Fetö Amerikan Karşıtlığının Terbiyecisi Oldu – Mustafa Öztürk

Fetö Amerikan Karşıtlığının Terbiyecisi Oldu – Mustafa Öztürk

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Mustafa Öztürk

Mustafa Öztürk

Fetö Amerikan Karşıtlığının Terbiyecisi Oldu

İlahiyat profesörü Mustafa Öztürk, FETÖ için ilk ‘Haşhaşi’ benzetmesini yapan ilk isim. Verdiği zararın görünen ve bilinenin çok ötesinde olduğuna inanıyor. Öztürk ile dini klişelere sığınmadan düz bir röportaj yaptık. Umarım sonrası için yol gösterici olur.*

 

Cemaatin din anlayışı temel hatlarıyla nasıl tarif edilebilir? Hiçbir dinî ıstılaha sahip olmayan birisine onları nasıl anlatırız? Neden Haşhaşi diyorsunuz?

Belli ki “cemaat” derken FETÖ’yü kastediyorsunuz. Fetullah Gülen’in (Not: Fethullah ismindeki “h” harfini bilerek, istiskal maksadıyla telaffuz etmiyorum; sizin de bu şekilde yazmanızı istirham ediyorum) sevk ve idare ettiği örgütün din anlayışı, sanırım en kısa ve kestirme yoldan, Marx’ın “Din kitlelerin afyonudur” sözüyle açıklanabilir. 17/25 Aralık sürecinde FETÖ’cüleri “Haşhâşî” diye nitelemem de bir yönüyle bu sebeptendir. Bilindiği gibi afyon, haşhaş bitkisinin kapsülünden mamuldür.

Hipnoz Etkisi Yaratan Tarih Kurgusu

Fetullah özellikle Hz. Peygamber ve sahabe neslinin suretini kendi şahsına ve endoktrinasyon yoluyla mankurtlaştırdığı avenesine birebir tercüme ederek hipnoz etkisi yaratan bir tarih kurgusu oluşturuyor ve bu kurguda kendisini Hz. Peygamber’le, avanesini de “ikinci kutsiler” nitelemesiyle sahâbîlerle eşleştiriyor. Böylece mankurtlaşmış aveneler kendilerini sahabe gibi ilâhî-ulvî bir davaya baş koymuş kimseler olarak algılamaya başlıyor. Fetullah vaizlikteki mahareti ve ağdalı diliyle bu algıyı tahkim ediyor. Bu sayede tüm mülevves işlerini Hz. Peygamber’in sünnetine ittiba olarak gösterebiliyor.

Esrarengiz Bir Kült Kişilik Vehmi

Bunu nasıl başarıyor?

Fetullah, avenesinin sadakat ve bağlılık duygusunu perçinlemek için hem rüya, ilham gibi kişiye özel bilgi kanallarının hem de parapsikolojik imkânların kullanıma açık olduğu meselesini de sürekli olarak gündemde tutup, kendisinin sevimsiz sükseli tabiriyle nazara veriyor. Böylece avenesinin gözünde olağanüstü yeteneklerle mücehhez ve esrarengiz bir kült kişilik vehmi oluşturuyor.

Bu vehim nasıl yerleştiriliyor?

Bu vehmi oluşturmanın ilk adımları Işık evleri ve dershaneler gibi kurumlarda atılıyor. Küçücük çocuklar ve körpe dimağlar bu kurumlarda Fetullah’ın insanüstü özelliklere sahip efsanevi bir kahramandan farksız olduğu yönünde endoktrine ediliyor.

Bu bağlamda, “O mübarek zat Meydan Larousse ansiklopedisini ezberlemiştir. Yine o büyük insan serçe parmağının tırnak ucuyla gazozun kapağını açabilecek kadar kuvvetlidir. O büyük şahsiyet bütün bir hayat boyunca sadece bir kez namazı fevt etmiş ve bu yüzden aylarca gözyaşı dökmüştür” gibi sayısız düzmece menkıbe, epik ve melankolik hikâye anlatılıyor.

Yani “metatron” derken kendisinin “tanrının sesi” olduğuna nasıl inandırıyor?

Bu tür düzmece hikâyeler ve masallarla dumura uğratılan beyinler son kertede tamamen uyuşuyor ve sonunda Fetullah yine avenesinin gözünde metatron ya da Tanrı yardımcısı gibi algılanır hale geliyor.

Çarpık Din Anlayışı

Bu anlayışı İslam dairesinde kabul edebilir miyiz?

15 Temmuz gecesi gözünü kırpmadan halka kurşun sıkan bir darbecinin sünnet-i seniyeyye ittiba adına suyu çömelerek üç yudumda içmesi ne kadar çarpık, sapkın ve patolojik ise FETÖ’nün din anlayışı da o kadar çarpık, sapkın ve patolojiktir. Bu çarpıklık ve sapkınlık ezoterik, ökültik ve mesiyanik hareketlerin vatan, millet, din gibi üst değerleri izafileştirici endoktrinasyon yöntemleriyle yakından irtibatlıdır. Kanımca, Fetullah ve mankurtlarına özgü din anlayışını İslam dairesi içerisinde mütalaa etmek “büyük günah” veya “İslam’a ihanet” kapsamında sayılmalıdır.

Neoconlarla Karanlık Temaslar

Papaya yazdığı mektupta sürekli “misyonumuz” diyor. Bu ortak “misyonumuz” nedir?

Fetullah’ın yurt dışına açılma hikâyesi, Amerika’da greencard talebi, oturma izni ve kendisine referans olan figürlerin derin kimlikleri bahis konusu misyonun mahiyeti hakkında az çok fikir verebilir. Özellikle 11 Eylül 2011 İkiz Kule hadisesinden sonra İslam ve Müslümanlar neredeyse tüm Batı dünyasında terörle özdeşleştirildiği halde, eşzamanlı olarak bu örgüte Türk-İslam kültür ve medeniyetini (!) bütün dünyaya yaymak adına 140-150 civarında farklı ülkede okullar açma ruhsatı verilmesi sizce de acayip bir paradoks değil midir? Bu tuhaf durum ancak ABD’deki Neoconlar ile FETÖ arasındaki karanlık temaslar, kirli hesaplar ve pazarlıklar çerçevesinde izah edilebilir.

Papa’ya Mektubu Ne Anlama Geliyor?

Tarihî tecrübede Katolik dünyasının İslam ve Müslümanlarla ilişkisinin mahiyeti izahtan vareste olduğuna göre Fetullah’ın söz konusu ettiği misyon, olsa olsa genelde Hristiyan Batı dünyasına, özelde Neoconlar ve Frankistler gibi karanlık yapılara taşeronluk ve gönüllü hizmetkarlıktır. Bu zat kişiliğinin onaylanması, adam yerine konulması ve kendisine az çok saygı duyulması karşılığında her mahfille her türlü kirli pazarlığa ve ivaz-garaz ilişkisine girebilecek kadar haysiyetsiz olduğundan ve aynı zamanda her zaman ve zeminde kudretlinin yanında yer almayı politik rükün saydığından Papa’ya sunduğu mektupta bahis konusu ettiği misyon kelimesini “İslam dünyasının altını oyma pahasına egemen güçlere tabasbus yoluyla küresel ölçekte akredite olma ve gönüllü olarak bu güçlerin maşalığını yapma talebi” diye okumak ve dolayısıyla Türkiye’yi, hatta bütün bir İslam âlemini bir kalemde gözden çıkarıp haraç mezat satmak diye yorumlamak pekala mümkündür. Papa II. John Paul’e arz ettiği 9 Şubat 1998 tarihli mektubundaki birçok ifade bunun en açık kanıtıdır.

Fetullah mektupta şu mealde şeyler söyler: Papa hazretleri tarafından başlatılan dinlerarası diyalog için Papalık konseyi misyonunun bir parçası olmaya hazırız… Pek kıymetli bu hizmetinizi acizane icra yolunda çok mütevazı katkılarımızı sunmak için huzurunuza geldik… İslam yanlış anlaşılan bir dindir ve bunda en büyük suçlu Müslümanların ta kendisidir…

Fetö’nün Takiye Konsepti

Müslüman adını kullanarak hileyle, kendilerini gizleyerek ülkeyi işgal etme girişiminin bir parçası oldular. Dini manada kendini gizlemek, takiye/tedbircilik caiz midir?

