Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Başını örten kızlar neden felsefe bilmeli?

Bizim örtündüğümüz günlerde başörtüsü ya da bütüncül bir tanımlamayla tesettür seküler kesimde tartışılır, diğer kesim bunu tartışmadan kesin veri olarak kabul ederdi. Seküler kesimin ‘başörtüsü aslında dini bir buyruk değil’ argümanına karşı bizim ‘bunun dini bir emir olduğu’na dair tartışmalarımız gençliğimizi yedi bitirdi.

İsmail Kara yeni kitabı “İçimden Geçen Günler’de“, uzun süredir yazmaktan imtina ettiği bu konuya ‘Tesettürlü Kızlar Özgünlüğü mü Özgürlüğü mü Tercih Ettiler ?’ başlığıyla bir bölüm açmış. Ki İslamcılık-modernleşme hareketleri konusunda ortaya koyduğu eserlerle sahasının duayen bir ismi olan İsmail Kara, tartışmanın en önemli, en karmaşık ve mühim cüzü olan kadın konusuna burada değiniyor. Değiniyor diyorum çünkü bu konuda İslamcı hareket içinden gelen kadınların dahi yeterince ve içerden konuşmadıkları kanaatinde.

İsmail Kara Müslüman Kadını kitabının hikayesi üzerinden konuya giriyor. Müslüman Kadını Kasım Emin’in el-Merʾetü’l-Cedîde kitabına Ferid Vecdi’nin yazdığı bir reddiyedir. Mehmed Âkif Ersoy 1901’de basılan Ferid Vecdi’nin el-Mer’etü’l Müslime kitabını Müslüman Kadını ismiyle Türkçe’ye tercüme etmiştir.  Bu kitabın hikayesi önemli, çünkü Kasım Emin’in tesettürün Kur’ân’da emredilmediğini ve diğer milletlerden alındığını iddia etmesi ve kadın hakkında ileri sürdüğü düşünceler Mısır’da büyük tartışmalara yol açmıştı. Yine Mısırlı bir mütefekkir olan Ferid Vecdi, Kasım Emin’in fikirlerinin kritiğini yapar. Ki bunlar başörtüsüyle ilgili ilk ciddi tartışmalar sayılabilir.  Müslüman entelektüeller arasında bugüne kadar süren tartışmalar böylece başlar.

İsmail Kara bugün Müslümanlar arasında başörtüsünü, tesettürü sıkı bir şekilde savunanların da onu teferruat görenlerin de tek tip ve dar bir görüş ve yorumun mahkumu olduğunu söylüyor. Modernliğin zaten tek tipliği dayattığını, modern din tasavvurlarının da, din karşıtı düşüncelerin de laikliğin de tek tip ve daraltıcı olduğunu anlatıyor.

Burada Akbaba Dergisi’ndeki ve Yeni Şafak’taki iki görüntüyü örnek veriyor. Akbaba’daki karikatürde Ortak Pazar panosu önündeki çarşaflı kadın, şalvarlı erkek Avrupa medeniyetine dahil olmaya engel olarak gösteriyor. Yeni Şafak’taki ‘Elif Kavakçı’nın tasarımı ile başörtülü kadınlar özgürce ata binip spor yapabilecek’ haberinde ise kadın özgürlüğünün ata binip spor yapma üzerinden anlatılmasına dikkat çekiyor. ‘Mantık farklılığı nerede?’ diye soruyor. Yazının sonunda İsmet Özel’in ‘Başını Örten Kızlar Felsefe Bilmelidir’ yazısına dikkat çekiyor: “Müslüman kimliğin dışa vurulması ile medeni hayatın hakkıyla yaşanması arasında niza var…. Başını örten kızlar felsefe bilmelidir. Aksi halde iç huzuru nedir hiç bilmeyecekler…. “ İsmet Özel bu başlıktaki yazılarını kitaplaştırdı. Kitabın arka kapak yazısında diyor ki: “Türk istiklali sözüne bir mana atfetmek için başını örten kızların felsefe bildiği günü beklemekten başka çare yok. Varsa ben bilmiyorum.” 

İsmail Kara ile bu konu üzerine yaptığımız sohbet bu pazar Türk Kahvesi programında yayınlanacak. İsmail Kara’nın ‘Tesettürlü kızlar özgünlüğü mü özgürlüğü mü tercih ettiler ?’ sorusuna cevabını merak ediyorum. Benim cevabım ise ayrı bir yazı konusu.

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

21. Yüzyılda Siyaset ve Yeni Açılımlar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

21. Yüzyılda Siyaset ve Yeni Açılımlar

Politikada etik, kültür ve felsefe gibi geniş bir başlığı bir panel çerçevesinde konuşabilmek elbette mümkün değildi, ancak yıllar sonra 21. Yüzyılda Siyaset ve Yeni Açılımlar Forumu’nda (PNP Forum) yeniden gördük ki, bunları konuşmaya bir yerlerden başlamak gerekiyormuş. Uluslararası ve Türk konuşmacıların bir arada olduğu felsefi tartışmalar sadece bizim için değil İslam dünyası için de ufuk açıyor.

