CHP’ de Kavga

CHP’ de Kavga

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

CHP’ de Kavga

9 Nisan akşamı muhalefet birbirine girecek. Aday listeleri Yüksek Seçim Kurulu’na teslim edildiğinde muhalif cephede büyük bir kavga çıkma potansiyeli çok yüksek. Sebeplerin başında diğer küçük partilerin milletvekili sayıları geliyor. Kılıçdaroğlu’nun adaylığını açıklamasıyla birlikte artık diğerlerine çok da fazla ihtiyacı kalmadı, daha önce verilen sözlerin ne kadarı gerçekleşecek bunu zaman gösterecek…

Üç küçük partinin hepsinin 40-50 bandında vekil istediği, Kılıçdaroğlu’nun ise her birine “10’ar vekil veririm.” dediği konuşuluyor. Böyle yaptığında bile 30 vekil CHP dışındaki partilere gidiyor.  Bu da ortalama her 5 CHP vekilinden birinin yerine diğerlerinin gelmesi anlamına geliyor. CHP’nin seçilecek yerlerdeki vekillerin beşte birini diğer partilere vermesinin CHP içinde kavga çıkartmama ihtimali yok. Böyle bir durumda Kılıçdaroğlu kendi adaylığını zorlamak için CHP vekilliğini pazarlamış oldu.

Özetle, ortak liste kararıyla seçime girecek olan Millet İttifakı’nda önümüzdeki hafta büyük bir iç kavga olacağa benziyor.

NEVŞİN MENGÜ BİR ANDA MÜCTEHİD Mİ OLDU 

Kılıçdaroğlu’nu seccadeye ayakla basması meselesi tartışılırken en çok gazeteci Nevşin Mengü’nün yorumları ilgimi çekti. “İslam nedir, ne değildir?” konusunda açıklama yapan  Nevşin Mengü’den bir anda “Allahuteala’nın emri”  gibi sözler duymak sadece beni değil herkesi şaşırttı.  “İslam’da tek kutsal olan şey insanın Allahuteala ile ilişkisidir. İslam aklı soyuttan somuta doğru çalışır. Hz. Muhammed’i devrimci yapan da odur.” gibi yorumları dikkat çekiciydi. Ramazan ramazan hepimize  mucize gibi gelen “Rabbim sen nelere kadirsin” dedirten bu cümlelerin içeriği konusunda yorumda bulunmayacağım.

SIRRI SAKIK’TAN HAKİKAT ÇAĞRISI 

CHP-HDP ittifakının boyutlarını dışardan kestiremiyoruz. Dün Sırrı Sakık yaptığı açıklamada Kılıçdaroğlu’nu hedef alarak özetle,  “Hem bizim oylarımız isteyip hem de ittifak yapmıyormuş gibi yapıyorsunuz, kapalı kapılar ardında söylediklerinizi kamuoyu ile paylaşın.” dedi. Verilen sözler arasında Öcalan dahil cezaevindeki “arkadaşlar“için genel af ve yurtdışında olanların geri dönmesi var mı?HDP’nin oyuna muhtaç olan Millet İttifakı’nın HDP’ye verdiği sözleri kamuoyu bilmek zorunda.

EKONOMİDE… 

Seçim arifesinde en çok tartıştığımız konu ekonomi, adeta fiyatların hafızası bozuldu. Böyle bir durumda 2023 sonrası ekonomi için AK Parti’nin vaatleri genel ve özel pek çok adımı kapsıyor:  Daha tutarlı hale getirilen bir para politikasıyla, kuru dengede tutmak, bütçe disiplininden vazgeçmemek , istikrar ve güven paketi oluşturmak birincil hedefler arasında yer alıyor. 

2023 sonrası ekonomik paketlerde en büyük amaç öngörülebilirlik yaratmak ve kendini tamir eden bir ekonomi modelini güçlendirmek. Dünyanın süper güçleri değişirken, ekonomik dengeler de değişiyor. Bu değişimin girdabına kapılmadan, ekonomiyi ve ülkeyi ayakta tutmak için güçlü, hızla karar alabilen hükümetlere ihtiyaç var. Toplumu ikna gücü yüksek bir liderlere de… Krizleri savuşturabilmek için bir dönüm noktasındayız. Dünyada ekonomik sistem öngörülemez gelişmelerle karşı karşıyayken Türkiye’yi güvenli ve güçlü tutmak zorundayız!

EN ZOR KESİM…

Ufkun kırılması, nihilizm, popülizm, bu çağı analiz eden siyaset bilimcilerin toplumların içinde bulunduğu ruh halini anlamlandırmak için başvurdukları kavramlar. Etrafımıza baktığımızda da bunların karşılığını görüyoruz. Böyle bir ruh hali içindeki insanlarla iletişim dili kurmak ise çok zor. Beni Z kuşağının dili değil de bunların dili daha çok zorluyor. Bu ruh halindeki insanlarla iletişim kurulamıyor. 

CHP’ de Kavga

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Reddimirası ve Kendimizle Kavgalar

Reddimiras meselesi sadece bireysel hukukta değil, ulusların tarihinde de söz konusu. Fransız İhtilali, 1917 Bolşevik Devrimi, Çin’de Mao dönemi, eski rejimleri kötülemek ve dahi izlerini yok etmek, yeni bir insan ve ulus yaratmak için uygulamış. Modern Türkiye Cumhuriyeti de Fransızlardan ilham almış. Bu reddimiras meselesi bir yüz yıl sonra bile bitmeyen pek çok tartışmanın da kaynağı olmuş.