Takiye Sünnî gelenekte ilkesel olarak ahlaksızlık kapsamında değerlendirilir; lakin bu gelenekte de farklı şekillerde tatbik edilir. FETÖ’nün tedbir/takiye konsepti özellikle İsmâiliyye-Bâtıniyye fırkasındaki gizlilikle benzeşir niteliktedir. Gizlilik ya da setr İsmâiliyye’nin bâtınî davet organizasyonunda çok temel bir ilkedir ki söz konusu organizasyondaki imam, hüccet, dâî, me’zûn-i mutlak gibi gizli hiyerarşik yapılanma birçok yönden FETÖ’nün resmî kurumlar, bölgeler, şehirler, semtlerle ilgili imam yapılanmasıyla örtüşür mahiyettedir. Mesela, her iki yapılanmada da kodlu ve kriptolu sistem devrededir.

FETÖ özelinde konuşursak, sizin de belirttiğiniz gibi, adı Müslüman, öğretileri İslam olan bir yapı ne diye kod isimler, terimler kullanır? Yolunuz Allah yolu, maksadınız has Müslümanlıksa şayet, o zaman bunca şifre, kod, sır, gizem nedendir? Onca gizli saklı işin âlemi nedir? Kendi adımdan emin olduğum kadar eminim ki bu yapının zâhiri din, iman, bâtını fesat ve nifaktır. Bu bağlamda Fetullah tüm kirli planlarını ve karanlık hesaplarını dinîlik kisvesine büründürmekten, dahası, devlet içerisinde yuvalanmaktan insanların harim-i ismetlerine tecavüz ve röntgenciliğe kadar her türlü pis işi bizatihi Hz. Peygamber’e refere etmekten hiç imtina etmeyecek kadar ahlaksız ve alçak bir adamdır.

‘Mehdi Düşüncesi Problemli’

Mehdi düşüncesi İslam inancı içinde nerede değerlendirilmeli?

Mehdilik fikri İslam düşünce tarihinde özgün formuyla Şiî geleneğe aittir. Şiî çevrelerde mehdilik fikrinin ortaya çıkıp neşv ü nema bulması özellikle Kerbela hadisesinden sonra Ehl-i Beyt ve takipçilerinin takibata uğraması ve sık sık zulme uğraması, bu durumun kurtarıcı beklentisine yol açması, Şia’nın neredeyse bütün bir tarih boyunca muhalefet mezhebi olması ve muhalefet cephesinde oluşan yoğun romantizmin iç ve dış kaynaklı etkilere açık olması ve aynı zamanda hemen her türlü uç görüşlere mümbit zemin oluşturması gibi sebeplere bağlanabilir. Ancak bu mesele sorunuz açısından bahs-i diğer hükmündedir.

Sünnîlik, tasavvuf kültüründe çok önemli bir yer tutan Ehl-i Beyt’i ve bu çerçevede üretilen sembolik sermayeyi Şia’ya kaptırmamak ya da Şia’nın elinden almak için mehdilik inancına da sahip çıkmış ve bu inancı kendi akaid sistemine uygun biçimde yorumlamaya çalışmıştır. Kanımca, mehdilik Şiî ve Sünnî versiyonlarıyla çok problemli bir içermeye sahiptir.

‘Din Kardeşliği Bağını Gevşetmemeli’

Ağır bir ihanet yaşadık. Dindar olduğunu bildiğimiz, her ifadelerinde habire “Namaz kıldık, Kur’an okuduk” diyen insanların saldırısı altında kaldık. Hepimiz öfkeliyiz… Bu toz bulutun içinde yaşadıklarımızı din kardeşliği boyutuyla nasıl görmeliyiz?

Fetullah haysiyetsizinin yapıp ettikleri ve bütün memlekete ödettiği ağır maliyeti düşündükçe, “Ya Rab! Bu pisliği neden yarattın?” demekten kendimi alamıyorum; içimde birikenleri ifadede kin, nefret, öfke gibi kelimelerden hiçbirinin kâfi gelmediğini hissediyorum. Fetullah alçağından da, mankurtlarından da tiksiniyorum; ama bütün bunlara rağmen din, dindarlık ve din kardeşliği gibi kavramlar ve olguları bu ağır hissiyattan hep ayrı tutmaya çalışıyorum. Çünkü benim İslam ve Müslümanlığa atfettiğim değer, insanların yapıp ettiklerinden bağımsızdır. Tüm insanlar biteviye kötülük ve şer üretseler dahi ben bir Müslüman olarak ivazsız-garazsız şekilde iyilik ve hayırdan yana olmalıyım. Bu itibarla, Fetullah ve mankurtları dindarlık adı altında ne kadar pislik üretmiş olursa olsun, din ve dindarlık bütün bu pisliklerden münezzeh olduğu gibi din kardeşliği de halen tertemiz bir kardeşlik bağı olarak bakidir. FETÖ’cü alçakları paranteze alarak din kardeşliği bağını asla gevşetmemek gerekir.

Fetö’nün İlahiyat Kolonileri

Siz de yazdınız Sakarya Üniversitesi’nde tefsir bölümünde akademisyen ama aynı zamanda Akıncılar üssünde F16 pilotu… Öğretmen ama bir birliğin illegal komutanı. Bu örgütlenme ilahiyat fakültelerini ve din eğitimini nasıl etkiledi?

İlahiyat fakülteleri özellikle FETÖ örgütünün palazlanma ve devlet kurumlarına sızıp yuvalanma sürecine koşut olarak birçok dinî cemaat grubun tabir caizse arpalığı haline geldi. Başka bir ifadeyle, bu fakülteler belli ölçüde muhtelif dinî cemaatlerin yetişmiş insan devşirme müesseselerine dönüşüverdi.

Bu bağlamda Ehl-i sünnetçilik ve sahih itikatlılıkla ilgili bu yeni yönelimden belki de en çok FETÖ’cü ilahiyatçıların istifade ettiklerini özellikle belirtmek gerekir. Çünkü FETÖ’nün ilahiyatçı kadrosu, Yeni Ümit adlı derginin yayın politikasından ve hemen her sayısındaki muhtevadan anlaşılacağı gibi ülke sınırları içinde İslamın belki de en dar Sünnî yorumuna sahip çıkmakla mümeyyizdir. Ancak 17/25 Aralık hadisesi, özellikle de 15 Temmuz ihaneti “sahih itikatlılık” gibi son derece öznel ve gelişigüzel kıstasların İlahiyat akademisinde ne işe yaradığını gözler önüne sermiş olsa gerektir.

Kendileri gibi olmayanları akademide dinî ilimler alanından nasıl uzaklaştırdılar? İlahiyat camiasında kolonilerini nasıl kurdular?

Ben bu konuda ilahiyat fakülteleri özelinde konuşabilirim. Bununla birlikte FETÖ’nün akademik ayağına dair söyleyeceklerim, ilahiyat dışındaki alanlara da teşmil edilebilir. Öncelikle ilahiyat camiasındaki FETÖ’cülerin büyük ölçüde tefsir ve hadis gibi alanlarda yuvalandığını belirtmeliyim. Bunun temel sebebi, bu ihanet şebekesine mensup kıdemli ilahiyat akademisyenlerinin çoğunlukla tefsir ve hadis alanlarında yetişmiş olmalarıdır.

Kıdemli FETÖ’cülerin vaktiyle Sakarya, Harran gibi üniversitelerdeki ilahiyat fakültelerinde koloniler kurdukları ve bu kurumlarda yetişen elemanlarının diğer fakültelere dağılıp dal budak salmalarına ön ayak oldukları malumdur. Bunlar herhangi bir fakültenin bünyesine dâhil olduklarında, fakülteyi en kısa zamanda ele geçirmek üzere malign tümör gibi hızla yayılmaya, güçsüz ya da sayıca az oldukları fakültelere ise adam yerleştirmeye çalışırlar.

‘Risale-İ Nur’ları Yem Olarak Kullandı’

Said Nursi düşünce ve fikirleri kullanıldı mı? Risale-i Nur’ları bu derece yüceltmenin dinde yeri var mı? Ya da nasıl bir zemin oluşturdu? Nur külliyatı üzerine çalışan yabancılar çok. Onların ilgilerini de nasıl görüyorsunuz?

Fetullah hiçbir zaman Said Nursi’yi adam yerine koymadı. Başka bir ifadeyle, mezbur alçak Said Nursi ve Risale-i Nur konusunda da münafıkça davrandı. Yolun başından itibaren tek tek adam devşirmek hayli zahmetli ve çok maliyetli bir iş olduğundan, sırtını Said Nursi’ye yaslayıp Risale-i Nur külliyatına sık atıflarla konuşarak hazıra konmayı ve ilk planda küçük çaplı bir cemaat oluşturmayı başardı.