Ak Parti tarafından Numan Kurtulmuş başkanlığında 21. yüzyılın değişen paradigmalarını ele alan Güney Afrika’dan İsrail’e Ukrayna’ya, Amerika’ya, Rusya’ya , Gürcistan’a, Sırbistan’a, İngiltere’ye, İtalya’ya, Somali’ye, Azerbaycan’a pek çok uzmanın ve siyasinin konuşmacı olduğu dokuz başlığın yer aldığı uluslararası toplantı hepimiz için son derece ufuk açıcıydı.

Her şeyden önce kendi sahalarında uzman düşünür, akademisyen, strateji merkezi yöneticilerinin Ak Parti’nin önde gelen yöneticileriyle ve gençlerle buluşmasının oluşturduğu ortamın; siyaset ve fikir insanlarının bir araya gelmesinin müthiş bir sinerji meydana getirdiğini söylemek istiyorum. Sadece titiz bir çalışmayla belirlenen konuşmacılarımızın değil moderatörlerimizin siyasi ve entelektüel birikimleriyle Forum’a sağladıkları katkılar da çok kıymetliydi.

4-5 Kasım’da İstanbul’da düzenlenen bu organizasyon geniş bir yelpazede pek çok kişinin emeği ile ortaya çıktı. Numan Kurtulmuş başkanlığında genel merkez başkan yardımcılarımızdan Efkan Ala, Mustafa Şen, Hamza Dağ, Vedat Demiröz ve Mahir Ünal, Ahmet Büyük gümüş başta olmak üzere, gençlik kollarından kadın kollarına, İstanbul İl Başkanlığı’ndan ilçe teşkilatlarına herkesin bir ucundan tuttuğu bu fikir platformunun bir dayanışmayla ortaya çıkması çok memnuniyet vericiydi.

Bu projeye inanan ve en başından itibaren bizden desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Cumhurbaşkanımız’a tüm organizasyon ekibi adına teşekkürü bir borç bilirim. O’nun da konuşmasında altını çizdiği şekliyle “Müsademe-i efkârdan barika-i hakikat doğar…” sözünü kendi siyasi tarihinde yaşamış ve yaşatmış bir hareket olarak 21. Yüzyılda Siyaset ve Yeni Açılımlar Forumu’nun dünyada değişen paradigmalar etrafında bir yenilenmeye de sebep olacağına inanıyorum.

Güçlü bir Türkiye’nin dünyada huzur için olmazsa olmaz bir sacayağı olduğunun bilinci ve inancıyla, bu Forum ve devamındaki çalışmaların hayırlara vesile olmasını diliyorum.
……………….
Yurtdışından gelen konuşmacıların hepsi yurtdışında yansıtılan Türkiye imajının buradaki ortamı yansıtmadığını söylediler. Bu vesileyle Türkiye’nin kendi gerçeğini dışarıya yansıtması için çok farklı sahalarda çalışmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Akademi de bunun başında geliyor. Modern Türkiye tarihi üzerine mutlaka ve mutlaka uluslararası bir yayın ortaya konulmalı. Bernard Lewis’den bu yana bu konuda bir kitabın yazılmamış olmamasını bir eksiklik olarak görüyorum. Cumhuriyet’in 100 üncü yılı için bir modern Türkiye tarihi yazım çalışmasının. Önemli olduğunu düşünüyorum.

Bu Forum’da modern dönem İslam düşünürlerinden İbrahim Musa (Eraheem Moosa) ile tanışmak çok kıymetliydi. “Bugünkü gerçeklikle başa çıkabilmek için İslam anlayışının güncellenemediğini düşünüyorum.“ diyen Musa, İslam ve sekülerlik üzerine yorumlarıyla önemli bir düşünür, mutlaka takip etmeliyiz.

Singapur’dan gelen Kemaluddin M. Nasır ve Prof. Masooda Bano Müslüman toplumlarda gençlik üzerine çalışan iki kıymetli akademisyen olarak dikkat çekiciydi. Oxford’dan Prof. Bano’nun “İslam toplumlarında gençleri etkileyen değişim dinamikleri neler? İslam bu dinamiklerinden nasıl etkileniyor?” sorusuyla karşılaştırmalı olarak beş ülkede yürüttüğü çalışmalar ve modernleştirici bir öge olarak gördüğü Diyanet İşleri Başkanlığı üzerine çalışmasını oldukça önemli buldum. Bu Forum’da konuşan İbrahim Resul, Abdülwahhab El Efendi’nin konuşmaları da çok ilham vericiydi.

Yeni yüzyılda barış adına kadınlar daha öne çıkacak gibi görünüyor. Sırbistan’dan Radmilla Nakarada ve nükleer tehlikeye dikkat çeken Amerika’dan Ivana Nikolic ve Pakşistan’dan Rabşia Akhtar önemli isimler olarak dikkatimi çekti.
Siyasetin içinde her şey çok hızlı değişirken istikrar ve adaletin temel sabit olduğuna dikkat çekilirken, siyasetten en önemli beklentinin “insani gelişmeyi teşvik etmesi ve bunu yaparken de insan haysiyetini koruduğunu hissetiremesi” olduğu pek çok konuşmacıda ortak nokta olarak ortaya çıktı.

