Can Gitmeden Önce… – Fatma Şahin

Can Gitmeden Önce… – Fatma Şahin

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Fatma Şahin

Fatma Şahin

Can Gitmeden Önce…

Kurulmasına ön ayak olduğu Meclis Komisyonu ile birlikte katiller de dahil konunun tüm muhataplarıyla görüşen Fatma Şahin ile töre ve namus cinayetlerinin nedenleri, nasılları, çözüm yolları üzerine…

Gaziantep’in ilk kadın parlamenteriyim. Tabii üzerimde, bunun getirdiği büyük bir sorumluluk var. 2003 seçimlerinde 48 tane erkek milletvekili aday adayı içerisinde tek kadın bendim. Ben bugün buradaysam (röportajın yapıldığı dönemde Fatma Şahin Gaziantep Milletvekili’ydi) bu, en büyük destekçim olan eşim ve ailem sayesindedir. Aday adayı olduğumuz zaman Antep’in bir bayan milletvekili istemeyeceğini, bunun görülmemiş şey olduğunu söylediler. Ama ben Antep’in bayan milletvekilini kaldıramamasından çok, erkek bir siyasette erkeklerin kadınları istemediklerini gördüm. Çünkü siyasete girdiğim andan itibaren kadınıyla, erkeğiyle, yaşlısıyla, genciyle halkın kadın milletvekiline karşı ciddî bir sıcaklıkla yaklaştığını ve asla cinsiyet ayrımı yapmadığını gördüm. Bu benim için de, seçmenimiz için de büyük bir tecrübe oldu.

Erkek Dayanışması!

İlk günden itibaren kadın olduğum için herhangi bir olumsuzluk hissetmedim. Eğer bugün siyasette kadınlar az ise bunun kesinlikle halktan kaynaklanmadığını düşünüyorum. Bu tamamen erkek egemen teşkilât sisteminden kaynaklanıyor. Mesele bir kadın adaysa, erkeler gerektiğinde çok farklı düşünseler bile bir anda bir araya gelebiliyor. Bir anda toplu olarak hareket edebiliyorlar. Ben çok net bir şekilde yaşadım: 10 tane isim yazılacaktı. “Fatma Hanım birinci çıkabilir.” söylentileri yayılınca erkeklerin hemen karşı cephe oluşturduğunu gördük. Oysa hepsi birbiriyle rekabet hâlindeki adaylardı. O yüzden biz kadınların eğer bu alanda var olacaksak kadının kadına desteğini arttırmamız gerekiyor. Türk siyasi tarihine baktığınız zaman bu konuda başarılı sınavlar vermediğimizi görüyoruz.

Töre Cinayeti Çıkmazı

Bizim milletvekili olarak birinci görevimiz, yasama ve denetlemedir. Fakat anayasanın ve iç tüzüğüne göre toplumsal sorunlar konusunda araştırma önergesi verebiliyoruz. Töre ve namus cinayetlerinin büyük bir toplumsal sorun olduğu ve kamu vicdanını ciddî anlamda rahatsız ettiği için, bunun nedenlerinin araştırılıp çözüme odaklı bir çalışma yapılması yönünde bir toplumsal talebin geldiğini görünce bir yıl önce komisyonumuzu kurduk.

Çalışırken fotoğrafın tamamını görmeye çalıştık. Cezaevindeki erkeklerle, sığınma evindeki kadınlarla, aşiret reisleriyle görüştük. En çok töre ve namus cinayeti işlenen 5 ayrı ili tek tek ziyaret ettik ve her gittiğimiz yerde işin bütün muhataplarıyla bir araya geldik.

Cezaevindeki yapmış olduğumuz çalışmada elliye yakın erkekle görüştük. İlk gittiğimizde başsavcı bize “Bunların hepsi biz suçsuzuz diyecekler ve size bir şey anlatmayacaklar.” dedi. Ama onlara “Biz toplumsal bir sorunu çözmek için geldik, sizin sayınız çoğalsın istemiyoruz. Sizler bizim için çok değerlisiniz. Siz vekil olsaydınız kendi hayatınızla alâkalı ne yapardınız?” şeklinde bir yaklaşım sergileyince o insanların çaresizliklerini gördük.

Katillerin % 99’u Pişman Ve Yalnız

Hepsinin hikâyesi çok farklıydı. Hepsinin ortak duygusu, bu cinayetleri bir şeyleri temizlemek için yaptıkları ama her şeyi daha da kirlettikleri yönündeydi. Şimdi kendimi onların yerine koyduğum zaman nasıl bir çıkmaz içinde olduklarını anlıyorum. Orada “Sen erkeksin. Karının, bacının, ananın namusundan sen sorumlusun. Bu senin görevin!” şeklinde bir yetiştiriliş tarzı var. Erkeklerimize bunu birinci derece görev olarak veriyoruz ve bütün hayatı boyunca kendini bu şekilde yetiştiren bir erkek, namusla alâkalı sınırların dışına çıkıldığında bu işi temizlemek zorunda kalıyor. Yoksa toplumsal baskı onun yakasını bırakmıyor.

Ancak cinayet işleyenlerin % 99’unda pişmanlık görülüyor. Yaptığım röportajlarda yalnızca iki kişi pişman olmadığını söyledi. Onun böyle düşünmesinin sebebi ise öldürmesi gereken iki kişiden birisini henüz öldürememiş olmasıydı. Yani problemini henüz çözememişti. Kafasında problemi çözen kişilerde pişmanlıkla beraber yalnızlık duygusu görüyorsunuz. Çünkü arkalarında parçalanmış bir aile var ve şimdi onlara ne olacağını düşünüyorlar.

Azmettirene De Ağır Ceza

O zaman biz toplum olarak neden bu cinayetlerin işlenmesine izin veriyoruz? Tabii ki işin yasal boyutu çok önemli. AKP iktidarıyla Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yaptığımız değişikliklerle çok önemli yasal düzenlemeler yaptık. Belki de bu noktada yapmamız gereken çok şeyin en iyi yaptığımız hukuksal boyutuydu. 35 yıl sonra TCK’yı değiştirdik. Çocuk hakları konusunda ve kadınların şiddete uğraması noktasında çok önemli yasal düzenlemeler yaptık. Töre ve namus cinayetlerini nitelikli adam öldürme suçuna çevirdik. Daha önce toplumsal olarak kabulden kaynaklanan indirimlerimiz vardı. Bu indirimlerden dolayı küçük yaştaki çocuklar, eğer aile de işletirse çok kısa sürede ceza alıp çıkıyordu. Ama yasalar azmettirenleri de birinci derece suçlu olarak görüyor ve ona da nitelikli adam öldürme suçundan ceza veriyor.

Yangın Çıkmadan Söndürülmeli

Cinayet işleyen ailelere gidip baktığınızda yapılarının birbirine çok benzediğini görüyorsunuz. Meselâ aşiret reisinin biri bize dedi ki “Üç kuşak şehirde yaşamış ve ekonomik durumu iyi olan hiçbir ailede töre ve namus cinayeti işlendiğini gördünüz mü?”

Bu cinayetlerin arkasında değişimi algılayamayan zihinlerde kültürel çatışmayı görüyorsunuz. Bunun yanı sıra bir ekonomik durumda problem varsa ve eğitim problemi yaşanıyorsa bu olayların olmaması için bir neden yok. Yani orada yine aşiret reisinin birinin söylediği “Vekilim dedi duman tütüyor, yangın çıkacağı belli.” Yani buradan duman tütüyor. İşte biz sosyal devlet olarak tam duman tüttüğünü gördüğümüz zaman orada olmalıyız. Yani yangın çıktıktan sonra başsavcı ve kolluk kuvvetleri geldikten sonra, can gittikten sonra iş bitiyor.

Karadeniz’de De Yaygın

Bu Komisyon’un yaptığı en önemli işlerden birisi bu konuda geçmişe dönerek son 5 yılı taratmak oldu. Emniyet Genel Müdürlüğünden, jandarmadan ve Adalet Bakanlığından suç haritalarını çıkarttık. Hangi ilde ne kadar töre ve namus cinayeti işlenmiş diye baktık ve son 5 yılda 1091 olay tespit ettik. 1091 olayın bölgeler arası farklılıklarına dönüp baktığımız zaman Doğu ve Güneydoğu’yla birlikte karşımıza Karadeniz de çıktı.

Karadeniz bu komisyonda başlamadan önce hiçbirimizin aklında yoktu. Bu konuyla ilgili olarak Karadeniz’e gittiğimizde oradaki kamu kurum ve kuruluşlarını sivil toplum kuruluşları da dahil, “Bizde böyle bir cinayet olmaz. Buraya niye geldiniz?” şeklinde bir tavırla karşıladılar bizi. Trabzon’daki töre ve namus cinayetinden yatan erkek sayısı Diyarbakır ve Urfa kadardı… Eğitim, meslek, yöreler göz önünde bulundurarak yaptığımız araştırmada tüm Türkiye için önemli  bir istatistikî veri oluşturduk.

Namus Nedir?

Ama şunu da itiraf etmeliyiz ki biz sosyal analizleri hâlâ yapamayan bir ülkeyiz. Bunu başarmalıyız. Biz enflasyonu TEFE’yi, TÜFE’yi nasıl hesaplıyorsak, nasıl sanayi kapasitemizi her ay yükseltiyorsak, mutlaka sosyal analiz dediğimiz şiddet vakasını, töre ve namus cinayetlerini, aileyle alakalı konuları da analiz edebilecek, istatistikî yapımıza hızla kavuşmamız gerekiyor. Çünkü öbür türlü el yordamıyla gidiyorsun. Birileri bir şey dediği için öyle zannediyorsun.