Fetullah bu evrede Said Nursi ve Risale-i Nur’ları bir nevi yem olarak kullandı. Çevresindeki insanları yemleme yoluyla endoktrine ettikten sonra kendine özgü bir dil kurarak Said Nursi’den uzaklaşmaya başladı ve zaman içerisinde tamamen bağımsızlaştı. Bununla birlikte hususen Işık evleri, yurtlar ve dershanelerdeki çocuklar ve gençleri mankurtlaştırma eğitiminde, Said Nursi ile ilgili bazı menkıbeleri kendine uyarlamak gibi kurnazlıklar da yaptı. Örnek vermek gerekirse, Said Nursi’nin Şekerci Hanı’nda “Burada her soruya cevap verilir; her müşkil halledilir; fakat soru sorulmaz” ifadesini içeren bir levha astığı yönündeki menkıbeye benzer şekilde, “Fetulllah, insanların toplandığı yere bir kutu yaptırmış, herkesin her türlü sorusunu yazıp kutuya atmasını istemiş, daha sonra bu soruların hiç birine bakmadan hepsini cevaplayıvermiştir” şeklinde kerametler uyduruldu ve Işık evleri, yurtlar ve dershanelerdeki çocukların beyinleri bu tür uydurma hikâyelerle yıkandı.

Hizmet Diye İfade Edilen Kirli Faaliyetler…

‘Hizmet’in kutsallık halesi nasıl sağlandı? Amaçları neydi? Diğer dini öğretilerle bağı var mıydı?

Bu sorunuz çok katmanlı olduğundan etraflı şekilde cevaplanması hayli zor. Ama yine de ilk katmandan başlarsak, kanımca FETÖ’nün “hizmet” diye ifade edilen kirli faaliyetleriyle ilgili kutsallık halesi bâtınî karakterli mesihçi ve mehdici hareketlerin temel özellikleri arasında yer alan lideri kutsama ve hareket mensuplarından her birinin kendine ulvi bir misyon biçme anlayışıyla irtibatlandırılabilir. Mamafih bu tür karmaşık ve karanlık yapıların karakteristik özelliklerini tek faktörle açıklamak yeterli olmadığı gibi isabetli de değildir. Ayrıca büyük dinî geleneklerdeki birçok önemli mesele ve doktrinin tek başına muayyen bir kültür ve geleneğe özgülüğünden söz etmek de pek isabetli olmasa gerektir. Sözgelimi, İslam kültür ve geleneğindeki mehdi, fiten, kıyamet alametleri gibi konularla ilgili anlayış ve inanışların benzerlerine Yahudilik ve Hristiyanlıkta da rastlanabilir.

Tanrı’yı Kıyamete Zorlama Gayreti

Kötülük yaparak kıyameti zorlamak, mehdinin gelişini kolaylaştırmak, cennete kapı açmak… Frankistlerin–Endistlerin inancı benzer sözler var. Bu İslam inancında var mı?

Bu açıdan bakıldığında Frankistlerin ya da bu topraklardaki versiyonuyla Sebataycıların “gerçek imana ancak Tevrat ihlal edilince ulaşılır” düşüncesine benzer anlayış ve inanışların İslam geleneğinde de ortaya çıkmış olması sürpriz sayılmamalıdır. Nitekim FETÖ de Frankistler gibi kendilerince gerçek iman ve ubudiyet adına Kur’an’daki tüm ahlâkî ilkeler ve değerleri çiğnemek suretiyle sanki Tanrı’yı kıyamete zorlama gayretindedir. Bütün âlemde tertemiz bir sayfa açılması ve böylece insanlığın evrensel kurtuluşa kavuşması adına Fetullah kendi takipçilerine her türlü günahı işleme telkininde bulunuyor ki dünya bir an önce batsın, kıyamet kopsun da bu sayede evrensel kurtuluş vuku bulsun… Maalesef hemen her dinî kültürde bu tür patolojik yapılar zuhur etmiştir. Nasıl ki her mahallenin bir veya birkaç delisi varsa, dinî geleneklerde bu tür şizofren yapılar hep var olmuştur. Arızalar onarılamadığı veya en azından rehabilite imkânı ortadan kalktığı zaman, bu yapılar mutlak surette bertaraf edilmelidir. Zira FETÖ örneğinde görüldüğü üzere bunlar din, millet, devlet, medeniyet, hatta tüm insanlık açısından hiçbir müspet değer üreten yapılar değildir. Bu yüzden de kurumsal düzeyde mutlaka itlaf edilmeleri gerekir.

Neoconlar Ve Fetö

FETÖ nasıl oldu da Neoconların hizmetine talip oldu?

Neoconlar ABD’de klasik sağ cenahtaki dış politika zaaflarını fırsat bilerek, özellikle 11 Eylül sonrasında tavan yapan Amerikan paranoyasının da yardımıyla Bush’un iktidar döneminde söz sahibi olan sözde entelektüeller, analistler ve tabir caizce fırıldak siyasetçilerden müteşekkil bir ekiptir. Bu ekip Amerika önderliğinde isyancı diktatörler ve düşman ideolojileri bertaraf etmeyi, Amerika’nın çıkarlarını desteklemeyi ve bu çıkarlar için çalışma taahhüdünde bulunanlara yol vermeyi mucip bir politika üretir. Bu sağcı politikaya göre otoriter rejimler ve bu rejimlerle yönetilen devletler Amerikan karşıtlığına yol açtığından, “serseri devletler”in rejim veya iktidar değişiklikleriyle adamakıllı terbiye edilmeleri gerekir. Ancak Neoconların dış politika değirmenleri taşıma suyla işletilir. Haliyle, değirmene su taşıma ihalesi Fetullah gibi kullanışlı aptallara verilir.

Diyalog Adına Kelime-İ Tevhid Parçalandı

Reformistler ve diyalogcular arasında ne tür farklar vardır? Diyalog yapılıyor evet ama nerede tam olarak buluşulacak. Burada kimin itikadı müzakereye açık?

15 Temmuz hadisesi FETÖ nazarında vatan, millet ve devlet gibi kavramlar ve değerlerin ne kadar izafi olduğunu gösterdi. Bu örgüt nezdinde İslam dininin de aynı ölçüde izafileştiği şüphesizdir. Haliyle, dinler arası diyalog adına kelime-i tevhidin parçalanması veya kelime-i tevhidden “Muhammedün rasûlullah” kısmının hazfedilmesi gayet tabiidir. Bu bağlamda, FETÖ’nün yurtiçi dinî söylemlerinde ve bilhassa örgütün ilahiyat camiasındaki kolonilerinde İslamın belki de en dar Sünnî yorumuna sahip çıkılmasına mukabil yurtdışında dinler arası diyalog gibi son derece geniş mezhepli ve sulandırılmış bir söylem üretilmesinde kendini gösteren çift dillilik ve iki yüzlülüğün yıllarca fark edilmemesi, hele hele ilahiyat camiasında bazı meşhur hocaların aslında bu yapıya mensup olmadıkları halde dinler arası diyalog denilen inhiraf ve ilhad projesine katkı vermeleri en azından benim için çok can yakıcıdır. Bundan da vahimi söz konusu hocalardan bazılarının bugünlerde “Aldandık” ya da “Hangimiz Aldanmadık” diyerek bu büyük cürümlerin iştirakçiliğinden sıyrılmak adına zavallılaşmalarıdır.

Cincilik, Büyücülük Din Dışıdır

“Dinde gizem arttıkça dini duygu ve arayışların istismar edilmesi kolaylaşır” şeklinde Ali Bardakoğlu’nun bir tespiti var. Bu tespite katılıyor musunuz? Dinde gizem unsurları nasıl ele alınmalı?

Ali Bardakoğlu’nun bu tespitine yüzde yüz katılıyorum. Dinin özünde sır, gizem yoktur. Dinde gayb, yani beşerî idraki aşan hususlar vardır. Allah’ın zatiyeti, uhrevi âlem ve keyfiyeti gibi hususlar gayba dâhildir. Herhangi bir beşerin -ki buna peygamberler de dâhildir- özellikle mutlak gayb alanına muttali olması mümkün değildir. Sizin “gizem” diye ifade ettiğiniz mesele, efsunculuk ya da amiyane tabirle cincilik, büyücülük, muskacılık gibi kavramlarla da ifade edilebilir. Bütün bu kavramlar ve konuların toplamı dindışılık kapsamında mütalaa edilmelidir.

