Kadın Kurbanlar

Kadın Kurbanlar

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kadınları Kurban Etmeyin!

1990-200 yıllarının başında Töre cinayetleri gündemimizdeydi. O yıllarda konuyla ilgili araştırma yapmak için bölgeye pek çok kez gittim. Töre deyince yanlış anlaşılması, kadim bir İslam geleneğinden ya da Türk töresinden filan söz etmiyorum. Bölgedeki bazı aşiretlerin kendi yöresel kültürlerinden kaynaklanan, kimi zaman aile için namussuzlukları örtbas etmek için, kimi zaman aile şerefi dedikleri sebeplerle, kimi zaman aşiret kavgaları sebebiyle gencecik kızların canına kıydıkları, insafsızca işlenmiş cinayetlerdi bunlar. Tüm ailenin bilgisi altında, tanıklığında hatta annenin riyasetinde ve hatta annenin en çok katledilen kızına değil de katil olacak diye oğluna üzüldüğü bir ortamda işlenirdi. Genellikle aşiretin en küçük üyesine işletilirdi ki; az ceza alsın! Ha bir de yıllarda medeni kanun gereği “töre nedeniyle işlenmiş cinayetlere” indirim uygulanıyordu.

Bölgede kadınlara hayatı dar eden bir diğer çemberde PKK’nın taarruzuydu. Özelikle dağ köylerinde yaşayan aileler PKK taaruzundan öyle bizar olurdu ki PKK’ya hem erkek hem de kız evlatlarını verirlerdi. Hem de çocuk yaşta. Nedense dünyanın merhametli insan hakları savunucuları bunları hiç görmedi. O yıllarda bölgeye gazeteci olarak gittiğimde bir genç kızı tanıdım. Daha 20 li yaşlarındaydı. 14 yaşında PKK’ya katılmıştı. Neden diye sorduğumda şöyle anlatmıştı. “PKK her yıl köyleri dolaşır, evlerden hem yiyecek, para hem de gerilla için çocukları alırdı. Her evden mutlaka giden olurdu. Bir gün bize geldiler, üç erkek kardeşim vardı. Birisi hapisteydi, diğeri üniversitede okuyordu, şehirdeydi, üçüncü kardeşimde çok küçüktü. Annemin ona bakarkenki üzüntüsünü gördüm ben giderim dedim. Öylece katıldım…” Katıldığı eylemlerin silahlı saldırıların sayısını hatırlamıyordu bile. Çocuk yaşta bir genç kız PKK askerleriyle dağa çıkınca başına neler geliyor kısmı ayrı bir konu.

Dağda ortalama yaşam süresi o yıllarda 3 -4 yıldı. PKK yılda binden fazla eylem yapıyordu. 

2004 yılında Ak Parti iktidarının üçüncü yılında en önemli icraatlarından birisi kadın-erkek eşitliğini (10. Madde) Anayasa değişikliği ile koruma altına alırken dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tüm idari birimleri kapsayan bir Başbakanlık Genelgesi yayınlandı. Artık töre cinayetine göz yumulmayacaktı. Sonra TBMM’de Fatma Şahin’in başkanlığında “Töre Cinayetleri Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon bölgede şehir şehir, köy köy dolaştı. Cezaevlerinde görüşmeler yaptı, raporunu kısa sürede tamamladı. Bu çerçevede kanunda değişikliğe gidildi, töre cezalarında indirim kalktığı gibi “töre saikiyle” işlenmiş cezalar artırıldı.

O yıllarda bölgeye sık giden birisi olarak kadınlara ilişkin çok gözlemlerimiz oluyordu, bunları siyasete taşımak en büyük sorumluluğumuzdu. Şiddet gören kadınlar, enseste uğrayanlar sadece failler tarafından değil aileler tarafından tehdit ediliyordu. Ya da böyle bir konu aileler arası çatışmalara sebep oluyordu. Bu da kadınların suskunluğunu zorunlu hale getiriyordu, onları koruyacak hiçbir mekanizma yoktu. Medeni kanundaki değişikliğin ardından bölgede ilk defa güvenli sığınma evleri açıldı. Bu evlerde kalan kadınlarla bizzat konuştum. Bunların içinde PKK ‘ya katılmak istemediği için saklanmak zorunda kalan kadınlar da vardı.  Kadınları kuşatan cendereler onlara “şşşt sessiz ol ve katlan” diyordu. Namlunun ucunda ölüm vardı.

Bunlara karşı ne dönemin Kürt kadın siyasetçilerinin ne de destekçileri hiç ses çıkarmadı. Bugün o beğenmedikleri her fırsatta hakaret ettiklerinin desteğiyle o bölgelerde kız çocuklarının eğitimi güçlendirildi. Devletin kadınları şiddetten koruyan mekanizmalar çok gelişti. Harran’da 20011 ‘de röportaj yaptığım bir kadın 118’i duyduğum gün kocama dedim ki “Artık bana vuramazsın seni şikayet ederim” dedim diye anlatıyordu. “Kocan o zaman ne yaptı?” dedim. “İnanmadı” dedi. “Ben de aradım polisler geldi.” Artık o bölgelerde kadınlar şiddete uğradıklarında güvenli bir devlet mekanizması tarafından korunduklarını biliyorlar.

