Savaş ve Gerçek!

Savaş ve Gerçek!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Savaş ve Gerçek!

Dünya artık gelişmiş aza gelişmiş değil haydut devletler ve yenik devletler şeklinde kesin ayrıldı. Geçen hafta ele aldığımız konunun bir başka boyutu Ukrayna-Rusya savaşına yaşanıyor. Gerçek nerede? “Gerçeği hükümsüzleştiren” çağın ruhu savaş haberlerini de ele geçirdi. Aynı fotoğrafın altına taraflar başka şey yazabiliyor. Savaş ile gerçek arasındaki ayrım bulanıklaşırken bir de bizden taraf tutmamız bekleniyor. 

Bizden istenen taraf tutma bireysel hikayelerde bile önümüze geliyor. Ukrayna’dan Cüneyt Özdemir’in programına bağlanan Hikmet Samet Alemdar’ın “kız arkadaşını bırakıp, köpeğini de eve kilitlediğini” söylemesi üzerine medyada başlayan tartışma gibi. Bu konunun sosyal medyada en çok konuşulan başlık olması üzerine Cüneyt Özdemir’in “siz olsaydınız ne yapardınız?” sorusuna gelen cevaplar da ilginçti. Bir bölüm medya Hikmet’i linç etti. Hikmet ölümden kaçarken kalmayı tercih eden kız arkadaşını yalnız bırakması ne derece doğruydu? Sosyal medya ise ondan ziyade köpeğin eve bırakılmasıyla ilgilendi. Medyada başlayan linçte, köpeğini kilitlediği için Hikmet pek çok hakarete maruz kaldı… Cevaben köpeğin evin bahçesine çıkabileceğini, 10 günlük mamasını bıraktığını söylese de konu ne kadar cani bir insan olduğu üzerinden tartışılmaya devam etti…  Bu arada Hikmet youtuber olarak çok meşhur oldu, Ukrayna’dan bir kahraman-mış- gibi bilgiler vermeye devam ediyor.

….

BM verilerine göre Ukrayna’dan kaçanların sayısı 1 milyonu geçti. 1 milyon insan evini, şehrini bırakıp mülteci oldu.  Harkov’da son 24 saat içinde 34 sivil hayatını kaybetti. Ukrayna hükümetinin şehirde ancak eli silah tutanların kalabileceğini söylemesiyle bu sayının her geçen gün daha da artacağa benziyor.

Miğferli pozlarıyla başkomutan-mış- gibi yapan Zelenskiise direnişin sürdüğünü, Ukrayna için savaşmak için başka ülkelerden 16 bin gönüllü olduğunu söylüyor. “Bu 16 bin gönüllü kim” sorusu aklı başında tüm sorular gibi havada kalıyor. Canlı yayında spiker muhabire Ukrayna halkı direniyor-muş- derken, muhabir ben henüz bir şey görmedim diyor…

37 ülke Rusya’ya hava sahasını kapatırken ekonomik olarak Rusya’ya uygulanan tecrit politikası Rus oligarklarına kadar uzandı. 1990’dan beri oligarkların servetlerini kendi bankalarında barındıran ve bunu bir ekonomik zenginlik olarak gören (başta İngiltere olmak üzere)  Avrupa ülkeleri neden birdenbire onların mallarına el koymaya başladı? Almanya’da Rus milyarder Usmanov’un 600 milyar dolarlık yatına el konurken, İngiltere’de  yaşayan Ukrayna asıllı Rus milyarder Wathrof’un intihar ettiği duyruldu! Hem de İngiltere Başbakanı Boris Johnson’un oligarklara ilişkin sert açıklamasından sonra. 

Haydut devletler demokrasi maskesi altına saklanırken olan masum halklara oluyor.

Geçen hafta Inventing Anna filmi ve üzerinden çağın ruhunun -mış- gibi yapmak olduğunu yazmıştım. Bu savaş bizi nasıl bir dünyaya itiyor. Bunu bilmediğimiz bir dönemde savaşa karşı çıkıp, barış için azami gayret sarf etmek  ve  mıh gibi yerimizde durmak gerekiyor. Çok zor olsa da!

EY UHNİYEM! HA GAYRET! 

Alev Alatlı Rusya üzerine yazdığı Gogol’ün İzinde serisi kitaplarının üçüncüsüne bu ismi vermişti bir Rus halk şarkısından esinlenerek. Soğuk savaş sonrası yağmalanan Rusya’nın toparlanmasının ne kadar zor ama bir o kadar da önemli olduğunu söyleyerek. Kitaptan dikkatimi çeken başlıklardan birisi de Rusya’da sayıları her geçen gün artan Scientology ve Moon tarikatı mensuplarıydı. Zaten Rusya’nın dağılma döneminin aktörlerinden Gorbaçovda karısı da Moon tarikatına mensubuydu. (s.124-125)

Scientology tarikatı 1990’la birlikte  Moskova Devlet Üniversitesi’ne de yerleşmiş, onlara üniversitede bir oda tahsisi edilmişti. Bu kararın arkasındaysa Gorbaçov  Vakfı vardı. Vakıf San Fransisco’da Presidio’da kurulmuştu. Vakfın amacı  “Yeni bir medeniyet kurmak için çalışmak, dünya dinlerini sağlıksız unsurlardan arındırmak ve toprak ana kavramı ile bütünleştirmek suretiyle çevre kirlenmesi sorunlarını çözmek” idi.