Forum’da öne çıkan önemli öneri gelecek olan dünyanın risklerine karşı bir “Türk etik konseyi” kurulması fikriydi. Yeni bir siyasal tahayyüle ihtiyaç hisseden bir dünyada siyasetin bir sanat olduğunu hatırlatan, “siyaset felsefesi ahlaktır “diyen, siyasetin adalet temelli bir anlam inşasına katkı sağlayacağına inanan konuşmaların tamamını PNP Forum YouTube hesabından izleyebilirsiniz.

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Kimin Avrupası? Halkın Mı Şirketlerin Mi?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kimin Avrupası? Halkın Mı Şirketlerin Mi?

Attac, Avrupa demokrasilerinin ikircikli duruşları, zayıf yanları üzerine araştırma ve yayın yapan kuruluşlardan birincisi. “Başka bir Avrupa Mümkün mü?” sorusuna yanıt arayan entelektüellerden oluşuyor. “Kimin Avrupası?” ismiyle Türkçeye çevrilen kitap uzun süredir kütüphanemde duruyordu. Bizde vize başvurusunda bulunan 270 bin Türk olduğunu ve bunların çoğunluk red aldığı bugünlerde kitaba göz atayım istedim.

Bizdeki aşırı Batılılaşma taraftarlarının ve Avrupa hayranlığının tarihi elbette çok eski!

Bu muhteşem Avrupa algısı ne bu iktidar döneminde oluştu ne de Cumhuriyet’te. Prof.Dr.Ali Birinci ile son yaptığımız Türk Kahvesi’nde, “bedeni İstanbul’da, aklı fikri Paris’te, kafası karışık olan 19. yüzyıl aydını” üzerine konuştuğumuzda bu hayranlığın sadece seküler kesimde değil dindar kesimde de söz konusu olduğunu örnekleriyle anlatmıştı. Bugün de durum farklı değil. Maksadım Avrupa’yı kötülemek filan da değil. İyi ve kötü etiketlerinin göreceliğine teslim olmadan dünyayı anlamaya çalışmanın peşinde olmak gerektiğine inanıyorum.

Demokrasi, devlet ve yönetim sorunları sadece gelişmiş ülkelerde değil en gelişmiş ülkeler için bile tartışılıyor ki oralarda çok daha hızla yükselen aşırı sağ akımları bu çelişkiler besliyor.

Siyaset bilimciler, 1980 sonrası neoliberal politikaların yükseldiği dönemdeki-piyasadan çekilmesi beklenen- ulus devletlerin 2008 ekonomik krizi ve pandemi ile birlikte ekonomik aktör olarak piyasaya dönüşünün açtığı kafa karışıklığı ve sistemsel sorunlara bir hayli dikkat çekiyorlar. Bu değişimin demokrasileri etkilemesi kaçınılmaz. Finans ve dijital kapitalizm karşısında devletin halkını koruması, desteklemesi söz konusu olduğunda şirketlerin ve devletlerin karşı karşıya gelmemesi düşünülemez. Bu yüzyılda demokrasi ve ulus devletlerin geçirdiği ve geçirmekte olduğu değişim başka bir tartışma konusu. Ancak Attac gurubunun tartışmaya açtığı “Avrupa’yı kim yönetiyor, halk mı şirketler mi?“ sorusuna oradan lobicilik faaliyeti üzerinden bir iki alıntı ile dikkat çekmek istiyorum. Demokrasinin “salt halk iradesi” olduğu şeklindeki algı üzerine düşünmek üzerine…

“… Avrupa Birliği’ne bağlı yasaların %25’inin, çevre ile ilgili konulardaki yasaların % 80’inin Brüksel’de yapılmasıyla birlikte dünya ticaretine yön veren  şirketlerin halkla ilişkiler firmaları ve lobi şirketleri Brüksel’e yerleşerek büyük bir iktidar gücü kazanmış durumdalar. Bu makalenin yazıldığı (2005) yıllarda Avrupa mıntıkası olarak tanımlanan bölgede AB kuruluşlarını etkilemek amacıyla tam zamanlı 15 bin lobicinin iş başında olduğu belirtiliyor.

Lobiclerin % 80’inden fazlası şirketlerin çıkarlarını temsil ediyor. Loby Business’in kısaltması olan Brüksel ‘Lobi-Biz’in o yıllarda  yıllık cirosu  750 milyon ile 1 milyar Euro…

Özellikle Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası (ERT) Avrupa Komisyonu’yla stratejik bir ortaklık kurarak birleşme sürecinin oluşmasında ve hızlanmasında aktif rol oynamış.