Dün TBMM’de bütçe görüşmelerini izlerken HDP kadın vekillerinin her fırsatta bağırdığını gördüm. O bağrış içinde Gurup Başkan Vekili Meral Daniş öldürülen kadınlardan söz etti. Daniş’in provakatif sözlerini duyunca, acaba kim kadınları ateşe atıyor diye düşünmeden edemedim. HDP’li kadın siyasetçiler ne yazık ki bölgenin sorunlarının çözümüne değil sadece emirlere odaklanmış durumda, kadınlar umurlarında değil. Tüm insan hakları raporlarında bölgede çocuk yaşta gerilla olmaya zorlanan çocuklar yer alırken buna dair kıllarını kıpırdatmayan da yine onlar.

Erkeklerin davasına kadınları kurban ederek kadın hakları savunulmaz. 

BRAVO 

Almanya’da Olaf Scholz başkanlığında yeni kabine açıklandı. Alman hükümeti Merkel gibi güçlü bir kadın siyasetçinin ardından nasıl oluşacak diyerek kabineyi merak ediyordum. Kabinede 9 kadın bakan olduğunu görünce bir bravo dedim. Hem kadınlara hem de Başbakan Olaf Shoz’a…Siyasi partilerin içindeki güç mücadelesinden bakan olarak çıkmak kolay iş değil. 

Savunma, İçişleri, İmar ve İskân, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma, Eğitim ve Araştırma, Dışişleri, Çevre, Doğa Koruma, Nükleer Güvenlik Ve Tüketicinin Korunmasından Sorumlu Devlet Bakanlığı, Aile, Yaşlılar, Kadınlar Ve Gençlerden Sorumlu Devlet Bakanlığının başına kadınlar getirildi.

Kadın bakanlar arasında tanıdık bir isim de var. Kültür ve Medyadan Sorumlu Devlet Bakanı Claudia Roth. Özellikle 1990’lı yıllarda İstanbul’a gelmeden Diyarbakır’a gider oradan da dünyaya Türkiye’deki töre cinayetlerine ilişkin demeçler verirdi. Zihnimde böyle bir imajla kalmış. 66 yaşında olan Rothaynı zamanda Deutsche Welle’den de sorumlu olacak…

Kadın Kurbanlar

Bunları Bilmeden Siyaset Yapılmaz

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Bunları Bilmeden Siyaset Yapılmaz

Gençlerde siyasete girme isteği büyük. Bir kısmı idealist, bir kısmı kariyerist… Sebep her ne olursa olsun siyaset siyasete dair bir kültürü gerektirir. Siyasete meyilli ve yatkın olmak, bir başlangıç noktası olsa da, gerisi sizin elinizde. Bu da ancak içinde yaşadığınız siyasal kültürü anlamlandıracak, temas ettiğiniz toplumu anlayacak bilgiyle olur. 

Tarih bilmeden siyaset yapılmaz. Tarih derken sadece Osmanlı tarihini kast etmiyorum. Cumhuriyet tarihini bilmeden Türk devletinin bugününü anlayamazsınız.

  1. yüzyıla yön veren olayları, fikirlerini bilmeden siyaset yapılamaz. İki dünya savaşının etkilerini bilmek siyasete girmek için sınav sorusu olmalı.

Sanat tarihini bilmeden…

Batı düşüncesinde aydınlanmayı bilmeden…

İslam tarihi bilmeden…

Sosyalistleri, milliyetçileri, İslamcıların fikir önderlerini tanımadan siyaset yapılmaz.

Latife bilmeden siyaset yapılmaz .

Espriyi anlamadan siyaset hiç yapılmaz.

Türkçeyi bilmeden siyaset yapılamaz!!!

Sinema, tiyatro, edebiyat ya da az da olsa sanat veya sanat tarihi bilmeden hiç olmaz!

Türk düşünürleri bilinmeden hiç siyaset yapılamaz. Bu liste uzar gider. Ama tavsiyem şimdilik bu kadar.

Siyaset siyasal kültür ve bilinç ile gelişir. Bunun için tavsiyem aranızda bu başlıkları tartışacağınız okuma grupları oluşturmanız. Zaman çok hızlı geçiyor siyasete başladığınızda zihniniz boş ise ilerleyen zamanlarda asla dolamaz. Tecrübe edinirsiniz ama siyasal kültür bilginiz hep eksik kalır. Vakit olmaz, psikolojiniz uymaz, hele de daha 30’larınıza gelmeden herkes size başkanım diyorsa aman dikkat!!!

TÜRK SİYASETİNİN HANDİKAPLARI

 Türkiye’de din elden gidiyor ve laiklik elden gidiyor sarkacı arasında aklı-selim olanı, makul olanı konuşamadık. Bu sınıflama ilericiler – gericiler gibi sınıflamalarla değişen isimlendirmelerle sürüyor.

Her şeyin din dahil kendi bağlamından, zemininden koptuğu bir evrede hâlâ modernleşme ve dindarlaşma kavgası sürüyor. Taraftarların arasındaki tartışmanın “romantik argümanları” devam ediyor.

“Ne Tanrı dağı kadar Türk ne de Hira dağı gibi Müslüman olmak …” zorunda değiliz… Bu iki kavrama sıkışmadan ikisini uzlaştıran bir siyasi merkez kurulabilir. “Milleti dinin içinde eritmek ya da dini milletin içinde eritmek” arasında kalmaktan vazgeçerek ikisini bir arada bir milletin unsurları olarak var eden bir siyasal kültürün imkanları bugün daha çok aranmalı!

MİLLİYETÇİLİK İLE İSLAMCILIK 

Türk devletinin fikri zemini nereye, ne kadar yakın olacak? Türk siyasi tarihinde bu mücadele önceki kuşakları olduğu gibi bizim de ömrümüzü yedi.