Gorbaçov ile Baba Bush Helsinki Zirvesi’nden sonra yeni dünya düzeninde uzlaşmışlardı ve yayınlanan sonuç bildirisi ise  yeni dünya düzeni temellerinin Helsinki’de atıldığını ortaya koyuyordu. Helsinki Zirvesi ise sözde Körfez krizine odaklanmıştı. ..

GERÇEK-MİŞ-DERKEN…

Zihin kontrol silahlarına Brezinski’nin “Betweentwoages”  isimli kitabında yer veriliyor. Scintologistlerin merkezlerinden birisi de Kiev’de. Rus Bilimler Akademisi Kiev’de ki Octava fabrikasında seri imalatını yaptığı için Kiev adıyla anılan psikotronikjenearatörü geliştirmişti. Sovyet Bilimler Akademisi’nde milyar rubleye mal olan teknoloji soğuk savaşın bitiminde Amerikalılara satılmıştı, satışın içinde mafya da olduğu söyleniyordu. Amerikalılar soğuk savaş yıllarında Rockefeller kaynaklı fonlarla bu sahada araştırmalar yapsa da Sovyetler onlardan ilerideydi.

ABD’ye iltica eden Nikolay Hohlovismli bir ajan Moskova Devlet Üniversitesi’ne bağlı gizli parapsikoloji merkezlerini ortaya dökmüştü. Brezinskipsikotronik cihaz üretecek guruplarla onun aracılığıyla, daha sonra da Gorbaçov Vakfı aracılığıyla ilişki kurduklarını, birlikte çalışma imkanı elde ettiklerini yazıyor. Ayrıca, Amerikalı Albay John B. Alexander ile Rus Dr. İgor Smienov’un birlikte çalıştıklarını, Rus bilim adamlarına Lawrence Liverpool ve Los Alamos laboratuvarını açtıklarını da yazmış. John B. Alexander Rockfeller Vakfı’nın başkanlığını da yapmış. (Alev Alatlı, Ey Uhnem Ey Uhnem. S.124-15) …

Gerçeğin bulanıklaştığı bugünlerde zihin kontrolüne de dikkat diyelim.

Savaş ve Gerçek!

Osmanlı’nın Hafızası…

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Osmanlı’nın Hafızası…

Osmanlı arşiv malzemelerinin korunmasında ve kullanılmasında kolaylık sağlamaya yönelik ilk önemli teşebbüs I. Abdülhamid zamanında yapılıyor. Arşivcilik tarihimiz açısından en önemli adım, 1846 yılında Hazine-i Evrak’ın kurulmasına kadar uzanıyor.

Daha önce Sultanahmet’te küçük bir yapıya sıkışan koskoca imparatorluğun evrakları bugün Kağıthane’de büyük bir yapının içinde muhafaza ediliyor. Sadece payitahtın değil, imparatorluğun hükümran olduğu tüm coğrafyalara ait evrakların saklanıp, korunup, tasnif edilip, restore edildiği bu arşivler 2013 yılında açılan modern ve yepyeni binasıyla bugün dünyanın en büyük arşivlerinden birisi olarak bir kuruma dönüşmüş durumda. Burada belgeler sadece muhafaza da edilmiyor dijitale aktarılarak dünyanın her yerinden araştırmacıların kullanımına sunuluyor. Yaklaşık 90 milyon evrakı barındıran bina modern yapısı ve belgeye erişim imkanıyla büyük bir hizmeti de gerçekleştiriyor, ezbere tarihçilik devrini kapatıyor.

Osmanlı arşivlerinin eski binasında tasnif edilmemiş evrakların arasında tarihin izlerini bulan usta tarihçilerimiz var. Orası bir okul gibi olmuş adeta. Rahmetli Mehmet Genç arşivde 40 yılını geçirdiğini söylemişti. Mübahat Kütükoğlu, Nejat Göyünç, Ali Akyıldız, Mehmet İpşirli, Abdülkadir Özcan, İlber Ortaylı gibi pek çok önemli tarihçi Osmanlı arşivine yıllarını vererek eserlerini ortaya koymuşlardı. Hem de çileli bir şekilde… Bugün tüm bunlara ulaşmak çok daha kolaylaştı. Umarım önemine uygun biçimde korunan evraklarıyla, binasıyla Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivi yeni tarih çalışmalarına ışık olur. Tarih belgeyle yazılır…

Konuklarımdan sürekli medhini duyduğum bu binayı ilk defa dün ziyaret ettim.  Aynı gün Birleşik Arap emirlikleri ziyaretinde  T.C Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı ile Birleşik Arap Emirlikleri Arşiv ve Milli Kütüphane Başkanlığı Arasında Arşiv Alanında İşbirliği Protokolü anlaşmasını ekrandan izleyince bu binanın ve oradaki evrakların önemini yazmak istedim. Birleşik Arap Emirlikleri dahil tüm Arap ve İslam coğrafyasına ait evraklar da burada korunuyor. Türkiye dış politikasına dair pek çok konu için buradaki evraklar kaynak teşkil ediyor. 2013’te açılan bu görkemli merkezi daha önce ziyaret etmediğime de hayıflandım. 

