenilediği, nasıl değiştiği ve dönüştüğü de eşit derecede hesaba katılmalıdır” derken yeni ve eskinin de iç içe geçtiğini de vurgular. İki hat birbirinden bağımsız ele alınamaz der.

“Bugün modernlikten bağımsız bir gelenekten bahsedemeyeceğimiz gibi gelenekten bağımsız bir modernlikten de bahsedemeyiz. Modern dönemde yaşayan birisi bir geleneği modernleşme öncesinde olduğu gibi anlama şansını büyük ölçüde kaybetmiştir” derken modern olanın da dinileştiğini söyler İsmail Kara. O’na göre Türk modernleşmesine bakıldığında ise İslam’dan tecrit edilmiş bir Türk kavramı çıkmaz ortaya. Düşünce hayatımız dediğimiz şey bu iki şeyin iç içe geçmesinden, bazen birinin, bazen diğerinin üstünlük mücadelesi ile geçiyor. Ama kabul etmemiz gereken şey her ikisinin de değiştiğidir. Yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarıyla, eski olanın direnme biçimlerinin sentezi bugünkü düşünme biçimlerimizin ortalamasını veriyor. 

Hal böyleyken her iki tarafı da süzerek fikirlerini ortaya koyan insanları kolay kolay bulamıyoruz. Türkiye’nin sanayi kalkınmasından filan önce buna ihtiyacı var. Pratik ihtiyaçlara cevapları içeren fikirimsi cümle kurmak kolay. Ama bir fikir ileri sürmek çok zor. Siyasi partilerde hele de yeni muhalefet partilerinde bolca öneri var. Ama bu önerileri dayandıracak, sürekliliğini sağlayacak fikir yok.

Türk düşünce dünyası bir yüzyıldır birbirine kulaklarını kapatmıştı. Bu ikisine kapıyı açan Ak Parti siyaseti oldu. Bu Türkiye’deki zihniyeti değiştirdi. Aradaki duvarları inceltti. Kendi çizgisinde tutarlı olabilecek çeşitliliğe ve onların temsiline imkan tanıdı. Nitekim sağ küçük muhazafakâr partiler de böylece O’nun paltosunun altından çıktı.

Diğer tarafta ise sosyoloji çok değişmedi.  Ne palto ne de onun altından çıkanlar üstünlükçü tavırlarını bırakmadı. Her daim seçkin, elit ve küçümseyici oldular, kendilerini öyle hissetmediklerinde de saldırgan.  Türkiye’de sol kesimde böyle olmayan ya da hissetmeyen istisna çok azdır. Ne demek istediğimi uzun süredir  Türk Tabipler Birliği başkanlığı yapmış Gencay Gürsoy’un anı kitabından bir örnekle anlatayım. “Son yıllarda, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve tek parti iktidarında İslami kesimin gördüğü ‘zülüm’ üzerine söylenenleri, yazılıp çizilenleri izlerken, iki yaşam tarzının çatışma haline dair prototip bir örnek olarak kendi çocukluğumu anımsarım. Ben böyle bir zulme çocukluğumda hiç tanık olmadım” diyor. Anlamaya çalışmaya dahi gerek görmüyor. Çünkü bi haber!

Türk siyasetine birbirini duymayı dinlemeyi Ak Parti öğretmiştir. Yeni bir düşünce iklimine imkan tanımıştır. Kim ne derse desin! Sol, seçkin çevrelerin en büyük itirazı da bunadır. Yazılanların hiçbirinde kendilerinden olmayanı anlamaya dair tek bir satır bulamazsınız. Kürt meselesi konusunda ise yine düşünce çerçevelerini belirleyen aşırı batılaşmış zihinlerdir. Çünkü o çevrelerde bu mesele muteber görülmediği dönemlerde toplu imhalara, sürgünlere, ihtilallere destek veren yine onlardı.

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Kadın Kurbanlar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kadınları Kurban Etmeyin!