Şimdi ne yapmak gerekiyor dediğiniz zaman iki noktayı çok önemsiyoruz: Birincisi, kız çocuklarımızın mutlaka birey olması lâzım. Eğer kadın ya da kız, ailede birey olarak varsa ve kendi yaşamıyla ilgili karaları verecek güçteyse, o zaman bu tür olaylara çok az rastlanıyor. Kız çocuklarının okullaşma oranını arttırmamız ve onların toplumsal cinsiyetleri dediğimiz rol modellerini oluşturmamız gerekiyor.

İkincisi, biraz önce söylemiş olduğum maço erkek dediğimiz erkek tipi. Burada  okumuş, okumamış fark etmiyor. Üniversiteyi bitirmiş birçok kişide, yetiştirilişten toplumun getirdiği kültürel yapıdan dolayı bu görülebiliyor. Meselâ üniversiteyi bitirmiş birçok erkeğin  kadının bedeni üzerindeki namus anlayışını değiştirmesi gerekiyor. Hâlbuki biz öyle bir milletiz ki namusumuz, şerefimiz üzerine yemin ediyoruz.

“Namus nedir?” diye sorulduğunda, bırakın siyasetçileri, akademik grupta bile bu kavramın ortak tanımının yapılamadığını gördük. O zaman erkekleri yetiştirirken zihniyet değişimi yapmamız gerekiyor.

Hurafeler Zihin Bulandırıyor

Özellikle biz bu raporda tabana indiğimiz zaman zihinlerde İslâm diniyle alâkalı çok yanlış bilgilerin olduğunu gördük. Gelenek ve görenekler, hurafeler sanki İslâm dininin bir parçasıymış gibi algılanıyor. En önemli nokta bu. Bir tespit yaptık ve bunu Diyanet İşleri Başkanımızla hemen paylaştık; camii cemaatinin dışındaki insanların da bilinçlendirilmesi gerektiğini, bunun bir aydınlanma projesine dönüştürüp ve mahallelere inmek gerektiğini söyledik. Diyanet İşleri Başkanımız bu konuda son derece duyarlı, yalan hadislerin gerçek hadislerden arındırılması için bir çalışma başlattı.

Suç oranının yüksek olduğu illerde müftülerle, öğretmenlerle, jandarmayla beraber iş birliği yapıldı. İslâm dininin sevgi ve rahmet dini olduğunun, nedeni ne olursa olsun Allah’ın verdiği canın hiç kimseyi alamayacağının ve İslâm dininde kadına karşı şiddetin en büyük günahlardan olduğunun anlatılması yönünde bir çalışma başlatıldı. Gelişen ve değişen dünya düzeninde sıkıntılarınızı dinin bir parçası veya bir ırkın kültürü sonucu olarak gördüğümüz zaman çözümsüzlüğe götürüyoruz.

Bu yanlış yorumların aslında bir takım insanların da işine geldiğini görüyoruz. Bize düşen görev, bu yanlış yorumları ortadan kaldırmak. Bunun için devlet olarak, insanların kafasındaki soru işaretlerine cevap bulabileceğimiz açılımları yapmamız lâzım.

Alo Şiddet Hattı

Bu iş öyle ha deyince çözülecek bir konu değil. Bu işin hukuksal, psikolojik, sosyolojik, millî eğitim, sağlık, adalet boyutu var. Bunların birbiriyle çaprazlanması ve ilintilendirilmesi gerekiyor. Bir kadın gece yarısı ayağında terliğiyle, 3 çocuğuyla kapıda kaldığı zaman sosyal devlet tam burada iş yapıyor ve sistem hemen çalışıyor. O zaman bizim “Alo Şiddet Hattı” dediğimiz hattın bütün mekanizmalarını tam olarak hayata geçirmemiz lâzım. Bunun ciddî anlamda bütçe ve personel ihtiyacı gerektirdiğini biliyoruz.

Sayın Bakanımızın bu konudaki gayretlerini biliyoruz. Çok büyük bir emek sarf ediyor. Biz de parlamentoda onunla beraber hareket ediyoruz. Tabii bu kurumsal yapının oluşması hem irade, hem inanç istiyor. Yani bunu yapacak kişilerin buna inanması lâzım. Hem de beraberinde iyi bir bütçe istiyor. Bunları birleştirdiğiniz zaman devlet kendine düşeni yapacak. Fakat 73 milyon insana da düşen görevler var. Herkesin kendisini görevli ve sorumlu olarak görmesi gerekiyor.

Medyanın Gücü Aşireti Aştı

Komisyon çalışmasında Şanlıurfa’ya gittiğimiz zaman valimizin başkanlığında önce oradaki bütün kamu kurum ve kuruluşlarıyla, STK’larla ve akademik grupla bir araya geldik. Sonra da yüze yakın kanaat önderi dediğimiz aşiret reisleriyle valimizin başkanlığın da bir araya geldik. Bu aslında katılımcı demokrasi açısından bir ilkti. “Burada bir sorun var. Sizce bu sorun nedir? Bu sorunu çözmek için bize yardımcı olun.” şeklindeki bakış açımızın bir ilk olduğunu Şanlıurfa’da gördük.

Oradaki kanaat önderlerinin genel kanaati şöyleydi: “80’li yıllardan sonra, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da terörün bitmesiyle beraber hızlı bir sosyalleşme oldu. Bu sosyalleşme altyapısı olmadan gelişti. Dolayısıyla o kapalı toplumlar, katı gelenekler hızla çözüldü. Çocuklarımız televizyon programlarından, medyadan, çok daha fazla etkileniyorlar. Artık aşiretin dediğini yapmıyorlar. Eğer siz bu problemleri arayacaksanız artık özellikle kitle iletişim araçlarının yapmış olduğu programlara bakın.”

Sevgi Dilsiz Kalmasın

Batman’da ki intiharların arkasında da hızlı göçün olduğunu gördük. Özellikle 50’li yıllarda petrolün bulunmasıyla beraber şehirleşme kültürü oluşmadan göç almaya başlamış. Beraberinde çok zengin ve çok fakirin bir arada yaşadığı bir toplum oluşmuş. Ayrıca terörde de iki uç kutbun orada yaşadığını görüyoruz. Sosyolojik olarak baktığınız zaman bu iki zıt kutbun korkunç bir kültürel çatışmayı beraberinde getirdiğini görüyorsunuz. Aslında sivil toplum kuruluşlarının bize söylediği şey, “Töre ve namus cinayetlerinde nitelikli adam öldürme suçuna döndükten sonra intiharlar çoğaldı.” Ankara’da oturup Batman hakkında fikir veren böyle de bir kadın grubumuz var. Biz gidip baktığımız zaman o ailelerin ne yeni TCK’dan haberleri olduğunu, ne de eski TCK’dan haberleri olduğunu, orada, risk faktörü dediğimiz şeyin çok net bir şekilde yaşandığını gördük.

Meselâ bizi götüren bir şoför dedi ki, “Vekilim, annem Türkçe bilmiyor, oğlum da Kürtçe bilmiyor.” Bu bizim ülkemizin gerçeği. Bu ikisi birbirine nasıl birbirini sevdiğini söyleyecek? Bu sorunları çözmek için ciddî bir şekilde sosyolojik araştırma, bilimsel çalışma gerekiyor.

Devletin İlk Kez Kadın Politikası Oldu – Nimet Baş

Devletin İlk Kez Kadın Politikası Oldu – Nimet Baş

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Nimet Baş

Nimet Baş

Devletin İlk Kez Kadın Politikası Oldu

Nimet Baş yıllarca ceza avukatı olarak çalıştı, Kadın ve Aileden sorumlu Devlet Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı yaptı, kadın haklarının geliştirilmesinde önemli rol oynadı. Ailenin kadın üzerinde tahakküm kurup ezmesine de kadının bireysel haklarının yok olmasına da karşı.

Türkiye’de kadınlara yönelik gelişim ve değişimin başlangıcı asıl başlangıcı 1990’lı yıllardır. Özellikle 1990’lı yılların sonlarında başlayan Medenî Kanun değişikliği, ailenin korunması hakkındaki kanunla başlayan süreçtir.

Dönemimizde (AK Parti döneminde) hem Kopenhag kriterlerini yakalanması, hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kadınlara yönelik hakların tanımlanması bağlamında, Türkiye gerçekten çok ileri adımlar attı. Bunların en önemlisi, anayasada yapılan değişikliklerdir. Anayasanın 10. maddesinde yapılan değişiklikle Türk kadınının, erkeklerle eşitliğinin tanımlanmasının yanı sıra, devlete bu eşitliği sağlamak konusunda bir yükümlülük yüklendi. Türk Ceza Kanunu’ndaki değişiklikler, İş Kanunu’ndaki değişiklikler ve ailenin korunmasına dair yasa değişiklikleri, töre cinayetlerindeki indirimlerin kaldırılması, ağırlaştırılmış hapis cezalarının verilmesi gibi, özellikle kadınları yasal anlamda normal sıfatlarda eşitleyen düzenlemeler yapıldı. Bu düzenlemelerle Avrupa Birliği üyesi ülkelerinin en ileri 5 ülkesiyle aynı yasal düzenlemelere sahip hale geldik.