Türkiye’de sol-sağ kavgası ve solun ve sağın kendi içindeki ayrımları derin ve çetrefilli bir konudur. Her bir merkez kendini en doğru ve en merkez sanır ama edebiyat, sanat ve fikri çevrelere hakim olan seküler ve sol kesimdir. Bu diğer görüşlerde eser verenlerin kendi sesleriyle tanınmasına mani olur. Tanınanlar da yine sol üst bakış açısıyla bilinir.  İslamcılar dinci ve gerici diye dışlanırken milliyetçiler de kafatasçı ya da ırkçı diye dışlanır. Toplum iki düşünceyi de sol kesimde yazanlarla tanır. Oysa Türkiye’de ilk kafatası ölçümü Atatürk’ün emriyle manevi kızı Afet İnan başkanlığında bir ekip tarafından yapılır. Dönemin fikri akımlarının, ırkçılık teorilerinin sosyolojiye hakim olması bunu gerektirir.

Geçen hafta “Ben bir Türk milliyetçisiyim” diyen Prof. Dr. İskender Öksüz’ü konuk etmiştim. Milliyetçi düşüncenin bilimsel gelişmelerle, teorilerle fikri takibini yapıyor. “Bilimden kaçınmak, endişe etmek için hiçbir sebep yoktur. Erol Güngör’ün yıllar önce dediği gibi, “Gerçekler ancak sahtekâr ve geri zekâlıları korkutur…” diyor. Uzun yıllar Töre Dergisi’ni yönetmiş, Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi’ni yazmış önemli bir isim.

İskender hocaya göre Irkçılık, milliyetçiliğe zıt ve düşman bir anlayış… Milliyetçilik kucaklar, birleştirir. Irkçılık, iter ve ayrıştırır. Milliyetçilerin önde gelen isimlerinden Dündar Taşer’in bir tespitini şöyle aktarır: “Bizim milliyetçiliğimiz kendimizi büyük gördüğümüzdendir; onların milliyetçiliği başkalarını aşağılık gördüklerindendir.” “Biz tarihimizi, dilimizi, kültürümüzü sevdiğimiz için Türk milliyetçisiyiz. Onlar, bizi ve Batı’nın dışındakileri aşağılık gördükleri için kendi milliyetçiliklerini yaparlar. Irkçı geçmişleri hafızalarında henüz tazedir ve tekrar ortaya çıkmak için fırsat kollamaktadır. Tom Nairn’in dediği gibi ‘Milliyetçiliğin altın çağı henüz gelmedi bile”. diyen Öksüz mikro milliyetçilikleri de ayrı bir kategoride değerlendiriyor.

“O ırkçıydı, şu İslamcıydı gibi hükümler vermeden önce, hangi dönem, hangi tarih, hangi toplum için konuşmakta olduğumuza dikkat etmeliyiz. Bu terimlerin tarih içindeki farklı anlamlarını istismar edenler de var. Fakat en vahimi, milletin ırk, milliyetçiliğin ırkçılık olduğunu iddia ederek Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini hedef almaktır. Türkiye Cumhuriyeti Türk milliyetçiliği üzerinde yükselmiştir.” 

Bugün geldiğimiz noktada “millet ırka değil kültüre dayanır” tezleriyle bu konu dünyanın gündeminde olduğu gibi bizde de yeni başlıklarla gündeme geliyor. Önce tarihine sonra bugüne sonra da dünyaya bakarak konuşmak gerekiyor.

MÜSTAKİL

Müstakil olmak hele de bizim gibi ülkelerde kolayca başarılacak bir iş değil.

Sezai Karakoç bunlardan birisiydi. Şahsına münhasır müstakil bir adamdı. Mefkûresi vardı; fikri, dili, kalbi, yaşantısı bununla uyumluydu.

Üç yıl önce kasım ayında kaybettiğimiz Kürşat Bumin de öyle bir yazardı.

Yine bu ay kaybettiğimiz Ömer Lütfi Mete de müstakil bir adamdı.

Müstakil olarak bir çekim merkezi olmayı başaran bu üç yazarı rahmetle anmak istiyorum.

Her biri elbette bambaşka kulvarlarda, bambaşka etki ve özelliklere de sahip.

Ancak onları buluşturan müstakil olma özelliğinin kıymetli olmasının altını çizmek istiyorum.

Kadın Kurbanlar

İki Akıl Yürütme Arasında Ankara

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

İki Akıl Yürütme Arasında Ankara…

Türkiye tecrübesinde “laiklik” meselesi yüzyıllık ulus-devlet tarihimizin en çok tartışılan konulardan birisi olmasına rağmen ne siyasetçiler ne aydınlar ne de üniversite işin içinden çıkamaz. Öyle ki bu ülkeyi yıllarca yöneten insanlardan birisi olan Süleyman Demirel bir röportajında “Laiklik tarif edilmelidir.” der. Necmettin Erbakan muhalefetini bu kavramın tanımsızlığı çerçevesinde örgütler. 

Bu konudaki kafa karışıklığının sebeplerinin başında Türkiye örneğinin Batı ülkelerinden farklı olması gelir. Bir diğer sebebi de bizim Batı laikliğinin Hristiyanlık ve kapitalizm ile ilişkisini yeterince anlayamamış olmamızdır. Bir felsefe ve tarih profesörü olan İsmail Kara geçen hafta yaptığımız Türk Kahvesi programında Türk tipi laikliğin, imkan ve zorluklarıyla bir mesele olmasının sebebi olarak şunu söyler…“Türkiye örneğinde önemli olan laikliğin din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasından ziyade, din alanı üzerinde baskı kurmak yahut en hafifi tabiriyle kuvvetli bir kontrol mekanizması  geliştirmek meyli olmuştu.”