PANDEMİDE DAHA DA ZENGİN OLDULAR

Kovid19 zenginleri daha zengin fakirleri daha fakir yaptı. Yaşananlar ülke sınırlarının ötesinde küresel ekonomiyi yönetenlerin daha çok kârlarını yükseltmesine sebep oldu. Bu sözler Oxfam’ın 2022 raporunda yer alıyor. “Eşitsizlik Öldürür” başlıklı rapora göre, son iki yılda dünyanın en zengin on insanı varlıklarını toplamda 700 milyar dolardan 1,5 trilyon dolara çıkartırken, yaklaşık 160 milyon kişi yoksulluğa sürüklendi.

2020’den 2022’ye en dikkat çekici artış, Tesla ve Spacex’in sahibi Elon Musk’ın servetinin 24,6 milyar dolardan, 268 milyar dolara yükselmesi. Jeff Bezos da pandemide varlığını %22 artırarak 188 milyar dolara yükseltmiş. E-ticaret üzerinden dünyanın en zengin ikinci kişisi….Bernarda Arnault; Sephora mağazaları ve Lou Vıtton’un sahibi. Neredeyse listedeki somut üretim ve ticaret yapan tek kişi. Onun da pandemi öncesinde serveti 76 milyar dolar iken 2022 de 185,4 milyar dolara çıkmış.  Bill Gates servetini iki yılda 98 milyardan 134,5 miyar dolara çıkartmış. Onu Oracle’ın kurucularından Larry Ellison servetini 59 milyar dolardan 120,1 milyar dolara yükselterek takip ediyor. Google’ın kurucularından Larry Page’nin serveti 50,9 milyar dolardan 119,4 milyar dolara yükselmiş, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in ise 54,7 milyar dolardan 117,5 milyar dolara…

Biontech’in Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Şahin ise Forbes’in 2021 dolar milyarderleri listesine 4 milyar dolarlık serveti ile 727’nci sıradan girmişti. Deutsche Welle’nin haberine göre Şahin’in serveti 2022’de 13,2 milyar dolara, sıralamadaki yeri de 161.’liğe yükseldi.

Eşitsizlik kâr maksimizasyonu ve aşı dağıtımı ile başlıyor, ırkçılığa maruz kalanların ve kadınların Kovid19’dan daha çok zarar görmesi ile devam ediyor. Artık demir çelik üreticileri değil, uzay hayali satanlar ve hizmete dayalı dijital yatırımlarla orantılı işler üretenler dünyanın en zenginleri arasında. Sınırlara hatta gezegene sığmayan küresel sermaye artık devletler ile de bağımlılık ilişkisini iyice kopartmış durumda. Bu ölçekte büyük bir krizin karşısında kapitalizmin dijitalleşen formatı, halkların durumu, devletlerin durumu ve dünya sistemi gelecek üzerinde herkesi yeniden düşündürtüyor.  

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK! 

Münih Güvenlik Konferansı bugün (18 Şubat) toplanıyor. Konferans öncesinde yayımlanan Münih Güvenlik Raporu “ Eğilimi tersine çevirmek: Öğrenilmiş çaresizlikten kurtulmak” başlığını taşıyor.

Raporda dikkat çeken “öğrenilmiş çaresizlik” duygusunun küresel sorunların çözümünü de zorlaştırdığına yönelik tespit. Rapora göre, savaş endişelerini artıran krizler, doğal felaketler, kovid 19 salgını, siber saldırılar, dezenformasyon kampanyaları nedeniyle kamuoylarında endişeler artıyor. Rapor tüm bunları otokratik rejimlere demokrasi azlığına liberalizmin yara almasına bağlıyor. Lakin pandeminin en zenginlerine bakarken bile meselenin ülkeler ve siyasetin ötesinde hiç sorgulanmaması tuhaf değil mi?

Savaş ve Gerçek!

Post-Human İçin Tarih Yazmak

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Post-Human İçin Tarih Yazmak…

Kavram dünyamıza dahil olan kelimelerden ya da eklerden birisi post… Bu “sonra”, “öte” kavramı her şeye ek oluyor. Bunların içinde en çok tartışılan post-truth… Karşımıza çıkan haber, video, fotoğraf yalan da olsa eğer ona birileri  “doğrudur” diyorsa kitleler gerçekmiş gibi muamele ediyor. 

Bu çerçevede hiç bir şey yeni değil, “post” kavramı da. Sadece ona yeni bir anlam giydiriliyor. Hollywood’un yaptığı gibi…20. yüzyılın tarihini yeniden yazdı. Sinema dilini cinsellik, güç, şiddet ve teknoloji üzerine kurdu. Arzulanması gereken bir hayatı önümüze koydu. Orada kendimize bir model bulmamızı sağladı. Kahramanlar üretti. Mesela; Süpermen  II.Dünya Savaşı’nda halkın zafere inanması için düşünülmüş bir karakterdi. İyi kalpli Clark Amerika’yı ve dünyayı kötülüklerden koruyordu. Gezegenin yaşaması için gereken doğal kaynakları kontrolünü Amerika’nın ele geçirmesini sağlıyordu.

Hollywood bunun gibi kahramanları, korkulacakları, sevilecekleri ve hainleri saptadı.

