İsveç – Nato

İsveç – Nato

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

DÜNYANIN KAYNANASI İSVEÇ

 İsveç için ben değil Avrupalılar “dünyanın kaynanası” diyor. Dünyadaki algısı bu şekilde olan İsveç’in Avrupa kimliği içinde yeri farklı. Biz ise daha çok İsveç’i terör örgütü PKK’ya geçit veren demokrasisi, giderek güçlenen aşırı sağı, İslam karşıtı eylemlere sahne olması gibi başlıklarla tanıyoruz. Şimdi NATO üyeliğinin TBMM’de onaylanması halinde stratejik ortağımız olacak. Ancak İsveç’i çok da tanımadığımızı bir kez daha fark ettik… 

Geçen hafta ziyaretime gelen ve ilk Avrupa tarihi profesörümüz olan Pınar Ülgen’in üniversitelerimiz neden “Avrupa tarihi bölümü açmıyor?” sorusunu İsveç üzerine yaşanan gelişmelerle birlikte çok anlamlı buluyorum. Avrupa Birliği savaşı önlemek iddiasıyla kurulmuştu. Churchill’in ifadesiyle “birbirine karşı korkulardan emin olmak” fikrini merkezinde taşıyordu. Siyasi geleceği ne olacak sorusu elbette tartışılabilir. Ancak tüm bunların ötesinde Avrupa halkalarını tarihi, inançları ve kültürüyle daha iyi tanımamızı sağlayacak üniversitelerimizde birim ve bölümlerin kurulmasının ihtiyaç olduğuna inanıyorum.  

DİPLOMASİ ŞAŞIRTIR 

Türkiye’nin NATO zirvesine giderken tutumu diplomasi ataklarıyla doluydu. Her şeyden önce dünyada dengeler değişmişti. Bugün dünya üretimin aşağı yukarı %23’ünü Amerika tek başına yapıyor. Çin’in payı ise %18, Avrupa Birliği’nin payı %17, Rusya’nın payı ise %2 civarında. Rusya’nın farkı silah ve nükleer gücü…Bu veriler bile ortada asıl rekabetin Çin ve Amerika arasında olduğunu ve geleceğin de ona göre şekilleneceğini gösteriyor. 

Bu rekabet ve Rusya- Ukrayna savaşı Türkiye’nin Avrupa Birliği açısından, hatta dünya açısından öneminin altını bir kez daha çizdi. Avrupa’nın güvenlik ve savunması Türkiyesiz mümkün değil. Eğer Türkiye Avrupa Birliği üyesi olmuş olsaydı bugün Rusya Ukrayna’ya karşı bu savaşı bu kadar kolay başlatabilir miydi? 

Diğer taraftan Avrupa’nın dört önemli enerji hattından bir tanesi Türkiye üzerinden geçiyor. Güney gaz koridorunun potansiyeli de Türkiye’yi çok daha önemli hale getiriyor. Bu nedenlerle Türkiye’nin İsveç’e onay vermesi NATO açısından önemliydi, Türkiye açısından da terörle mücadele önemli bir adımdı.

Diplomasi geçen haftadan başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan Ukrayna Cumhurbaşkanı Zelenski’yi İstanbu’da ağırladı. ABD Başkanı Biden İsveç Başbakanı UlfKristerssen ile Washington’da görüştü Erdoğan ve Biden telefon görüşmesi yaptı, NATO Zirvesi’nde ikili görüşme için karar verildi.

Türkiye İsveç’e itirazların bir yıldır dile getirirken hem kendi taleplerini dayattı hem de sorunu İsveç’in teröristlere verdiği destek ile sınırlandırdı. Meseleyi genelleştirmeden ülke menfaatini ön planda tuttu.

NATO toplantısında mekik diplomasi devam etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan yola çıkmadan havalimanında verdiği demeçte İsveç’in üyeliği için el yükseltti, vize değil Avrupa Birliği’ne girişe ilişkin itirazların çekilmesini şart olarak ileri sürdü. “Türkiye’nin AB ye girişi stratejik önceliğidir” diyerek de iç ve dış tüm muhalefeti şaşırttı. “Kıbrıs konusunda yeni bir gelişme olabilir mi?” “Vize esnekliği gelebilir mi?” soruları bu demecin ardından geldi. 

Bu arada mekik diplomasi sürüyordu. İsveç başbakanı ile görüşürken ara verdi gitti Avrupa Birliği yetkilisi Charles Michel ile görüştü. Sonra tekrar İsveç başbakanı ile görüşmeye döndü. Görüşmeye ilişkin çok az bilginin yansıması herkesin merakını çekti. Ardından Cumhurbaşkanı’nın Yunanistan Başbakanı Mitçotakis’le yapacağı görüşme ilan edildi.

Cumhurbaşkanı Erdoğan AK Parti iktidarının ilk yılarındaki Batı ile yakınlaşma hamlelerine geri dönerken, İsveç NATO’ya girebilmek için Türkiye’yi yumuşatmak adına anayasasında ve yasalarında değişiklikler yaptı.