80’lerin ikinci yarısıyla birlikte Avrupa’nın büyük şirketlerinin 45 icra kurulu başkanından oluşan bu güçlü kulüp neoliberal politikaların ve reformların itici gücü olmuş…”

Bu makalenin yazarları(Oliver Hüdeman ve Eric Wesslius) seçmenlerle hiç teması olmayan lobicilerin  karar alıcılar üzerindeki etkisini rakamlarla ortaya koyuyor. Mesela o dönemlerin PR devi olan Burson Marsteller 55 bin lobicinin Brüksel’de faal olduğunu söylüyor.

Lobicilik siyaset oyununun merkezi haline gelince de Brüksel’de bunun eğitimini veren kurslar büyük ilgi görüyor. Kitabın iddiasına göre Avrupalı parlamenterler karar vermek zorunda kaldıkları birçok ayrıntının altında ezildikleri için lobicilerle sağlıksız bir ilişkinin içine giriyorlar. Siyasi görüşlerde detaylarda, metinlerde yapılacak değişikliklerde lobicilerin katkısı büyük. Bu yeni bir siyasi kültür de ortaya çıkartıyor. Ayrıca parlamento süreci biten siyasi lobicilerin safına kolayca geçiyor. İngiliz milletvekilleri Nick Clegg ile David Bowe Avrupa Parlamentosu’ndan ayrıldıktan sonra lobi firması GPlus Brüksel ekibine katılıyorlar.

Bu siyasi kültür Avrupa içinde siyaset ve iş dünyasının sınırlarını muğlaklaştırıyor.

Kimya Sanayi Konseyi (CEFIC), Alman ilaç evi BASF, ABD’deki kimya şirketleri  Bush yönetimiyle birlikte hareket edip kampanyalarını üstleniyorlar. Lobicilerin faaliyetlerinin sınırlandırılmasına karşı çağrılar olsa da, Şeffaflık İnisiyatifi kurulsa da durum pek değişmiş değil. 

Brüksel’de etkili lobilerden bazıları; UNICE, Avrupa Sanayi ve İşverenler Konfederasyonu Birliği1958’de kurulmuş 20 milyondan fazla küçük, orta ve büyük ölçekli şirketi temsil ediyor. CEFIC, Avrupa Kimya Sanayi Konseyi 1972’de kurulmuş, bünyesinde 2 milyona yakın çalışanı olan bu şirketler dünya kimya üretiminin üçte birini oluşturuyor.EU Committee of AmCham (Amerikan Ticaret Odası AB Komitesi), kendisini Avrupa’ya karşı sorumlu hisseden 140 şirketten oluşuyor. ERT (Avrupa Sanayicileri Yuvarlak Masası), üyeleri şirketlerden değil yaklaşık 45 Avrupa sanayi patronundan oluşuyor. Aynı zamanda özel bir erkekler kulübü…

Lobiciliğin AB içinde etkisi yasaların yanı sıra elektronik raporlardan da oluşturuyor.

Özetle karar alan Avrupa devletleri mi dünya şirketleri mi sorusunu yeniden sorabiliriz.

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Kısıtsız Savaş…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kısıtsız Savaş…

Eski bir Çin masalıyla başlayalım. Yeni reis, Çince yeni “Ba”, eski Ba’yı generalleri ve danışmanlarıyla yakalamış. Öldürecek. Önce hepsini büyük bir salona toplayıp mükellef bir ziyafet çekiyor. Her şey yenilip içildikten sonra marifetli bir kılıç dansçısının gösterisi anons ediliyor. Üç kılıç, iki hançerle dans eden bir akrobat ortaya fırlıyor ve müzik eşliğinde hayret verici figürler yapıyor. İdam mahkûmu esirler ağızları açık seyrediyor. Adam gösterisini bitirip alkışlar arasında çekiliyor.

Yemek güzel, içki nefis, dans şahane ama bütün bunların maksadı belli. Hâzirunu idam etmek… Nihayet eski Ba, çok kibar bir üslupla yeni Ba’ya soruyor:

– Efendimiz, bizi ne zaman, idam buyuracaksınız?

Yeni Ba, gülümsüyor ve aynı nezaketle misafirlere sesleniyor:

– Efendiler, başlarınızı öne eğin.

 Tamamının kellesi kucaklarına düşüyor. Meğerse o mahir kılıç dansçısı, gösteri sırasında işini bitirmiş ve maktullerin ne ruhu ne vücudu duymuş.

Çin’in savaş stratejisi, kültürü, binlerce yıl önceye dayanan “otuzaltı savaş hilesi”, yeni dünyanın geleceğini belirleyecek kısıtsız savaşlarda adeta el rehberi gibi okunmalı. Karşı stratejiler onlar göze alınarak çıkıyor.