En önemlisi de Amerika’yı yazdı ve yaptı. Bugün Netflix gibi dijital platformlar bambaşka bir tarih yazıyor. Ulus devletlerden bağımsızlaşan bir tarih.  Sadece bugünü değil geçen yüzyılı da yeniden yazıyorlar. Bu sefer devletler değil kişiler, şirketler, kuruluşlar önde. İnançların, düşüncenin tarihi de yeni yazım süreçleriyle yeniden biçimlendiriliyor. Aynı konular tekrar tekrar belgeseller ve film oluyor. Gelecek nesle geçmişin mirası bunlar olacak. Post-human toplumu için bu yazılanlar kalıcı olacak.

Değişim kaçınılmaz elbette, ama değişime yön verenlerin geçmişten aldıkları seçici parçalar üzerine bu değişimi bina ettikleri düşünülürse, tarihi sinema diliyle yeniden yazanlara dikkat etmek gerekiyor. Bu bizim için bir çok imkanı da beraberinde getiriyor. Türkiye hem kendi tarihini hem de dünya tarihini kendi bakış açısıyla tekrarlardan bıkmayarak, aynı konuyu farklı açılarla  yeniden yeniden yazmalı. İktisat tarihini yazmalı, önemli düşünürlerini, zihniyet tarihini, sosyal tarihini yeniden yazmalı.

Neden mi? biz yazmazsak başkaları bizim adımıza yazıyor ve yazacak… Yüzlerce yıldır olduğu gibi…İşte ta 1179’dan bir post-truth hikaye. Uydurmaca bir mektup. Papa III.Aleksandr’ın II. Kılıç Arslan’a Gönderdiği Mektup ve Sultan’ın Hristiyanlığı Kabulü Meselesi: Mit mi Gerçek mi?

Geçen hafta konuk ettiğim, Ortaçağ Rus ve Doğu Avrupa tarihi, Hazarlar, Moğollar, Altın Orda Devleti üzerine çalışan kıymetli bir araştırmacı olan Altay Tayfun Özcan bu soru ile başlayan makalesinde şunları anlatıyor:

“Papalık makamından Türkiye Selçuklu Sultanı’na gönderilen Instructio Fidei Catholicae (Katolik inancın öğretisi) başlıklı Latince mektupta (1179) geçen ifadeler, II. Kılıç Arslan’ın Papalığa Hıristiyanlığı kabul etmek istediğine yönelik bir mektubu gönderdiğine işaret eder. Bununla birlikte Papalığın II. Kılıç Arslan’a gönderdiği mektubun aktarıldığı eserlerin hiçbirisinde II. Kılıç Arslan’ın mektubuna yer verilmez. Hatta bunun bir izini bile takip edebilmek mümkün değildir. Her ne kadar bazı eserlerde II. Kılıç Arslan’ın Hıristiyanlığı kabul ettiğine ilişkin pek çok yorum ve değerlendirme yapılmışsa da, bunların hemen hemen tamamının Papalık mektubundaki ifadelerin gölgesinde şekillendiği anlaşılmaktadır….”

Kılıçarslan tabiki Hristiyan olmuyor ama Papa öyle bir hava yaratıyor ki sanki olmuş… Diplomatik çarpıtmaların ilk ve en kurnaz örneklerinden birini sergiliyor… Alın size bir post truth…Bu çerçevede hiçbir şey yeni değil………

Torunumun iki abisi var, en önce öğrendiği kelime “abi” oldu. “Abiler” diyor bir de çoğul ekiyle. Ben de üç abiyle büyüdüm. Benim üzerimde etkileri büyüktür. Bugün sahip olduğum birçok hasleti edinmemde katkıları büyük oldu. Hayatlarımız elbette birbirimiz için bir nasihat oldu. Meğer ölüm de bir nasihat oluyormuş. Abilerimden ikincisini Hasan abimi geçen hafta toprağa verdik. Covid ile başlayan süreç sistemik hastalıklarıyla buluşunca hastaneden çıkış söz konusu olamadı. Abimin ölümü çok acı veren bir kaybın olmasının ötesinde beni çok düşündürttü.

Hasan abim hep evde ölmeyi istedi. Evde sakince kimsenin müdahale etmediği bir ölümle. Nasip ve kadere teslimdi. Bu nedenle hastaneye ancak iş işten geçtikten sonra gidebildik. Doktorlar çok çaba sarf ettiler, pek çok şey denediler ancak mümkün olmadı. Bu süreçte O’nun iradesinin aksine yaptığımız her müdahalede bu konu zihnimde dolaşıp durdu. Yoğun bakım ünitelerine bağlanmadan, ölüm emrinin vaki olduğu anlaşılınca, yatağında, sevdiklerinin yanında hayata usulca gözlerini kapatmanın imkanı yok muydu?

Savaş ve Gerçek!

Sakin Olun, Değişmiyoruz!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Sakin Olun, Değişmiyoruz!