Devletin Kadın Politikası Oldu

Demokrasi mücadelesi verenler, genellikle en büyük ve en zorlu mücadelenin yasal düzenlemeler olduğunu zannederler. Oysa ki demokrasinin gerçek mücadelesi uygulamada ve tabanda gerçekleştiği zaman tartışılabilir, doğru bir zemine oturtulabilir.

Biz bu yasal düzenlemeleri çok kısa bir sürede gerçekleştirdik. Ama asıl önemli olan şimdiki görevimiz, yasalarla tanımlanmış olan hakları kağıt üstünden uygulamaya geçirmek. Peki bunları uygulamaya nasıl geçireceğiz? Uygulamaya yönelik, aktif olarak kurumların, sivil toplum örgütlerinin, özellikle medyanın, her kesimin ortak hareket etmesi gerekir. Bunun üzerine 4 Temmuz tarihli özellikle kadının insan hakları ve yasal anlamda işlevini tanımlayan ve bu tanım çerçevesinde ilk kez “Devletin bir kadın politikası var mı?” sorusuna net cevap bulduğumuz bir genelge yayınlandı. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir başbakan kadın konusu meselesinde şiddetten başlayarak kadının eğitimi, sağlık problemleri, istihdamına katılımları gibi çok başlığı olan bir genelge yayınladı. Kadın örgütleri “Biz 20 yıldır bu sorunları konuşuyoruz, ilk kez bu kadar kapsamlı bir genelgede yayınlandı. Burada bütün sorularımızın cevabını bulduk.” dediler.

Fakat bütün bunları hayata taşımak çok da kolay değil. Kadınların haklarına yönelik çalışmalar sadece Türkiye’de değil, dünyanın birçok yerinde geniş bir direnişle karşılaşıyor. O yüzden bunun sebepleri tartışılırken de çoğu zaman Türkiye veya diğer ülkelerde başka gerekçeler bulunabiliyor.

Şiddetle Mücadele Garnizonlara Girdi

Diyanet İşleri Başkanlığımızdan Genel Kurmay Başkanlığımıza, Millî Eğitim Bakanlığımızdan Dışişleri Bakanlığımıza, emniyet personelimize kadar bütün kurum ve kuruluşları kadın hakları konusunda donanımlı hâle getirdik. Niye böyle bir yol tercih ettik? Özellikle askerliğin zorunlu olduğu ülkemizde henüz evlenmemiş olan gençlerimizin ilk eğitimleri aslında bazen asker ocağı oluyor. Orada verilen bilgiler gençlere hayat boyu ışık tutacaktır. 600 garnizonda bizim şiddeti önlemeye yönelik posterlerimiz asıldı. İnanıyoruz ki orada o eğitimi alan gençlerimizin birçoğu ilerde aile kurduğunda bu haklara saygılı olacaklar. Çocuklarını bu yönde yetiştireceklerini ümit ediyorum.

Şiddeti uygulayanların referans aldığı bazı yerler var. Bunun en başında da gelenekler geliyor. İnsanlar geleneklerin içine çoğu zaman yanlış bilgilerle dinî kuralları da koyuyor. Oysa ki İslâm dininin kadına yönelik şiddeti mazur gören bir yönü yok. Bu konuda gerçek bilgilerin topluma aktarılmasını istiyoruz. Biz hedef kitlemizi erkekler olarak belirledik, aslında yıllarca kadınlara yönelik bilinçlendirme ve eğitim çalışmaları yapıldı artık kadınların haklarını ihlâl edenlere de söyleyecek sözümüz olmalı.

AKP’nin bundan 5-6 yıl önce düzenlenen programında, hiçbir siyasi partide olmayan ileri düzenlemeler yer aldı. Bunların başında Birleşmiş Milletler kadınlara yönelik ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesinin bütün hükümlerinin iç hukukta hayata geçirileceği sözü geliyordu. Ayrıca Ak Parti Anayasanın 10. maddesi dışında, anayasanın 90. maddesini değiştirerek Kadının insan haklarını tanımlayan sözleşmeleri, iç hukukun temelinde saydı. Bu sebeple bizimle ilgili kadınların haklarını geriye götürecek bir parti gibi algıdan kurtulması gerekiyor toplumun. Biz, bu ülkede hiçbir kadının var olan haklarını geriye götürmediğimiz gibi hiç kimsenin hayal edemeyeceği kadar da ileriye götürdük.

Türkiye’de muhafazakarlar ve  bazı kadın hareketi savunucuları ile yaşanan tartışmalar  kadının kendisini tanımlaması, aile içindeki konumları gibi felsefe anlamdaki farklılıklar üzerinedir. Değer yargılarımızı muhafaza ederek ilerlemeyi düşünüyoruz. Kadının aile içindeki konumunu önemsiyoruz, kadının anne rolünü önemsiyoruz. Sadece bireysel hakların tanımlanmasıyla, bu sadece kadınlara yönelik değil erkeklere içinde öyle. Biz aile kurumunu ve bu kurumun içindeki değerleri de önemsiyoruz. Ayrıca eşler arasında barışı da, bozmadan hareket etmeyi önemsiyoruz. Yani bir savaş, bir çatışma ortamından yana da değiliz. Dolayısıyla kadınların yasal haklarının yaşama geçirmesi konusunda da samimiyiz.

En Önemli Konu Eğitim

Haydi Kızlar Okula kampanyasının özellikle Şanlıurfa’da start verilmesi çok anlamlı. Çünkü Urfa, kız çocuklarının okullaşma oranın çok düşük olduğu bir şehrimiz. Sadece bu kampanyayı başlatmaktan öte, Millî Eğitim Bakanlığımız izlediği politikayla, şu anda kız çocuklarının, okul olanaklarından yararlanamayan çocukların okula kazandırılmasının yanı sıra ailelere özellikle de annelere maddi yardımda bulunuyor. Bu oranın çok daha hızlı arttığını düşünüyorum. İlk öğretimi tamamlayan kız çocuklarının, liseye gitme olasılıkları da artıyor. Bu oranların gerçekten iyi bir noktaya geldiğini düşünüyorum. Kadın meselesinde en fazla tartışılması gereken konu eğitim.

Kadın İşveren Kadın İstihdamını Artırıyor

Kadınların istihdama katılımının çok düşük olduğu bir ülkeyiz. Aynı zamanda, kadın işveren sayısının da düşük olduğu bir ülkeyiz. Bu sorunun çözümü için bazı çalışmalarımız var. Mikro kredi de bunlardan birisi. Mikro kredi uygulamaları çok güzel sonuçlar veriyor. Mikro kredi uygulamalarına baktığınızda, genellikle kadınların geri ödemelerinin yüzde yüz olduğunu görüyoruz.

Kadınların kredi kullanması konusundaki güçlüklere yönelik yaptırdığımız bir araştırmada, kadınların kredi kullanıp iş yeri açmadıklarını gördük. Bir kere kadınların eğitimleri buna yeterli değil. Çoğunlukla kadının işveren olması konusundaki en önemli engellerden birisi eğitim. İkincisi, kapital, yani sermaye sorunu. Üçüncüsü ise kadınların istihdama katılımı için öncellikle kendi aile sorumluluklarının varlığı. Yani iş ve çalışma hayatını uyumlulaştırmak gibi bir problemleri var. Aslında kadınlar çok daha titiz. Bir kadın mutlaka geri ödemelere ilişkin planları çok daha ayrıntılı hesap ediyor. İkincisi, kesinlikle ödüyorlar. Arzu ettiğimiz o ki, kadınların istihdama iş gücü olarak değil, işveren olarak katılımlarını da artırmak. Çünkü kadınların işveren olduğu yerlerde daha çok kadının istihdama katıldığını biliyoruz.

Başvurup Da Korunmayan Yok

Töre cinayetlerinin önlenmesi konusunda çok önemli tedbirler alındığını, çok önemli çalışmalar yapıldığını ve bu meseleyi çok ciddiye aldığımızı söylemek isterim. İlk kez Parlamento çatısı altında töre cinayetlerinin araştırılması ve bu cinayetler için çözüm önerilerinin ortaya konulması konusunda bir meclis araştırması yapıldı.

Türkiye’de kadın sığınma evlerinin sayısı da arttı. Şu anda hâli hazırda, bize başvurup bir şekilde sığınma evine ihtiyaç duyduğu halde sığınamayan tek bir kadın bile yok. Asıl sorun, sığınma evlerine başvuru…

Aslında şiddetin daha yaygın olduğunu ama sığınma evlerine başvurunun daha az olduğunu biliyoruz. Bunun sebepleri arasında kadınların korkup başvuramamaları var. Bunun yanında asıl mesele Türkiye’de aile yapısının hâlâ çok güçlü olması. Şiddete uğrayan kadın genellikle kendi ailesinin yanına dönüyor. Avrupa’daki gibi, -çoğunlukla onların gidecek hiçbir yeri yok- değil. Hâlbuki bizde aile yapısı çok güçlü. Bu yapıyı kendi ailesinde yaşayamıyorsa ikinci derece yakın akrabalarıyla yaşıyor: Halası, dayısı, teyzesi, kardeşi gibi…

Mağdur olma ihtimali olan insanlar bize başvurduklarında onları çok özel şekilde koruyoruz. Bu koruma tedbirlerinin yanısıra toplumsal dinamiklerimizin değişmesi, şiddete yönelik bakış açısının değişmesi çok önemli.