Reddimiras geçmişle bağı tamamen koparmak mıdır, yoksa yeni kurulan rejimlerin kendilerini sağlama alması için attıkları bir adım mıdır?” tartışması ayrı bir konu. Gazeteci Murat Bardakçı’nın “Reddimiras” ismiyle yazdığı kitap bu konuyu iki örnek çerçevesinde ele alırken, bir yönüyle komik bir yönüyle de trajik bir devlet öyküsü de koyuyor ortaya. Bardakçı konuyu arşiv çalışmaları çerçevesinde ele almış, ancak kaleme alırken adeta bir polisiye gibi yazmış. Okurken kah hüzünleniyor, kâh gülüyor, kâh da “olmaz ki bu kadar şuursuzluk” deyiveriyorsunuz. Nereden bakarsanız bakın olayların akıldışı geliştiğinin altını çizmek isterim.

HAZİNENİN BİTMEYEN DEVRİÂLEMİ

Topkapı Sarayı ile İstanbul’un diğer müzelerindeki hazine eşyası 1. ve 2. Dünya Savaşları senelerinde muhafaza maksadıyla iki, devletin yeni başkentinde bulunmaları ve satış düşüncesi ile de iki defa olmak üzere toplam dört seyahat yapıyor. Hazine 1. Dünya Harbi sırasında Konya’ya gönderiliyor, savaştan sonra iki defa Ankara’ya gidiyor, orada kasalara konuluyor, satılmaları için Fransa’da girişimlerde bulunuluyor ve İstanbul’da kalan eserlerden bazıları da 2. Dünya Savaşı senelerinde muhafaza edilmeleri için Niğde’ye gönderiliyor. En nihayetinde 1952 yılında asıl yerlerine Topkapı Sarayı’na geri dönüyor.

1927 yılında satışa çıkarılma girişimine konu olan değerli eşyalar arasında 13. yüzyıldan beri Osmanlı ailesinde biriken kıymetli mücevherler ve Medine Müdafii Fahreddin Paşa’nın 1917’de İstanbul’a gönderdiği Medine Emanetleri de bulunuyor. Türk hükümeti bir kuyumcu aracılığıyla bunu Fransa’da mezatla satışa çıkartmak istiyor. Bu sürecin öyküsü kitapta detayları ile var. Olayların içinde en dikkat çekicilerinden biriside büyük bir zümrüt parçasının Paris’te tahlil ettirilmesinin ücreti olarak 693 lira ödenmesi için 24 Haziran 1928’de çıkartılan Bakanlar Kurulu kararı.

Hazinelerin satış girişimindeki tüm süreçler birbirinden ilginç. Ama nihayetinde satış mümkün olmayınca Maliye Bakanlığı’nın üç anahtarla açılan kasalarına konuldu. Maliye Bakanı, Danıştay ve Sayıştay başkanlarına birer anahtar verildi. Kasalar 1934’te Merkez Bankası’na nakledildi. Sonra bunlar unutuluyor! 1951’in Nisan’ında Maliye Bakanlığı ve Merkez Bankası’nın mahzenlerinde içinde nelerin olduğu bilinmeyen kilitli kasalar bulunuyor. Lakin devlet hangi anahtarın kime ne zaman verildiğini, anahtarları teslim alanlar da kasaların mevcudiyetini tamamen unutmuştur…Konu ibretlik!

HDP’NİN KURULUŞU VE DURUŞU

“Kürt kimliğini” merkeze alan bir partinin Halkın Emek Partisi (HEP) ismiyle siyaset sahnesine girmesi 1990 yılında oldu. 1989 yılında Paris Kürt Enstitüsü’nün Paris’te düzenlediği Kürt Konferansı’na katıldığı için SHP’den ihraç edil yedi Kürt milletvekiline, SHP’den ayrılan üç milletvekilinin daha katılmasıyla 1990 tarihinde HEP kuruldu. Ekseninde Kürt meselesi ve Kürt kimliği vardı. HEP, 1991 yılında yapılan genel seçimlere SHP ile ittifak yaparak girdi ve parlamentoda 22 milletvekili ile temsil edilirken pek çok krize de sebep oldu. Bu krizler ile kapatılan her partinin ardından Kürt siyasetçiler başka isimlerle kurdukları partiler altında varlıklarını sürdürdüler. HEP geleneği DEP, ÖZDEP, HADEP, DTP ve BDP ve HDP ile devam etti, siyaset sahası terk edilmedi. Her kapatılmanın ardından oylarını artırarak yeniden geri geldikleri görüldü. Parti kapatmaları en çok CHP’nin ve Akşener’in de içinde olduğu hükümetlerin dönemlerinde yaşanmış. Bu nedenle bugün CHP’nin başı çektiği ve içindeki her unsurla kavgalı oldukları Millet İttifakı’nın destekçisi olmalarını tuhaf buluyorum.