1990-200 yıllarının başında Töre cinayetleri gündemimizdeydi. O yıllarda konuyla ilgili araştırma yapmak için bölgeye pek çok kez gittim. Töre deyince yanlış anlaşılması, kadim bir İslam geleneğinden ya da Türk töresinden filan söz etmiyorum. Bölgedeki bazı aşiretlerin kendi yöresel kültürlerinden kaynaklanan, kimi zaman aile için namussuzlukları örtbas etmek için, kimi zaman aile şerefi dedikleri sebeplerle, kimi zaman aşiret kavgaları sebebiyle gencecik kızların canına kıydıkları, insafsızca işlenmiş cinayetlerdi bunlar. Tüm ailenin bilgisi altında, tanıklığında hatta annenin riyasetinde ve hatta annenin en çok katledilen kızına değil de katil olacak diye oğluna üzüldüğü bir ortamda işlenirdi. Genellikle aşiretin en küçük üyesine işletilirdi ki; az ceza alsın! Ha bir de yıllarda medeni kanun gereği “töre nedeniyle işlenmiş cinayetlere” indirim uygulanıyordu.

Bölgede kadınlara hayatı dar eden bir diğer çemberde PKK’nın taarruzuydu. Özelikle dağ köylerinde yaşayan aileler PKK taaruzundan öyle bizar olurdu ki PKK’ya hem erkek hem de kız evlatlarını verirlerdi. Hem de çocuk yaşta. Nedense dünyanın merhametli insan hakları savunucuları bunları hiç görmedi. O yıllarda bölgeye gazeteci olarak gittiğimde bir genç kızı tanıdım. Daha 20 li yaşlarındaydı. 14 yaşında PKK’ya katılmıştı. Neden diye sorduğumda şöyle anlatmıştı. “PKK her yıl köyleri dolaşır, evlerden hem yiyecek, para hem de gerilla için çocukları alırdı. Her evden mutlaka giden olurdu. Bir gün bize geldiler, üç erkek kardeşim vardı. Birisi hapisteydi, diğeri üniversitede okuyordu, şehirdeydi, üçüncü kardeşimde çok küçüktü. Annemin ona bakarkenki üzüntüsünü gördüm ben giderim dedim. Öylece katıldım…” Katıldığı eylemlerin silahlı saldırıların sayısını hatırlamıyordu bile. Çocuk yaşta bir genç kız PKK askerleriyle dağa çıkınca başına neler geliyor kısmı ayrı bir konu.

Dağda ortalama yaşam süresi o yıllarda 3 -4 yıldı. PKK yılda binden fazla eylem yapıyordu. 

2004 yılında Ak Parti iktidarının üçüncü yılında en önemli icraatlarından birisi kadın-erkek eşitliğini (10. Madde) Anayasa değişikliği ile koruma altına alırken dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tüm idari birimleri kapsayan bir Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. Artık töre cinayetine göz yumulmayacaktı. Sonra TBMM’de Fatma Şahin’in başkanlığında “Töre Cinayetleri Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon bölgede şehir şehir, köy köy dolaştı. Cezaevlerinde görüşmeler yaptı, raporunu kısa sürede tamamladı. Bu çerçevede kanunda değişikliğe gidildi, töre cezalarında indirim kalktığı gibi “töre saikiyle” işlenmiş cezalar artırıldı.

O yıllarda bölgeye sık giden birisi olarak kadınlara ilişkin çok gözlemlerimiz oluyordu, bunları siyasete taşımak en büyük sorumluluğumuzdu. Şiddet gören kadınlar, enseste uğrayanlar sadece failler tarafından değil aileler tarafından tehdit ediliyordu. Ya da böyle bir konu aileler arası çatışmalara sebep oluyordu. Bu da kadınların suskunluğunu zorunlu hale getiriyordu, onları koruyacak hiçbir mekanizma yoktu. Medeni kanundaki değişikliğin ardından bölgede ilk defa güvenli sığınma evleri açıldı. Bu evlerde kalan kadınlarla bizzat konuştum. Bunların içinde PKK ‘ya katılmak istemediği için saklanmak zorunda kalan kadınlar da vardı.  Kadınları kuşatan cendereler onlara “şşşt sessiz ol ve katlan” diyordu. Namlunun ucunda ölüm vardı.