Kendi Dinamiklerimize Yol Alalım

Türkiye’nin sorunları olsa da ne Doğu’nun bazı ülkeleri gibi olumsuz bir noktada, ne de Batı kadar gelişmenin getirdiği ve göze alamayacağımız kadın sorunlarımız var. Batı’nın demokratik ve diğer değerleri içinde yer alma çabamızın, kendi geleneklerimizden kaynaklanan güçlü yapının da korunarak sağlanmasından yanayız. Bunun ilerlememize katkıları olacağını düşünüyorum.

Batılılar Doğu toplumlarını ne kadar incelerlerse incelesinler; ne kadar o sorunlara hakim olduklarını düşünseler de, ben yerelde o sorunların çözümü konusunda fikir üretenlerden daha ileri bir noktada olduklarını düşünmüyorum. Her toplumun ileri gelenleri, aydınları, düşünürleri ve o toplumun değişimine, dönüşümüne öncülük edecek liderleri vardır. Bu aktörlerle işbirliği yapılması, bunların toplumların ilerlemesinde öne çıkarılması çok önemli. Eğer Doğu toplumlarını değiştirme, dönüştürme konusunda direksiyonda bir Batılı oturursa bu aracı, belki kullanabilir ama yolu bilmediği için virajlara keskin girebilir, kaza yapabilir.

Toplumların değişmesi, dönüşmesinde her zaman kendi dinamikleriyle ortaya çıkaracakları, o değer yargılarını taşıyan liderler, aktörler her zaman vardır. Siz gittiğiniz ülkelerde gözlemlediniz, en geride diye düşündüğünüz yerlerde de kadın örgütleri var. Bu konudaki hakların Batı’yla eşitlenmesi gerektiğine inananlar var ve onlar, bunu nasıl yapabileceklerini Batı’dan çok daha iyi biliyorlar.

Rehabilite Edici Önlemler

Bakanlığım döneminde, milletvekilliği dönemimim de dahil, en fazla gündeme getirilen konu Batı’daki sığınma evleri, sığınma evlerinin sayısı oldu. Matematiksel bir çözüm bu, rakamsal bir şey. Yüz tane olsa dahi, hiç bir kadın şiddeti kamu makamlarına yansıtamıyorsa, sayısal bir değeri yok ki… Biz asıl onu kamusal alana yansıtıp orada çözümünü arayabilecek kadınları o konuma getirmeli, o şiddetin önlenmesi konusunda önleyici, rehabilite edici toplumsal hizmetleri yaygınlaştırmalıyız.

Siyasette ‘Kota’ Şart – Binnaz Toprak

Siyasette ‘Kota’ Şart – Binnaz Toprak

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Binnaz Toprak

Binnaz Toprak

Siyasette ‘Kota’ Şart

Kadınların siyasete girmesinin önündeki en önemli engel erkeklerin seçim listelerinin zirvesini işgal etmesi, kadınların ise en sona konulması. Siyaset bilimci Binnaz Toprak, “Bu meseleyi kotasız çözmenin imkanı yok” diyor.

Türkiye’deki kadının hikayesini anlatırken aklıma annemin hikayesi gelir. Yani ikinci meşrutiyet ilan edildiği yılda doğmuş.Ve de üniversiteye gelinceye kadar Osmanlı Devleti çatısı altında yaşamış.O zamanlar tabi 19.yy’dan itibaren, özellikle İstanbul’daki kızlar için okuma imkanları çok daha gelişmiş vaziyette hatta Cumhuriyet öncesi bir kız üniversitesi bile “İNAS Darul Fururu”diye sırf kızlara ait bir üniversite kurulmuş.
Annem de bu eğitim sürecinden yararlanıp Erenköy Kız Lisesi’ni bitiriyor. Hangi yıllarda bitirdiğini bilmiyorum çünkü o yıllar savaş yılları İstanbul işgal altında, ama üniversite çağına geldiğinde Cumhuriyet kurulmuş oluyor ve 1929 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun oluyor annem.1930’ların başında da hakim olarak Giresun’a atanıyor.

Annemin duvarda bir kaç tane resmi vardır bende, bir tanesinde Osmanlı dönemi hala ve dolayısıyla tamamiyle kapalı ama İstanbul kadınları o zamanlar belki Anadolu’dan farklı olarak daha değişik biçimde kapanıyorlar. Hoş bir resim. Ondan sonra da 1930’ların başında bir Adliye binasının önünde çekilmiş resmi var. Herhalde Giresun’da olacak o resim. Bütün ilin ileri gelenleri var. Ve de o resmin ortasında tek kadın olarak annem var. Onu ben Cumhuriyet’in özeti olarak görüyorum ve o resimdeki en prestijli insan bir açıdan çünkü Adliye’de ağır ceza hakimi olan annem. Ben bunu bir kaç kere anlattım dedim ki; annem eğer 1930’larda fırsat bulupta Avrupa’ya gitmiş olsaydı ve ben Türkiye’den gelmiş bir hakimim üstelikte ağır ceza hakimiyim deseydi herhalde aydan gelmiş uzaylı gibi bakacaklardı. Çünkü ne Avrupa’da ne Amerika’da ne de dünyanın herhangi başka bir yerinde 1930’larda kadın hakim yoktu.

Erkekler Cumhuriyeti

Bu açıdan baktığımızda Cumhuriyetin kazanımları hakikaten çok önemli kadınlar açısından. Bu kazanımlar Türkiye’deki kadınları çok farklı bir konuma getirdi. Ama bütün bu kazanımlardan yararlanan kadın sayısı kısıtlı kaldı.

Belki günümüzde bu sayı çok daha arttı ama gene de Türkiye’nin geneline baktığınızda işte okur yazarlık oranlarında kadın erkek arasında önemli farklılıklar var, lise eğitiminde var, üniversite eğitiminde var. Onunda ötesinde kadınların özellikle gerek devlet sektöründe gerek özel sektörde olsun üst yönetimde bulunmaları açısından önemli farklılıklar var. Hatta ben bir kaç sene önce bir yazı yazdım “ “Erkekler Cumhuriyeti” diye. Çünkü hakikaten yönetici kadroya baktığınızda yani Cumhuriyet’in getirdiği o kazanımlardan dolayı mesela çok sayıda kadın hakimimizvar, avukatımız, doktorumuz, öğretim üyemiz, vs. var. Ama yönetici kadroya baktığınızda Anayasa Mahkemesi’nden tutun hele o tarihte, şimdi bir kaç tane üst düzey yargı organlarında çok şükür kadınlar gelebildi.

Kadın Niye Yok?

Bunu ben de merak ettim açıkçası ve tam da bunun nedenini araştırmak üzere Ersin Kalaycıoğlu’yla birlikte bir araştırma yaptık. Bu bir anket çalışmasına dayalıydı.

Bu ankette “siyasetle ilgileniyor musunuz” sorusunu hem kadınlara hem erkeklere sorduk. Ortaya çıkan tablo aslında ne kadınlar ne erkekler Türkiye’de siyasetle çok fazla ilgilenmiyor. Çünkü bu gerekçe olarak siyasiler tarafından hep öne sürülür. Canım biz kadınları istiyoruz ama maalesef ilgilenmiyorlar siyasetle diye. Erkeklerde ilgilenmiyor. Evet doğru erkeklerin oranı biraz daha fazla, erkeklerin 30%’u evet ilgileniyorum diyor, kadınlarında 15%’i. Yani yarı yarıya gibi.

Ama o 30% neredeyse 100% Meclis’te temsile tercüme ediliyor. Dolayısıyla doğru bir orantı değil. Eğer o orantıyı kuracak olsanız Meclis’in 3’te 1’inin kadınlardan oluşması gerekiyor. Ve de başka sorularda, mesela “Siyasete girmek ister misiniz?” Hayır diyenlere, “Neden girmek istemiyorsunuz?” diye sorduk. Çok büyük bir oranda “Çünkü siyasette kadınlara fırsat tanınmıyor.” dediler. Aynı şeyi genel nüfusa sorduk yani hem kadınlara hem erkeklere gene büyük bir oranda, genel nüfus erkekler de dahil olmak üzere, en önemli neden olarak ve büyük oranda, fırsat tanınmadığını söylediler. Siyasal partiler bu güne kadar kadın adaylar göstermedi değil ama kadın adayları listelerin en sonuna seçilemeyecekleri yere koyuyorlar.

Çözüm Kota

Bu dünyanın bir çok ülkesinde de böyleydi. Bir çok ülkede mesela Fransa da yakın zamanlara kadar son derece düşüktü meclisteki kadınların oranı. 2000 yılında Japonya’da sıfırdı. Bu yılki uluslararası istatistiklere bakın, ben en son baktığımda galiba 2004 yılıydı 10%’a çıkmış. Şimdi bu nasıl çıkabiliyor? Kota konuyor. Bu araştırmadan sonra gittik Meclis’te anlattık araştırmamızı ama maalesef 4 tane milletvekili geldi bizi dinlemeye. Ayrıca ben hükümet yetkililerinden, üst düzeyde yetkililerden bir kaçından randevu aldım konuştum “Bakın dedim bunu kotasız halletmenin imkanı yok”. Çünkü siyasal partililer içinde de muazzam bir rekabet var, o da listelerin ilk sıralarına yerleşme rekabeti. Ve siyasal parti liderleri gerçekten kadınların girmesini istiyor bile olsalar o kadar çok baskı altındalar ki listelerin tepelerine koyamıyorlar kadınları.