Halkların Demokratik Partisi HDP 2012 ‘de kuruldu. Bu parti Öcalan’ın bir projesi olarak doğdu. HDP’yi kurgularken Öcalan’ın HDP’den beklentisi etnik temelli siyaseti aşmaktı ancak radikal sol söyleme yaslanarak toplumsal kesimlerle iletişime girmek ve onları ikna etmek zor oluyordu. HDP Türkiye’den uzak radikal sol fikir ve grupların etkisinden çıkıp Türkiye merkezli bir siyaset üretmesi bugün de pek imkanlı görünmüyor. HDP bu sefer bunu Millet İttifakı’nın adayının yanında durarak deniyor.

“EN CAKALI PEŞREV YAPANA, GÜRÜLTÜ KOPARANA HAK VERİRLER…”

Sosyal medya kavgalarına kızarken, sanal olmayan basın tarihimizdeki kavgalara bir göz atayım dedim. Arada çok fark görmediğimi de söylemek isterim.

Türk basın tarihine “polemik” kavramı ilk kez 1860 yılında Ceride-i Havadisile Tercüman-ı Ahvâl gazeteleri arasında yaşanan tartışma ile girmiş… Bu polemiğin konusu ise Tercüman-ı Ahvâl’de tefrika edilen Şinasi’nin “Şair Evlenmesi” isimli oyunu. Şinasi Efendi ile başlayan Türk gazeteciliğinde “rezil, dinsiz, edepsiz” tanımlamalarıyla girişilip, “gerici, liboş, dönek, yağdanlık, gerzek, iki metrelik cüce” nitelemelerine dek uzanan bir küfür edebiyatı sözlüğümüz var. Basın tarihimizin kalemşörleri en iyi durumda tepeleri atınca birbirilerine “Ben senin cemaziyelevvelini bilirim.” deyivermişler. Tıpkı bugün olduğu gibi… Nisbeten daha incelikli:)

Basın tarihimizde en sert tartışmalar Nâzım Hikmet ile Peyami Safa arasında yaşanmış. Nâzım, 1935’te bu kavgayı güreşe benzeterek işin usulünü şöyle açıklamış: “… bu güreşte…gerçekten sırtın yere geldi mi diye bakmazlar; en çok cakalı peşrev yapana, gürültü koparana hak verirler.”

Özetle sosyal medyaya kızıyoruz ama klasik medyada da durum pek farklı olmamış. Bu kubbede baki kalanın bir hoş sada olduğuna inanarak biz yine de seviyemizi koruyalım.

CHP’ de Kavga

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Ayrı Gayrı Olmaz Sen Yoksan Ben Hiçim

“Ne senden fazlayım

Ne senden az

Aynı macerada ayrı biraz,

Gözle biçim biçim

Kalple anlar içim

Ayrı gayrı olmaz

Sen yoksan ben hiçim…”

Sezen Aksu’nun bu güzel şarkısı bugün duygularıma tercüman oluyor.

Birbirimize, “Yağın olayım, suyun olayım, göğün olayım…” dediğimiz günlerde birbirimizi hırpalamak, yerine birlik olmanın kıymetini bilmeliyiz…

  1. gündeyiz. Afetin yaşandığı her bölgede, her birimiz bir kardelen çiçeği gibi ümidin mucizesine tutunarak elimizden geldiğince yaralarımızı sarmaya gayret ediyoruz. Bir büyük seferberlik hali yaşadığımız, devletinden milletine…Aynı anda birden çok cephede savaşırken, ayrı gayrımız olmadan, biz olmanın kıymetini daha çok idrak ediyoruz. Herkes bu acıyı dindirmek için elinden geleni yapıyor. 18 gündür bölgede olan birisi olarak buna çok şahitlik ettim…

Bu büyük acıyı dindirecek, deprem bölgelerimizi yeniden ayağa kaldıracak formül bu biz olmakta. Ayrı gayrı olmadan Alevisi, Sünnisiyle, seküleri dindarıyla biz olarak  bu zor günleri aşacağımıza canı gönülden inanıyorum.

Deprem bölgelerinde tanıdığım çok güzel insanlar var, yaşatan, ümidin mucizesini gerçekleştirmek için varını yoğunu ortaya koyan…Osmaniye’de Enver Arpacı bunlardan birisi. İsmini Osmaniye’de herkesten duydum, ziyarete gittiğimde kolunda serum ile masasından çalışmaya devam ediyordu. Boğazları ve üst solunum yolu iltihaplanmıştı. 15 gündür evine gitmemiş, ailesiyle birlikte depremzedelere hizmet ediyordu. Kimseden de maddi destek istemiyor, neredeyse depremzedelerin tüm ihtiyaç maddelerini kendisi temin ediyordu.Yorgunluk nedir bilmeden kolunda serum ile çalışan Enver Arpacı üç dil bilen,uzun süre yurtdışında yaşamış sonrasında da ülkesine dönen bir vatansever. Arpacı Sosyal Tesisleri ve düğün salonlarının sahibi. Tesis 12 bin metrekare üzerine kurulu çelik konstrüksiyonlu, beş salona ve geniş bir bahçeye sahip.Deprem olur olmaz tüm tesisi bütün imkânlarıyla depremzedelere açmış. “İlk bir saatte çayımızı koymuş, kapılarımızı herkese açmıştık.” diyor. Soğuk hava depoları, güçlü bir jeneratörü olan tesislerde 24 saat  bin 500 kişinin üzerinde insanı yatılı olarak misafir eden, üç öğün yemek çıkartan Enver Arpacı ne malını mülkünü ne de hizmetini esirgemiyor .Hastaneye tedaviye gitmeye vakit bulamadan, gece gündüz hizmet eden Enver Arpacı, Osmaniye’de acıları saran bireysel kahramanlardan.