Vilnius NATO zirvesi Türkiye’nin Avrupa Birliği ve dünya için önemini bir kez daha gözler önüne serdi…

ÇOCUKLARA ZARARLI İÇERİKLERİYLE WATTPAD

Dünya genelinde 90 milyon okuru bulunan hikaye yazma ve okuma platformu olan Wattpad’ı en fazla kullanan dördüncü ülke 3 milyon kullanıcı ile Türkiye.  7 milyon Türkçe hikayenin bulunduğu Wattpad içeriklerinin çoğu +18 olmasına rağmen bu içerikleri çoğunlukla 10-18 yaş grubu paylaşıyor.

Ücretsiz, online, erişimi kolay, özgür paylaşım yapabilme özelliği cazip görülüyor ama ciddi riskler içeriyor. Öncelikle hikayeler hiçbir denetimden geçmiyor. Okuyucu sayısı fazla olan hikayeler ödüllendiriliyor, burada popüler olanları yayınevleri tarafından kitaplaştırılarak satışa sunulabiliyor.

En çok okunma oranına sahip kitaplara baktığımızda, karşımıza kötü alışkanlıklar, çevreden soyutlanma, toplum değerleriyle uyumsuzluk, cinsel içerik, olumsuz davranışlara, suça yönelme ve ben merkezli bakış açısının karakterlere yansıtıldığı görülüyor.

Paylaşılan hikayelerde çoğunlukla çarpık ilişkiler, cinsel içerik, LGBTQ+ gibi toplumsal değerlerden ve gerçeklikten uzaklaştırılmış kadın erkek rolleri, şiddet, saldırganlık, küfür, gerçek hayat hikayesi adı altında travmatik olaylar, intihar, madde bağımlılığı gibi gençlerin zihin dünyalarını tahrip edici ve çok erken yaşlarda bu içeriklere maruz kalmaları halinde ağır kişilik ve kalıcı psikolojik sorunlara yol açacak içerikler yer alıyor.

Bu uygulamanın acilen denetlenmesi, yaş sınırının korunması yönünde sıkı tedbirlerinin alınması, ebeveyn kontrolünün getirilmesi ve hatta bunlar çözüm oluşturmadığında siteye erişimin kapatılması gündeme getirilmeli.

İsveç – Nato

Müzmin Muhalefet Partisi CHP

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Müzmin Muhalefet Partisi CHP

Meclis’te olunca muhalefet ister istemez daha çok gündemine giriyor insanı. Doğal olarak da ‘bugüne gelirken neler yaşandı ki aynı argümanlar etrafında dönüp dolaşılıyor’ sorusuyla, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) siyasetinin zihniyetine bakmak gerekiyor. Değişim yürüyüşleri, CHP içinden çıkan küçük partiler, ‘parti gençleşsin, değişsin’ diyenlerin bugünkü topyekûnunun dününe dair küçük notlar paylaşmak istiyorum.

Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyetin ilk yıllarından 1950’ye kadar ülkeyi tek başına yönetti. CHP’ye karşı 1946’dan önce kurulan siyasi partilerin varlığı ise fazla süremedi. İç muhalefetin sesine o zaman da kulak vermedi. CHP’de ilk değişim çağrısı Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’dan geldi. Tarihe “dörtlü takrir” olarak geçen bir bildiri ile özgürlükleri kısıtlayan rejimin daha fazla sürdürülmeyeceğini ifade ederek, değişim talebinde bulundular. Ancak Menderes ve Köprülü CHP’den ihraç edildi. Onlar da 7 Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi (DP) kurdular. 1950’deki seçimi % 53,5 oyla DP kazandı. Adnan Menderes yeni başbakan olurken, 27 yıllık CHP iktidarı da son buldu.

CHP, 1950 sonra bir daha tek başına iktidara gelemedi, 1979’dan sonra da iktidar partisi olmaktan çıktı, müzmin bir muhalefet partisine dönüştü. 14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidardan düşen CHP, “kimlik krizi” yaşamış, devletçi parti görüntüsünden kurtulmak ve “halka gitmek” için arayışlara girmişse de bu karşılık bulmamış. 1954 seçimlerinde ve sonrasında da oy kaybını engelleyememiş. Partinin kimlik krizi ve arayışları sürmüş. Bu dönemde yıllarca CHP iktidarları sırasında baskı gören, sol- pozitivist aydınlar imdada yetişmiş. CHP ideolojisini netleştirmek için 1958’de “Araştırma ve Dokümantasyon Bürosu” kurmuş, 1959’da düzenlediği 14. Kurultay’da kaleme alınan “İlk Hedefler Beyannamesi” CHP’nin sosyal demokratikleşme çabalarının başlangıcı olmuş. CHP’nin burada koyduğu hedefler1961 Anayasası’nın da temelini oluşturmuş. 