Bu kota konusunda fermuar sistemi diye bir sistem var: Listeye erkekler başlıyor bir erkek bir kadın diye. Ve aşağı yukarı yüzde 30-33 civarında mecliste kadına dönüşüyor. Şimdi Türkiye’de bunun yapılması lazım. Fas yaptı bunu ve ciddi biçimde kadın oranı daha fazla. Bir çok Müslüman ülkede bakın; Malezya’da, Endonezya’da, Fas’ta, Irak’ta, Sudanda, Nijerya’da…

İslam Hukukundaki Sorunlar

Bu gerginliğin her iki tarafını da anlayabiliyorum. Lâik kadınlar açısından baktığınızda, İslâm dininin kendisini demeyeyim ama İslâm hukukunun önemli sorunları var. İslâm hukukunun; 7. Yüzyıl’dan bu yana, yani İslâmiyet’in çıkışından bu yana geliştiği şekliyle, yaşadığı toplumlardan da etkilenerek kadın-erkek konusunda 21. Yüzyıl için çok tutucu hükümleri olduğunu düşünüyorum. Meselâ çok evlilik, mirastan eşit bir şekilde yararlanamama, boşanmanın, neredeyse tarih boyunca bir sürü Müslüman toplumunda tek taraflı olması, çocuklar üzerinde velayet hakkı meselesi, zina meselesinde taşlanarak insanların öldürülmesi vs.

Bunların yeniden ele alınması gerektiğini, bunun da özellikle Türkiye’de yapılabileceğini düşünüyorum. Çünkü Türkiye İslâm dünyasının içinde hakikaten de önder bir ülke. Hukukun modern çağa uygun bir şekilde yeniden yorumlanmasının, özellikle kadın erkek ilişkileri meselesinde gerektiği kanaatindeyim.

Türkiye İslâm hukukunun geçerli olduğu bir devlet olmamasına rağmen İran, Afganistan, Sudan gibi ülkelerdeki uygulamalar kadınları korkutuyor….

Cumhuriyet Devrimleri

Cumhuriyet devrimleri aslında işin başında tepeden inme olarak geldi. Henüz büyük bir çoğunluk bunları kabullenmiş değildi. O yılarda sadece bürokrat ve askeri kadro onları benimsiyordu. Zaten onlar eğitimli bir kadroydu. Ama halk tarafından çok benimsenmiş değildi. Bugüne baktığınızda durum öyle değil.

1999 yılında Ali Çarkoğlu’yla bir araştırma yapıp, Cumhuriyet devrimlerinin ne kadar benimsendiğini anlamaya çalıştık. “Cumhuriyet Türkiye’yi ileriye götürmüş müdür sizce?” diye sorduğumuzda halkın % 79’unun Cumhuriyet’in Türkiye’yi ileri götürdüğü kanaatinde olduğunu gördük. Bu çok önemli bir rakam. Demek ki devrimler halkın büyük bir çoğunluğu tarafından benimsenmiş artık. Kadın erkek eşitliği meselesinin de, devrimlerin de her kesim tarafından benimsendiğini görüyoruz.

Aynı araştırmada halka şeriat devleti isteyip istemediklerini de sorduk. O zamanlar % 20 gibi bir kesim istediğini ifade ediyordu. Bu oranı çok yüksek bir oran olarak görüyordum. Oysa Müslüman insanların yaşadığı bir ülkede insanların, Allah’ın kanunlarının gelmesini istemeleri çok normaldi. Ama “İslâm hukukuna göre diyelim ki bir erkek 4 kadına kadar evlenebilir, hâlbuki Medenî Kanun bunu yasaklamıştır. Siz buna izin verilmesini ister misiniz?” diye sorduğumuzda bu oran anında aşağılara düşüyordu.

Halk Kadına Karşı Tutucu Değil

Tahsin Kalaycıoğlu’yla birlikte yaptığımız bir başka araştırmada, kadınların siyasette neden daha az yer aldıklarını sorduk. Siyasetçiler kadınların siyasetle ilgilenmediği söylerler. Bu araştırma bunun doğru olmadığını gösterdi. Kadınlar % 36-46’sı kendilerine fırsat tanınacak olsa, görevin niteliğine göre siyasetle ilgileneceklerini söylüyor.

Halkın çok önemli bir bölümü kadınların siyasete girmeme nedenleri olarak siyasileri görüyor. Her şeyden önce Türkiye’nin genelinde insanların büyük bir kısmı kadın-erkek eşitliğine inanmış vaziyette. Kadınların eğitilmesi konusunda da hemfikirler. Üstelik kadınların birçok mesleği yapabileceklerine inanıyorlar. Türkiye’de kadınlara karşı bir tutuculuk yok. Aynı zamanda Türk halkının şeriat devleti özlemi falan da yok. Öyleyse lâik kesimle İslâmî kesim arasındaki çatışma nereden kaynaklanıyor diye soracak olursanız, ben bunun cevabını tam veremiyorum. Bana öyle geliyor ki bu konuda hassas olan insanlar var ve onların korkularından kaynaklanıyor. Belki de bu korkuları siyasilerin bir kısmı da besliyor olabilir. Tabii bu korkular tamamen asılsızdır demiyorum.

Hoşgörü Ve Birarada Yaşama

1999’daki araştırmamızda insanların bir arada, hoşgörüye dayalı bir toplum düzeni istediklerini gördük. Meselâ “Oturduğunuz mahallede kadınların büyük bir çoğunluğu kapalı olsa bu sizi rahatsız eder mi?” şeklinde çok değişik sorular vardı. Bu soruya karşılık % 86’lık oranda “Hayır!” cevabını aldık. Aynı şekilde “Oturduğunuz mahallede kadınların çoğunluğu mini etek giyecek olsa bu sizi rahatsız eder mi?” sorusuna da yine aynı oranda “Hayır!” cevabı aldık.

Bunu zaten toplumda da görüyoruz. Belki sosyal çevre olarak bu iki kesim çok birbirine yakın değil ama her ailede kapalı olan yaşlılar, büyükler, akrabalar var. Dolayısıyla insanlar iç içe yaşamaya alışık.

Lâiklik-İslâmcılık kavgası o kadar zaman Türkiye’de devam eden bir mücadele ve kavga ki insanlar illallah demiş vaziyette. Halk hoşgörüye dayalı, bir arada yaşanabilecek bir toplum düzenini arzu ediyor. “Müslüman bir kadın başörtüsü örtmeli mi?” diye sorduğumuzda ise % 59 oranında “Evet.” cevabı aldık. “Bir kadın Allah’a ve peygambere inanıyor ama örtünmüyorsa siz bu kadını Müslüman sayar mısınız?” sorusuna % 86’lık bir oran evet dedi. 1999 yılı Refah Partisi’nin istifasından sonraydı. “Refah Partisinin türban politikalarını benimsiyor musunuz?” dediğimizde insanların kavga gürültü istemediği de açıkça ortaya çıkıyor. O zaman % 75’ler, % 40’lara iniyor.

AB Türkiye’yi Tanımıyor

Avrupa Birliği (AB) açısından kadın sorunsalına baktığımızda kentli okumuş kadınların Avrupalılardan, Amerikalılardan veya dünyanın herhangi gelişmiş bölgesindeki kadınlardan farklı olduğunu düşünmüyorum; ne kafa yapılarıyla, ne eğitimleriyle, ne de yaşam tarzlarıyla… Buna örtünenler de dahil, örtünmeyenler de diye düşünüyorum. Eğitim Avrupa Birliği’nin mazereti “Türkiye Müslüman bir ülkedir, kültürü bizden farklıdır…” meselesi değil. Türkiye’yi bilen biri olarak bunu anlamakta zorluk çekiyorum. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing gelir “Türkiye aydınlanmayı yaşamamıştır.” der. Bu, Türkiye’nin tarihini bilmemek demektir. Çünkü ta Genç Osmanlar’dan itibaren Türkiye’de aydınlanma fikri çok yaygın ve kabul görmüş diye düşünüyorum.

Bilim Kadınları Bazı Alanlarda Daha Başarılı – Nüket Yetiş

Bilim Kadınları Bazı Alanlarda Daha Başarılı – Nüket Yetiş

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Nüket Yetiş

Nüket Yetiş

Bilim Kadınları Bazı Alanlarda Daha Başarılı

2004-2011 dönemi TÜBİTAK Başkanı Nüket Yetiş; İyi eğitilmiş, güçlü değerlere sahip kadınlar pek çok alanda erkeklere göre daha başarılı olabiliyor. Kadın, erkek arkadaşlarına göre aynı anda birkaç işi çok rahat görebiliyor.

Orta hâlli bir Anadolu ailesinin dört çocuğundan en küçüğüyüm. İki ablam ve bir ağabeyim var. 1957’de Eskişehir’de doğdum ama annem ve babamın geldiği yer Bozhöyük kasabası. Bozhöyük geleneklerini koruyan ama gelişmelere de açık olan çağdaş bir kasabadır; böyle de bilinir. Babam ortaokula kadar okuyabilmiş daha sonra, bazı nedenlerden ötürü eğitimine devam edememiş. Hepimizin yüksek tahsil yapması onun en büyük idealiydi.

Doğduğum ortamda, hiçbir şekilde kız erkek ayırımı görmedim. Tam tersine babam hepimizin okuması için bize hep destek verdi. Ben böyle bir ortamda büyüdüm. Eşimin aile yapısının benzer şekilde olmasından dolayı kendi ailemiz de böyle şekillendi. Yani hiçbir zaman kadın olmanın dezavantajlarının olduğu bir ortamda bulunmadım.