Bu mesele bir kenara, sırcılık ve gizemcilik gibi unsurlar din alanına sokulduğunda, Ali Şeriati’nin ifadesiyle, “dine karşı din”in ortaya çıkması kaçınılmazdır. Geleneksel müktesebata bakıldığında, Bâtınîlikten Hurûfîliğe, ebcedcilikten cifirciliğe kadar ilamaşallah her şeyimiz tam tekmildir. İşin kötüsü, bu konuda geleneksel itikadi sistemlerin kırmızı çizgileri de önemli ölçüde belirsizleşmiş gibidir. Bu yüzden de geçmişteki birçok meşhur şahsiyet hem hurufî-bâtınî eğilimli, hem Sünnî ya da hem cifirci hem Sünnî kabul edilebilmektedir. Tipik örneklerden biri Said-i Nursî’dir.

‘Dindarlığın Alamet-İ Farikası Güzel Ahlaktır’

İnsanoğlunun maneviyat düzleminde ‘gizem’ merakı dinleri nereye götürüyor?

Gizem merakı bir taraftan dinleri din olmaktan çıkarıp neredeyse salt zihinsel ve entelektüel fantezi konusu haline getiriyor; bir taraftan da insanın varoluşla ilgili büyük sorularına cevap bulacağı kaynağı heder ediyor. Bu tür kötü sonuçlar sadece gizem merakından değil, din meselesinin ontolojiden ziyade epistemolojik zeminde ele alınması gibi yaklaşımlardan da neşet ediyor. Kur’an’ın bir bilgi deposu ya da hüküm ambarı gibi algılanması ya da tablet yöntemini andıran biçimde yorumlanan bir metin muamelesine tabi tutulması bile dini asıl amaçlarından saptırma işlevi görebiliyor. Çünkü bu tür yaklaşımlarda din hemen tamamıyla zihinsel ve entelektüel bir mevzu haline geliyor. Bu yüzden de din ve dinî değerler insanların gönül dünyasında ve dolayısıyla ahlaki yaşantıda anlamlı karşılıklar bulmuyor. Nitekim bugün dinden israf kavramıyla ifade edilebilecek kadar fazla ölçekte söz edilmesine rağmen, halis dindarlık ve dindarlığın alamet-i farikası olan güzel ahlaklılık hususunda mesafe aldığımızı söylemek pek mümkün görünmüyor. Sözgelimi, ticaret söz konusu olduğunda ve beş vakit namazlı abdestli tacirden söz açıldığında, zihnimiz ve kalbimizin bir köşesinde güven duygusu peyda olmuyor. Keza bugünkü toplumsal tecrübede dindarlık kavramı doğrudan doğruya naiflik, nezaketlilik, erdemlilik gibi değerleri de çağrıştırmıyor.

Manevi Zarar Çok Büyük

Bu yaşananlar İslam algısına olan etkisi ne oldu sizce?  Dini düşünce de yaralandı. Nasıl tamir edeceğiz?

FETÖ bağlamında yaşananlar veya bu melun yapının bize yaşattıkları maddi düzlemde telafi edilebilecek hasarlardır. Sözgelimi, bu yapının devlet bünyesinde oluşturduğu koloniler sıkı bir takibatla çökertilebilir ve tüm devlet kurumları er ya da geç bu virüslerden temizlenebilir. Lakin bu yapının manevi alanda oluşturduğu büyük hasarın telafisi çok zor görünmektedir. Kanımca en büyük manevi zarar ve hasar insanların, özellikle de genç kuşakların din ve dinî alandan uzaklaşmaları, ister istemez nihilizme savrulacak olmaları riskidir ki aslında bu bir muhtemel risk değil, hâl-i hazırda çıplak gözle bile gözlemlenebilen sosyolojik bir gerçekliktir. Bu melun örgüt dinî alandaki tüm kavramlar ve sembolleri kirletmiştir. Bu kavramlar ve semboller öz itibariyle kirden münezzeh olsa da toplumsal düzeyde çok ciddi bir kirlilik algısı oluştuğu kesindir. Öte yandan halk dinden, din adamlarından ve dinî konulardan bitap düşmüş haldedir. Üstüne üstlük bu alanda güven duyguları da zedelenmiştir.

Kötü Huylarımızdan Vazgeçmemiz Lazım

Bu alanı istismar vesilesi yapmaktan çıkarmak için ne yapmak lazım? Dini eğitim nasıl olmalı?

Öncelikle dinî düşüncede topyekûn bir aydınlanmaya muhtaç olduğumuzu söylemek durumundayım. Aydınlanma derken kastettiğim şey, her şeyden önce dinî bilgi, görüş, anlayış ve inanışların kaynakları konusunda sorup sorgulayan, araştıran bir zihin ve zihniyet inşasıdır. Bu yöndeki ihtiyacı giderme çabası, zihin konforunu bozmaya, belki uzun süre fikir çilesiyle birlikte yaşamaya yol açar. Çünkü bilgi, hele de tenkit süzgecinden geçirilmiş bilgi can yakıcı, acıtıcıdır. Ama bu acıtma penisilin gibidir. Bilindiği gibi penisilin enjeksiyonunda hastanın canı ilk vehlede çok yanar. Ama bir süre sonra ateş düşer ve hasta rahatlar.

Toplumumuzda “ne kadar az emek, o kadar çok kazanç” düşüncesi yaygın bir hastalıktır. Bu hastalık dinî alanda da maalesef yaygındır. Hemen hiçbir fikrî ve zihnî emek sarf etmeksizin, tıpkı hizmet satın almak gibi, hazır dinî düşünceleri sorgusuz sualsiz kanıksamak, hatta sırf kişisel karizmaya ram olmak veya dost tavsiyesine uymak gibi yollarla belli bir dinî düşünceye yaslanmak gibi kötü huylarımız ve alışkanlıklarımız vardır.

Dinî düşünce yapımızdaki bu yaygın hastalık eleştiri tarzımıza da yansımış durumdadır. Öyle ki Mustafa Öztürk’ü kıyasıya eleştiren birine, “Siz Öztürk’ün herhangi bir eserini veya makalesini baştan sona okudunuz mu?” diye sorduğunuzda, söz konusu kişi, “Elhamdülillah, tek satır bile okumadım; sadece kulaktan duydum.” demekten kıvanç duymaktadır. Üstelik bu tür eleştirilerde bulunanlar, Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin lağvedilmesi ve din eğitimi ve öğretiminin kendilerinin uhdesine tevdi edilmesi yönünde talepte bulunacak kadar da pervasızdır.

Bu manzara maalesef bugünkü Türkiye’de temaşa ettiğimiz bir manzaradır. İmar, bayındırlık, ekonomi, sanayi gibi alanlarda ciddi mesafe aldığımız kuşkusuzdur; lakin eğitim ve öğretim alanında dibe vurmaya yüz tuttuğumuz da kuşkusuzdur. Bu yüzden, sorunuzun “Din eğitimi nasıl olmalı?” kısmına cevap verecek ne moralim ne de mecalim vardır. Kim bilir belki de eğitim alanıyla ilgili her şey yolundadır da ben yanılmışımdır. Dilerim, ben yanılmışımdır. Zira yeter ki millet ve devlet düze çıksın, ben batayım. Ben bu millete kurban olayım…

 

*Bu röportaj 16 Ağustos 2016’da Yeni Şafak’ta yayınlandı.

Duvarlarını Aşarken – Halime Güner

Duvarlarını Aşarken – Halime Güner

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Halime Güner

Halime Güner

Duvarlarını Aşarken

Türkiye’nin öncü feminist örgütü Uçan Süpürge’nin başkan Halime Güner hem kendi hikayesini anlatıyor hem de kadın hareketi sürecini değerlendiriyor. Alınan yol, kat edilmesi gereken mesafeler ve bize dair güzelliklerle…

Feminist hareketin içine nasıl girdiğimi soruyorsunuz. Ülkemizde 1980’lerde antidemokratik uygulamalar yaşandı. 12 Eylül dönemini hatırlarız. 12 Eylül döneminde elimizden sendikalar, siyasi dernekler, her şey alındı. Bu süreç içinde, daha önce kadın erkek el ele dediğimiz bir savaşın içindeyken bunu çok fark etmiyorduk, özel alanımızı sorgulamamıştık. Şimdi özel alanımız 80 sonrasında bize kaldı ve düşünen kadınlar düşünmeye devam etti.