Pek çok sivil toplum kuruluşunda gönüllü çalışan, ilk andan itibaren herkesin imdadına koşan sivil toplum gönüllülerinin her birisi de çok kıymetli. Çoluğunu çocuğunu bırakıp,insan kurtarmaya, sonrasında da yaraları sarmak için ellerinden geleni olağanüstü bir çabayla yapmaya çalışan bu gönüllülere çok şey borçluyuz. Türkiye’de sivil toplum örgütlenmesinin gücünü ve önemini bu depremde bir kez daha gördük.…

Bir de Almanya’dan ve Avrupa ülkelerinden işini gücünü bırakıp gelen, AFAD gönüllüsü olup çadırkentlerde kalarak hizmet eden gönüllülerimiz var. Sadece Türkler yok bunlar arasında, Almanya’da yaşayan bir Pakistanlı kardeşimiz işini bırakıp gelmiş malıyla ve bedeniyle günlerdir hizmet ediyor.

Hatay başta olmak üzere deprem bölgelerinde IGMG Berlin Hasene Türkiye büyük bir yardım seferberliği başlatmış durumda. Hem yardım ve ihtiyaç kolileri hem de küçük çadır, yaşam alanları  kuruyorlar. Bunlardan birisi olan 100 çadırlık yeri Hatay’da gördüm. Depremzedeleri misafir etmek için jeneratör ve tuvaletlerin altyapısının kurulmakta olduğu bu alandaki çadır ve yardım organizasyonunu Hasene Bursa Derneği organize ediyor. Buradaki gönüllüler Avrupa’nın her yerinden gelmişler.…

Evlerin yapımına kadar geçecek sürede depremzedelerin barınma sorununu geçici olarak çözecek çadırkentler –konteynerkentlerin yapımı devam ederken insanların pek çok ihtiyacının karşılanması gerekiyor. Bu süreçte ev dışındaki yaşamı bir nebze iyileştirecek seyyar tuvaletlere, duşlara, çamaşırhanelere, pratik çözümlere ihtiyaç var. Hal hatır sormaya, psikolojik desteğe ihtiyaç var. Her türlü yardımın hem bir damla kaldığı, hem de ama aynı zamanda çığ olduğu bu yardım seferberliğine uzun vadeli devam edilmesi gerekiyor.

Bu nedenle gözlemelerime dayanarak önerim; herkesin her şeyi aynı anda yapmasının, mükerrer işlerin önüne geçip, sivil toplum arasında uzmanlaşma ve işlerin paylaşımına gidilmesi. Devlet tüm kurumlarıyla bölgede büyük işler yapıyor. Ancak bunların desteklenmesi gerekiyor.

Bölgede; geniş çaplı engelli rehabilitasyon merkezlerine, sosyal rehabilitasyon merkezlerine, psikolojik destek merkezlerine, hatır soracak, onları dinleyecek gruplara, çocuklar ve gençler için rehabilite edici çalışmalara, yas sürecinin sağlıklı yaşanmasına destek olacak çalışmalara ihtiyaç var. Sivil toplum ve yardım gönüllülerinin bu alanlarda proje üretmesinin önemine inanıyorum.

”Her çiçeğin karaltından güneşe giden masalından

Yaşamak yeniden tazelenir, yeniden anlamlanır

Işığa uzanırken kardelen kış rüyasından

Ümidin mucizesiyle sevince uyanır.”

Haydi Türkiyem ümidin mucizesini hep beraber gerçekleştirelim.

CHP’ de Kavga

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sessizce… Kayıplara Saygı Ve İş yapma Zamanı

6 Şubat’ta fay hatları kırıldı ve bu kırığın üzerindeki şehirler büyük bir felaket ile karşı karşıya kaldı. Bu felaketin büyüklüğünü ne ekranda izleyerek, ne de felaketi yaşayan tek bir şehirden baktığınızda bile tam göremiyorsunuz. Bu topraklarda yaşanan en büyük deprem felaketi ve sonuçları ile karşı karşıyayız.

Depremden 12 saat sonra bölgede olan ve dün itibarıyla dönen birisi olarak söylemek isterim ki İngiltere coğrafyası kadar yaygın bir alanda yaşanılan depremin ardından konuşmayı bırakıp, yapılacak işlere odaklanmalıyız. Evlerin, hayatların içinden fay kalpleri yakarak geçti. Şehirlerini, sevdiklerini, hatıralarını kaybetmenin travması hem bireylerde hem de toplumda kolay kolay atlatılamaz. Yer yarıldı yerin içine girdi, yer yerinden oynadı deyimleri herhalde böyle bir zaman için söylenmiş olmalı.

Sabır, metanet ve yoğun bir çaba göstermek, elimizden gelenin en iyisini ardına koymadan sen ben kavgasına girmeden yapmak zorundayız. Evimiz üzerimize yıkıldı ve ölümü yaşadık.

Pek çok ibret ve ders aldığım bu süreçte ne yapmalı sorusuna cevap olarak önceliği ‘az ve yerinde konuşmaya’ veriyorum.

Herşeyden önce uzmanı olmadığımız, sadece fikir sahibi olduğumuz alanlarda ‘bence’ diye başlayan cümleler kurmaktan vazgeçmeliyiz. Onun yerine “Hangi yarayı sarabilirim?”, “Ne yapabilirim?”, “Kime faydam nasıl dokunur?” demenin peşinde olmak yaşatır bizi.