Bunlara karşı ne dönemin Kürt kadın siyasetçilerinin ne de destekçileri hiç ses çıkarmadı. Bugün o beğenmedikleri her fırsatta hakaret ettiklerinin desteğiyle o bölgelerde kız çocuklarının eğitimi güçlendirildi. Devletin kadınları şiddetten koruyan mekanizmalar çok gelişti. Harran’da 20011 ‘de röportaj yaptığım bir kadın 118’i duyduğum gün kocama dedim ki “Artık bana vuramazsın seni şikayet ederim” dedim diye anlatıyordu. “Kocan o zaman ne yaptı?” dedim. “İnanmadı” dedi. “Ben de aradım polisler geldi.” Artık o bölgelerde kadınlar şiddete uğradıklarında güvenli bir devlet mekanizması tarafından korunduklarını biliyorlar.

Dün TBMM’de bütçe görüşmelerini izlerken HDP kadın vekillerinin her fırsatta bağırdığını gördüm. O bağrış içinde Gurup Başkan Vekili Meral Daniş öldürülen kadınlardan söz etti. Daniş’in provakatif sözlerini duyunca, acaba kim kadınları ateşe atıyor diye düşünmeden edemedim. HDP’li kadın siyasetçiler ne yazık ki bölgenin sorunlarının çözümüne değil sadece emirlere odaklanmış durumda, kadınlar umurlarında değil. Tüm insan hakları raporlarında bölgede çocuk yaşta gerilla olmaya zorlanan çocuklar yer alırken buna dair kıllarını kıpırdatmayan da yine onlar.

Erkeklerin davasına kadınları kurban ederek kadın hakları savunulmaz. 

BRAVO 

Almanya’da Olaf Scholz başkanlığında yeni kabine açıklandı. Alman hükümeti Merkel gibi güçlü bir kadın siyasetçinin ardından nasıl oluşacak diyerek kabineyi merak ediyordum. Kabinede 9 kadın bakan olduğunu görünce bir bravo dedim. Hem kadınlara hem de Başbakan Olaf Shoz’a…Siyasi partilerin içindeki güç mücadelesinden bakan olarak çıkmak kolay iş değil. 

Savunma, İçişleri, İmar ve İskân, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma, Eğitim ve Araştırma, Dışişleri, Çevre, Doğa Koruma, Nükleer Güvenlik Ve Tüketicinin Korunmasından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Aile, Yaşlılar, Kadınlar Ve Gençlerden Sorumlu Devlet Bakanlığının başına kadınlar getirildi.

Kadın bakanlar arasında tanıdık bir isim de var. Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı Claudia Roth. Özellikle 1990’lı yıllarda İstanbul’a gelmeden Diyarbakır’a gider oradan da dünyaya Türkiye’deki töre cinayetlerine ilişkin demeçler verirdi. Zihnimde böyle bir imajla kalmış. 66 yaşında olan Rothaynı zamanda Deutsche Welle’den de sorumlu olacak…

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Bunları Bilmeden Siyaset Yapılmaz

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Bunları Bilmeden Siyaset Yapılmaz

Gençlerde siyasete girme isteği büyük. Bir kısmı idealist, bir kısmı kariyerist… Sebep her ne olursa olsun siyaset siyasete dair bir kültürü gerektirir. Siyasete meyilli ve yatkın olmak, bir başlangıç noktası olsa da, gerisi sizin elinizde. Bu da ancak içinde yaşadığınız siyasal kültürü anlamlandıracak, temas ettiğiniz toplumu anlayacak bilgiyle olur. 