Düşünen kadınlar o dönem içerisinde özel alanlarını sorguladılar. Biz daha âdil, daha eşit, sömürüsüz, savaşsız bir dünya olacağını düşündüğümüz için mücadele ettik. Ama 80 sonarsında özel alanımıza baktığımızda hocalarımızın, eşlerimizin, ağabeylerimizin, bize bunları öğreten kişilerin bize ne kadar eşit davranmadıklarını gördük. O zaman dur, dedik. Burada bize anlatılanlarla yaşadıklarımız arasında bir fark var. Feminizm bir anlamda, bizimle o dönemde buluşan dünya görüşüydü. İyi ki buluştuk, iyi ki feminizm vardı.

Şu anda Uçan Süpürge’nin başkanlığını yapıyorum ancak kadın hareketiyle olan başlangıçlar çok uzun yıllara dayanıyor. 1975’te Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Yılı ilân ettiğinde İlerici Kadınlar Derneği’nin kuruluş aşaması başladı. İzmir’de, bu kuruluş aşamasının içinde bulunan kadınlardan birsiyim. Daha sonra kadına yönelik şiddet, Ankara’da Kadın Dayanışma Vakfının daha önceki merkezinde, Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığına bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünde çalıştım.

Bu çalışmalarımda gördüğüm bir anlayış vardı. Kadınlar aslında çok şey yapıyorlar ama aralarında iletişim olmadığı için hem zaman kaybı hem tekrarlar yaşanıyor. Bunun önlenebilmesi için bir sivil toplum örgütü kurulabilir mi ve bunu kuranlardan biri olabilir miyim, dedim. Kadın hareketinin birikimlerinin farkında olarak yola çıktık ve böylece Uçan Süpürge’yi kurduk.

“Bölücü” Olmakla Suçlandık

Kendimi feminist olarak tanımlıyorum. Ancak 1975’lerde kadın hareketine girdiğimiz zaman feminist olarak tanımlamıyordum. Toplumsal olayların içinden çevreme bakmak hatta yakın çevremin içerisinde de kadın erkek eşitsizliğinin farkına vararak bu konuda yapılan bir mücadelenin toplumsal hareketi bölebileceği üzerine eleştiriler aldığımız bir süreç yaşadık. Bu anlamda o dönemlerde kendimi feminist olarak tanımlamamıştım. 

Ancak 1980’lerde İstanbul’da başlayan, özellikle kadınlar arasında yapılan toplantılarda, kurultaylarda iletişimin nasıl etkileşim getirdiğini gördüm. “Bedenimiz bizimdir”, “Ben de bir değerim” demenin hiç de bölücü ifadeler olmadığını; tam tersi bu noktadan daha sağlıklı bir anlayış getirebildiğimi gördüm.

Feminist hareketi kadın erkek eşitsizliğini fark edip, bunu ortadan kaldırmak için yapılan mücadele olarak tanımlıyorum. Zamanında feminist olduğumuz için bu konuda ciddî olarak sıkıntılar yaşadık. Feminist olmak farklılık ama bedensel eksiklik, ruhsal eksiklik gibi algılandı. Onun için belirli bir dönem çok sancılı, fedakârlıklar yapılarak yaşandı, hâlen aynı şeyler yaşanıyor.

Kadın Örgütleri Beldelere Kadar Yayıldı

Biz Uçan Süpürge olarak, kadın örgütleri arasında bağ kurmak için yola çıkmıştık. Kadın örgütlerinde bir şey gördük: Cumhuriyetten bu yana Türkiye’de kurulan kadın örgütlerinin % 90’ı 1990 sonrasında kurulmuş. Yani 1990 sonrası Türkiye’de kadın örgütlerinin sayısı çok fazla artmış. Prof. Yıldız Ecevit’in Uçan Süpürge’de yaptığı veri tabanı ile ilgili önemli bir çalışma var. Bundan çıkan birinci sonuç bu.

İkincisi Türkiye’de kadın örgütleri sadece İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde değil; her şehirde beldelere kadar yayılmış. Yayılmanın ötesinden sadece kadın haklarıyla ilgilenen bir kurum olmaktan da çıkmış. Girişimci kadınlar, çevreyle ilgili, yaşamla ilgili farklı alanları keşfetmişler.

Üçüncü adım da, kadın örgütleri sadece kadın haklarıyla ilgilenen örgütler olmaktan çıkıp, toplumsal olaylara karşı daha duyarlı olan bir pozisyona gelmiştir. Demokrasinin yerleşmesi ve güçlenmesi konusunda önemli aktörler rolünü üstlendik.

Bu saptamalara baktığınız zaman Türkiye’de özellikle 1980 sonrası feminist hareketin kat ettiği yolla önemli adımlar atıldı. Kadınlar kendilerini tanıdılar, birey olmayı, değer olmayı kendileri için de yaşamın önemli olduğunu, bunun başka kadınlara da aktarılacağını öğrendiler. Ortak sorunları konuşmak tartışmak, tartıştıktan sonra bunu görünür kılmak, görünür kıldıktan sonra örgütlenmek, örgütlendikten sonra çözüm bulmak basamak basamak yerine getirdiğimiz konulardır.

Tarih 1930’da Başlamadı

Feminist bir kadın olarak “1930’larda kadınlara bu haklar verildi.” sözüne itiraz ediyoruz. Çünkü kadın hareketinde var olmuş birisi olarak kendi özel alanımda bunun somut örneklerini yaşamış birisiyim. Tarihi erkekler yazıyor. Kadınlar bu tarihten kopuk olmadılar; dünyanın hiçbir yerinde kopuk olmadılar. Ancak suyun üzerine yazı yazan bir kesim olduğumuz için, bize ifade etmek yerine idare etmek öğretildiği için ifadeleri hep başkaları yaptı. Bu nedenle seçme seçilme hakları konusunda o dönemde kadın örgütlerinin ciddî mücadeleleri olduğunu görüyorum.

Kağıt Üzerinde Eşitlik Sağlandı

Türkiye’de özellikle son 2 yılda kadınlarla ilgili ciddî yasal düzenlemeler oldu. Uluslararası sözleşmelerdeki taahhütler yerine geldi. Yani kâğıt üzerinde Türkiye’de kadın erkek eşitliği tamamıyla sağlanmış görünüyor. Ancak kadınların toplumla barışık olup, bunlardan haberdar olması önemli.

Kadın konusuyla ilgili olarak anayasanın 10. maddesi değişti. “Devlet kadın-erkek eşitliğini sağlamak zorundadır.” denildi. Yerel Yönetimler Yasası değişti, Ceza Kanunu değişti. 1 Haziran’dan önce kadına karşı işlenmiş bir suç topluma karşı işlenmiş sayılıyordu, şimdi kadının bedenine karşı işlenmiş suç olarak kabul ediliyor. Bunlar çok önemli. Şunu söylemeden edemeyeceğim: Yaklaşık 10 yıl önce bir dönem devlet bakanı “Flört fahişeliktir.” demişti. Şimdi aynı devlet bakanı âdalet bakanı oldu ve evlilik içi tecavüz suçtur diye yasa çıkardı. Bu süreç çok hızlı bir süreç. Bu süreci çok iyi takip etmek gerekir. 

Muhafazakar Kadın Da Sorguluyor

Feminist hareket içinde bulunan arkadaşlarımızın ulusal sözleşmeler, Avrupa Birliği gibi süreçler konusunda daha fazla çalışma yaptıklarını görüyorum. Muhafazakâr kesim içerisinde ise kendilerini sorgulayan, İslamı ve gelenekleri sorgulamak istiyoruz diyen, sadece aile içerisinde kendilerini konumlandırmayan bir kadın grubuyla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Bunu ben bu döneme kadar hiçbir feminist hareket içerisinde görmedim. Bence bu, kendi ajandalarında kendilerini sorgulamak, kadın olmaktan kaynaklanan ortak noktaları yakalamak noktasına gidecektir.

Sol harekette 80 öncesi grevlerde eylem yaparken, çadırlarda sabahlarken, çocuklarımız ve boş tencerelerimizle bütün mitinglerde öne bizler çıkardık; ama arkadan erkekler politika yapardı. Tarih de böyle yazılıyor zaten. Onun için muhafazakâr kesimdeki kadınları eskiden bu kadar bilmiyordum.