Ben ilk, orta ve lise eğitimimi Eskişehir’de tamamladım. Daha sonra; şu anda Boğaziçi Üniversitesi olan, o zamanki Robert Koleji’nde yüksek öğretimime başladım. Orada kimya mühendisliği eğitimi aldım. Kimya mühendisliğinden sonra yine Boğaziçi Üniversitesi’nde NBA, yani işletme yönetimi üzerine yüksek lisans yaptım. 1975’te, o zaman ki adıyla Teknik Araştırma Kurumu’nun şu an içinde bulunduğumuz kampüsünde araştırmacı olarak göreve başladım. Burada beş yıl araştırmacı olarak çalıştıktan sonra İTÜ’ye geçtim.

İdarecilik Kariyeri

Orada endüstri mühendisliği alanında doktoramı tamamladım. İki yıl kadar öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra yeni kurulmakta olan Marmara Üniversitesi’ne geçtim. Orada Mühendislik Fakültesi’ni kurdum. 1989 yılında doçenttim, 1993 yılında profesörlüğümü aldım. 1994 yılında da Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin dekanlığını yaptım. Bu görevim sırasında Endüstri Mühendisi olmamın da getirdiği avantajı kullanıp, idarecilikle kariyerimi aynı rotaya oturtarak ilk defa Türkiye ve Avrupa’da yüksek öğretimde Avrupa Kalite Ödülü’ne başvurduk ve orada finalist olduk. Bir yüksek öğretim kurumu olarak buna ilk başvuran ve finalist olma başarısını gösteren tek kurum Marmara Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’dir.

2000 yılında TÜBİTAK’ın Türkiye Sanayi Sevk ve İdare Enstitüsü’nde müdür olarak görev yapmaya başladım. Arkadaşlarımla birlikte, kamudaki sürekli kurumsal gelişim ve kalite yöntemlerini uygulamalardan gelen deneyimlerimizi Türkiye’deki pek çok kamu kuruluşuna ve özel sektöre aktardık. Maliye Bakanlığı’ndan, Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu’na; çeşitli askerî kuruluşlardan, devletin çok üst düzey kurumlarına kadar eğitim danışmanlık ve deneyim aktarma çalışmaları yaptık. Bu görevime 2003 yılına kadar devam ettim. 2003 sonundaysa Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumunun Başkan Vekilliği görevime başladım.

Bilime Yabancılaşma Var

Bilim ve kadın noktasına geldiğimiz zaman benim düşüncem şöyle: İlk bakışta bilim kadına yabancılaştırılmış bir alan gibi görülebilir ama ben bunun kadına özel bir alan olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bilime bakışımız genel olarak aynı. Bilime karşı bir yabancılaşma söz konusuysa, bu yabancılaşmanın her iki cins için de aynı derecede olduğunu düşünüyorum. Bunu neye dayanarak söylüyorum? Bilim üzerine 14 ile 24 yaş arası gençler arasında bir çalışma yapmıştık. Bu anketlere bakıldığında gençlerin “Bilim iyi bir şeydir ama ben yapamam.” “Bilim önemlidir ama ben bilim insanı olmayayım.” şeklinde yaklaşımları oldu. Onun için eğer Türkiye’de bilim üzerine bir yabancılaşma varsa bunun kadınlara has değil, toplumun geneli için geçerli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de bilim ve kadın dendiği zaman Avrupa ortalamalarının çok üstünde olduğumuzu görüyoruz. Hatta şu anda Avrupa’nın hedef koyduğu noktaya ulaşmış durumdayız.

Türkiye’deki bilim kadınlarının yer, Türkiye’deki bilim adamların uluslararası platformdaki yeri neyse onunla aşağı yukarı aynıdır. Hatta kadınların bazı alanlarda da daha başarılı olduğunu düşünüyorum.

Kariyerim boyunca hem cinslerim için bir pozitif ayrımcılık yolunu kullanmadım. Ama yaşayarak şunu gördüm ki; eğer iyi eğitilmiş, güçlü değerlere sahip kariyer insanları, kariyer kadınları bulabilirseniz pek çok alanda bilim adamına göre çok daha başarı sağlayabilirsiniz. Bunun altında kadının yaradılışından gelen çok işlemcilik kabiliyeti yatıyor. Yani kadın, erkek arkadaşlarına göre aynı anda birkaç işi çok rahat görebiliyor.

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama – Nuray Mert

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama – Nuray Mert

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Nuray Mert

Nuray Mert

İslam’ın Suçlanması Yanlış Kodlama

Nuray Mert inandığı konuları tavizsiz savunan bir entelektüel. Kadın meselesine bakışında cinsiyete göre ayrımcılığı değil hakkaniyeti öne alıyor. Batılıların kadın sorunlarında kendi bakışlarını dayatmalarına karşı çıkıyor.

Ben diğer İslam ülkeleri ile Türkiye arasındaki farkın hukukun seküler sistem üzerine oturmasından ziyade tarihsel ve toplumsal tecrübenin daha değişik, daha demokratik olmasına bağlıyorum.

Türkiye’nin farkı, hukuki olarak modernleşme projesini çok daha eskiden hayata geçirmiş olmasının yanı sıra kadına yansıyan şekilde daha demokratik bir geleneği olması ve bunun yarattığı çeşitlilik, zenginlik ve daha özgür bir atmosferin hayata geçmiş olmasıdır. Bunda da Türkiye’nin resmî tarihi içerisinde çok partili hayata erken geçmesinin dahası çok partili bir siyasi sistemi yaşayan bir İslâm ülkesi olmasının etkisi var.

Modernleşme öncesinde de Osmanlı döneminde de İstanbul, İslâm dünyasının diğer ülkelerini oluşturan bölgelere göre, bugünkü tabirle daha liberal daha farklı sosyal pratiklerin yaşandığı bir yer olmuş. Yani cumhuriyet dönemi ve onun mirası, onun getirdikleri, onun başlattığı süreçler de çok önemli, ama  onun öncesine gittiğinizde toplumsal, tarihsel, coğrafi bir takım farklılıkları da tespit ediyoruz.

Türkiye’deki Kadın Sorunları

O noktada bunların hepsini bir araya getirdiğiniz de Türkiye’de yaşanan kadına ilişkin sorunların Batı’dakilere benzer sorunlar olduğunu, özellikle bir İslâm ülkesine mahsus sorunların daha az gündemde olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar da diğer İslâm ülkelerine benzer namus cinayeti, töre cinayeti diyebileceğimiz şeylerdir… Bu sorunların ise İslâm’la ilgisi yok, her ülkenin daha feodal geçmişe yakın kısımlarında rastlanabilecek sorunlar bunlar.

Çok uzaktan bakıldığında bunlar sanki İslâm ülkelerinin ortak sorunları gibi gözükebiliyor. Türkiye’de bunlar daha çok belli bölgelere mahsus sorunlar. Onun dışında kalan alanlarda şehirleşmenin çok daha gelişmiş olduğunu ve şehir hayatına mahsus problemlerin kadınlara yansıdığını görmekteyiz. Onun dışında İslâm coğrafyasının bir parçası olan bir ülke olarak bizde tersinden bir problem var. En ayırt edici olan özellik de başörtüsü sorunu. Bunun en büyük nedeni ise Türkiye’nin çok radikal bir seküler ve modern projeyi resmîleştirmiş cumhuriyet sürecini bunun üzerine oturtmuş olmasının yarattığı dine karşı alerjik yaklaşımı.

Modernleşme Projemiz Fazla Batıcı

Lâikliğin çok katı ve kısıtlı bir çerçeve içerisinde algılamasının gündelik hayata ve siyasi alana taşıdığı problemler var. Dine ilişkin, dinsel sembollere ilişkin, pratiklere ilişkin başka sorunlarda sözkonusu. Bu pratiklerin içerisinde en göze çarpanı sadece kadınları ilgilendiren başörtüsü etrafında yoğunlaşıyor. Bu da tesadüfî değil. Çünkü en açık, gözle görülebilir dinî sembol, başörtüsü. Dolayısıyla bütün bu bahsettiğimiz, dine karşı, alerjik veya antipatik veya kuşkucu diyebileceğimiz bakışlar, bunların toplamından oluşuyor. Diğer taraftan işte bizim lâikleşme, modernleşme projemizin fazlasıyla Batıcı, fazlasıyla Batılı sembollerle sınırlanmış.

İlkesel düzeyden ziyade şekil faktörünün öne çıkmış olmasının açılımı bu. Öncelikle kadınları ilgilendiren çok görünür bir sembol, başörtüsü, üzerinden olan tartışmalar Türkiye’yi farklı bir konuma sokuyor. Türkiye genel özgürlükler açısından veya kadının sosyal hayattaki özgürlükleri açısından, hukukî ve pratik açıdan da diğerlerinden oldukça farklı bir tablo sergiliyor. Ama kısıtlamalar açısından da diğer İslâm ülkelerinde hiç görmeye alışık olmadığımız, hatta söz konusu bile olamayacak, kendine özgü nedenlerle böyle bir çok radikal farklılık gösteriyor.