Tarih bilmeden siyaset yapılmaz. Tarih derken sadece Osmanlı tarihini kast etmiyorum. Cumhuriyet tarihini bilmeden Türk devletinin bugününü anlayamazsınız.

  1. yüzyıla yön veren olayları, fikirlerini bilmeden siyaset yapılamaz. İki dünya savaşının etkilerini bilmek siyasete girmek için sınav sorusu olmalı.

Sanat tarihini bilmeden…

Batı düşüncesinde aydınlanmayı bilmeden…

İslam tarihi bilmeden…

Sosyalistleri, milliyetçileri, İslamcıların fikir önderlerini tanımadan siyaset yapılmaz.

Latife bilmeden siyaset yapılmaz .

Espriyi anlamadan siyaset hiç yapılmaz.

Türkçeyi bilmeden siyaset yapılamaz!!!

Sinema, tiyatro, edebiyat ya da az da olsa sanat veya sanat tarihi bilmeden hiç olmaz!

Türk düşünürleri bilinmeden hiç siyaset yapılamaz. Bu liste uzar gider. Ama tavsiyem şimdilik bu kadar.

Siyaset siyasal kültür ve bilinç ile gelişir. Bunun için tavsiyem aranızda bu başlıkları tartışacağınız okuma grupları oluşturmanız. Zaman çok hızlı geçiyor siyasete başladığınızda zihniniz boş ise ilerleyen zamanlarda asla dolamaz. Tecrübe edinirsiniz ama siyasal kültür bilginiz hep eksik kalır. Vakit olmaz, psikolojiniz uymaz, hele de daha 30’larınıza gelmeden herkes size başkanım diyorsa aman dikkat!!!

TÜRK SİYASETİNİN HANDİKAPLARI

 Türkiye’de din elden gidiyor ve laiklik elden gidiyor sarkacı arasında aklı-selim olanı, makul olanı konuşamadık. Bu sınıflama ilericiler – gericiler gibi sınıflamalarla değişen isimlendirmelerle sürüyor.

Her şeyin din dahil kendi bağlamından, zemininden koptuğu bir evrede hâlâ modernleşme ve dindarlaşma kavgası sürüyor. Taraftarların arasındaki tartışmanın “romantik argümanları” devam ediyor.

“Ne Tanrı dağı kadar Türk ne de Hira dağı gibi Müslüman olmak …” zorunda değiliz… Bu iki kavrama sıkışmadan ikisini uzlaştıran bir siyasi merkez kurulabilir. “Milleti dinin içinde eritmek ya da dini milletin içinde eritmek” arasında kalmaktan vazgeçerek ikisini bir arada bir milletin unsurları olarak var eden bir siyasal kültürün imkanları bugün daha çok aranmalı!

MİLLİYETÇİLİK İLE İSLAMCILIK 

Türk devletinin fikri zemini nereye, ne kadar yakın olacak? Türk siyasi tarihinde bu mücadele önceki kuşakları olduğu gibi bizim de ömrümüzü yedi.

Türkiye’de sol-sağ kavgası ve solun ve sağın kendi içindeki ayrımları derin ve çetrefilli bir konudur. Her bir merkez kendini en doğru ve en merkez sanır ama edebiyat, sanat ve fikri çevrelere hakim olan seküler ve sol kesimdir. Bu diğer görüşlerde eser verenlerin kendi sesleriyle tanınmasına mani olur. Tanınanlar da yine sol üst bakış açısıyla bilinir.  İslamcılar dinci ve gerici diye dışlanırken milliyetçiler de kafatasçı ya da ırkçı diye dışlanır. Toplum iki düşünceyi de sol kesimde yazanlarla tanır. Oysa Türkiye’de ilk kafatası ölçümü Atatürk’ün emriyle manevi kızı Afet İnan başkanlığında bir ekip tarafından yapılır. Dönemin fikri akımlarının, ırkçılık teorilerinin sosyolojiye hakim olması bunu gerektirir.