Geçen hafta Türk Kahvesi’nde Koç Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Çarkoğlu ile yapılan araştırmaların ışığında Türk toplumunu siyasi davranışlarını etkileyen faktörleri 1999’dan başlayarak çeşitli dönemlerde yapılan araştırmaları, Din-Siyaset ve Toplum araştırmasının sonuçlarını konuştuk. “Yok toplum dindarlaşıyor” diyenler de yanlış söylüyor. “Yok toplum hızla sekülerleşiyor” diyenler de yanlış söylüyor. Veriler her iki tarafında bir bardak suda fırtına kopartarak siyaset yaptıklarını gösteriyor. Özellikle de sosyal medya üzerinden yapılan hiçbir yorum iki taraf için de gerçeği vermiyor.

Genel sonuçlar şöyle; kutuplaşma var, Türk toplumunun genel siyasi davranışları stabil çok değişmiyor. Muhafazakâr sağ hep daha yüksek. Muhafazakâr sol ona yer yer yaklaşıyor. Bu yelpazeni dışında kalan iki tarafta da marjinal gurupların siyaseti etkileme yüzdesi çok düşük. Bu dönem olan tek farklı şey iki taraf arasında kararsızların oranının nispeten öncekilere göre daha yüksek olması. Ama bu karasızların da sağ eğilim dışında davranış göstermesi çok beklenmiyor. Diğer taraftan Türk toplumunun din ile ilişkisi hiç kopmuyor, özellikle “gençler ateistleşiyor“ tezini saha verileri doğrulamıyor. Toplum, değerler, din ve değişim üzerine yaptığı araştırmalarla bilinen “bilimsellik” ve verilere göre yorum yapmak konusunda objektifliğin korumuş, uluslararası çevrelerde de bilinen az sayıdaki bilim insanından birisi olan Prof. Çarkoğlu ve üniversite ekibinin nicel çalışmalarının topluma tuttuğu aynada, gördüklerini şöyle özetleyebiliriz:

Türk toplumu din ile ilişkisi en yüksek toplumlar arasında sayılıyor. En dindar ve en fazla en sık ibadet ettiğini söyleyen ülkelerden biriyiz. Ağırlıklı olarak Hristiyan nüfusun yoğun olduğu ülkelerde yapılan Müslüman dünyada da İsrail’deki Müslümanlar, Tunus ve Türkiye’nin yer aldığı 25 Aralık 2021’de açıklanan Dünyada ve Türkiye’de Din Toplum ve Siyaset araştırmasının sonuçlarına göre;

– Araştırma yapılan ülkelerde Allah’ın varlığına inananların ortalaması yüzde 37. Türkiye’de ise “Allah’ın gerçekten var olduğunu biliyor ve bundan hiç şüphe etmiyorum” diyenlerin oranı 2008’de yüzde 93.1 iken 2019’da yüzde 85.2 olmuş. Yaklaşık 8 puanlık düşüş olsa da yüzde 85.2 oranı ile Türkiye ortalamanın bir hayli üzerinde…

-”Allah’a kendimi bildim bileli hep inanmışımdır” diyenlerin araştırma yapılan ülkelerdeki ortalaması yüzde 53. Ülkemizde ise 2008’de yüzde 96.6 iken 2019’da yüzde 93 oluyor.

-Ölümden sonra hayat inancındaki düşüş çok az. Buna inanların oranı 2008’de yüzde 95, 2019’da yüzde 92. Türkiye yüzde 30 olan ortalamanın çok üstünde. Cennet inancı 2018’de yüzde 98, 2019’da yüzde 96.Araştırma yapılan ülkelerdeki ortalama yüzde 29… Cehennemin varlığına olan inanç 2008’de % 97, 2019’da % 95, yüzde 25 gibi olan ortalamanın çok üstünde…

– Kendini dindar olarak görenlerin oranında düşüş daha fazla (bunun içine kendini son derece dindar, oldukça dindar ve biraz dindar olarak tanımlayanlar giriyor) 2008’de % 90 iken, 2019’da % 75 oluyor. Bu oran yüzde 48 civarında olan araştırma yapılan ülkelerin ortalamasının oldukça üstünde.

-Kendini dindar olarak görmeyenlerin oranında çok az yükselme var; 2008’de % 7’yken, 2019’da % 13.

-Ne dindarım ne de dindar değilim diyenlerin oranı 2008’de yüzde 6, 2019’da yüzde 12.

Dinin vecibelerini yerine getirenlerin oranı 2008’de yüzde 75, 2019’da yüzde 71… Dinin vecibelerini yerine getirmeyenlerin oranı 2008 % 24, 2019 % 30.

İBADET PRATİĞİNDE ARTIŞ VAR

Bu bulgu dikkat çekici geldi bana. Gençlerde özellikle 18 yaş için geçmiş ile bugün arasında değişim yok. Hatta gençlerin ibadet pratiklerinin anne babalarından daha yüksek olduğu görülüyor. Ayda 2-3 kez, her hafta birkaç kez ibadet pratiği oranların oranı yüzde 79, annelerinin oranı yüzde 64, babalarının yüzde 71, kendilerinin 11-12 yaşında ayda 2-3 kez, her hafta bir kaç kez ibadet pratiği yüzde 53 imiş.

Toleransta ortalamanın gerisinde görünüyoruz. Hristiyanlar hakkındaki kişisel tutumu negatif olanların oranı yüzde 58 gibi görünüyor bu araştırma listesindeki diğer ülkelere göre en yüksek oran.