İsmail Kara’nın “Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam” kitabının laiklik bölümünde detaylıca yer alan abu tespit, siyaset ve düşünce tarihimizin zikzakları konusunda da bizi aydınlatıyor. İsmail Kara ayrıca Türkiye’de Batı tipi laikliğe doğru hareket sürecinin Ali Fuat Başgil’den başlayarak milliyetçi-muhafazakar çevrelerin etkisiyle gerçekleştiğini söylüyor. Batı tipi laikliğe giden süreçte en büyük ilerleme soğuk savaş sonrasında; İslamcıların çabasıyla, onların demokrasi, insan hakları, birarada yaşama söylemleriyle gerçekleşiyor. İ.Kara bu durumun iki türlü okunabileceğini söylüyor. Bir tarafıyla Ankara’nın ve Cumhuriyet’in başarısı; diğer tarafıyla Türkiye’yi merkeze alamamaktan (her kesim için) kaynaklanan sorunların kaynağı…

Laiklik Batı tecrübesinden farklı olarak Türkiye tecrübesinde nasıl yaşandı? Her şeyden önce Ankara’yı sadece Cumhuriyet ile değil İttihat Terakki döneminden başlatmak gerekiyor. Onlar, laikliği daraltıcı anlamıyla ele almıyor. Belki de bu nedenle laikliğin tarifi tam yapılmış sınırları tam olarak çizilebilmiş değil. Laikliği Osmanlıcaya ladini olarak tercüme etmişken Cumhuriyet sekülerlik yerine çağdaşlık kelimesini kullanıyor. Cumhuriyet mübadele süreçlerinde vatandaşlık için milleti değil Müslümanlığı merkeze alıyor, diğer taraftan hayatın, evin, şehrin içinde yaşayan tüm unsurlarıyla adeta gökkubbe ile bağını kopartıyor. Çağdaşlaşma dediği bu dönemde İslamın bilim-yaşam biçimi-kültür-dil ile bağı kopartılıyor. İsmail Kara bunu “dinin paranteze alınması” olarak değerlendiriyor. Bir tarafıyla önem bir tarafıyla ihmal!

Dindar insanın ve dindarlığın, dini kavramların laikleştirilmesini veya dini olanın laik olan unsurlarla iç içe kullanılmasının Türkiye’de yaşayan insanların hafızasına etkilerini anlatmak elbette daha müşkül olacaktır. Şerif Mardin bir hususa dikkat çekiyor. “Laikleştirici reformlar İslamiyeti daha İslami kılmıştı…” Türkiye’de sekülarist düşüncenin ilk basamağını, modern düşünce biçiminin İslam ile uzlaştırılması çabası oluşturmuştur”… (bkz. Nuray Mert. Laiklik Tartışmasında Kavramsal bir Bakış)

Din dışılık itibar kazanıyor. 1931’deki CHP’nin 3. Büyük Kongresi’nde laikliğin sınırları daraltıcı anlamıyla çiziliyor. Resmi olarak dinin yerine laiklik konuyor. Dini önlerinde bir engel olarak gördükleri gibi, kurumsal İslama karşı tavırları nefret dolu güvensizlik içeriyor. İsmail Kara bu dönemin duygu iklimini Voltaire’in kiliseye karşı duyduğu nefrete benzetiyor.

İkinci Akıl Yürütmenin Yer Değiştirmesi

Başka bir akıl yürütme biçiminde ise laiklik Osmanlı’ya yakınlaştırılıyor. Osmanlı meşru yeni laik tarihin bir parçası haline getiriliyor…Cumhuriyet fikrini ve ideolojisini din ve tarih üzerinden meşrulaştırıyor. Devlet laik olur fert laik olmaz denirken, laiklik bazen diniliğe boyanıyor. 

1940 İslam ansiklopedisi neşriyatı kararı, bu politikadan uzaklaşma değil ama diğer akıl yürütme biçimine geçiş için bir değişim işareti oluyor. 1947 CHP Kongresi asıl değişimi başlatıyor. İslamcılık akımının önde gelen isimlerinden Ahmet Hamdi Akseki Diyanet İşleri Başkanı oluyor. 1947’de özel din dershaneleri açılıyor. Aynı dönemde hacca gitmek yasaklanmalı diye kanun teklifleri verilirken, 1949 da İmam Hatip okulları, İlahiyat Fakültesi, kuran kursları açılıyor. Okullarda din dersleri başlıyor. Şemsettin Günaltay, başbakanken yaptığı bir konuşmada kendisini “Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölülerini yıkamak için okullar açan bir hükümetin başbakanıyım” diye takdim ediyor. 1950 yılında türbe ziyaretlerine izin veriliyor, ilk açılan türbe Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşa’nın türbesi… 1927 de binaların üzerinde bulunan Arapça yazılar kapatılmıştı.1950 de bu yazılar açılmaya başlıyor. İlk açılan İstanbul Üniversitesi giriş kapısındaki yazı oluyor. Ezanın Türkçe okunması kararı kaldırılıyor, radyoda dini program yasağı kalkıyor, bunu kandil gecelerinde Mevlit, cuma sabahlarında Kur’an okunması takip ediyor. Siyasi merkezle dinin irtibatı yeniden kuruluyor. Bunu dini çevrelerin sisteme katılması takip ediyor.