Bu yazıda yukarıdaki Çin masalı örneğinde de anlatılan Çin’in kısıtsız savaş stratejisine dair notları Prof. Dr. İskender Öksüz ile Prof. Dr. Konuralp Ercilasun’un birlikte yazdığı “Çin Dünyayı mı Ele Geçiriyor” kitabından ve İskender Hoca’nın bu kitaba dair yaptığı bir sunumdan aldığımı söylemek istiyorum. Kitapta Batılı kaynakların yan sıra Çinli  birisi  asker diğeri akademisyen iki yazarın Qiao Lang ve Wang Xiangsui’nin yazdığı Kısıtsız Savaş kitabının özeti de yer alıyor. Kısıtsız Savaş kitabı 1999’da yazılıyor, gelecek öngörülerini kapsıyor. Bugün 2022 ve gelecek geldi…

“HER SALAK MUHAREBE EDER”

Çin Dünyayı mı Ele Geçiriyor kitabında, yanıt arayanlara şu ipuçları veriliyor:

“Çin, 3.000 yıllık geleneğinin içinden düşünüyor…Siyasî mücadele, entrika, hile ile yoğrulmuş o binlerce yıllık mirasla. Her cümlelerinde Mandarin dilinin ding-dong tonları, Konfüçyüs’ün, Sun Tzu’nun bağdaş kurup arkasına yaslanmış, kendinden emin oturuşu ve kılıç dansçısının beş sesli müziği var. “

– “Çin tarihinin M.Ö. 770-476 arasında ‘İlkbahar-Sonbahar’, M.Ö. 475- 221 arasında da ‘Savaşan Devletler’ dönemleri var. Bunlar yaklaşık 5,5 asır süren fetret, mücadele ve harp asırları. Fakat bu muharebeler meydan muharebesi değil. Bazen o da var fakat asıl mücadele vasıtaları şöyle sayılabilir: Saray darbesi, karşı tarafın adamını satın almak, ittifak, müttefiki aldatmak, karşı tarafın müttefiki kendinize çekmek… Makyavel’in Prens’i İtalya’nın suikastli, zehirlemeli, saray darbeli bir döneminden seslenir. Fakat hem süre, hem de şiddet bakımından Borgialar’ın İtalya’sı, Çin’in o beş buçuk asrının eline su dökemez. Makyavel’den 1.500 küsur yıl önce, onu birkaç defa çırak çıkaracak bir kültür!

Otuzaltı Hile, sözlü gelenekten ve yazılı gelenekten kaynaklanan, toplanması asırlar süren bir derleme. Hile, suikast odaklıdır.

– Üslubun dışında, binlerce yıl sonra Tzu’nun evlatları, onun temel ilkesini tekrarlıyor: Her salak muharebe eder. Marifet, harbi muharebe etmeden kazanmaktır. Harbi başlamadan bitirmektir.

“HER YER CEPHE, HER ŞEY SİLAHTIR”

-Harp meydanı her yerdedir. Düşünün, eğer bir bilgisayar odasında veya bir borsada savaş başlatarak düşman ülkesini felaket uçurumuna yuvarlayabiliyorsanız, savaş alanı olmayan bir yer var mıdır?

-Harbin yeni ilkeleri silahlı kuvvetler veya silahsız kuvvetler, askerî veya askerlik dışı ve öldürücü veya öldürücü olmayan yolların hepsini kullanarak düşmanı bizim çıkarlarımızı kabule mecbur etmektir.

-Her şeyin merkezi değil yanı önemlidir. Kılıcın gövdesi değil kenarı keser!…

– Tek bir insanın becerdiği bir borsa çöküşü, bir bilgisayar virüsünün işgali, düşman ülkesinin parasını dalgalandıran bir söylenti veya skandal, düşman ülkesinin liderlerinin İnternet’te ifşa edilmesi… Bunların hepsi yeni silah kavramlarına dâhildir.” 

Qiao ve Wang’ın Kısıtsız Savaş kitabında ABD Silahlı Kuvvetleri’nin, düşman ülkenin aynı anda her yerine uyum içinde saldırmasını da ele alıyorlar. “Cephesi olmayan savaş! Veya çok boyutlu savaş…” Kitap 22 yıl önce yazılmış. Geçen sürede “cephelerde dövüşülmeyen” harbin cepheleri daha da genişlemiş. Kısıtsız Savaş’tan devam ediyorum, harplere:

“·Askerî, askerlik ötesi, gayrı-askerî · Atom harbi · Diplomatik harp · Finans harbi · Konvansiyonel harp · Ağ (internet) harbi · Ticaret harbi · Biyokimya harbi · İstihbarat harbi · Doğal kaynaklar harbi · Ekoloji harbi · Psikolojik harp · Ekonomik yardım harbi · Uzay harbi · Taktik harp · Düzenleme (devletçe düzenlenen enerji, vb. şirketleri kastediliyor) harbi · Elektronik harp · Kaçakçılık harbi · Yaptırım harbi · Gerilla harbi · Uyuşturucu harbi · Medya harbi ·Teörist harbi ·Virtüel harp (caydırıcılık) · İdeolojik harp.”Ve” diyor Qiao ile Wang, “Bunların her biri bir diğeriyle birleştirilip yeni bir operasyon- harp- cinsi elde edilir.”