Araştırmada dikkatimi çeken bir başka sonuç da Müslümanlar hakkında tutumu pozitif olanların oranı yüzde 90. Bu konuda araştırma yapılan ülkelerin ortalaması yüzde 33. Müslümanlar hakkında en olumsuz tutumu olan ülkeler yüzde 60’ın üzerinde negatif tutumla Finlandiya, Slovakya, Çek Cumhuriyeti.

Kocanın görevi para kazanmak karısının görevi ev işi yapıp aileye bakmak diyenlerin oranı Türkiye’de hızla azalmış: Bu oran 2008’de yüzde 53 gibiyken, 2019’da yaklaşık yüzde 37’ye inmiş…

Teknolojik değişim, iktidar değişimi her ne olursa olsun bu topraklarda sekülerleşme beklentisi karşılık bulacak gibi görünmüyor. Türk ve İslam ögeleri toplum nezdinde birbirinden kesilip atılamıyor. İslam’ı yok sayarak bir siyaset oluşturmak ve bunun başarılı olması mümkün görünmüyor.

Prof. Ali Çarkoğlu ve birlikte araştırma araştırmayı yaptığı bilim insanlarının 20 yıldan uzun süredir sürdürdüğü çeşitli araştırmaların bulguları Türkiye’deki kutuplaşmaya da ayna tutuyor. Birinin ak dediğine yüzde yüz kara diyen, kara dediğine yüzde yüz ak diyen bir Türkiye var. Ve bu kutuplaşma sürüyor.

Bu verilerin topluma ayna tutarken spekülatif söylemlerden çok daha dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. Her ne kadar Türkiye cetvelle ölçüme gelmezse de yine de medya cetveline değil bu cetvele bakarak siyaset üretmekte fayda var. 

Savaş ve Gerçek!

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Rusya’yı Tanıyor Muyuz?

Dostoyevski, Puşkin, Gogol, Soljenitsin ve daha da sayacağımız ona yakın Rus yazarı okumuş, eli kalem tutan birçok insan mutlaka okumuştur. Rus edebiyatının şaheserleri dünya edebiyatı içinde en çok okunanlar arasında başı çeker. Daha ortaokul yıllarımda elime tutuşturulan romanların Tolstoy’a ait olduğunu hatırlarım. Rus klasikleri neredeyse tekmili birden Türkçeye kazandırılmışken, komünist döneme ilişkin eserlerin doğru bir çevirisi olduğunu hatırlamıyorum. Sol yayınların çıkarttığı hâlâ numune olarak sakladığım Lenin gibi ideologların kitaplarını anlamak için sarfedilen yoğun çabayı bugün bile hatırlıyorum. Okursun okursun bir cümlenin içinden çıkamazsın. Bunun sebeplerinin başında elbette kötü çeviri vardı. Marksizmin Türkiye’de yeterince anlaşılamaması da belki de buna bağlıydı…

Rus klasiklerini Türkçeye kazandıran dört farklı isimden söz etmek istiyorum. Farklı kuşakları temsil eden bu isimlerin ilki 1933 doğumlu Mehmet Özgül’dür. Kuleli Askeri Lisesinden mezun olmuş ardından Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nin Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde okumuş, ABD’de Georgetown’da yüksek lisans yapmış, Genelkurmay’da Rusça tercümanlık yapmış bir isimdir. Moskova’ya giden bir devlet görevlisidir. Yine aynı dönemden ikinci isim Ergin Altay’dır. Mehmet Özgül ile aynı lise ve fakülteden mezundur. Aynı süreçlerle Rusça-Türkçe çeviri işine dahil olur. Üçüncü önemli çevirmen ise şair Ataol Behramoğlu’dur. 1942 doğumlu olan şair bir sonraki kuşaktandır. 1961’deTİP üyesi olur. O’da Ankara Dil Tarih, Rus Dili ve Edebiyatı mezunudur. İlk çevirdiği yazar “İvanov” ile Çehov’dur. 1972’de iki yıl Moskova’da yaşayan Behramoğlu Puşkin’in tüm eserlerini Türkçeye kazandırması sebebiyle Rusya’dan Puşkin Edebiyat Ödülü almıştır. Rusçadan edebiyat çevirileri yapan dördüncü kişi Samed Karagöz’dür. İmam hatip lisesi mezunu olan Karagöz, üniversitelere girişteki  katsayı engeline takılınca Rusya’ya üniversite okumaya gider. Çehov ve Dostoyevski’yi çevirir. Bugün Rus edebiyatını severek okuyorsak farklı sebeplerle Rusça öğrenen bu çevirmenlerin katkısı büyüktür.

Ruslar edebiyatı bir tür kehanet olarak gördükleri için ayrı önem veriyorlar. Çeviri eserlerin yanında Rusya’nın ruhuna ve kimliğine dair ilk ve en kapsamlı roman serisi Alev Alatlı’dan geldi.  Aydınlanma Değil Merhamet ve Gogol’un İzinde, Eyy Uhnem Eyy Uhnem !  Rusya hakkında Bir Türk yazarın yedi yıl süren çalışmasının sonucunda ortaya çıkan kitaplar bugün de Rusya hakkında yazılmış en kapsamlı eser olarak biricikliğini koruyor. Bu kitaplar ayrıca Rusya tarafından 2006 yılında Şolohov Edebiyat Ödülü aldı. 