Geçen hafta “Ben bir Türk milliyetçisiyim” diyen Prof. Dr. İskender Öksüz’ü konuk etmiştim. Milliyetçi düşüncenin bilimsel gelişmelerle, teorilerle fikri takibini yapıyor. “Bilimden kaçınmak, endişe etmek için hiçbir sebep yoktur. Erol Güngör’ün yıllar önce dediği gibi, “Gerçekler ancak sahtekâr ve geri zekâlıları korkutur…” diyor. Uzun yıllar Töre Dergisi’ni yönetmiş, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni yazmış önemli bir isim.

İskender hocaya göre Irkçılık, milliyetçiliğe zıt ve düşman bir anlayış… Milliyetçilik kucaklar, birleştirir. Irkçılık, iter ve ayrıştırır. Milliyetçilerin önde gelen isimlerinden Dündar Taşer’in bir tespitini şöyle aktarır: “Bizim milliyetçiliğimiz kendimizi büyük gördüğümüzdendir; onların milliyetçiliği başkalarını aşağılık gördüklerindendir.” “Biz tarihimizi, dilimizi, kültürümüzü sevdiğimiz için Türk milliyetçisiyiz. Onlar, bizi ve Batı’nın dışındakileri aşağılık gördükleri için kendi milliyetçiliklerini yaparlar. Irkçı geçmişleri hafızalarında henüz tazedir ve tekrar ortaya çıkmak için fırsat kollamaktadır. Tom Nairn’in dediği gibi ‘Milliyetçiliğin altın çağı henüz gelmedi bile”. diyen Öksüz mikro milliyetçilikleri de ayrı bir kategoride değerlendiriyor.

“O ırkçıydı, şu İslamcıydı gibi hükümler vermeden önce, hangi dönem, hangi tarih, hangi toplum için konuşmakta olduğumuza dikkat etmeliyiz. Bu terimlerin tarih içindeki farklı anlamlarını istismar edenler de var. Fakat en vahimi, milletin ırk, milliyetçiliğin ırkçılık olduğunu iddia ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini hedef almaktır. Türkiye Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerinde yükselmiştir.” 

Bugün geldiğimiz noktada “millet ırka değil kültüre dayanır” tezleriyle bu konu dünyanın gündeminde olduğu gibi bizde de yeni başlıklarla gündeme geliyor. Önce tarihine sonra bugüne sonra da dünyaya bakarak konuşmak gerekiyor.

MÜSTAKİL

Müstakil olmak hele de bizim gibi ülkelerde kolayca başarılacak bir iş değil.

Sezai Karakoç bunlardan birisiydi. Şahsına münhasır müstakil bir adamdı. Mefkûresi vardı; fikri, dili, kalbi, yaşantısı bununla uyumluydu.

Üç yıl önce kasım ayında kaybettiğimiz Kürşat Bumin de öyle bir yazardı.

Yine bu ay kaybettiğimiz Ömer Lütfi Mete de müstakil bir adamdı.

Müstakil olarak bir çekim merkezi olmayı başaran bu üç yazarı rahmetle anmak istiyorum.

Her biri elbette bambaşka kulvarlarda, bambaşka etki ve özelliklere de sahip.

Ancak onları buluşturan müstakil olma özelliğinin kıymetli olmasının altını çizmek istiyorum.

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

İki Akıl Yürütme Arasında Ankara

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İki Akıl Yürütme Arasında Ankara…

Türkiye tecrübesinde “laiklik” meselesi yüzyıllık ulus-devlet tarihimizin en çok tartışılan konulardan birisi olmasına rağmen ne siyasetçiler ne aydınlar ne de üniversite işin içinden çıkamaz. Öyle ki bu ülkeyi yıllarca yöneten insanlardan birisi olan Süleyman Demirel bir röportajında “Laiklik tarif edilmelidir.” der. Necmettin Erbakan muhalefetini bu kavramın tanımsızlığı çerçevesinde örgütler. 