Nihayet temel fikir ortaya çıkıyor: “Bugün Gordion Düğümü’nü çözmede kılıçtan başka metotlarımız var. Bu yüzden cedlerimiz gibi davranmak zorunda değiliz… Sonuçta, dar anlamda harp alanını azaltırken, geniş anlamda bütün dünyayı harp meydanına çevirdik. Bu harp meydanında insanlar hâlâ eskisi gibi dövüşüyor, yağmalıyor ve birbirini öldürüyor; fakat silahlar daha ileri ve vasıtalar daha gelişmiş. Daha az kan akıyor ama acımasızlık daha az değil.”

Qiao ve Wang, noktayı koyarken teorisini yaptıkları gerçeğin adını da koyuyorlar: “Bulacağımız anahtar bütün kilitleri açabilmeli. Ve bu anahtar bütün seviye ve boyutlara uygun olmalı: Harp politikasına, stratejiye, operasyon teknik ve taktiklerine… Tek tek şahısların eline de uymalı. Siyasetçiden, generalden, düz askere kadar. Bunun ‘Kısıtsız Savaş’tan daha uygun anahtarı yoktur.”

Her yer muharebe sahası ise teknolojik gelişmelere 5 G başta olmak üzere övgüler düzerken daha dikkatli olmak gerekiyor. Galiba geleceğin dünyasına hazırlanmak için her şeyden çok ‘kısıtsız savaş’a odaklanmak lazım. “Otuz altı savaş hilesi” bizim kültür ve mantığımıza oturmasa da bilmekte fayda var… İskender Öksüz ve Konuralp Hoca’nın kitapları başucu kitabı olacak mahiyette.  Ben notlar aktardım, kapsamlı bilgi kitapta…

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Kriz Dalgaları

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kriz Dalgaları

Bugünkü yazıya geçen hafta kaldığımız yerden devam edelim istiyorum. Geçen hafta Ak Parti’nin tarihin en büyük ekonomik krizlerinden birinin içinden Türkiye’yi Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde çıkartma sürecini yazmaya başlamış ve onun ülkenin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutan lider vasfının altını çizmiştik. Bu vasfıyla toplumun tüm katmanlarını pek çok yenliğe ikna etmişti. 

Ekonomi ekibi içinde yer almasam da kuruluştan itibaren Erdoğan’ın kadrosunda bulunan birisi olarak, ülkeye dair pek çok güzel işte, zorlukların atlatılmasında en önemli teşviğin ondan geldiğini bilirim. Bir lider olarak cesaret veren vasıflarının yanı sıra ülkenin insan sermayesine gösterdiği özen da onu farklılaştırmıştı. Herkesi saatlerce dinler, notlarını alır  sonra da bunları hatırlatır, tartışma yapılmasına izin verir, rasyonel uygulamalar için öneri getirenlerin önünü açar, onlara fırsat verirdi. Bugün de gördüğümüz pek çok siyasetçi bu süreçte yetişti, öne çıktı.

Şimdi geçmişten beri devam eden ekonomik kriz dalgalarının en büyüklerinden birisini pandemi çarpanıyla birlikte göğüslüyoruz. Türkiye’nin bu dalgaları atlatmasında Ak Parti kadrolarının samimiyetinin, ilk yıllarında beri sürdürmeye çalıştığı bu ruhun ve Sayın Erdoğan’ın liderlik vasıflarının çok önemli olduğuna inanırım.

Ekonomi krizler tarihinin en önemli kitaplarından birisi olan “Çılgınlık, Panik ve Çöküş (Finansal Krizler tarihi)” 1978 yılında Charles P. Kindleberger tarafından yazılmıştı. 1989, 1996, 2000 yılları basımı kitabın ilk yazarıyla devam etti, kitap 2005 ve 2011 yılı basımlarında Robert Z. Aliber tarafından güncellendi.

Kindleberger’e göre cinnet, panik ve çöküş kriz sürecinin üç aşaması. Cinnet döneminde, yatırımcılar paradan para kazanma hırsıyla borçlanarak reel ya da finansal varlıklara yöneliyor. Panik sırasında ise reel ya da finansal varlıklardan paraya geçmeye çalışılıyor ya da borcun geri ödenmesine başlanıyor: “Birkaç ‘şanslı’ yatırımcı spekülatif kazanç toplamak amacıyla ellerindeki varlıkların bir kısmını satar. Varlık fiyatlarının artışındaki yavaşlama diğer yatırımcıları daha temkinli davranmaya iter, gerginlik tırmanır, panik başlar ve ardından da çöküş gelir.” Çöküş sırasında ise, büyük bir istekle alınan tüm mal, konut, arazi, hisse senedi, tahvil gibi reel ya da finansal varlıkların fiyatları düşüyor. Piyasalarda oluşan balon patlıyor. 

Kitabın ilk sayfasında, 1970’lerden itibaren geçen zamanın, emtia, kur, gayrimenkul ve hisse senetleri fiyatlarında eşi görülmedik bir oynaklığın yaşandığı dönem olduğu vurgulanıyor. Bu dönemde dört finansal kriz dalgası yaşanmış, çok sayıda büyük banka aynı anda çökmüştü.2008’de başlayan kriz, Büyük Bunalım’dan bu yana yaşanan en ciddi ve küresel boyutta etkili olanı olmuştu.