Bilimin dejenerasyonundan kaçınılmalı diyen Hacettepe Üniversitesi jeoloji Profesörü Candan Gökçeoğlu’na canı gönülden katılıyorum. Candan Hoca diyor ki; “Bilim insanlarının açık olmasa da halkın önünde tartışma, üstü örtülü de olsa en iyi ben bilirim havasına girmesi çok tehlikelidir ve bilimin dejenerasyonuna yol açar. Bu nedenle profesörlerin deprem konusundaki bilgilendirme çabalarını abartmamaları ve medyanın parlak ışıklarına yenik düşmemeleri gerekir.” 

HERKESİN DURACAĞI YERİ BİLMESİ GEREKİR” 

Bu kıymetli uyarıyı Candan Hoca deprem uzmanları için kullansa da ben bunu daha da genelleştirerek birçok sahayı kapsayarak kullanmak gerekir diyorum.

Profesörlerin her biri kendi otokontrol mekanizmasını çalıştırıp, duracağı yere kendisinin karar vermesi gerekir. Resmi rakamlara göre can kaybının 36 binleri geçtiği bugünlerde gerekli gereksiz çok konuşmak, her uzatılan mikrofona heyecanlanmak bilim insanının sorumluluğunun dışındadır…Yerbilimleri zor ve karmaşık bir alan olup, işin doğası gereği bazı konular tam açıklığa kavuşmamış, üstünde araştırmalar devam etmektedir. Bu nedenle, bilimsel tartışmalara medya üzerinden girmek çok tehlikeli.” 

Hepimiz kayıplarımıza saygıyla duracağımız yeri iyi bilmeliyiz. Buna sivil toplum, siyaset erbabı da dahil.

GÜZEL İNSANLAR

Ülkemizin yetişmiş iş gücü, ve çok güzel insanları var, ilk günden itibaren nerede ihtiyaç varsa orada olan, üzerinize düşeni hakkıyla yerine getiren… Hepsinin de sahada dertlere deva olduğunu gördüm, kimi bin, kimi bir kişinin. 15 milyona yakın insanın etkilendiği ve insanların barınmadan beslenmeye, sağlıktan psikolojik desteğe, iç çamaşırından battaniyeye her şeye ihtiyaç duydukları bir zamanda illa ki elimizden gelen bir şey olur. Öyle bir deprem ki en büyük gayret bile bir damla kalıyor.  Deprem domino etkisi yaratarak binaları hayatları yıkıp geçti. Herşeyi yeniden imar etmek için ise kelebek etkisi yaratan işlere ihtiyacımız var.

SAHADA NELER OLDU?

Depremde zarar gören illere oradaki yöneticilerin de depreme maruz kalması sebebiyle başka illerden vali, bir büyükşehir belediye başkanı, ilçe belediye başkanları,  iki kaymakam ve duruma göre her ile sorumlu bir veya iki bakan görevlendirildi. Depremden bir gün geçmeden herkes bölgedeydi. Olumsuz hava koşulları, yer yer TIR kazaları, yollardaki kırıklar, ekipmanın bölgeye gelmesini geciktirse de her ekip hızla bölgeye intikal etmeye çalıştı.

İllerden sorumlu belediyeler; bu süreçte tüm arama kurtarma ekiplerinin yanı sıra çöp toplayıcıları dahil olmak üzere ekipman ve elemanlarını, bir şehrin ayakta kalmak için ihtiyaç duyabileceği tüm makineleri TIR’larla bu illere çok hızlı taşıdılar. Seyyar tuvaletlerden, duşlara, mutfaklara, vidanjörlerden eksvalatörlere, itfaiye araçlarına, gıda malzemesine her tür ekip ve ekipman büyük bir organizasyon dahilinde Balıkesir’den, Kocaeli’nden, Konya’dan, Kayseri’den, Bursa’dan, Altındağ’dan, Eyüp’ten, Fatih’ten  deprem bölgelerine taşındı. Bu ekipler arama kurtarmadan, tıkanmış boruların açılmasına, çadırkentlere su verilmesinden şehrin hijyenine, gıda teminine durmadan çalıştılar ve hâlâ da çalışmaya devam ediyorlar. Ben sahada uyumadan çalıştıklarını gördüğüm bu illerin bütün belediye başkanlarını tüm saha ekipleriyle birlikte bu depremin kahramanları arasında sayıyorum.

Tabii ki AFAD’dan sivil toplum derneklerine, arama kurtarma ekiplerine, madencilerimize pek çok insana cankurtaran oldular. Ama yıkım o kadar büyüktü ki sayıları yetmedi, yetemedi. Mevcudun belki de 500 katı ekibe ihtiyaç vardı. Şüphesiz onlar Türkiye’nin kahramanlarıydı.

TIR şoförlerimizin yardımları hızla ulaştırma gayreti, KYK yurtlarındaki gençlerin fedakarlığı, oraların depremzedelere yuva olma çabası, Diyanet görevlilerimizin çabaları, gassallarımızın metaneti, gönüllülerimizin merhameti, ülkemin insanlarının yardımseverliği, arabasını doldurup bölgeye gelerek ellerinin erdiğine yardım etme çabası hepsi hepsi birbirinden kıymetli. Tüm çabalar kıymetli ve saygıyı hak ediyor. İstismarcılar elbette olacak ama bu kadar büyük bir ahın altında kalacaklarına inancım sonsuz.