Dini olanın laik olan unsurlar için, onlarla iç içe kullanılması, iki akıl yürütme arasındaki değişimler, Türk siyaset tarihinde hem kutuplaşmaya hem de içi içe geçebilmeye sebep oluyor. Hem zorluk hem imkan barındırıyor. Belki de bu nedenle DP, CHP’nin içinden çıkabiliyor, Milli Cepheler kurulabiliyor, DSP, Refah Partisi koalisyon yapabiliyor.

İsmail Kara “ Türkiye’de din konuşulmadan siyaset konuşulamaz” derken, “Türkiye tarihinde ayakları yere basan bir muhalefetin ancak İslam ve Müslümanlık üzerinden gerçekleştiğini” de söylüyor.

Cumhuriyet tarihini, düşüncesini tek bir dönem gibi ele almak mümkün değil. Siyasi tarih ile düşünce tarihi arasına bir hat çizerek, bir bütün olarak 20. yüzyıl Türkiye’sine baktığımızda laikleşme ile dindarlaşmanın atbaşı yürüdüğünü görüyoruz. Mustafa Kutlu’nun  gerçekte “hangi taraf güçlendi ya da zayıfladı” sorusu ise hâlâ masada.

“Laiklik yanlıları Türkiye’de dinin kültürel potansiyelinin büyüklüğünü kestirmekte yetersizler.” İsmail Kara’dan özetlediğim bu notlara ilave olarak İslamcıların da Türkiye’nin potansiyelini “dindarlıkla” daraltmalarının bir başka yetersizlik olduğunu söylemek isterim.

Kadın Kurbanlar

Cumhuriyetin Kadınları

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Cumhuriyetin Kadınları

Tarihi bir süreklilik olarak görmek gerekiyor. Cumhuriyet’i ortaya çıkaran koşulları değerlendirirken, dönemin ve çağın ruhunu anlamaya çalışırken tarih kitapları kadar anı kitaplarını da okumak gerektiğine inanıyorum. Hayatın içine, evlerde ne yaşandığına, ne konuşulduğuna bakmak dönemi anlamaya, en azından gözümüzün önüne getirmeye katkı sağlıyor.

Buralardan baktığımızda özellikle kadınların hayatı bize çok şey söylüyor. Fedakâr, cefakâr, cesur ve sorumluluk sahibi kadınlar… Bir taraftan Batı’daki hemcinslerinden, gelişmelerden  etkileniyor, kendi haklarına dair mücadele veriyorlar. Diğer taraftan da çöken bir imparatorluğun altında ailelerini, toplumu sırtlanıyor ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Fonda; Tanzimat’tan başlayarak Batılılaşma, sanayileşme, pozitivist akımlar, eğitimin gelişmesi, imparatorluğun mücadelesi, savaşlar var. Balkan bozgunu, Kırım Harbi, Kafkaslar derken milyonlarca Müslüman Türk evsiz barksız kalıyor, önce payitaht İstanbul’a ardından da Anadolu’ya göç ediyor, yerleştiriliyor.

Namık Kemal nutuklar atıp kitaplar yazarken eşi Nesime Hanım bayram için cephedeki askerlere gönderilmek üzere çorap örüyor. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma Aliye Hanım bir taraftan Fransızcadan roman çeviriyor diğer taraftan gazete çıkarıyor, bir yandan da cephedeki askerler için dikiş atölyesi kuruyor. Cepheye gidenleri saymıyorum bile. Büyük bir sorumluluk bilinci ve ayakta kalma çabası. Bunu yaparken de elinden gelen her şeyi yapmak; gerekirse sokaklarda çöpçülük yapmak, gerekirse hemşirelik, gerekirse fabrikada işçilik… Bu dönemin kadınları Cumhuriyet’e insan yetiştiren kadınlar…

Cumhuriyet’in ilk dönemlerini romanlarında anlatan Ülker Fırtınası, Kadıköy’ün Romanı ve Ciğerdelen romanlarının yazarı Safiye Erol bir Cumhuriyet kadını.  Cumhuriyet kurulmadan lise eğitimi için Almanya’ya gitmiş, Almanya ve İsviçre’de eğitim görmüş. Almanya’dayken sınıf arkadaşı bir Hint mücahidine aşık olmuş, ancak vatan sevgisi nedeniyle onunla gitmeyip vatanını tercihe etmiş bir yazar. Bu kırık aşk hikayesini romanlarında yaşatmış. 

Mehmet Nuri Yardım’ın onun hayatını anlattığı Safiye Erol kitabında naklettiği bir çocukluk hatırasını dönemin kadınlarını anlamak ve anlatmak için alıntılamak istiyorum: “Balkan Harbi’nin korkunç yılları… Yaşım küçük olduğu için hatırladıklarımı büyüklerimden dinlediklerimle birleştiriyorum. O zaman Beyazıt’ta Mithat Paşa’nın ailesinden bir zatın evinde oturuyoruz. Balkan bozgunu olunca Keşan’daki tüm akrabalarımız Gelibolu’ya göç etmişler. Babam o zaman anneme demiş ki ‘Bütün soyu sopu İstanbul’a davet edeceğim, yanımıza ne dersin?, Evin düzenini feda eder misin? ‘ Annem “Feda olsun’ demiş. Babam devam etmiş ‘Ama rahat, huzur, perde, halı, mobilya, feşmekan arama.’  Annem “Feda olsun’ demiş. Sonra gidip ev sahibimize sormuş. Belki kırk elli muhaciri evimize almak istiyorum. Buna muvafakatınız var mı?’ Ev sahibimiz ‘Feda olsun’ demiş. Babam devam etmiş ‘Ama kapı, duvar, boya bacada hayır kalmaz.’ Ev sahibimiz ‘Feda olsun dedik ya beyim, feda olsun’ demiş…”