Onları tanıdıkça onların bu alanda daha fazla enerji harcadıklarını, mesai yaptıklarını ve bu işe çok fazla emek verdiklerini gördüm. Tanıdığım pek çok arkadaşım var. Bunun çok yönü var. Özel alanı sorgulamalarının yanısıra kamusal alanda her şeyi iyi ifade etmek gibi sorumlulukları var.

Ailenin Kutsallığı Ayrışma Noktası

Muhafazakâr kesimdeki kadınlarla feminist kadınlar arasındaki en ciddi ayrım ailenin kutsallığı konusu. Feminist hareket aile içinde bir bölünmüşlükler,  parçalanmışlıklar yaratıyor gibi. Bunu bize de çok sık soruyorlar.  “Feminist misin,  erkek düşmanı mısın, evli misin?” diye. Yine patriarchal sistem olarak bakacak olursak muhatap kimdir? Bunun karşılığında kadının yaşamının engelleri bize göre erkeklerdir. Bunun içinde hem muhafazakârı hem sosyalisti var. Onun için biz feministler kendimizi sorguluyoruz. Eşit paylaşım, eşit katılımla mümkündür. Aile içinde hayatı eşit paylaşacaksak senin de her türlü şeye eşit katılman gerekir.

Kadınlar Arasındaki Duvar Aşıldı

Ak Parti’nin iktidara gelmiş olmasıyla bence bir anlamda başörtülü kadınların özgüvenleriyle ilgili adımlar atılmış oldu. Yasaların da tabi bu zamanda çıkmış olması feministlerin de kadın grupların da aynı alanda buluşmasına yol açtı.  Her ikisinin de aynı anda çeşitli haklara kavuşmuş olmalarıyla ciddi bir adım atıldı. Çünkü her iki kesimdeki kadınlar birbirlerini dinlemeye, anlamaya, konuşmaya başladılar.

Ak Parti iktidara gelmemiş olsaydı araya daha büyük duvarlar örülebilirdi ve kadınlar birbirlerini tanımamış olurdu. Kadınların birbirini tanımış olmasından da önemli kazanımlar elde edildi. Bu sadece ortak dernekler kurmak, ortak eylemler yapmak değil, farklı düşünceden farklı kesimden kadınlardan bambaşka alanlar genişlemesi anlamına da gelir. Daha büyük bir zenginlik kazandı. Belki kadın hareketinin bu son zamanlarda bu kadar ivme kazanmış olması bu çeşitli zenginliklerden ortaya çıktı. Kendini kapatan hani benim çöplüğümde benim horozum ötsün, diyen bir anlayış kendini yok edecektir günün birinde. Çünkü biz fanusun içinde yaşamıyoruz, herkesin herkese ihtiyacı var.

Gayrimenkulün % 82’si Erkeklerde

Türkiye’de bize göre iki anlamda siyaset var: Birisi dar anlamda siyaset, mecliste, diğeri geniş anlamda siyaset, alanlarda. Geniş alanda en fazla siyaset yapan kadınlar. Okul-aile birliğinden manavlara kadar, otobüsten aileye kadar, bütün bu alanlara bakın. Biz yereli en fazla kullanan kesimiz. Elektriği suyu, hayatı, çevreyi…Kadınlar hayatın içinde yaygın alandaki siyasette çok başarılılar. Fakat dar anlamda meclisteki temsil oranında başarı yok. Bu başarısızlığın sebebi tabii ki erkek egemen sistem.

Genel olarak kadınlar siyaseti istemiyor gibi bir tablonun aktarılmış olmasını da çok doğru bulmuyoruz. Çünkü kadınların bu konudaki istekleri veya iştahlarının olmamış olması, önlerindeki engellerden kaynaklanıyor. Bu engellerden biri maddî durum. Gayri menkulün %82’si erkeklerin üzerinde, yani kadınlar bugün bir siyasi partiye üye ya da aday olmak için erkeklerle eşit parayı veremezler. Bazı siyasi partilerde bu konuyla ilgili özel önlemler alınmaya çalışıldı ama yeterli değil.

Doğunun Dinamizmi

Aslında Batılı kadınların yaptıkları çalışmalardan çok yararlanıyorum. Ama kendimi daha çok ortada hissediyorum. Keşke köprüler kurulabilse. Şu anda her şeyi hallettiğini, her yeri geçtiğini sanan Batılı kadınların, aslında hayattan koptuklarını, uzaklaştıklarını görüyoruz. Bu köprülerle Doğu’da hâlâ pişen taze fasulyenin, yıkanan bulaşığın gerçek hayatın sorgulandığı dinamizmin Batı’ya geçmesi gerekiyor. Çünkü orada şöyle bir şey var: Her şey çözüldü, her şey halloldu. Ama yaşam devam ediyor. Ben Batı’daki hareketin de böyle giderse tehlikeli olabileceğini görüyorum. Çünkü çok fazla kazanımları var. Bir sonraki nesil için nasıl olsa her şey hazır diyerek geri adım atabileceklerini görüyorum. Ama burada sürekli kendini sorgulayan, sürekli kendini geliştiren bir hareket var. Doğu geçekten çok canlı. Sadece Türkiye değil, Hindistan da, Afrika da böyle çok dinamik ve canlı.

Biz Aslında Anaerkiliz

Batılı kadınla Doğulu kadın arasındaki farkı bir örnek olarak anlatayım: Bir çadırda kamp yapıyorum, Alman kadının bir çocuğu var. Çadırın tellerine takıldı ve düştü. Koşturarak gittim ve çocuğu kaldırdım. Annesi  dedi ki, “Benim çocuğum düştükten sonra kalkmasını öğrenecekken ona engel oldunuz.” Şimdi biz çocuklarımız düştüğü zaman onun dizlerini ovup  ona “Ağlama, üzülme.” deriz. Böyle bir anaç tarafımız var. Kaybedilmemesi gereken, bu tarafını savunuyorum.

Bizde erkek egemen bir sistem yoktur anaerkil bir sistem vardır, hatta belki biliyorsunuzdur tanrıçalar turu Türkiye’den başlatılmak isteniyor. Çünkü bütün tanrıçalar Türkiye’de doğmuştur ve Türkiye’den dünyaya yayılmıştır.

Çok fedakâr bir kadın var. Erkekler kadının fedakârlığını bir süre sonra, ki bu genellikle yaşlandıktan sonra oluyor, fark ediyor. Şimdi özellikle gençler sorguluyorlar. “Annem evlilik sırasında çok fedakârlık gösterdi, çok acı çekti ben evlenmek istemiyorum. Ama dedem de babaannemin her dediğini yaptı, ben yaşlılıkta yalnız olmak istemiyorum.” diyorlar. Erkekler kadınları bu çelişkiden ve bu bunalımdan bir an önce kurtarsınlar, bir an önce bunu fark etsinler. Hayat hakikaten birlikte güzeldir. Birinin bencilliği birinin fedakarlığıyla mümkün değil yürümez. Kadınların fedakârlığını anlasınlar. Ama bunu ömrün son günlerinde fark etmesinler. Sonra çok vicdan azabı çekerler.

Bilgi Eşitliğine İhtiyacımız Var

Şu anda Uçan Süpürge’nin gündeminde şu var: Bilgi eşitliğine ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz. Türkiye’de İstanbul, Ankara veya başka şehirlerdeki kadınlar veya birkaç kadın bir şeyleri bilse de bu yetmiyor. Diğerlerinin bilmemesi başka türlü uçurumlara yol açıyor. Hiyerarşik bir soruna yol açıyor.

Katiyen Feminist Değilim – Dilek Hanif

Katiyen Feminist Değilim – Dilek Hanif

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Dilek Hanif

Dilek Hanif

“Katiyen Feminist Değilim”

Dilek Hanif yeniliklere açık ama Türkiyeli kimliğini kıyafetlerine yanıştan, Türk modasını uluslararası platformlarda temsil eden bir modacı. ‘Kadının kendi başına çalışıp kendi başına üreten bir insan olması’ gerektiğine inanıyor.

İş hayatıma ilk başladığım zaman hakikaten çok zorlu bir süreçten geçtim. Çok küçük bir banka kredisiyle işe başladım. 100 metre karelik bir atölyem vardı.

Tekstil alanında bir yere gelebilmek için gerçekten çok emek harcamak, çok yaratıcı olmak lâzım. Bunun yanında bir de finans durumunu götürmeniz gerekiyorsa bu ikisini bir arada yapmak gerçekten çok zor. Ama çok isteyerek yaptığım ve kendime güvendiğim için hiçbir zaman yılmadım. Kadın olduğum için zorluk çekmedim.