Bu konudaki kafa karışıklığının sebeplerinin başında Türkiye örneğinin Batı ülkelerinden farklı olması gelir. Bir diğer sebebi de bizim Batı laikliğinin Hristiyanlık ve kapitalizm ile ilişkisini yeterince anlayamamış olmamızdır. Bir felsefe ve tarih profesörü olan İsmail Kara geçen hafta yaptığımız Türk Kahvesi programında Türk tipi laikliğin, imkan ve zorluklarıyla bir mesele olmasının sebebi olarak şunu söyler…“Türkiye örneğinde önemli olan laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ziyade, din alanı üzerinde baskı kurmak yahut en hafifi tabiriyle kuvvetli bir kontrol mekanizması  geliştirmek meyli olmuştu.”

İsmail Kara’nın “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam” kitabının laiklik bölümünde detaylıca yer alan abu tespit, siyaset ve düşünce tarihimizin zikzakları konusunda da bizi aydınlatıyor. İsmail Kara ayrıca Türkiye’de Batı tipi laikliğe doğru hareket sürecinin Ali Fuat Başgil’den başlayarak milliyetçi-muhafazakar çevrelerin etkisiyle gerçekleştiğini söylüyor. Batı tipi laikliğe giden süreçte en büyük ilerleme soğuk savaş sonrasında; İslamcıların çabasıyla, onların demokrasi, insan hakları, birarada yaşama söylemleriyle gerçekleşiyor. İ.Kara bu durumun iki türlü okunabileceğini söylüyor. Bir tarafıyla Ankara’nın ve Cumhuriyet’in başarısı; diğer tarafıyla Türkiye’yi merkeze alamamaktan (her kesim için) kaynaklanan sorunların kaynağı…

Laiklik Batı tecrübesinden farklı olarak Türkiye tecrübesinde nasıl yaşandı? Her şeyden önce Ankara’yı sadece Cumhuriyet ile değil İttihat Terakki döneminden başlatmak gerekiyor. Onlar, laikliği daraltıcı anlamıyla ele almıyor. Belki de bu nedenle laikliğin tarifi tam yapılmış sınırları tam olarak çizilebilmiş değil. Laikliği Osmanlıcaya ladini olarak tercüme etmişken Cumhuriyet sekülerlik yerine çağdaşlık kelimesini kullanıyor. Cumhuriyet mübadele süreçlerinde vatandaşlık için milleti değil Müslümanlığı merkeze alıyor, diğer taraftan hayatın, evin, şehrin içinde yaşayan tüm unsurlarıyla adeta gökkubbe ile bağını kopartıyor. Çağdaşlaşma dediği bu dönemde İslamın bilim-yaşam biçimi-kültür-dil ile bağı kopartılıyor. İsmail Kara bunu “dinin paranteze alınması” olarak değerlendiriyor. Bir tarafıyla önem bir tarafıyla ihmal!

Dindar insanın ve dindarlığın, dini kavramların laikleştirilmesini veya dini olanın laik olan unsurlarla iç içe kullanılmasının Türkiye’de yaşayan insanların hafızasına etkilerini anlatmak elbette daha müşkül olacaktır. Şerif Mardin bir hususa dikkat çekiyor. “Laikleştirici reformlar İslamiyeti daha İslami kılmıştı…” Türkiye’de sekülarist düşüncenin ilk basamağını, modern düşünce biçiminin İslam ile uzlaştırılması çabası oluşturmuştur”… (bkz. Nuray Mert. Laiklik Tartışmasında Kavramsal bir Bakış)

Din dışılık itibar kazanıyor. 1931’deki CHP’nin 3. Büyük Kongresi’nde laikliğin sınırları daraltıcı anlamıyla çiziliyor. Resmi olarak dinin yerine laiklik konuyor. Dini önlerinde bir engel olarak gördükleri gibi, kurumsal İslama karşı tavırları nefret dolu güvensizlik içeriyor. İsmail Kara bu dönemin duygu iklimini Voltaire’in kiliseye karşı duyduğu nefrete benzetiyor.