Bu süreçte elden ele kardeşlik halkasını genişletmeye devam etmeliyiz. Asıl işler şimdi başlıyor. Merhamet ve sabırla bu yaraların sarılacağına inanıyorum.

CHP’ de Kavga

Laf Mı Hayat Mı?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Laf Mı Hayat Mı?

Tarih konularına merakımı biliyorsunuz. Üniversite tercihinde üçüncü sıraya gazetecilik değil de tarih yazsaymışım çok iyi olurmuş. Ancak tarih mesleğim değilse de özel ilgi alanım olduğu için okumalarım hiç bitmiyor. Özellikle Netflix gibi kanallarda yeniden yapılan 19. ve 20. yüzyıldaki kritik olaylara dair filmlere bakınca bizim bu dönemi özellikle de Cumhuriyet tarihini yeterli çalışmadığımızı görüyorum. 

Bu çerçevede ilgimi çeken kitaplardan birisi Fenerbahçe Üniversitesi öğretim üyesi Efe Sıvış’ın Türk Demokrasisinin Sıfır Noktası isimli kitabı oldu.1930’lu yıllarda Türk dış politikasındaki değişimi ABD belgeleri ışığında ele alan Efe Sıvış, Türkiye’nin “demokrasiye geçişi” sürecinde ABD’nin Türkiye üzerinde siyasî etkisi olduğu sonucuna varmış. Başta diplomatik kaynaklar olmak üzere, ABD arşivlerine dayanarak yürüttüğü araştırmasında vardığı neticelere göre Türkiye, ABD’den bu hususta bariz bir baskı, teşvik veya talep ile muhatap olmamış. “ABD Türkiye’den çok partili hayata geçişi değil fakat serbest piyasa ve liberalleşmeyi istedi” diyor. Bugün de bunu talep ediyor sanırım.

TÜRK SİYASETİNDE  “OBA “ ETKİSİ

Genç bir akademisyen olan Efe Sıvış’ın yazılarını okurken dikkatimi çeken bir notu da paylaşayım:

“Siyaset bilimi literatüründe yaygın kullanılan merkez-çevre teorisi 1975’de Edward Schils tarafından ortaya atıldı. Şerif Mardin Hoca, toplumsal süreçleri açıklamada kullanılan bu teoriyi eserlerinde Türk siyasal hayatına uygulamıştı. Merkez, erken Cumhuriyet döneminde CHP çevrelerini ifade ediyordu. Lisans öğrencisiyken Hasan Bülent Kahraman, Sabancı Üniversitesi’ndeki derslerimizde ezberlemede kolaylık olması için bunu “OBA” şeklinde kısaltırdı. Yani ordu-bürokrasi-aydın bloğu. Merkez buydu. Halktan kopuk, dar bir elit gruptu. Diğer yanda ise tacir ve köylülerden oluşan geniş halk kitleleri vardı. Çevre denilen bu grubun o dönemde Türk siyasetinde bir etkisi yoktu. Menderes’le başlayan Özal ve Erdoğan ile devam eden gelenek işte bu çevreyi merkeze taşıma iddiasıyla siyaset yaptı.” 

İÇERDEKİ OBA

Siyasete ilk girdiğim yıllarda daha gözlemciydim sanırım. Bu OBA ilişkisi partinin içinde de geçerliydi. Bazı kişilerde dönemin genç ve yeni lideri olan Tayyip Erdoğan’a yönelik bir hafife alma durumunu yer yer gözlemlerdik. Bu tutum özellikle de akademik kökenli, Refah hareketinden gelmiş isimlerde kendini daha bariz gösteriyordu. 

Ben yine konuyu alfa -beta rollerine bağlayacağım. Alfayı beğenmeyen ama liderliğe kabiliyeti olmayan beta konusuna…“Ben ikinci adamım ama asıl olan benim” duygusunu hisseden, yaşayan ve yaşatan  kişileri saymayayım, dedikodu olur. Bu kişilerde bir kapasite elbette vardı ancak onlar bunun da ötesinde “biz olmazsak hiçbir şey yapılmaz” kibrini taşır ve de her ikinci adam gibi kendilerini bir siyasi hareketi götürebilecek kabiliyette kabul ederlerdi. Sundukları katkı önemliydi elbette, lakin lider olabilirler miydi, olsalar arkalarından kaç kişi onlara güvenip giderdi sorusunu yıllar yanıtladı. Yoruma hacet yok!  

Bendeniz televizyoncu olduğum için de laflar kadar ifadelere de çok takılırım. Küçümseme ifadeleri çok dikkatimi çekerdi. Her ekipte olur böyle şeyler deyip geçip gittiğimiz bu hallere akademik unvan taşıyan hocalık yapmış isimlerin birçoğunda hep tesadüf ettim. Liderliği boya posa bağlama işine kadar götürenleri de duymuşumdur. Tayyip bey bu tutumları anlasa da kimseyi yüzleştirmez, çoğu zaman böyle şeyleri gayet üstten karşılar hiç mesele etmezdi.