Yakın tarih ve CHP üzerine çalışmalarıyla bildiğimiz Cemil Koçak DP ile CHP’yi ayıran iki önemli fark olduğunu söyler: “1) DP devletçilik politikasını reddetmek konusunda radikal. 2) Laiklik. Toplumun dinle kurduğu ilişkiyi CHP’nin anladığı gibi değil, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında değerlendirmek gerek der. Buna halk öyle teveccüh gösteriyor ki kısa sürede CHP de vazgeçecek bundan ve DP’ye yaklaşacak. (…) CHP ile DP arasındaki en temel ayrılıksa, bugünkü ayrılığın da başlangıcı: Sandık. DP’ye göre sandığın iradesine gem vurulamaz, denetlenemez. Sandıktan çıkan irade, egemenliği doğrudan ve bütünüyle kullanır.”

Kendi iç meselelerini çözemeyen CHP, DP karşısında seçim yenilgisinden sonraki ilk yıllarda zayıf bir muhalefet partisi görüntüsü verirken, daha sonraki yıllarda toparlanmaya çalışmış, her seçim yenilgisinden sonraysa çözüm yolu olarak gençleşme, değişim ve halka inme/halkla iç içe olma stratejisi tekrar tekrar gündeme getirilmiş. CHP yine bir kimlik krizi ve iç kavgaların ve değişim çağrılarının eşiğinde.

GALLUP – MALLUP

Kendimizi anlatma-ya da anlatamama durumumuz hiç değişmez. Ya da kendimizi başkasının aynasında görüp küçümseme, hayıflanma halimiz hiç bitmez. Kendimize hiç inanmayız. Hiçbir veriye “hadi oradan” demeyiz.

Geçenlerde yayınlanan Gallup araştırmasının Türkiye ile Afganistan’ı eşitleyen sonucunu, hem de akademisyenler tarafından onaylanarak paylaşımını okurken aynı duyguya kapıldım.

Neymiş şu Afganistan’la G20 üyesi Türkiye’yi eşitleyen araştırmaya bir bakayım dedim.

Konu pozitif düşünme endeksi imiş. İngilizce “lowest positive experiences world wide in 2022” olarak geçiyor.

Örneklem metodolojisi ne ola ki diye merak ettim. Bu duygu raporuymuş. Sordukları sorular da şöyle başlıyor

“Dün yeterince saygı gördün mü?” “Dün kendini coşkulu hissetin mi?”

“Dün anlamlı ve ilgi çekici bir şey öğrendin mi?” “Dün yeterince güldün mü?…”

Dün ne yaşadın sorusu çok sübjektif olduğu gibi duygular üzerinden bir kıyaslama da oldukça anlamsız.

Araştırma için her ülkede bin denek ile telefon veya yüz yüze görüşme yapılmış…

Bu raporlardan yola çıkarak ülkesinde olan biteni görmeyenlere sormak lazım; hadi son 20 yıla gözünü kapahhrırn daon dan önceki dönemlerde yapılanlara damı gözünüzü kapatıyorsunuz. Türkiye, Afganistan ile aynı yerde diyerek bu raporları işte halimiz olarak sunuyorsunuz. Türkiye’nin 100 yıl önceki hali dahi Afganistan’dan kat kat daha iyidir. Kaldı ki bugün…

Tarihimiz ve bugünümüzü, aldığımız yolu ideolojik körlükle reddetmek kimseye fayda vermez. Burada küçük bir anekdottan bahsetmek isterim: Halide Edip Adıvar 1930’lu yıllarda ABD’de konferanslar verir. Bu konferans ve gezileri esnasında Türk kadını olarak ona ilgi gösteren çok olur. Bir gazeteci Halide’ye fotoğraf makinesiyle yaklaşıp poz verirken “Pijamalarınız giyip, uzun bir ağızlıkla sigara için” der. O da “Niçin?” diye sorduğunda gazeteci “Türkiye’de böyle gezmiyor musunuz?” der. O da bir buçuk asırdır Türkiye’de yaşamın değişimi ve reformlara nasıl bir temel oluşturduğunu anlatır.

İsveç – Nato

Çocuklar İçin Büyük Tehlike

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Çocuklar İçin Büyük Tehlike

Ebeveynlerin yüzde 68’i çocuklarının resimlerini sosyal medyada paylaşıyor. En güzel resimlerini hem de! Ancak uzmanlar bu paylaşımların dijital suçlara imkan sağladığını söyleyerek ailelere bunu yapmamalarını öneriyorlar. ‘Çocuklarınızı yalnız tek başlarına paylaşmayın, üzgünken, ağlarken paylaşmayın, mayolu resimlerini paylaşmayın, onları cinsel obje haline getiren giysilerle paylaşmayın’ diye özellikle uyarıyorlar. 

Bu uyarılara verilen örnekler arasında depremde paylaşılan çocuk fotoğrafları da var. Depremde en çok paylaşılan küçük bebek resmi üzerine yazılan mesajlar, aciz, yalnız çocuk fotoğraflarının sosyal medyada kullanmanın zararlarına dair bize yeterince kanıt sunuyor. 

İnternete düşen bir çocuk fotoğrafı mutlaka pedofili lobilerinin görüntüleri biriktirdiği büyük işlemecilere(server) düşüyor.