İslam Dünyasının Mirası

İslâm ülkesinden neyin kastedildiği çok tartışma konusu edilen bir şey. İslâm’ın resmen tanınmış din olması açısından değil tabii ki. Burada tartışılacak hiçbir taraf yok. Anayasamız ortada, siyasî sistemin çerçevesi ortada. Bu değil ama onun dışında kültürel olarak tanımladığımız zaman Türkiye tabii ki bir İslâm ülkesi.

Siyasî çerçevede sıklıkla “Rejime yönelik bir referans var mı?” sorusu kafaları karıştırdığı için belki bu tartışma çıkıyor. Ama nerede kullandığınıza bağlı bu terimi. Kültürel veya tarihsel bir şeyden bahsediyorsanız ki mutlaka bundan bahsetmeniz lâzım, bir noktada, bu tür tasniflerle bakılan çerçevelerde o zaman Türkiye tabii Müslüman bir ülkedir. Ayrıca bir İslâm ülkesi veya İslâm coğrafyasının bir parçası, demeyi ben tercih ediyorum. Müslüman dünyanın parçası demeyi tercih ediyorum çünkü nüfusunun çoğunluğu Müslüman. Bunlar nasıl Müslüman? Kendini nasıl tanımlar? Ne kadar dindardır? Ne yapar bunlar? Bu tür tanımlar da çok önemli şeyler değil. Her ülkenin kendine özgü farklılıkları var. Ayrıca toplumun içerisinde de farklılıklar var. Türkiye’de bu farklılıklar çok daha da fazla. Her bakımdan çeşitlilik dindarlık açısından da söz konusu… Ama en azından kağıt üzerinde de olsa çoğunluk Müslüman. Ondan daha önemlisi bir de içinden geldiği tarihsel süreç, tarihî miras, kültürel miras… Hepsi aslında İslâm dünyasının mirası. Daha da önemlisi aslında Türkiye, bu İslâm dünyasının merkezi olan imparatorluğun devamı.

İmparatorluğun devamı olan irili ufaklı bir sürü ülke var. Ama Türkiye bunların merkezinde, o mirasın merkezini devralmış bir ülke. Dolayısıyla bu anlamda tabii bir İslâm ülkesi.

Laik Kesim Bloğundan Söz Edemeyiz…

Ben blok halinde lâik kesim denmesinden yana değilim çünkü lâik kesim dediğimiz kesim de çok farklı çevrelerden oluşuyor ve oluşmak durumunda. Değerlendirmemizi lâik veya Müslüman kesimden ziyade belki daha ziyade eğitime, şehirleşmeye göre yapmamız, bu çerçeve içerisinde düşünmemiz gerekir. Şu denilebilir: Lâik kesimler daha ziyade şehirli ve daha eğitimli, daha modern çevrelerden oluşuyor. Bu kısmen doğru ama onun dışında, İslâmî kesimin de artık şehirli daha modern ve daha eğitimli olduğunu görüyoruz. İslâmî kesimden 1950’lerde bahsediyor olsaydık belki daha kırsal kesimi kastediyor olabilirdik ama bugün artık İslâmî kesim dediğimiz kesime, dindar veya muhafazakâr diyebilirsiniz. O kesimlerin içerisinde de ayrışmalar var ve dolayısıyla ister istemez lâik kesim ve Müslüman kesimin kadına bakışı yerine genel bir bakış oluşturmalıyız.

Karşılıklı Önyargılar Var

Lâik kesimin kadınlarında ve erkeklerinde dahası büyük bir çoğunluğunda, Müslüman kesimin kadınlarına yani başörtülülere farklı bir bakış var. Muhafazakâr kesimden geldikleri belli ise bir şekilde onlara bakışlarında çok ciddi bir ayırt edici taraf var. Belki asıl konuşulması gereken de o.

Bir kadın eğer örtülüyse onun asla yeterince eğitilmiş olmadığı, yeterince özgür olmadığı gibi bir takım önyargılar var. Bunun tersi Müslüman kesim için geçerli midir? Muhafazakâr kesimlerin kapalı hayat tarzında yaşayanları için bu söz konusu olabilir. Onların modern kadına bakışı biraz farklı olabilir. Bunlar Müslümanlıkla temellendirilen şeyler değil. Gerçi artık Türkiye gibi bir ülkede Müslüman’ın veya modernin kadına bakışı şöyle diye tasnif etmek mümkün değil. Konu politik bir hâl aldığında kendine lâikçi diyen kesimin çoğunluğunun, diğer kesimin kendisiyle aynı hayatı yaşayan, benzer bir düzeyde eğitilmiş olan ve sosyal hayata katılan kadına bir takım önyargılarla bakması söz konusu. Bu dikkat çeken bir şey.

Cinsiyetten Ziyade Hakkaniyet Sorunu

Ben sosyal problemlerin temellerinde cinsiyet farklılıklarının sosyal izdüşümlerini değil bunların içerisindeki eşit olmayan ilişkileri, hakkaniyet sorunlarını irdelerim.

Ben sosyal problemlerin en çok yoğunlaştığı alanın cinsiyet ayrımları olduğunu düşünen birisi değilim dolayısıyla da kadın meselesi denilince de daha ziyade bahsettiğimiz kadının nasıl bir ortamın kadını olduğuyla ilgilenirim. Yani hangi sınıftan bir kadın, ne derece ekonomik özürlüklerine veya sosyal özgürlüklerine, kültürel özgürlüklerine sahip. Daha doğrusu ben mağdur ve mahrum olan kadınların sorunlarıyla ilgilenirim.

İşsizlikten, ekonomik eşitsizliklerden bahsediyorsak bunların o kesimin erkeklerinden daha fazla kadınlara yansıdığını inkâr edemeyiz. Çünkü daha ziyade ailenin yükü kadınların üzerine birikmiştir. Erkek bir sorumluluk alma durumunda hissetmiyorsa kendini, o durumda yükün fazlasını kadınlar alıyor sırtına.

Onun dışında tabii yine kültürel şeyler de var. Kadının değerlendirilmesi toplumun içinde bulunulan yerine göre değişiyor. O zaman kadınların sorunlarının yoğunlaştığını görebiliriz. Peki Türkiye’de bu sorunlar var mıdır? Vardır ve bu inkar edilecek bir şey değil. Ama onun dışında ben kadına ilişkin sorunların tamamıyla kültürel, sınıfsal, bölgesel, her şeyi kesen ve bütün kadınları bir tarafta toplayıp işte bir kadın sorunu var denebilecek sorunlar olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca bunlar dikkate alınmadan kadın sorunlarını çözmeye kalkışmayı da uygun bulmuyorum. Yani politik bir mesele, bir sosyal teşhis ve değerlendirme sorunu olarak görüyorum.

İslamın Suçlanması Problemli

Bütün dünyada son zamanlarda, özellikle son 4-5 yılda yoğunlaşan  İslâm dünyasının bir sorunlar yumağı olduğuna ilişkin bir politik, kültürel atmosfer oluşmakta. Bunun parçası olarak da kadın sorunu biraz daha o çerçeve içerisinde değerlendirilmekte.

Bu başlık altında kadın sorununun değerlendirilmesini de siyasal olarak problemli buluyorum. Çünkü hem bu çok dışarıdan bir bakış hem de İslâm dünyası içerisindeki farklılıkları hiç dikkate almayan daha bir yaklaşım türü. İkinci bir yanlış da genelde her toplumda yaşanabilecek sorunları İslâm dünyasına mahsusmuş gibi yorumlamaktır. Hatta dinle hiç alakası olmayan sorunların bile İslâm’ın sorunuymuş gibi gösterilmesi de çok yanlış. Böyle yanlış bir kodlama gibi bir zaafla malul bu yaklaşımlar.

Bize Özgü Sorun; Laiklik Konusu

Türkiye’de feminist akımların yükselmesi 80’lerden sonra fazlasıyla arttı. Kadın ve erkeğin hayatlarının başka boyutlarını dikkate almayan, sadece kadına yaklaşımı uygun gören, tekilci bir yaklaşım içinde sürdürülen akıl yürütmeler olduğunu görüyorum ve bu durumu oldukça problemli buluyorum. Diğer taraftan da yine bu çevrenin Batı’nın Türkiye’ye baktığında gördüğünü söylediği gibi, pek çok sorunun arasında her şeyi geçip sorunları sadece İslâm başlığı altına sıkıştırmasının yarattığı sorunlar olduğunu düşünüyorum.

Bunun dışında her toplumda olduğu gibi Türkiye’nin de tabii bir sürü sorunu var. Bir kısmı kadının etrafında yoğunlaşan bir kısmı da ondan bağımsız sorunlar bunlar. Ama daha somut şeylerden bahsetmek zorundayız. Güneydoğudaki sorunlardan bahsediyor olursak bunlar, ekonomik olabilir, kültürel olabilir, başka türlü mağduriyetler olabilir ve kadın etrafında olabilir. Yoksa çok genel manada ben Türkiye’nin kadın sorunu, diye bir şeyden bahsedilemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’ye özgü tek kadın sorunu da lâiklik konusu. Bunun dışındaki sorunları  yok saymıyorum, ama bu tür sorunların diğer ülkelerde de benzerlerinin olduğunu söylüyorum.