….

Geçen hafta Kazakistan’da çıkan ayaklanmalar ile birlikte Cumhurbaşkanı Tokayev, Rusya’nın başını çektiği “Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü” nden Kazakistan’a barış güçlerini göndermesini isteyince Rus ordusu bir günde Almatı’ya yerleşti. 1990-2000 arasında yaşananları tersine çeviren gelişmelerle Rusya tekrar gündemimize girdi. Bu dönemde yaşananlara dair bir iki hatırlatmayı Alev Alatlı’dan aktarmak isterim.

-Rusya dünyanın en büyük kara parçasını kaplayan bir ülke. “En karanlık karanlığının, en soğuk soğuğunun, en geniş genişliğinin, en yüksek yüksekliğinin yaşandığı ülke.

“Rusya’nın tarihine kim etkili olmaya çalışırsa çalışsın o herkesi şaşırtarak kendi tarihini yazmış bir ülke. Hem dost hem de düşman olmayı aynı anda başaranlar arasında başı çekiyor….”

“-1980li yılların başlarında dünya toplamının yüzde yirmisini oluşturduğu hesaplanan üç milyon dört yüz bin uluslararası nitelikte bilim adamıyla mağrur bir “yüksek teknoloji imparatorluğuydu…Gorbaçov’le başlayan, Boris Yeltsin rejimi ile süren, sonuçları Rusların ezici çoğunluğu için facia niteliğinde olan “reformlar” geldi. IMF’ye teslim edilen, sanayisinin yüzde altmışını kaybeden Rusya…Yüzde bin üç yüz elliye fırlayan enflasyon… Açlıktan ölenlerin günlük ortalamaları üç rakamlı sayılara yükseldi. Meşruiyetini ve güvenilir tabanını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece halkının desteğinden değil, bürokrasisini dolduracak güvenilir insan kaynağından da yoksun bir devlet gücü haline gelmişti. Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve dezorganize muhalefeti vardı…IMF’nin ‘şok tedavisi’ ve ‘özelleştirme’ ile yaratılan, ülke çıkarlarını hiçe sayan Yeni Ruslar diye birileri türemişti…Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşcesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri... Rusya’nın bir ‘haydut devlet’ haline geldiğini söyleyen bir Duma sözcüsü, Gennadi Seleznev.  ‘Hamasi belâgat, ekonomik maceracılık ve geniş çaplı hırsızlık Rus gerçekliğinin uzun vadeli değişmezleri olacaktır’ diyen bir ‘reformcu’ Yegor Gaidar…Bilim adamlarının üçte ikisi kaybetmiş, dünya yakın tarihinde, yıllarca sürdürdüğü kalkınmanın meyvelerini çürümeye terk etmişti. ‘Üçüncü Dünya’ olarak adlandırılan ülkelerin saflarına kaymak tehlikesiyle karşı karşıyaydı…Moskova Fizik Enstitüsü mezunları hayatlarını kazanmak için bedenlerini satmak zorunda kalmışlardı…Hükümsüzleştirilmesinin acısını oturduğumuz yerden hissedebileceğimiz muhteşem bir birikimi vardı…”

Bugün bu birikim bunlarla mücadele ederek eski Rusya’yı ortaya çıkardı. Gelişmeleri buradan okumakta fayda var.

Savaş ve Gerçek!

Zihniyet Değişmez

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Zihniyet Değişmez

Zihniyet, düşünce biçimleri geçmişten bugüne taşınıyor. Siyasetin de toplumun da kavgaları sürekli aynı tekrarlar üzerinde gidip geliyor.

Tarih okuyan birisi olarak ‘işte bugün yaşadığımız şey tam da bu’ dediğim o kadar çok örneğe rastlıyorum ki… Profiller, olaylar aynı. Çünkü düşünme biçimleri aynı.

Hangi çevreden doğup büyüdüyseniz o çevrenin insanı olarak yaşayıp gidiyorsunuz. Bu çevrenin dışına çıkan istisnalar olsa da onlar da genellikle ilerleyen yaşlarında geçmişlerine dönüveriyorlar. Özetle  herkes aslına rücu ediyor. Terakkiyi iki yüzyıldır konuşuyoruz. Lakin zihniyetimiz aynı kalınca terakki de etiket olup kalıveriyor. No’luyor da böyle oluyor?

Kendi çevrene aşina, diğerine yabancı olunca konuşmak da anlaşmak da çok zor oluyor.

Kendimize yabancılaştığımız bir dünyada birbirimize sadece aşina olabiliyoruz.

1699 Karlofça anlaşmasını imzalamak zorunda kaldığımız yenilgiye kadar düşünme biçimimizi değiştirme ihtiyacı hissetmemişiz. Prof. İsmail Kara, çağdaş Türk düşüncesinin tarihiyle askeri mağlubiyetler arasında zaruri ve birebir ilişki kurulması gerektiğini söylüyor.

Lale devrinde ilk tercüme encümenleri diyebileceğimiz teşebbüslerin ortaya çıkmasıyla,

Avrupa başşehirlerinde daimi elçiliklerin kurulması, Müslümanlar için matbaanın açılışına müsaade edilmesi, askeri, idari ve tıbbi ıslahat tedbirleriyle tamir ve tadil etme istikametinde Avrupa’daki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri almaya çalışırken, modern düşünce ve siyasi kavramlar, Batı zihniyeti topraklarımıza adım atmış. Anlama, taklit etme, uyarlama, kendine katma süreci yaşanmış.