Bu fotoğrafları biriktiren suça meyilli kişiler bunları internetin yeraltı dünyasında çocuk ticareti, organ mafyası, fuhuş ticareti şebekeleri başta olmak üzere pek çok yere servis ediyorlar. Hele bir de adres, yer, konum verildiyse çocuğa sanal bağlantılarla da fiziksel olarak da ulaşmak daha kolay oluyor.

Geçen hafta Türk Kahvesi programında konuk ettiğim Prof. Ferhan Odabaşı bu tehlikelere dikkat çekerken katıldığı bir toplantıda bir FBI görevlisinin sorusunu örnek olarak aktardı. FBI görevlisi sunum başlığını “Bir Pedofili Hastasını Nasıl Tanırsınız?” diye koymuş. Verdiği cevap ise çok kısa olmuş: “Tanısam size söylerdim. Ama tanıyamam.” Ferhan Odabaşı devam ediyor: “Araştırmalar gösteriyor ki bir pedofili herkes olabilir, asla bilemezsiniz !”

Çocuğunuzun sizinle birlikte olduğunuz fotoğraf kimsenin işine yaramıyor. Bir pedofili hastasına en cazip gelen çocuğun aciz hali, uyuyan çocuk fotoğrafları. Çocukların tek başına oldukları fotoğraflar onlar için ilgi çekici oluyor.

Çocuğun rızası olmadan çocuğun fotoğrafını paylaşmayalım, çocuğu koruyalım.

Sexting…Sharenting…

En son kavramdan başlayayım…Sharenting; paylaşılan ebeveynlik…. Çocuğunun her anını sosyal medyada paylaşan ebeveynler bu isim ile anılıyor. Ferhan Hoca aileleri uyarırken diyor ki “Asla onların kendi çocuk resimleriyle hesap açmalarına izin vermeyin.”

İngiltere ve Galler’deki polis raporlarına dayanan 2019 tarihli bir rapor, çocuk tacizcilerinin yüzde 32’sinin Instagram’ı, yüzde 23’ünün Facebook’u, yüzde 14’ünün Snapchat’i kullandığını ortaya koymuş. Tik Tok, Twitch gibi platformların çocuk istismarı konusunda şöhretleri hiç de iyi değil.

İngiltere’de akademisyenlerle devlet birlikte çalışıyor. Amerika’da çevrimiçi çocukları koruyan dernekler var. Bunların en meşhuru Family Online Safety Institute. Bu konuda akademsiyenler, aileler ve devlet el ele vermek zorunda.

Sexting yeni davranış şekli olarak ortaya çıkıyor. Yani cep telefonları arasında cinsel içerikli mesajlar, fotoğraflar, videolar göndermek, almak veya iletmek. Bunların sanal ortamda yayılması veya buna dair şantajlar çevrimiçi istismarda en fazla karşılaşılan durumlar arasında.

Çocuklara sanal ortamda yapılan taciz ve zorbalıkların ciddi psikolojik sonuçları var. Bu çocuğun hayatını kararttığı gibi çeşitli bağımlılıkların da tetikleyicisi oluyor. Sosyal medyada 13 yaşına kadar çocukların hesabı olmaması lazım. Ebeveynler – aileler çocuklarını dijital dünyadan korumalı.

ÇOCUKLARIN GÖRÜNTÜLERİNİN CİNSELLEŞTİRİLMESİ

Çocukların görüntülerinin cinselleştirilmesi konusunda yayınlanan UNICEF raporu da çocukların cinsel obje olarak sunulmalarının ileriki yıllarda oluşturacağı kötü sonuçlarını anlatıyor. Bu rapor sosyal medyada cinsel obje olarak sunulan çocukların uzun vadede pek çok sorunla karşılaşacaklarına dair uyarıda bulunuyor. Ayrıca bu suiistimaller çocuklara karşı şiddeti de normalleştiriyor.

Çocukları cinsiyet ameliyatlarının objesi haline getirmenin sonuçları da ağır oluyor. Bunu empoze eden içeriklerle karşı ebeveynlerin özellikle tetikte olması lazım.

‘Çocuklar bizim her şeyimiz’ diyorsak çocuklarımızın her anını görüntüleyip, sergilemekten vazgeçmek gerekiyor!

AKDENİZ GÖÇMEN MEZARLIĞI

Yunanistan sahilinde iki devletin gözetiminde göz göre göre ölüme sürüklenen 750’ye yakın göçmen haberi yeni bir durumu ortaya koymuyor. Resmi rakamlar 2016’dan bu yana 27 bin insanın Akdeniz’den Avrupa’ya geçmeye çalışırken öldüğünü söylüyor. Bunlar cesedi sahile vuranlar, bir de hiç cesedi bulunmayanlar var.  

“Akdeniz göçmen mezarlığına döndü, balıkçı ağlarına artık balık yerine insan cesetleri takılıyor…”  Bu haberi yapan BBC’den Mike Thomson, Tunus açıklarında balıkçı köylerine giderek onlarla röportaj yapmış. Tunus yakınlarında Sfax’ta balıkçılık yapan Qussame Dabbeşi balık ağına artık insan ve hatta bebek cesetleri takıldığını söylüyor. Afrika’dan Avrupa’ya geçmeye çalışan yoksul göçmenler için en çok tercih edilen yerlerden birisi olan Sfax’ta balıkçı tekneleri kaçak geçiş yapmaya çalışan göçmenlere kiralanıyor.