Safiye Erol, Balkanlar’dan gelen kırk -elli muhacirin yaşadığı bir evde büyür. “14-18 arası farklı yaşlarda çocuk vardı” evde diye anlatıyor. Afacanlıkta yarışan bu çocukları merdivenlerde koşuştururken durduran tek şey evin ekabirine ayrılmış olan, ekabirin üst kattan açılan kapısı olurmuş. ”En koyu afacanlık çağının coşkunluğuna rağmen aile içinde hüküm süren bir nevi  hiyerarşi, sıkı bir mertebeler silsilesi sıra ve saygı kanunu hüküm sürüyordu. Üçüncü kata pek adım atmazdık. Orada babam, amcalarım ve akrabadan büyükler vükela meclisi gibi tekellüf ve merasimle otururlardı. Çiftlik, çubuk mal, mülk her şeyi bırakıp üzerlerindeki yıpranmış elbiselerle göçmüşlerdi. Yine de hal ve tavırlarına bakınca derdiniz ki hepsi birer ‘uç beyi.’ Bu tutumdan öğrenilecek çok şey olduğunu daha o zaman sezmiştim. Sanki ecdadım topla, tüfekle yıkılmayacak bir şeye sahip olduklarını bana o zaman duyurmuşlardı…”

Evini elli muhacire açan Safiye Erol’un annesi Keşanlı İkbal Hanımı, Samiha Ayverdi Abide Şahsiyetler kitabında anlatır. O’na göre İkbal Hanım bir Bektaşi dervişi idi. Arifti, aşıktı, zarif ve nazikti. Hamil olduğu aşk ve irfanı kızına nakletmeyi bir analık borcu saymıştı. Kızı gibi yıllar yılı mürekkep yalamış birisi değildi. Ama asırların birikintisi olan şifahi bilgisiyle, muhabbetiyle  hem Allah karşısında hem de insanlık karşısında hesap verme alışkanlığı ile arınmış birisiydi…  Ayverdi “Bir hikaye yazsam onu mevzu seçerdim; bir efsane donatsam onu alır işlerdim. Zira o şiir de olur, masal da olur kıssa da…” der.

Cumhuriyet’i kuran ekibin arkasındaki ruha bir hatıradan bir not düşmek istedim. Gelecek nesillerin bilgi dağarcığında, Cumhuriyet’in kuruluş hikayesindeki kadınların da yer bulması dileğiyle. Cumhuriyetimizin kadın erkek tüm kurucularına şükranla…

Kadın Kurbanlar

Genç Müslümanın Kitabı

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Genç Müslümanın Kitabı

1947 yılında yayınlan bu kitabın yazar hanesinde “bir heyet tarafından meydana getirilmiştir” yazıyor. Girişte “Türk Genci!” hitabının ardından da “ Dindarlık zevki, maddi olmayan bir zevktir. Onu maddi menfaatlere ve dünya işleriyle karıştıranların bu memlekete fenalık ettiklerini tarih anlatmış ve ispat etmiştir. Halbuki İslam dininin emrettiği; sırf yaradana minnet borcunu ödemek, iyilik için yaşamak gibi manevi hazları tadabilmek, dünyalara değen en büyük menfaattir…  Milliyetine ve dinine güven, iyi bir vatansever olduğun kadar iyi bir dindar da ol! “

Bu yıllarda bir heyete bu kitabı yazdıran iklim Türkiye’nin Kemalist devrimciliğin, pozitivizm ruh ikliminin uyandırdığı rahatsızlıktır. Bir orta yol arayışıdır. İslam tarihini, ibadetleri anlatan kitap dönemin ideolojik örgüsünü ve dilini de korur. Mesela “Allah’a iman” değil, “ulu tanrıya iman “ der. Kitapta din, namazdan, hacca anlatılır…

 1930’lu yılarda ortaya çıkan Cumhuriyetçi muhafazakarların etkisiyle yazıldığına inandığım bu kitap bugünün siyasi tartışmalarının köklerini anlamak için o yıllara bakmak gerektiğini ortaya koyuyor. Ayni siyasi hatlar devam ediyor, benzer tartışmalar yapılageliyor.

 Kim bu “Cumhuriyetçi muhafazakârlar”

 1930’dan sonra bu kadroyu görmeye başlıyoruz. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Peyami Safa, Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken bu isimlerden bazıları…Kemalist devrimcilik ile İslamcılık arasında bir orta yol bulmaya çalışan bu isimler İttihat Terakki günlerinden hatta onun da öncesinden başlayan materyalist felsefenin etkinliğine karşı çıkıyor, manevi ve dini atmosferi yaşatmaya çalışıyorlar. Özetle radikal dönüşümlerin ve değişimlerin ikliminde itidali savunuyorlar.

1926 kongresi sonrası CHP içinde pozitivizmin ve materyalizmin ağır basması, Kemalizmin halka uzak bir şekilde yorumlanması, CHP içerisinde küçük bir grup olan Cumhuriyetçi muhafazakârları telaşlandırıyor ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu önderliğinde bir araya gelmelerine neden oluyordu. 1930’ların Kemalizm anlayışları arasındaki yarışta en geride kalmasına rağmen, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında merkez sağın ortaya çıkışıyla beraber önem kazanan Cumhuriyetçi muhafazakârların önemli isimlerine şimdi birlikte bir göz atalım.