İkinci Akıl Yürütmenin Yer Değiştirmesi

Başka bir akıl yürütme biçiminde ise laiklik Osmanlı’ya yakınlaştırılıyor. Osmanlı meşru yeni laik tarihin bir parçası haline getiriliyor…Cumhuriyet fikrini ve ideolojisini din ve tarih üzerinden meşrulaştırıyor. Devlet laik olur fert laik olmaz denirken, laiklik bazen diniliğe boyanıyor. 

1940 İslam ansiklopedisi neşriyatı kararı, bu politikadan uzaklaşma değil ama diğer akıl yürütme biçimine geçiş için bir değişim işareti oluyor. 1947 CHP Kongresi asıl değişimi başlatıyor. İslamcılık akımının önde gelen isimlerinden Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanı oluyor. 1947’de özel din dershaneleri açılıyor. Aynı dönemde hacca gitmek yasaklanmalı diye kanun teklifleri verilirken, 1949 da İmam Hatip okulları, İlahiyat Fakültesi, kuran kursları açılıyor. Okullarda din dersleri başlıyor. Şemsettin Günaltay, başbakanken yaptığı bir konuşmada kendisini “Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için okullar açan bir hükümetin başbakanıyım” diye takdim ediyor. 1950 yılında türbe ziyaretlerine izin veriliyor, ilk açılan türbe Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşa’nın türbesi… 1927 de binaların üzerinde bulunan Arapça yazılar kapatılmıştı.1950 de bu yazılar açılmaya başlıyor. İlk açılan İstanbul Üniversitesi giriş kapısındaki yazı oluyor. Ezanın Türkçe okunması kararı kaldırılıyor, radyoda dini program yasağı kalkıyor, bunu kandil gecelerinde Mevlit, cuma sabahlarında Kur’an okunması takip ediyor. Siyasi merkezle dinin irtibatı yeniden kuruluyor. Bunu dini çevrelerin sisteme katılması takip ediyor.

Dini olanın laik olan unsurlar için, onlarla iç içe kullanılması, iki akıl yürütme arasındaki değişimler, Türk siyaset tarihinde hem kutuplaşmaya hem de içi içe geçebilmeye sebep oluyor. Hem zorluk hem imkan barındırıyor. Belki de bu nedenle DP, CHP’nin içinden çıkabiliyor, Milli Cepheler kurulabiliyor, DSP, Refah Partisi koalisyon yapabiliyor.

İsmail Kara “ Türkiye’de din konuşulmadan siyaset konuşulamaz” derken, “Türkiye tarihinde ayakları yere basan bir muhalefetin ancak İslam ve Müslümanlık üzerinden gerçekleştiğini” de söylüyor.

Cumhuriyet tarihini, düşüncesini tek bir dönem gibi ele almak mümkün değil. Siyasi tarih ile düşünce tarihi arasına bir hat çizerek, bir bütün olarak 20. yüzyıl Türkiye’sine baktığımızda laikleşme ile dindarlaşmanın atbaşı yürüdüğünü görüyoruz. Mustafa Kutlu’nun  gerçekte “hangi taraf güçlendi ya da zayıfladı” sorusu ise hâlâ masada.

“Laiklik yanlıları Türkiye’de dinin kültürel potansiyelinin büyüklüğünü kestirmekte yetersizler.” İsmail Kara’dan özetlediğim bu notlara ilave olarak İslamcıların da Türkiye’nin potansiyelini “dindarlıkla” daraltmalarının bir başka yetersizlik olduğunu söylemek isterim.