Kıyıya vuran ceset sayısı bir ayda 200’ü bulabiliyor. Sfax’taki morg ve hastane kapasitesi yeterli olmuyor. Cesetler birbiri üzerine istifleniyor ve DNA testleri ile kimlikleri tespit edilmeye çalışılıyor.

Avrupa ise yeni göçmen almamanın yollarını arıyor. Brüksel’de uzun saatler süren görüşmelerin ardından ülke başına 30 bin göçmen kotası getirildi. En çok tartışılan konu ise kota dışındakilerin nasıl sınır dışı edileceği oldu. Alınan kararlara göre göçmenler en son hangi ülkeden Avrupa’ya giriş yaptıysa oradan sınır dışı edilecek.

Sfax’ta yeni kazılan mezarları görüntüleyen BBC muhabiri bu mezarların yeni göçmenleri beklediğini de yazmış… Avrupa’nın mültecilerle imtihanı büyük bir insanlık testi ve trajedisini de beraberinde getiriyor. 

İsveç – Nato

Diğerleri Ne Söylüyor?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Diğerleri Ne Söylüyor?

Logline ya da “filmin cümlesi”ni senaryo ile uğraşanlar yakından bilir. Logline bir filmin ne anlattığına dair bir iki cümlelik tariftir. 14 Mayıs ve 28 Mayıs 2023 seçim sonuçlarına ilişkin değerlendirmeleri okurken ve dinlerken bu seçimlerin ‘logline’ı nedir diye düşündüm. Bu yazı o tek cümlelik özet arayışına katkı sağlayabilir.

Seçim sonuçlarında öne çıkan bir kelimeye dikkatimi çeken TEPAV Müdürü Prof. Dr. Hilmi Demir ve ekibi oldu: Diğer. 50+1’i zorunlu hale getiren seçim sistemi nedeniyle, seçimde +1’i toplayacak olan diğer partilerdi.  Diğer derken AK Parti, CHP, MHP, İYİ Parti, HDP/Yeşil Sol Parti dışındaki partileri kastediyorum. Zafer Partisi, Memleket Partisi, TİP, BBP, Yeniden Refah Partisi, Hüda Par, Demokrat Parti, Deva, Saadet ve Gelecek partileri…

Rakamlarla durumu şöyle ortaya koyalım: 2018 yılında diğer partilerin aldığı oy oranı Türkiye genelinde %2,40 iken, 2023’te %10,52 oluyor. Sanayi illerinde  ‘diğer’lerin oranı 2018’de %1,83 iken 2023’te %10,64’e çıkıyor. Üç büyük ildeki ‘diğer’ seçeneğindeki artış oranı daha hızlı: %1,72’den % 11,16’ya çıkmış.

2018’le kıyaslayınca bu seçimde AK Parti 31, CHP 16, HDP (Yeşil Sol)10 milletvekili kaybederken, ‘diğer’ partiler milletvekili sayılarını artırmışlar. CHP listesinden seçime giren Deva (15), Saadet  (10) ve Gelecek (10), Demokrat Parti (3) 38 milletvekili çıkartmış. AK Parti listesinden seçime giren Hüda Par 4, kendi listesi ile seçime katılan Yeniden Refah Partisi(YRP) ise 5 milletvekilliği elde etmiş. TİP’in milletvekili sayısı ise 4 olmuş.

Diğer partilerin oy oranları bölgeden bölgeye değişiyor. Üç bölgede ‘diğer’ kategorisinde tasnif edilen partiler 2018’de sıfıra yakın oy almışken, 2023 seçiminde ulaştıkları oy oranları dikkat çekici:

İç Anadolu ‘diğer’lerin en çok oy aldığı bölge olmuş: YRP (%3,1), Zafer Partisi (%2.8), BBP (% 1,9), Memleket Partisi (% 0,9) ve TİP’in (% 0,8) bölgedeki toplam oy oranı %9.5.

‘Diğer’lerde en az artış Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde görülüyor. YRP (% 2,6), Zafer Partisi (% 1,0), Memleket Partisi (% 0,5), BBP (% 0,4) ve Sol Parti (% 0,4) toplam %4.9 oy almış.

Ege Bölgesi’ndeki ‘diğer’lerin – Zafer (% 2,2), TİP (% 1,8), YRP (% 1,5), Memleket (% 1,1)ve BBP (% 0,8)- toplam oy oranı ise yüzde 7.4.

Geçen dönem 14 partinin temsil edildiği TBMM’de bu dönemde 5 siyasi parti grubu çatısı altında 15 partinin milletvekilleri bulunuyor. Bu 15 parti seçmenlerin yüzde 94’ünün oyunu temsil ediyor.