Şerif Mardin tam burada ortaya çıkan fikirlerin “fikir çorbası” olduğunu söylüyor. Yani bütünleşemeyen bir zihniyet ilişkisi. Burada kendine topluma yabancılaşma gündeme geliyor. Erken batılılaşanlar aşırı batılılaşmış zümreler ki bunların başında tıbbiye ve askeriye mensupları geliyor. Burjuvazi onu çok sonraki bir sırada izler. Bu zümreler kendilerini her zaman toplumun üzerinde gördükleri gibi kendilerine de toplumu batılılaştırıcı bir misyon yüklerler. Hep üstündür, seçkindir ve dahi şehrin merkezindendir.

İsmail Kara, “ayakta kalmamız gerekiyorsa değişmemiz gerekir” dediğimiz andan itibaren iki şeye aynı anda bakmamız gerektiğini söyler. Birincisinde bakışı yeniye yöneltir; yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarına… İkincisinde ise eskiye yöneltir. ”Geleneksel olanında o sırada ne olduğu nasıl algılandığı ve hangi vasıtalarla direndiği, kendini ne şekilde yenilediği, nasıl değiştiği ve dönüştüğü de eşit derecede hesaba katılmalıdır” derken yeni ve eskinin de iç içe geçtiğini de vurgular. İki hat birbirinden bağımsız ele alınamaz der.

“Bugün modernlikten bağımsız bir gelenekten bahsedemeyeceğimiz gibi gelenekten bağımsız bir modernlikten de bahsedemeyiz. Modern dönemde yaşayan birisi bir geleneği modernleşme öncesinde olduğu gibi anlama şansını büyük ölçüde kaybetmiştir” derken modern olanın da dinileştiğini söyler İsmail Kara. O’na göre Türk modernleşmesine bakıldığında ise İslam’dan tecrit edilmiş bir Türk kavramı çıkmaz ortaya. Düşünce hayatımız dediğimiz şey bu iki şeyin iç içe geçmesinden, bazen birinin, bazen diğerinin üstünlük mücadelesi ile geçiyor. Ama kabul etmemiz gereken şey her ikisinin de değiştiğidir. Yeni olanın tabiatı ve kendini meşrulaştırma araçlarıyla, eski olanın direnme biçimlerinin sentezi bugünkü düşünme biçimlerimizin ortalamasını veriyor. 

Hal böyleyken her iki tarafı da süzerek fikirlerini ortaya koyan insanları kolay kolay bulamıyoruz. Türkiye’nin sanayi kalkınmasından filan önce buna ihtiyacı var. Pratik ihtiyaçlara cevapları içeren fikirimsi cümle kurmak kolay. Ama bir fikir ileri sürmek çok zor. Siyasi partilerde hele de yeni muhalefet partilerinde bolca öneri var. Ama bu önerileri dayandıracak, sürekliliğini sağlayacak fikir yok.

Türk düşünce dünyası bir yüzyıldır birbirine kulaklarını kapatmıştı. Bu ikisine kapıyı açan Ak Parti siyaseti oldu. Bu Türkiye’deki zihniyeti değiştirdi. Aradaki duvarları inceltti. Kendi çizgisinde tutarlı olabilecek çeşitliliğe ve onların temsiline imkan tanıdı. Nitekim sağ küçük muhazafakâr partiler de böylece O’nun paltosunun altından çıktı.

Diğer tarafta ise sosyoloji çok değişmedi.  Ne palto ne de onun altından çıkanlar üstünlükçü tavırlarını bırakmadı. Her daim seçkin, elit ve küçümseyici oldular, kendilerini öyle hissetmediklerinde de saldırgan.  Türkiye’de sol kesimde böyle olmayan ya da hissetmeyen istisna çok azdır. Ne demek istediğimi uzun süredir  Türk Tabipler Birliği başkanlığı yapmış Gencay Gürsoy’un anı kitabından bir örnekle anlatayım. “Son yıllarda, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve tek parti iktidarında İslami kesimin gördüğü ‘zülüm’ üzerine söylenenleri, yazılıp çizilenleri izlerken, iki yaşam tarzının çatışma haline dair prototip bir örnek olarak kendi çocukluğumu anımsarım. Ben böyle bir zulme çocukluğumda hiç tanık olmadım” diyor. Anlamaya çalışmaya dahi gerek görmüyor. Çünkü bi haber!

Türk siyasetine birbirini duymayı dinlemeyi Ak Parti öğretmiştir. Yeni bir düşünce iklimine imkan tanımıştır. Kim ne derse desin! Sol, seçkin çevrelerin en büyük itirazı da bunadır. Yazılanların hiçbirinde kendilerinden olmayanı anlamaya dair tek bir satır bulamazsınız. Kürt meselesi konusunda ise yine düşünce çerçevelerini belirleyen aşırı batılaşmış zihinlerdir. Çünkü o çevrelerde bu mesele muteber görülmediği dönemlerde toplu imhalara, sürgünlere, ihtilallere destek veren yine onlardı.