KRİZ PANDEMİYLE BİRLEŞTİ

Pek çok ekonomiste göre 2008 krizi sona ermiş değil. Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Hakan Aran, dün Anadolu Ajansı’na verdiği demeçte, “2008 global krizi tam olarak sona ermeden pandemiyle birleşti” diyordu. “Çünkü 2008’den 2022’ye kadar küresel ölçekte izlenen yanlış politikaların, 14 yıldır halının altına süpürülen problemlerin, bazı şeylerin ‘sonra yaparız’ denilerek ötelenmesinin sonuçlarıyla karşı karşıyayız.” Aran, dünyadaki ekonomik sorunlar, artık hiçbir ülkenin tek başına çözebileceği bir noktada olmadığına dikkat çekiyor. “Yakın gelecekte bütün dünyada ülkeleri zorlayacak ve daha yaratıcı stratejiler izlemelerini gerektirecek önlemler”in daha çok konuşulacağını söylüyor.

Ekonominin çarkları dönüyor ama dönerken dişliler nerede takılıyor nerede kırılıyor. Bunu dünya tarihi üzerinden okumak mümkün, Türkiye tarihi üzerinden de. Konuya bakışım ise tarafların farklı tezleri arasında, bir parçası olduğumuz küresel ekonominin dinamiklerin, zorunlulukların içinde orta yolun, evimizi ayakta tutacak olanın bulmasını sağlayacak seslere kulak verilmesini sağlamak. Bu nedenle şu an önümüzde en önemli mesele olarak duran ekonomik göstergelerinin siyasetin malzemesi olmadan daha bütünsel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. 

Yaşadığımız tecrübeler bizi buna zorluyor. Geçmişte Ak Parti hükümetleri bu kılavuzluğu başarıyla yaptı büyük bir dünya ekonomik krizinin içinden ülkeyi güvenli limanlara taşıdı. Şimdi de yapacağına inanıyorum. Elbette kriz dalgaları yukarıda Kindleberg’ten verdiğim örnekte olduğu gibi hiç dinmiyor ve dinmeyecek. Çünkü dalga oluşturan merkezler çok çeşitli. İyice dibimize gelen fırtınaya engel olamazsak da kendi limanımızı dalgalara karşı daha güvenlikli hale getirebiliriz.

Müslüman Kadının Özgürlüğü Mü, Özgünlüğü Mü?

Hayat ve Ölüm Tıbbileşirken…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Hayat ve Ölüm Tıbbileşirken…

“Dünya görüşümüze uymayan her bilgi dezenformasyon değildir.” Yeni çağın iletişim dinamikleri yalan-yanlış bilgi haber üretimi ve yalana inanmaya hazır kitleler üzerinden ilerliyor. İletişimciler olarak bunu gözlemlerken, dikkatimi çeken bu cümleyi de paylaşmak istedim. 

“Freud’a gelene kadar insan olarak hikâyemizi anlatma biçimimiz ölüme odaklıydı. Onunla birlikte bastırılmış cinsellik üzerinden hikâye anlattığı için ölüm felsefenin meselesi olmaktan giderek uzaklaştı… Ve artık ölümü değil şiddeti konuşuyoruz …” 

 “Bu neden böyle oldu? Ölüm karşısındaki davranışlarımız uzun süredir mi değişti? “ sorusuyla yola çıkan Fatma Barbarosoğlu’nun yeni kitabı Aslında O Ölmedi hem üslubu hem de konular ve anlatım biçimleriyle bu yaz benim başucu kitabım oldu. Kitap uzun süredir masamdaydı ama belki de tam da kitapta anlatılan “ölüm” karşısındaki değişen tutumlarımız nedeniyle okumayı erteliyordum. Üç günlük bir tatile çıkarken “ne okusam, ne okusam” derken yanıma aldığımı iki kitaptan birisi oldu. Kitapta yer alan her bir ölüm yazısı öleni değil yaşayanı anlatıyor. Covid 19 sonrası sürece dair filozofların yorumlarından hiç birinin tek başına olan biteni açıklayamayacağını söylüyor. “Çin’de yasaklar ortadan kalkınca Fransız çanta markası bir günde 2.7 milyon ciro yaptı. Bir günde!… İntikam alışverişi Zizek’in değil de Byung-Chul Han’ın haklı olduğunu mu gösterdi. Zizek virüsün Çin rejimini değiştireceğini iddia ederken Byung-Chul Han, Zizek’in yanıldığını söyledi. “Çin şimdi salgına karşı başarılı model olarak kendi otokrat gözetleme devletini de satacak. Eskisinden daha büyük gururla dünyaya kendi sisteminin üstünlüğünü gösterecek. (Güney Koreli felsefeci, kültür kuramcısı Byung-Chul Han: Koronavirüs bizi bir sağ kalma toplumuna indirgedi ) “

Salgın ve 5 milyondan fazla insanın koronavirüs nedeniyle ölümünün ardından dünyada ne değişti kestirmek çok zor. Ancak yazarın “Ne Zizek yanılıyor ne de Byung-Chul Han. Dünya (e) “hiçbir” seçeneğini değil, (f) “hepsi” seçeneğini bir dayatma olarak görüyor…” görüşüne katılmamak da mümkün değil. Salgınla birlikte ölüm bizim için ne anlam ifade ediyor sorusu daha da önem kazanmış durumda.