2023’e, 2020 ve 2021’de kurulan 49 parti ile birlikte toplam 122 siyasi parti ile girdik. 36’sı genel seçime katılma yeterliliğine sahip olan bu partilerden 26’sı adaylarıyla seçime katıldı. 26 partinin 13’ü tek başına, 13’ü ise ittifaklar altında seçime girdi.

Diğer olarak tasnif edilen partiler birbiriyle benzer tarafı olmayan seçmen kitlelerini temsil ediyor. Bu açıdan seçim sonuçları sosyolojik değişime ilişkin önemli ipuçlarını da içeriyor. Bu seçimin temel sorusunun; seçmenin ana partiler dışında diğer partilere neden yöneldiği olduğunu söyleyebiliriz.

Öte yandan, Meclis’te oluşan yeni tabloda karar almak için kilit olan ‘diğer’ partilerin gücü arttı. Bir değişiklik için daha çok partiden daha çok sayıda milletvekilini ikna etmek gerekiyor.

Küçük partilerin pazarlık etkisi oluştu. “Expost yani olan biten ve gerçekleşen üzerine düşünerek ittifak kuran organizasyonlar yerine, exante, yani geleceğe dönük tahminlere dayanan koalisyonlar geliyor” diyen analistler siyasetin geleceğine ilişkin bir perspektif veriyor. Ağır, hareket etmesi zor parçalar yerine, modüler mobilyalar gibi, hızla yer değiştirilebilir, taşınabilir, Zygmunt Bauman’ın tanımıyla akışkan, yer değiştirebilme kapasitesi yüksek siyasi partiler nesli geliyor. En azında 2023 seçim sonuçlarından çıkan sonuç bu. Ana büyük partiler de buna göre kendilerini yenilemek zorundalar.

TEPAV analiz uzmanlarının seçim sonuçları üzerine değerlendirmelerinde dikkatimi çeken bu noktaların altını çizmek istedim. Bu eğilim sadece Türkiye değil dünya için de geçerli… Siyasi alanda expost değil, exante bir içeriği doğru gidiş varken partilerin de söylem ve yorumlarını buna göre yenilemeleri gerekiyor.

Bu seçim sonuçlarını değerlendirirken ezbere büyük anlatılar, ana akım ideolojik söylemlerin dışında bu alanlara bakmakta fayda var.

İsveç – Nato

Numan KURTULMUŞ

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Numan KURTULMUŞ

Dün yapılan seçimle Cumhuriyet’in ikinci yüzyılının ilk TBMM başkanını seçtik. Prof. Dr. Sn. Numan Kurtulmuş’u akademiden ayrıldıktan sonra girdiği siyaset hayatı içinde elbette tanıyan pek çok kişi vardır. Ancak yeni yüzyılımızın ilk Meclis başkanı olarak hayata bakışı ve kişiliğini oluşturan noktalara dair kısa bir not düşmek isterim. Özelikle de aynı ismi taşıdığı dedesi Numan Kurtulmuş’u, babası doktor İsmail Niyazi Bey’i, eşi Sevgi Kurtulmuş’u Türk Kahvesi programında yaptığımız sohbetten notlarla size tanıtmak istedim.

Numan Kurtulmuş deyince akla ilk gelen özellik vefa. İstanbul’un Fatih semtiyle özdeşleşmiş bir aile geçmişi var. Çok uzun süre hatta yakın zamanlara kadar doğduğu evde ailesiyle birlikte birlikte oturdu.

BABAM…

Babası İsmail Niyazi Bey 1932’de Ünye’den İstanbul’a gelir, İstanbul Erkek Lisesi’nin ardından tıp okur. 1971 yılında Milli Saraylar doktoru olarak görevlendirilir. Dolmabahçe Sarayı’nda, Heybeliada’da vazifelerde bulunur. Dede Numan Bey’in oğluna vasiyeti mesleğini Allah rızası için ifa etmesi ve perşembe günleri ücretsiz olarak hastalarına bakmasıydı… İsmail Niyazi Bey de bu vasiyeti son nefesine kadar titizlikle yerine getirir. Muayenehanesinde fakir fukarayı ücretsiz muayene eder, onlara bilabedel ilaç verir, ceplerine harçlık koyar.

Bir dönem MSP’den Ordu senatör adayı gösterilen İsmail Niyazi Bey 1951 tarihinde kurulan İlim Yayma Cemiyeti’ne de önemli katkılar sağlar. “Biz 5 kardeştik” der Numan Kurtulmuş, “Altıncı kardeşimiz ‘İlim Yayma Cemiyeti’ idi. Tabiri caizse, İlim Yayma Cemiyeti, Türkiye’deki hayır kurumlarının motorudur.”

İsmail Niyazi Bey hayatının son demlerine kadar yüzlerce öğrenciye burs verir. Fukara öğrenciler için karz-ı hasen kesesinde her daim para bulundurması ona dair anlatılanlar arasında hep zikrediliyor. Öyle ki taşradan İstanbul’a okumaya gelmiş birçok öğrencinin hayatlarında dönüm noktasıydı onunla tanışmak.