Ben kişiliğimi bir şekilde koleksiyonlarıma yansıtıyorum. Kadının güçlü olmasını ve diğer insanlarla eşit konumda tutulmasını içimde yoğun bir şekilde hisseden ve bunu yaşayan bir insanım. Yani benim hayat felsefemde bu var. İşimi kurarken eşimden hiçbir destek almadım.

Paris’te Hodri Meydan

Paris kültür haftasına müracaat ettiğimde oraya katılan ilk Türk tasarımcı olduğumu bilmiyordum. Sadece yaptığım işte hangi noktaya geldiğimi görebilmek için Paris’e gitmek istedim. Couture sadece Paris’te düzenlenen bir organizasyondur. Yani hazır giyim haftaları gibi her yerde yapılan organizasyonlardan değil.

Orada Türk olduğumuz için bizden bir çok şey istediler. Önce koleksiyonlarla ilgili bilgi istediler. Bunlar onaylanmadan önce gelip, gerçekten couture işi yapılıp yapılmadığını anlamak için atölyeyi görmek istediler. Buna ikna oldular, ondan sonra biz koleksiyonu hazırlayıp Paris’e gittik. Oraya kendi imkânlarımla gittim, yanımda hiç kimse yoktu. Defilemize büyükelçilikten bile gelen olmadı. Ama Türkiye’yi tanıtıyor olmaktan da çok büyük gurur duydum. Gerçekten de çok başarılı bir defile oldu. Osmanlı’dan esinlenerek hazırlamış olduğum bir koleksiyondu. Bu çok fazla dikkat çekti.

Paris, iş kariyerimdeki çok çok önemli dönüm noktalarından birisidir. Onun hemen arkasından Lizbon, ardından Stockholm’de defileler düzenledik. İlkini ben kendi imkânlarımla yapmıştım, sonraki iki defileyi Dışişleri Bakanlığı’nın oralardaki elçiliklerinden gelen davetler üzerine yaptık.

Katiyen Feminist Değilim

Katiyen feminist değilim ama kadınların daha güçlü olması gerektiğine inanıyorum. Kadın özgürlüğünün anlamı bana göre kadının kendi özgür iradesi ile hareket edebilme özgürlüğüdür. Özgürlük insanın kendi kararını kendisinin verebilmesidir bana göre.

Genel olarak baktığım zaman Türkiye’yi bir çok konuda Batılı olarak görüyorum. Önümüz çok açık. Kendime baktığım zaman zaten Batılı olduğumu görüyorum. Kadın-erkek eşitliğine inanıyorum. Kadının kendi başına çalışıp kendi başına üreten bir insan olması gerektiğine inanıyorum. İki tane kız çocuğum var onlara doğrusunun bu olduğunu anlatıyorum.

Ülkemi çok seviyorum. Türk olmaktan gurur duyuyorum. Türkiye’de yaşamaktan, kadın olmamdan çok keyif alıyorum. Ama tabii ki kendimi Batı’ya yakın görüyorum. Aslında kendi toprağımda, kendi ülkemde Türk olarak nasılsam öyle olmalıyım. Yani, ona yakın buna yakın fikri de bana göre hoş bir şey değil. Biz buyuz. Birilerine yakın olmamız ya da birilerini bizi benimsemesi gerekmiyor. Biz onları benimseyelim. Çünkü biz güçlü bir ülkeyiz. Kendi gücümüzü kendi yerimizi bilmeliyiz. Bugün bir Türk tasarımcı olarak yaptığım her türlü işte kendimden her zaman emindim.

Kendim olmaktan ve ülkemi temsil etmekten çok büyük keyif aldım. Çünkü Türk insanın son derece önemli özellikleri olduğunu düşünüyorum. Türk insanın olduğundan çok daha iyi yerlerde olması gerektiğine inanıyorum. Önemli olan bizim kendi içimizde, birbirimize sahip çıkmamız; kendi gücümüzün farkında olabilmemiz.

Türkiye’nin kendini daha çok tanıtması, daha doğru ifade edebilmesi gerekiyor. Avrupalıların Türkiye’yi yeterince tanımadıklarını düşünüyorum.

Ben Müslümanım. Annem Ermeni babam Türk. Böyle bir ailede yetişmiş bir çocuğum. Ben tabii ki babamın dinindenim. Annem bu konuda bize baskı yapmadı. Allah’a çok büyük inancım vardır. Bir insan, Tanrı inancı olmadan yaşayamazmış; ben öyle düşünüyorum.

Çift Dikiş Keder – Ayşe Önal

Çift Dikiş Keder – Ayşe Önal

Türkiye'nin Kadın Meseleleri

Kadın yazarlar, sanatçılar, milletvekilleri, iş insanları, STK başkanları, aktivistler; siyaseti, bilimi, dini kimliği, modernleşmeyi, sosyal hayatı, şiddeti, çabayı, sorunları ve çözümleri kadın perspektifinden anlatıyor.

Türkiye’de Kadın Belgeseli Röportajları. Tarih : 2007 - 2008

Ayşe Önal

Ayşe Önal

Çift Dikiş Keder

Kadın katili erkekler üzerine gerçek öykülere dayanan kitabı 10 dile çevrilen gazeteci Ayşe Önal “Namus cinayetleri yoksulların adam yerine konma aracıdır ama tam tersi olur” diyor.

Türkiye’de ki akımların kopya olduğunu düşünüyorum yani çok Batı kopyacılığı. Batı’da bir sorun, toplumsal bir sorun üstünde gelişmiş felsefi hareket, bizde kendi toplumsal problemlerimize hiç uyarlanmadan kopya olarak alınıyor.

Batıda ki feminist hareket kadın iş gücünün fazlalığı, kadının daha az para kazanması üzerine bir hareketti. Türkiye’de böyle bir sorun yok ki, ne Osmanlı döneminde ne de daha sonra ki yani Cumhuriyet döneminde daima kadının ekonomik güvencesi erkek tarafından sağlanır. Batı da sadakat ve ekonomiye iki alan olarak bakıldığında, adam karısını aldatırsa parasını da vermez ve gider. Türkiye’de öyle bir şey yok, Türkiye’de adam karısını aldatırsa ya da üzerine herhangi bir nikahla yani adını koyamıyorum, bir ortak eş daha getirirse de bakar. Yani adam geleneksel olarak ona bakmakla yükümlüdür.

Batıda bu olmadığı için kadın kocasını kaybettiği zaman ekonomik hayatını da kaybediyor. Türkiye’de öyle bir şey yok. Türkiye’de para kadının kontrolü altındadır. Osmanlı döneminde de, şimdi de. Ama hangi Türkiye’de bu böyledir, belki ona bakmak lazım. Ben Türkiye’de küçük şehir kökenli grupta problemin Batı’daki kadın problemine eşit olduğunu düşünüyorum. Çok yakın olduğunu çünkü zaten Batı modeli bir hayat var. Ama kırsal alanda ya da geleneksel toplumda, Batı’yla hiçbir alakası yok kadın sorununun. Bambaşka bir sorun. Evet, şiddet var, Batı’da da şiddet var. Batı’da şiddet olunca adam onun ekonomik hayatını dahi güvence altına almıyor. Dövüyor gidiyor.

Anahtar Bize Özgü Olmalı

Türkiye’de öyle değil ki, dövdü mü hastaneye de götürür. Dolayısıyla bir soruna çare aradığınız zaman toplumsal sorunun kendi geleneksel, kültürel, dini, tarihi ve siyasi özelliklerini bir arada anlamak lazım. Bu nedenle ben kopyacı eğilimlere hiç ilgi duymadım. Bu sadece feminizmde olmadı. Ben bir liberal olarak Türkiye’yle Batı arasında ki sorunları çok farklı yorumluyorum. Toplumun adil, daha hakkaniyetli bir yere ulaşmasının Batı’daki cevapları, Batı’nın geldiği sosyal refah… Olabilir ama oraya gidecek yolda kullanacağımız anahtarların bence bize özgü olması lazım.

Soldaki Kadının Acıları

Bence 80 sonrası feminist harekete katılan, sol tecrübeden gelmiş olan kadın arkadaşlarımız aslında kendi acılarını feminist hareket içerisinde yoğurdular. Aslında onların tanıdıkları bir geleneksel Türk aile hayatındaki sıkıntılar yoktu.