En çok küçümseyenlerden birisi Abdüllatif Şener ilk kopanlardandı. Geçenlerde bir Youtube kanalına çıkmış.“Ne kadınların köle pazarlarında satıldığı dönem, ne Moğol savaşları, ne de haçlı seferinde böylesini görmedi bu ülke” demiş…Dinledim dinledim sonra da kin ve intikam duygusuyla hastalanmış diye düşündüm. Ortalama bir aklıselim muhalifin dahi söylemeyeceği şeyleri söylüyordu…

Bu dudak büken kibir abidesi hocalar içinde en ağır küçümsemeyi Ahmet Hoca’da görmüşümdür. Hoca sağ olsun bir OBA insanıydı. Kendi bilgi seviyesinde olmayanı otomatikman aşağıda görürdü. Toplantılarda bu tutumunu örtbas etmek için aşırı övgü düzdüğünü düşündüğüm çok olmuştur. Şimdi 6’lı masaya baktığımda aynı tutumu orada da sürdürdüklerini görüyorum.

Muhalefet bunlara boşuna sarılıyor, bu hocalar içeride de dışarıda da AK Parti’de bir gedik hatta bir delik bile açmayı başarabilmiş değiller. Sorun onlarda değil elbette. Maalesef hayat, dünya, gerçekler, onların seviyesine çıkamıyor…

LAF OLA BERİ GELE!

Bunca zaman herkes bir ortak mutabakat metni beklemişti. Ben de öyle. İnsan ne bileyim daha ciddi şeyler duymak istiyor ama masanın aksiyon planında görülenler şunlar:

Üç aşağı beş yukarı AK Parti ne yapmış diye bakmışlar, tersini maddeleştirmişler.

Yüzde 90’ı gerçekle bağlantısız ve de olabilecek işler değil!

Yapacağız dediklerini nasıl yapacakları hiç belli değil!

Cumhurbaşkanı 7 yıl için seçilecekmiş, partisi ile ilişiği kesilecek, mevcut görev sonrası aktif siyasete dönemeyecekmiş. Bu profilde ancak Fahri Korutürk gibi bir isim seçilebilir.

Ali Bey diyor ki; “Geçmişi konuştuğumuzda iki dakikada kavga çıkar ancak geleceği konuştuğumuzda ise anlaşıyoruz.” Komik değil mi? Somut geçmişte anlaşamıyor da izafi gelecek üzerinde anlaşıyorsanız zaten iş baştan sorunlu.

“Cumhurbaşkanlığını Çankaya köşküne taşıyacağız” diyorlar. Niye ki gül gibi Beştepe binaları dururken niye dönemin ihtiyaçları için küçük kalmış binada ısrar ediyorsunuz.

Atatürk Havalimanı’nı tekrar uçuşa açacağız diye bir madde var. Niye sahiden?

Ha bir de Saadet Partisi’ne rağmen İstanbul sözleşmesini de koymuşlar programa.

Saadet’in dindar çevrelerde koparttığı ve koparttırdığı yaygara neye yaradı ki…Ayrıca görülen o ki masa Saadet’i filan ciddiye almamış.

CHP’ de Kavga

Amerika – Almanya Savaşı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Amerika – Almanya Kavgası

Bu Amerika’nın işine akıl sır ermez. Doğrusu son beş yılda tanık olduklarımız olmasaydı bu teze kolay kolay ikna olmazdım. Her ne kadar Almanların Kutsal Roma Germen İmparatorluğu zamanından itibaren dünyanın şefi olmaya niyetli bir ulus olduğunu bilsem de yine de ortak güçlü Avrupa fikrinin hâlâ yaşadığını düşünüyordum. Bu konuda fikrimi 2016’da Avrupa’ya mülteci akını sırasındaki gözlemlerim değiştirmeye başladıysa da Ukrayna savaşıyla yaşananlarla ile iyice ikna oldum.

İddialara göre Amerika tek kutuplu sistemi devam ettirebilmek için  öncelikle ekonomisi güçlü Almanya’yı dize getirmek istiyordu .Ukrayna savaşı ile öncelikle Almanya’nın ekonomik gücünü kırdı. Almanya’nın güç kaynaklarından birisi olan savunma sanayisini hedef aldı. Enerji krizleriyle endüstriyel altyapısını hedef aldı. Almanya’nın ekonomik kalkınmasının en önemli unsuru endüstriyel yatırımları ve bu yatırımları finanse etmeye yönelik  bankacılık sistemi. Öyle ki Alman hükümeti hisse senetleri ve bonolar yoluyla endüstri kuruluşlarına ortak.

Geçenlerde gündeme gelen Ukrayna’da Ruslara karşı leopar tanklarının kullanılması tartışması bu noktada dikkatle takip edilmeli. II. Dünya Savaşı’nı bitiren en büyük olaylardan biri 1942-1943 kışında Almanya’nın yaşadığı Stalingrad’da Ruslar karşısında yaşadığı yenilgiydi. Böyle bir hafıza daha canlı dururken cephede yeniden bir Rus-Alman savaşının körüklenmesi hayra alamet değil. Diğer taraftan Almanya çelikten kimyaya kadar tüm endüstrilerini ayakta tutmak için enerjiye ihtiyaç duyuyor. Enerji krizinden en çok endüstri bölgeleri etkilenmiş durumda.

Ukrayna savaşından önce Almanya’nın gaztedarikinin%60’ını Rusya’dan alırken iki yıl içinde bu oran sıfırlandı.Bu süreçte Rusların yerini %42 ile Norveç, %29 ile Hollanda ve %25 ile Amerika almış durumda. İki yıl önce Almanya’ya gaz ihtiyacının %1,1’ini  Amerika’dan karşılıyormuş.