45 yaşından sonra dışarıdan imam hatip okulunu bitirir. ‘Neden bu yaştan sonra dışarıdan imam hatip bitiriyorsun?’ sorusuna “Ben de imam hatiplilerle haşr olmak için bu okulu dışarıdan bitiriyorum.” diye yanıt verir. Numan Kurtulmuş, “Benim en büyük mektebim babamdır.” der: “Beni küçük yaşlardan itibaren toplantılara götürürdü ve sosyalleşmemi isterdi… Babamın bize öğrettiği şey şudur; kız çocuklarının okutulması. Hep şunu derdi: Esas kız çocuklarını okutmak lazım…”

DEDEM…

Numan Bey’in ismini aldığı dedesi ise bir asker, teğmen… Balkan Harbi’ne iştirak etmiş bir gazi.  İstanbul İzmir, Halep, Urfa’da vazife almış Çanakkale cephesi Erzurum cephesinde savaşmış, sağ kolundan yaralanmış savaşmaya devam etmiş…Kop Dağı’nda ayak bileğinden yaralanmış yine savaşmaya devam etmiş. Sofya’da bin kişilik kafileye komutan tayin edilerek Romanya’ya gönderilmiş burada dördüncü yarasını almış. İstanbul’un işgalinin ardından Samsun’a gitmiş, orada eşkiya takibi vazifesinde beşinci yarasını almış yine görevine devam etmiş.

En son Sakarya Muharebesi’nde bir tepeyi almak üzere bölüğü ile taarruz ederken sağ kalçasından ağır derecede yaralanmış… Uzun bir tedavinin ardından bastonla gezebilecek hale gelmiş ve malulen emekli olmuş. Sonra çocuklarının eğitimim için İstanbul’a gelmiş.

Dede Numan Kurtulmuş boş durmaktan hoşlanmayan, fakirlere yardımı seven beş tane dini eser kaleme alacak kadar kadar da eğitimli birisi olarak tarif ediliyor.1950’de Latin alfabesiyle yazılan ilk Amentü Şerhi de bunlardan birisiydi…Çocuklarını da çok iyi yetiştirmiş, bir yaz Arapça çalıştırır bir yaz Fransızca çalıştırırmış çocuklarını…

EŞİM

Pek çok zorluğa birlikte göğüs gerdiği hayat arkadaşı Prof. Dr. Sevgi Kurtulmuş’tan da bahsetmek isterim. Numan Kurtulmuş ve kıymetli eşi ile dostluğumuz çok eskidir. Her ikisi de entelektüel ve akademik kimliklerinin yanı sıra bu camiada dostlarına verdikleri değer ve mütevazilikleriyle bilinirler. Yaşam tarzları mevkilerine göre hiç değişmedi.

Eşinden bahsederken, “Sağ olsun Sevgi Hanım benim en büyük danışmanım” der. “Üniversitede aynı bölümdeydik. Bir şey yazdığımız zaman ben ona o bana okuturduk… Bana hem yakın bir dost, arkadaş. Benim yapmam gereken işlerin neredeyse tamamını yüklendi. Hem benim yükümü çekti hem de benden kaynaklanan yüklerin tamamını çekti.28 Şubat sonrasındaki yüklere rağmen büyük bir olgunlukla hepsinin üstesinden geldi. Üniversiteden profesörlüğüne iki sene kala kapının önüne kondu. Küçük çocuklarına rağmen tezlerini yazıp doçent oldu. 15-16 sene akademik kariyerinden uzak kalmak zorunda kaldı.”

MİLLETİM…

“Bizim jenerasyonumuz eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye geçme sürecinde rol aldı. Çok zor günler geçirdik ama bunların hepsine direndik.” diyen Numan Kurtulmuş için vatan sevgisi inancımızın, kültürümüzün ve medeniyetimizin bir parçası: “Bizim bir büyük millet varlığımız var. Bu 780 bin kilometre kareye sığan bir şey değil. Bizim bu vatana bağlı 100 milyonlarca kardeşimiz var. Allah kimseyi vatansız bırakmasın diyoruz ya vatansız olmanın ne demek olduğunu 7-8 yıldır Ortadoğu’da görüyoruz. Yıllarca komşuluk yapmış ülkeler devletler parçalandıktan sonra nasıl düşman olduğunu görüyoruz….”

Eskilerin deyimiyle dedesi ve babası mefkure insanı olan Numan Kurtulmuş bugün TBMM Başkanı. Üzerine aldığı ağır yükü demokratik kimliği, bilgisi ve mütevazi kişiliği ile zarifçe taşıyacağına eminim.

Çalışma ekibinde yer alacaklar için de ipucu vereyim: Biraz titiz, düzenli ve özellikle de Türkçe ve imla konularında çok hassas…

İsveç – Nato

Hangi Bayrağa Selam Vereceğimize Karar Vermeli

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Hangi Bayrağa Selam Vereceğimize Karar Vermeli

Seçim sonuçlarına dair pek çok yorum var. 22 yıllık bir siyasi tecrübem benim de farklı noktalarda odaklanmama sebep oluyor. Benim dikkatimi çeken siyasi analizlerin ötesinde toplumsal değişim oldu. Değişen ve değişmeyenleri değerlendirirken, değişimin kendisinin kazandığı hız ve eskinin hızla önemini kaybetmesi meselesine odaklandım.