Cumhuriyetçi muhafazakârların lideri kabul edebileceğimiz İsmail Hakkı Baltacıoğlu Cumhuriyet sonrasında hem Milli Eğitim Bakanlığı yönetim kurulunda görev yapıyor, hem de İstanbul Üniversitesi’nde güzel sanatlar, teoloji, edebiyat, sosyoloji ve psikoloji gibi çok farklı bölümlerde dersler veriyordu. Ayrıca 1930 yılında Serbest Fırka’nın kurulması çalışmalarına da aktif olarak katıldı ve önemli isimlerinden biri oldu. Ahmed Ağaoğlu ile yakınlaşmaları da bu döneme rastlar. Ancak Serbest Fırka deneyimi çok uzun sürmeyecek ve dahası pek hayırlı olmayacaktır. Daha sonra Baltacıoğlu (1934-1978 yılları arasında) Yeni Adam dergisini yayınlamış ve Cumhuriyetçi muhafazakârlar olarak adlandırabileceğimiz grubun bu dergi çevresinde kümelenmesine ön ayak olmuş.

Atatürk’ün yaşadığı dönemde din konusundaki reformlarında baş danışmanlarından biri olan Baltacıoğlu, İsmet İnönü’nün isteğiyle Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kurulma çalışmalarını yürütmüş. 1942-1950 döneminde CHP’den milletvekilliği yapmış. 

Baltacıoğlu’nun görüşlerine Batıya Doğru kitabından alıntılar yaparak daha sonra yakından bakacağız, ancak şimdi Cumhuriyetçi muhafazakârlardan siyasete en çok bulaşmış kişi olan Ahmet Ağaoğlu’nun (1869-1939) hayat hikayesine göz atalım: Sorbonne Üniversitesi’nin tarih ve filoloji bölümünden mezun olmuş. Azerbaycan’da öğretmenlik yaparken Türkçü düşünceyle tanışmış ve Rusya’daki Türklerin haklarını korumak için “Difai” isminde bir dernek kurmuş. 1909’da İstanbul’a gelmiş. Hakikat gazetesindeki yazılarıyla dikkat çeken Ağaoğlu, önce İttihat ve Terakki Cemiyeti genel merkez üyesi daha sonra da Afyonkarahisar mebusu seçilmiş. İstanbul’un işgali sonrası İngilizler tarafından Malta’ya sürülen Ağaoğlu, 2 yıl sonra İstanbul’a dönmüş ve Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin başyazarı olarak Milli Mücadele’ye büyük destek vermiş. CHP’den Kars milletvekili olarak TBMM’ye giren Ağaoğlu, partinin devrimci ve devletçi ekonomi doğrultusundaki görüşleri nedeniyle istifa ederek 1930’da Serbest Fırka’nın kurucularından olmuş. Serbest Fırka sonrası siyaset hayatına nokta koyan Ağaoğlu, ölene kadar birçok esere imzasını atmıştır. 

Bu grubun izleri merkez sağda, muhafazakar siyaseti devam ettiren çeşitli partilerde takip edilebilir. Yeni Adam Dergisi de Cumhuriyetçi muhafazakârların etrafında kümelendiği dergi olarak görülebilir. Bir diğer dergi de Hilmi Ziya Ülken’in çıkardığı Kültür Haftası… 

Cumhuriyetçi muhafazakârlarda görülen temel özellik, Henri Bergson ve “sezgicilik”ten etkilenerek yaptıkları itirazlar. Bu nedenle Cumhuriyetçi muhafazakârlar, yapıtlarında Ziya Gökalp’in pozitivist yaklaşımlarına karşı mistisizmi, bilimselliğine karşı da gelenek-görenekleri ön plana çıkararak CHP içerisinde yandaş toplamaya çalışmış, ancak etkileri çok sınırlı düzeyde kalmış. Cumhuriyetçi muhafazakârların bir diğer çabası da, kendilerini İslamcılardan ayrıştırmak olmuş. Kemalist devrimi reddetmediler ancak yeni devletin bu ani ve gelenek-görenekten beslenmediğini iddia ettikleri hızlı dönüşüm çabalarından rahatsız oldular. 

Cumhuriyetçi muhafazakârlar “maneviyatçı -mukaddesatçı bir çizgiyle” ortada buluşulması gerektiğinin Türkiye’nin hayrına olduğuna inanıyordu. Bu siyaset damarı bugün de devam ediyor. Bu kanat üzerinde hiç durmuyoruz, ancak bu yazarlardan devam eden hattın  okunması ve tartışılması gerektiğine inanıyorum.  

Kadın Kurbanlar

Daha Berbatı Yok Mu?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Daha Berbatı Yok Mu?

Popüler yarışmaların ve realty şovların  mucidi yapımcının hikayesini anlatan bir film izlemiştim. Bu yapımcı bir hayalperestti, uzun süre kimse yüzüne bakmamış ne zamanki CIA ile işbirliği yapmayı kabul etmiş o zaman tasarladığı program formatları televizyonlarda kabul görmüştü.