Rakamlarda derinleşebiliriz. Ancak Amerika’nın Almanya ile örtük savaşını, şeksiz şüphesiz tek güç olma arzusunun bir parçası olarak zihnimizde bir yerlerde canlı tutmalıyız.

Güçlü Avrupa, merkezi Avrupa, oradan gelecek finans imkanları filan gibi konuları artık unutmak gerekiyor. Avrupa’da bir savaş var. Bu savaş tahminimizin ötesinde dünya siyasetini ve bizim siyasetimizi de etkileyecek. Muhalefetin Avrupa’dan destek beklerken bunları göz önüne aldığını hiç tahmin etmiyorum. 

HDP’YE DEVA ELBİSESİ GİYDİRMEK… 

Malum seçim atmosferi çatışmaları hızlandırdı. Kulisler de öyle. Fanteziler her yerden uçuşuyor.

Altılı masanın küçük partileri başta DEVA olmak üzere acil teşkilatlanmaya çalışıyor. Etrafta buna dair adımları duydukça niye son ana bırakılmış ki bu işler diye düşünüyorum, teşkilatta çalışacak insanlar aranıyor. Demek ki onca yıl AK Parti’de pek de bir şey öğrenememişler. Eh kendisiyle çok dolu olan insanların dışarıdan bir şey öğrenmesi de zor oluyor. Diğer taraftan  iş dünyasında  destekçiler bulmaya çalıştıklarına da şahit oluyorum. Anlaşılan o ki; iş insanları içinde çok tarafa yatırım yapalım, kim kazanırsa onlarla işlerimizi sürdürürüz stratejisine güveniyorlar.

Başka bir cenahta da AK Parti’yi bırakıp oraya geçenlerin pişmanlığını duyuyorum. Eh alan dar, listelerde oynayacak yer yok. Geri dönseler dönemezler, kalsalar istikbal yok. Akıbetleri birilerinin iki dudağı arasında. Onları koruyacak kollayacak bir liderde yok. Herkes kendi derdinde. Görülen o ki; strateji kapanın elinde kalıyor. Ayakta kalabilmek içinse stratejik cin hesapları ezbere bilen hami partilere güveniyorlar. Onlar da kendileri dururken niye burayı öncelesin ki! İşine geldiği yerde kullanır sonra da atar gider, yoluna bakar. 

En son cin fikirleri; HDP kapanırsa oradaki vekilleri kendi listelerinden aday göstererek HDP seçmeni üzerinden Meclis’e girmekmiş. Ne diyeyim ben onlara… Onca yıl gel iktidar partisinde prens muamelesi gör, el üstünde tutul sonra da git Bağdat’tan dönecek hesaplara güven. Derler ki sirke küpünden sirke sızarmış, bunların küpü de belli değil!

YANAN ESKİ İSVEÇ!

Yeni Haçlı Seferleri: İslamofobi ve Müslümanlara Karşı Küresel Savaş-The New Crusades: Islamophobiaandthe Global War on Muslims isimli kitabın yazarı ve bir hukuk profesörü olan Khaled A. Beydoun’unİsveç’teki Kur’an-ı Kerim yakma olayına ilişkin Almanya’da yayınlana Perspektif dergisindeki yazısından dikkatimi çeken bir iki not…K. Beydoun“Bu Paludan’ın toplumu yönlendiren deneme yanılma stratejisinin bir parçasıdır. Müslümanları bir duvarın içine hapsetmek ve bunu benimsetmek, demokrat seçmenleri ikna etmek için izlediği bir yoldur” diyor ve devam ediyor: 

İsveç’te Müslümanlar tarafından işletilen okulların kapatılması, göçmenliğe karşı katı yaklaşımlar ve Müslüman çocukların göçmen ebeveynlerden koparılması gibi politikalar hız kazanıyor. Ancak İsveç Demokratları’nın yükselen cazibesi ve kamu lobicisi Paludan’ın tekrarlanan performansları göz önüne alındığında, bu önlemler daha tehlikeli yangınların başlangıcı da olabilir.

Kasım ayında İsveç’e yaptığım bir ziyaret sırasında Müslüman liderlere ve toplum üyelerine hitap ettiğim sırada Paludan ve İsveç Demokratları arasındaki bağlantı dikkatimi çekti. Ülkenin ikinci nesil vatandaşı olan genç bir Müslüman baba bana camisinin akıbeti ve çocuklarının geleceği konusunda endişeli bir şekilde ‘Birçok Müslüman ülkeyi terk etmeyi düşünüyor.’ demişti.‘Artık eski İsveç yok.’ sözü Müslüman İsveçliler arasında çokça yankılanan bir ifadeydi. İfade özgürlüğü gibi liberal ilkeler, İslami yaşamı dövmek için kör bir silaha dönüştürüldü. Yükselen laiklik, soldan gelen güçlü bir Müslüman karşıtı ideoloji olarak kullanıldı ve Paludan’ın söylemlerini papağan gibi tekrarlayan ve giderek büyüyen bir sağ kanat, Müslümanları, üzerlerine çöken bir ulusun duvarları içinde hapsetti: Bu artık tanımadıkları bir ulusun duvarlarıydı.”