ÖLÜMÜ EVCİLLEŞTİRME DENEMELERİ…

Ekran önü ölümler, ölümün magazin hali, ölüm ve ölümün sergilenişi, ölümün dile düşen aksi yazarın kitapta eksen aldığı başlıklar. Yazar, ölüm üzerinden bizi bir düşünce turuna çıkarıyor. Magazinlerden, hafıza odalarına, empati modasından balmumu heykellerin vücut diline, ölümde ruh aramaktan ünlülerin ölümüne, ölümü şiddet üzerinde okumaktan vasiyetlere, topluma ve dünyaya bakıyor. Öne çıkan düşünceleri yorumlarken her tezin altında “aslında o ölmedi” klişesine dair bize bir pencere aralıyor.  

Bugün tıp dünyası insan ömrünü uzatmaya çalışırken diğer taraftan yeni kavramlar devreye sokuyor. Ölümcül hastalıklarda “ ikna odaları” yeni bir hizmet sektörü olarak ortaya çıkıyor. Ölüm fikrinin ötelenişinin ardından tıp teknolojisinin ”ısmarlama ölüm hizmeti sunması”, transhümanizme ivme kazandıran ölümsüzlük stratejileri, kitapta dikkatimi çeken konular oldu. “Hayat ve ölüm tıbbileşirken, artık burada olmayanın gidişi magazinleştiriliyor…” Felsefe ve sosyoloji perspektifinden ölümü gündelik meseleler üzerinden yazan Fatma Barbarosoğlu bu kitabıyla da Türkiye’nin önemli düşünürleri arasında ki yerinin altını çiziyor.

TEK PARTİ DÖNEMİ DEDEKTİFİ ORHAN

Tatil için yanıma aldığım ikinci kitap Serdar Kaya’nın Endoktrinasyon ve Türkiye’de Toplum Mühendisliği isimli kitabı oldu. Kemalizm’in, tek parti döneminin düşünme biçimini endoktrinasyon üzerinden ele alan kitapta ilginç konular var. Bunların içinde en ilginç bulduğum yazılardan birisi; magazinel bir kahraman olan dedektif Orhan Çakıroğlu oldu. Yazı Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yaratılışımızdaki yegane mükemmeliyet, Türk oluşumdandır” sözüyle başlıyor. Bu söz; Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından CHP’li tek parti dönemini ve o dönem ortaya çıkan eserleri incelemek noktasında önemli bir kılavuz.

Orhan Çakıroğlu, Murat Akdoğan’ın 1941-1942 yıllarında kaleme aldığı polis hafiyesi serisinin kahramanı. McGill üniversitesine David Mason  1940’ların bu dedektif kahramanı hakkında  “Orhan Çakıroğlu Kemalist Bir Türk prototipi miydi?”  diye  bir akademik makale de yazmış. Konu akademinin ilgi sahasına da girmiş özetle. Orhan Çakıroğlu kuşkusuz ilk hafiye karakterimiz değil. Ebüssüreyya Sami’nin 1913 ve 1914 yılları arasında serüvenleri yayınlanan Amanvermez Avni’si ilk polisiye karakteri sayılabilir. Orhan Çakıroğlu’nu Amanvermez Avni’den ayıran husus, Kemalist ideolojinin yücelttiği insan tipine karşılık gelmesi…

Dedektifimizin 5 özelliği öne çıkıyor: Çok sayıda dili iyi derecede konuşabiliyor. İtalya’da hukuktan birincilikle mezun oluyor, Amerika’da elektrik, motor ve havacılık alanında staj görüyor. İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Yunanca ve Arapça biliyor. Türkçeyi Osmanlı alfabesiyle okuyabiliyor. Zeki ama aşırı zeki…Diğer ülke dedektiflerinin çözemedikleri dosyaları da çözecek kadar şöhreti almış yürümüş… Çok cömert, daha önemlisi paraya değer vermeyen, işini parayla yapmayan birisi… Asıl amacı insanlara ve adalete hizmet etmek… Başarıların kendine değil Türk oluşuna bağlıyor. Türk malı ürünlerin üstünlüğüne inanıyor, yabancılarla alay etmek için hiç bir fırsatı kaçırmıyor. Yakaladığı suçluların ekserisi ise Rum…

Bu karakter ile bugünkü istihbarat, polisiye dizlerinin karakterleri arasında bir karşılaştırma yapılsa ne çıkar sorusuyla yazıyı okudum.