Bu formatlar bugün hala dünyanın her yerinde yayınlanıyor. Formatın mucidinin hayalinde ki programın merkez fikri en iyisini bulmak değil en kötüsünü bulmaktı! Bir keresinde Amerika’nın kırsalından gelen şarkı söylemek isteyen yarışmacıların arasından en iyisini seçmek amaçtı. Ama o şovu etkili hale getirmek için en kötüsünü arıyordu. Yapımcının rejiden “daha kötüsü, daha berbatı yok mu” diye bağırıp kendini parçaladığı sahne hâlâ aklımdadır.

Aynı ses eminim birçok program ekibinin kulaklarında yankılanıyordur. “Daha berbatı, berbatın berbatı yok mu?” Olmaz böyle şey diyebileceğimiz ahlaksızlıklar dipsiz bir kuyuda gibi her gün giderek irtifa kaybederek televizyon ekranlarında karşımıza geliyor. Gerçek mi gerçek! Dünya hali bu, cinayet işleyen de, paragöz aile bireyleri de binbir işkenceden geçmiş anne de, kötülükte işbirliği yapan aile de toplumun bir parçası… Bu olaylar da hayatın gerçeği…

Amma velakin  topluma her gün (canlı yayın kuşaklarında hem de her kanalda) bunları izletmek ne kadar doğru. Toplumun en kirli halinin örneklerini haberlerde görürsünüz, en uzunu birkaç dakika gösterilir. Ama bunlar öyle değil ki saatlerce, günlerce biz bu kirliliği derinliğine öğreniyoruz, anlamaya çalışıyoruz, olabilecek en iyi haliyle “tatlı sona bağlanmış” hallerini de izliyoruz. Elbette kimseyi ekran karşısında zorla tutmuyor kanallar, ama izleniyor. Böylece başarılı işlere imza atılıyor! Kötülük ilgi görüyor, kitlelere en büyük kitle iletişim aracı olan televizyon vasıtasıyla ulaşıyor, sıradanlaşıyor. 

Her gün evdeki çocuk kayından mı komşudan mı, mahalle bakkalından mı, DNA testlerini arkası yarında bekliyor izleyici. Geçenlerde tesadüf ettim, böbrek hastası kızına böbreğini vermeyen bir baba canlı yayına gelen (merhamet mi reklam amacıyla mı olduğu belli olmayan) bir telefondan aldığı 50 bin liralık teklif ile böbreğini kızına satmaya ikna oluyor. Sunucu da böylece bir genç kızın hayatını kurtarıyor, ekran başındaki izleyiciler de alkışlıyor. 

Cinayetlerden, her türlü ahlaksız ilişkilere şov yönetmeninin “daha kötüsü yok mu” çığlıkları altında bulunup getirilen hikayeleri toplum her gün izliyor. Ne kadarı gerçek ne kadarı oyuncu bilinmez… Lakin aile içi tecavüz meselesini telaffuz etmekten çekinen din adamlarına, bu konuyu kötü emsal teşkil etmesin diyerek gündeme getirmeyen büyüklere selam olsun. Biz her gün bunları televizyonlarda izliyor ve giderek  “AAAA…!” demek yerine “hımmm” deyip geçiyoruz. Nasıl olur böyle şeyler, bu nasıl bir ahlaksızlıktır dediğimiz her şeyin daha da berbatı bir sonraki bölüme bulunup geliyor.

Berbatın berbatı, kötünün kötüsü yok mu arayışları gündüz şovlarında da bitmiyor, yemek, moda yarışmalarının hepsine sirayet ediyor. Aşağılama, her şeyi en basite değil berbata indirgeme, bunun takdir toplaması sizce sorun değil mi? Şov bu elbette ismi koyan anlamı da içine koyuyor. Lakin bir durup düşünmek gerekiyor. Toplumu bunlar mı temsil ediyor?

Arz -talep ilişkisinde sadece programcıları değil, izleyiciyi de iki taraflı sorgulamalıyız. Sonra da kalkıp “vay gençler neden ateist oluyor” gibi spekülatif söylemelere kıymet veriyoruz.

Toplumun en berbat  hikayelerinin peşinde bir televizyonculuğu dayatan serbest piyasa ekonomisini  konuşmadan da bunları konuşmak mümkün değil… 

KİTLELERİ EBLEHLEŞTİREN YIKIM

Her  sahada olduğu gibi burada da “filistinizm” kavramı devreye giriyor. Alev Alatlı yıllar önce bu kavramı “paçozluk” ve “ eblehleşme” tercümesiyle gündeme getirmişti. Buna dikkat çekerken de halka “kültürel ve entelektüel etkinliklerden korunması gereken çocukmuamelesi yapanların “üstenciliği”nin büyük bir tehlike olduğunu söyleyerek, böyle bir durumda başımıza gelecekleri de şöyle özetlemişti. “Kitlelerin ‘eblehleşme’ şeklinde tezahür eden evrensel yıkıma (blight) uğramaları kaçınılmazdır.“ Yine onun deyişiyle, “Umursamazlığın toplumun üzerine sihirli bir pus gibi çöktüğü durumlarda tahrifat kural olmakta, iyi/kötü, rasyonel/irrasyonel gibi kavramlar, gündemden düşmektedirler.“

Fikirlerin açık ve net çarpışmasından hakikat güneşi doğabilir, sağlıklı bir toplum ortaya çıkabilir. Lakin kötülüklerin ve kirliliğin yarıştırılmasından hakikat güneşi de sağlıklı bir toplum da çıkmaza. Ekranlar vasıtasıyla aşinası olduğumuz şeyler içimizdeki hangi parçayı harekete geçiriyor dikkat etmekte fayda var.