Bu seçimde rüzgâra göre yön değiştiren omurgası ile tutkalı sadece “Erdoğan karşıtlığı” olan bir muhalefet ile mücadele ettik. An odaklı, geçici hedef birliği üzerinden izlenen siyasetin geleceğini öngörmenin imkânsızlığına şahit olduk. Ancak bizzat seçmenle geçirdiğimiz bir kırk günün ardından siyasetin geleceğine yön vereceğine inandığım topluma dair gözlemlerim şöyle:

Toplumsal değişimin dinamiğini sadece ekonomik kaygılarla değerlendirmek yanlış.

Ekonomi önemli, ancak yaşanılan değişimi anlamlandırmakta zorlanmanın temelinde her kesim için “inanç eksikliği” yatıyor. Kendine, ülkesine, davasına, inançlarına…

Bölgeselden, küresele, devletlerden toplumlara dünya yeni bir yap-bozun içindeyken milliyetçilik bu dağılmalara tepki olarak yükseliyor. İnsanlar savrulmayacak sabit değerler arıyor. Ormanda izini kaybetmemek için de diyebiliriz buna.

Tam da bu noktada “milliyetçilik” dış basından iç basına benzer çevreler tarafından bir felaket olarak sunuluyor. Oysa bugünkü insanın milliyetçilikten anladığı “ırkçılık” değil. Herşeyin savrulduğu bir dünyada ayağını sağlam basacak zemin.

Bu seçimlerde, seçmenler üzerindeki mahalle baskısını çok hissettim. Doktor bir genç kız, asistanlar odasında, “AK Partiliyim diyemeyiz canımıza okurlar.” diyordu. Öyle ki bir hocası “AK Partili olanlar beni takip etmesin, lütfen takipten çıkın.” demiş.

Pek çok genç çalışma ortamlarında AK Partili olmanın suç görüldüğünü söylüyordu. Okullarda yine aynı şey. Kültür sanat çevrelerinde aynı tablo. AK Partili olmak ile gerici, yobaz olmak arasındaki geçmişte üretilen provokatif söylemleri sürdüren çeşitli guruplar, özellikle beyaz yakalılarda yaşıyor, yaşatılıyor… Bu söylemlerle başkaları üzerinde tahakküm kuran, mahalle baskısı uygulayanlar üzerinde bir sosyolojik araştırma şart.

Özetle bu seçimlerde çokça mahalle baskısı duydum ama karşı mahallede. Gençler onların olduğu ortamlarda AK Parti’ye oy vereceğim diyemiyorlar. Z kuşağında çok sayıda genç Erdoğan oy verdi ama kimse bunu itiraf edemiyor.

“Türk düşünce hayatında birbirinden kopuk adacıkların olduğu gibi bu adacıklar da birbirlerine kapalıdır. “ Bu tespiti yapan Cemil Meriç’e hak vermemek mümkün değildi. Muhalefet seçmen kitleyi bu adacıkların içine hapsetmeye çalıştı ama başarılı olamadı.

Amerika’da, Avrupa’da yaşayan aydınlardan Türkiye’de yaşayanlara kadar, yaptıkları yanlış değerlendirmelerde bu adacıklara hapsolmalarının etkisi büyük.  Amerika’nın en saygın üniversitesinde dersler veren bir ekonomist Daron Acemoğlu’ da bunlardan birisiydi.  Batı toplumlarında benzer sonuçları “demokrasi”, Türkiye’de ise “Erdoğan’ın demokrasi makinesini kullanması ve patronajı” olarak okuyordu.

BBC ‘de çıkan “Türkiye ikiye bölüdü” yorumu da benzerdi. Amerika’da seçimlerden Cumhuriyetçi ve Demokratlar arasında benzer sonuçlar çıktığında Amerikan toplumu ikiye bölündü demeyenler, nedense aynı demokratik tabloyu “Türkiye bölünmüş” olarak görüyorlar.

Ben ise tam tersi bu sonuçların aydınların hapsolduğu adacıklardakilerin aksine, halkın ayrıştığı değil, geçişken ve akışkan bir hal aldığı, bütünleşme imkânı olan bir toplum aritmetiği olarak okuyorum. Ayrıştırma, kutuplaşma söylemlerinin klişeliğinin geçersizleştiği, göz hizasında iletişim kurmaya bir fırsatı olarak görüyorum. Cumhuriyet elitlerinin, en pozitivist aydınların üstün insan olma iddiası ve ayrıcalığını bu seçimlerin bitireceğini düşünüyorum.

Sokrates, “Üzerinde düşünülmemiş bir hayat yaşanmaya değmez.” diyor. Biz de her zaman yaşadığımız şeyler üzerinde illa ki geriye bakıp düşünmek zorundayız.

Hangi bayrağa selam vereceğimize artık karar vermeliyiz.