Batılı Gözlüğü Sorunları Çarpıtıyor

Fakat modern gözlükle veya Batılı gözle baktığınızda onların alışkanlıklarının dışındaki her şeyin problem olarak algılaması gibi bir durum var. Tabii bu şu demek değil: Doğu toplumlarında her şey dört dörtlük, hiçbir sorun yok ve aslında sorun batı da. Elbette ki Doğu’da her şey güllük gülistanlık değil. Ama bunun bir orta noktası olması  lâzım. Bu nokta kaçmış vaziyette. Çünkü genel olarak Batı’nın muazzam bir özgüveni var ve kendileri dışındaki toplumlarda yaşanan her şeyi sorun olarak görüyorlar, o şey sorun olsun olmasın… Batı’nın böyle bir alışkanlığı var. Ben biraz da kadın sorununun bu yaklaşıma kurban gittiğini düşünüyorum. Yani kadın sorununa bu şekilde yaklaşmak da bize fayda sağlamıyor tam tersine zaman zaman engel bile oluyor çünkü bazı problemleri teşhis edemememize sebep oluyor. Yani problem olanla problem olmayanı karıştırtıyor.

İki Kesim De Marjinalleşiyor

Kadın haklarını aile ile bağdaştırmak zorunda değiliz. Sanki kadının sorunları sadece aileyle ilgili oluyor ve özgürlüklerini mutlaka aileler kısıtlıyormuş gibi bir imaj çizilmesi yanlış. Kadının özgürlüğünü kısıtlayanlar muhafazakâr ailelermiş gibi görülüyor. Aileyle barışık olmayan bir bakış açısı var. İnsanın hayatının bu yönünü görmezden gelmeye yatkın bir yaklaşım var.

Muhafazakâr kesimde de ailenin zedeleneceğine dair bir korku var. Onlar ise ideal bir aile tablosu çiziyorlar ve bunun bozulmaması için uğraşıyorlar. Dolayısıyla kadına ilişkin herhangi bir şeyden her bahsettiğinizde bu tedirginlik gündeme geliyor. Bu tedirginlik gündeme geldiği andan itibaren de serinkanlılıkla herhangi bir değerlendirme yapmanız mümkün olmuyor. Bu kesimin de aynı fikirleri paylaşmasalar dahi kadının iyiliği için bir şekilde uzlaşmaya çalışmaları  lâzım. Çünkü bu iki bakışında gerçeklikle de alakası yok ve bu konulara ufuk açacak yaklaşımlar olmadıkları çok belli.

Feminist kesimin kadın özgürlüklerinde çok ısrarlı olmak yönündeki yaklaşımları ister istemez marjinal bir yaklaşım olarak kalıyor ve bazen de bu ısrarları dolayısıyla feministler haksızlığa da uğruyor. Onların da içinde yaşadıkları ortamı inkâr etme gibi bir durumları var. Aileyi, özgürlükleri kısıtladığı düşüncesiyle, olumsuz görmeleri onların da olumsuz tepkiler almalarına neden oluyor. Onları biraz toplumdan uzaklaştırıyor veya seçkin, kısıtlı,  liberal bir çevreye mahkum ediyor.

Diğer taraftan muhafazakar kesimlerde de içinde yaşadığı hayatı inkâr etmeyi tercih eden bir yaklaşım var. Asıl toplumu biz temsil ediyoruz deseler de diğer kesim kadar marjinalleşiyorlar. Çünkü içinde yaşanılan toplumun sorunlarını çözmek için eleştirel yaklaşmayı ayak uydurmak gibi görüyorlar. Benim o kesim açısından gördüğüm en büyük eksiklik içinde yaşadıkları dönemi ve de o dönemin gerçeği ve sorunun ne olduğunu teşhis etme konusunda bile isteksiz olmalarıdır. Hayallerinin yıkılmaması adına diyebilirim ki ideal kadın ve ideal aile hayali doğru tasavvur edilmeli. Bu tasavvurun kadını daha çok marjinalleştirdiğini ve iki tarafın da konuşması, tartışması, değerlendirmesi gereken bir alan olduğunu görmeleri gerekir. Yoksa bu iki yaklaşım da içine kapanacaktır.

Başörtüsü De Özgürleşme Talebidir

Başörtüsü veya kadınların kapanma talebinin rahatlıkla kendi özgür seçimleri olduğunu söyleyebilirim. Bir takım kadınlar kendi özgür seçimleri doğrultusunda kapandıklarını, kapanmak istediklerini ve hayatın her alanına kapalı bir şekilde katılmak istediklerini söylüyorlarsa bu onların özgürleşme talepleridir diye düşünüyorum.

Çünkü kafamda ideal özgürlük tabloları yok. Yani bir kadını ancak açık olma özgürleştirir diye düşünmüyorum. Tam tersine birisi çıkıp kadının kendini teşhir etmesinin özgürlüğün önündeki en büyük engellerden bir tanesi olduğunu söyleyebilir. Bazıları çıkıp, örtünmenin kadını özgürleştirdiğini söyleyebilirler. Bu da kendi içerisinde son derece tutarlı bir özgürleşme yaklaşımıdır. Bazıları da hayır açılıp saçılmanın özgürleşme olduğunu iddia ediyor olabilirler. Dolayısıyla da kadının özgürleşmesinde belli bir kural yok. Ya da olmazsa olmaz yok. Yani kadın kendini nasıl özgür hissediyorsa kadının özgürlüğü odur.

Örtünme Karşıtları Baskıcı

Feminist kadınların bir projeleri var. Bu projenin dışındakileri ellerinin tersiyle itmeleri doğru değil. Halbuki  bildiğim kadarıyla örtünen kadınlar başka kadınların örtünmeleriyle ilgili bir talepte bulunmuyorlar. Asıl özgürleşmenin böyle olduğu yönünde baskıcı bir tutum içinde bulunmuyorlar. Türkiye’de garip olan, bir kadının özgürlüğünü açılma şeklinde tarif eden tarafların bunu baskıcı bir şekilde yapmaya çalışmaları. Baskın görüş Türkiye’de kadın ne kadar açılırsa o kadar özgür olur, yönünde. Yoksa onun ötesinde bir kavramasallaştırabilecek, temellendirilecek bir özgürlük yaklaşımına dayanmıyor. Ama hakim olan, en azından kültürel manada öne çıkan sesi daha çok duyulan özgürlük tanımı bu.

Türkiye’de problem önyargılı olmaktan kaynaklanıyor. Kendini Batılı veya feminist diye nitelendirenlerin biraz daha az peşin hükümlü olmaları sorunu halledecektir kanısındayım.

Tanımayı Reddetme İnadı Var

Şimdi Batılı, lâik ve modern bir kadın tasavvuru olanların başörtülü kadınların hayatlarına karşı tavır almalarının yanında kendi özgürlüklerinin tehdit edildiği gibi bir kaygıları da vardır ve bu tedirginlikten bahsediliyor.

Aslında bütün toplumların özellikle modernleşmiş Müslüman toplumların zaman zaman duyduğu bir kaygıdır bu. Çok radikal İslâmcı akımların belli zamanlarda belli ülkelerde ortaya çıkması ve pratikleri dolayısıyla, bunu o ülkelerde bir miktar makul görebiliriz.

Son örnek olarak Taliban ve burka gündeme getirilir. Şimdi burada bir kere tarihsel ve toplumsal olarak farklılıklar var. Çok dar bir vadiden bakıyoruz. Orada Taliban var ve onlar da Müslüman. Afganistan gibi Müslüman ülkelerle Türkiye arasında muazzam farklar var. İran bile Taliban’ınkine benzemez. Çünkü İran çok gelişmiş bir ülkedir. Bir çok bakımdan hatta modernleşme açısından bile belki Türkiye’yle paralellikler kurulabilir. Ama buna rağmen İran devrimi esnasında İran’ı da çok tartıştık. Böyle bir toplumsal dönüşüm açısından baktığınızda Türkiye’ye benzer bir ülke değil. Türkiye bunlardan tarihsel olarak ve toplumsal, kültürel olarak çok farklı. Bu tür şeylerin olması hemen hemen imkansız. Çünkü böyle bir şey isteyen bir topluluk yok burada. Yani buna en dindar diyeceğiniz insanlar dahil.

İkincisi Türkiye’nin anayasasıyla garantilenmiş bir takım şeyler var. Dinin, hayatın içerisinde nasıl, ne kadar yer alabileceği konusunda sınırlar konulmuş. Dolayısıyla bu öyle çok kolay olabilecek bir şey değil. Herhalde bu tür tedirginlikleri duymak için çok dar bir bakışlı olup ve de böyle bir iki tane video veya televizyon filmi seyrederek; Taliban, burka, İran vs. bunların arasındaki farkları görmeden kolay paniğe kapılıyorlar.

Üçüncüsü ve en önemlisi ise aslında birbirlerini tanımıyorlar. Türkiye’de bu korkutucu şeyi hayata geçirecek olanlar kimlerdir? Yani Türkiye’de dindar dediğimiz insanlarla biraz tanışıyor, konuşuyor olsalar aslında Türkiye’nin bir sorunu olmaz. Eğitimli, şehirde yaşayan ve sizin gibi olan bir başörtülü kadının sizden farklı olmadığını görürsünüz. Bu sebeple de telaşa kapılmazsınız.

Türkiye’de taşraya gitseniz, bütün kadınların kapatacak bir rejimin gelmesini isteyen de yoktur.  Türkiye’deki kuşku duyan kesimler bunu birazcık fark edebilse… Bu, kısmen haklı diyebileceğimiz, kuşkular da izole olur. Fakat benim görebildiğim kadarıyla böyle bir tanışmama, tanımama ve birebir direkt bir noktadan sonra da tanımayı istememe, bilmeyi reddetme gibi bir inat var.