Onlar kendileri Batı’daki 68’de başlayan hareketlerin Türkiye versiyonu, çok ezildiler. Hiçbir zaman özgür olmadılar, hiçbir zaman kendilerini ifade etmediler. Daima erkek şefler vardı, daima erkek yönetimi altındaydılar. Çok büyük kısmı otoriteye karşı – devlet otoritesi ondan daha güçlü otorite düşünülemez – otoriteye karşı inanılmaz bir mücadele hatta canını kaybetmek pahasına mücadele verirken çok daha küçüğü, örgüt otoritesine daima boyun eğdi bu. Hatta bu sol kendi siyasi ahlakını yaratmadığı için 80’den sonra küçük burjuva siyasi hareketi bu alandan çekilip, gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman bence çok ağır şeyler yaşandı.

Küçük burjuva hareketi sol siyasi alandan geri çekilip bu alanı tamamen gecekondu gençliğine teslim ettiği zaman, zaten kendisinin de imar edemediği bir siyasi ahlak kuramama sorunu vardı. Bu alanı onlara teslim ettiği zaman o kadar iş ileriye gitti ki kadınlar tamamen örgüt şeflerinin emriyle tırnak içinde sol adına, ben asla kendimi sol olarak tanımlamıyorum. Tırnak içinde sol adına kendi kız kardeşlerini, kendi yakın kız arkadaşlarını öldürdüler. Yani iş oraya kadar vardı. Dolayısıyla bir dehşet, bir kaosun hareketi olarak doğdu belki feminizm, bütün bunların reaksiyonu. Hiçbir zaman itiraf etmedi, biz aslında kendi acılarımızdan bir hareket, bir eğilim yarattık. Aslında Anadolu’daki kadından çok da farklı değildik, meselesine hiç bakmadılar. Tıpkı Kürt hareketinde bakmadığı gibi. O nedenle ben bu eğilimlere ilgi duymadım.

Hangi Türkiye, Hangi Kadın?

Ben insan haklarının her alanına baktım. Çünkü toplumda bir hakla ilgilenmeye başladığınız zaman, en aşağıdakinin haklarıyla ilgilenirseniz, kalan herkesin haklarını zaten sağlamış olursunuz. Yani tıpkı şehir gibidir, bir şehri sakatlara göre yaparsanız herkes için kolaylaştırılmış, herkes için kolay bir şehir yapmış olursunuz.

İnsan hakları da böyledir, hiçbir zaman toplumun gerisinde, en altında kalan insanların haklarına bakmadık biz ve dolayısıyla sınıfsal olarak baktığımız zaman yani üniversiteyi bitirmiş, çalışan bir kadının bir kırsal alanda ki, Trabzon’lu, Karadenizli bir kadınla aynı sıkıntıyı yaşadığını var sayarak hareket ettik. Halbuki hangi Türkiye, hangi Türkiye’nin hangi kadını.

Hangi Türkiye’nin hangi kadını ortaya çıktıysa o kadın öbür kadını istemedi. Meseleleri etnik ve dini temelde kimliklendirdiğiniz zaman verdiğiniz çözüm de yeni bir gerginliğe yol açıyor. Bu nedenle en alttakinden çözümü kavramaya başlarsak, yukarıdakiler içinde kolaylaştırmış oluruz. Bence çözüm buydu.

Sözde Töre Cinayeti

Şimdi bir kere tabi ben töre cinayeti kelimesine şiddetle karşıyım. Hani sözde Ermeni meselesi varya, onun gibi bu sözde töre cinayeti diye. Bu namus cinayetidir . Aslında bence kadın para eden bir şey çünkü ben bu çalışma sırasında gördüm ki zengin yerlere kaçmış kızlar öldürülmediği gibi, tırnak içinde prenses halindeler. Çünkü bütün aile ondan bir gelir, ömür boyu güvence bekliyor ve alıyor. Dolayısıyla işin arkasında bir kere çok ağır bir kadın yoluyla zenginleşme umudu var. Aile kadın yoluyla zenginleşecekken, milli piyango kaybetmek gibi bir şey yaşıyor. . Bence en önemli sorun bu.

İkinci sorun; kadınlar bir kere kurban oluyorlar, erkekler iki kere kurban. Namus cinayetlerinde erkek maktüllerin, ölen erkeklerin sayısı kadınların iki katı. Biz onu hiç görmüyoruz. Cinayeti erkeklerin işlediğini düşündüğümüz için görmüyoruz. Oysa biraz geriye bakmak lazım. 80’lerde Türkiye Cumhuriyeti çok modernleştiğini, çok Batılılaştığını iddia eden bir Cumhuriyet. Dönüp bakalım, neden rejim kendi kelimesiyle bu kadar ilgilenirken, aşağıda ki halkın birbirini öldürmesi hiç ilgilenmemiştir. Neden vatandaşın birbirine karşı işlediği cinayet rejimin sonu değildir de, rejime karşı işlenmiş cinayetler rejimin büyük sorunudur. Çünkü bu Cumhuriyet Batılılaşamamıştır.

Batılı olmak demek vatanı değil, vatandaşla ilgilenmek demek. Çok temel olarak böyle bir şey var. Namus cinayetleri kavramında hukuk, din ve toplumsal etik, toplumsal ahlak hiç bakmamıştır. Toplumsal ahlak nasıl bakmamıştır, nasıl bu kadar iddialı. Çünkü toplumsal ahlakı, eğer biz Batılıysak, koruyacak olan, hatırlatacak olan, toplumsal vicdan oluşturacak olan medyadır. Medya pek çoğu da kadın yöneticiler dahil olmak üzere yıllardır, 2002’ye kadar AMNESTY (Uluslararası Af Örgütü) başkanının gelişiyle bu meseleye ilgi göstermiş sonra da bunu gerçekten başkalarını da ilgilendirir hatta bir kar, bir repitasyon kazanımı haline dönüştürmüştür.

Feministler Bu İşi Çözemez

Cumhuriyet kurulduğundan 2002’ye kadar tekrar altını çiziyorum, kadınların öldürülmesi medya açısından bir sorun olmamıştır. Ne zaman ki Batı dünyası Türkiye’deki kadına şiddetle ilgilenmeye başlamış o zaman medyanın gündemine girmiştir. Ama burada da kullanılan çözümler feminist bir hareketin himayesine girmiştir. Bu da çözümü geciktirmiştir.

Feministler bu işi çözmez. Benim feminist birisi olduğumu varsayalım, bir feminist olarak benim namus cinayetini yapan insanlar üzerinde nasıl bir etkim olabilir ki. Ben onların dinleyeceği bir kanaat önderi olamam. Kimi dinler? Hukuk, din ve eğitim ama benim kast ettiğim eğitim okul eğitimi değil. Yani artık 21. Yüzyıl’ın dini haline gelmiş olan televizyon birlikte hareket etmek zorundalar. Koordineli, üçü birlikte hareket etmezse yasa, din ve televizyonla birlikte hareket etmezse meseleyi çözemezsiniz.

Namus cinayeti işleyen toplam 16 erkekle görüşmeye gittim.  Ancak 12 tanesi ile görüşebildim. Çünkü diğer 4 erkek bir cinayet işlediğinin farkında bile değildi. Ben görüşmeye gittim, toplam görüşme süresi 5 dakikayı geçmedi. Çünkü onlar katil olduklarının bile farkında değillerdi. O kadar acıklı durum.

Acıklı Bir Paradoks

Neden öldürüyorlar, sadece başları dik olarak mahallede gezmek için öldürüyorlar. Sadece başı dik gezmek için. Fakat işin acıklı tarafı öldürdükten sonrada başı dik gezemiyorlar. Çünkü bu kez de ekonomik olarak yoksul ailelerden geldikleri için ekonomik olarak çöküyorlar, ekonomik olarak çöktükleri için zaten ekonomik olarak çöken birisine mahallede, küçük yerlerde bir değer atfedilmediği için… En çok istedikleri şey için öldürüp, o en çok istedikleri şeyi öldürdükleri için kaybediyorlar. Müthiş bir paradoks. Çok acıklı bir paradoks.

Ben buna çift dikiş keder diyorum, tam çift dikiş hani İngilizce söyleyecek olsak hani duble keder gibi, çok acıklı. Ve hiçbir çıkışı yok. Cezaevine gittiği zaman da yapayalnız, kimse tarafından ziyaret edilmeyen insanlar olarak kalıyorlar. O zaman kendilerini erkek kimliğiyle bir kere daha tanımlayıp, bir küçük grup yaratıyorlar. Benim çok ilgimi çeken şey şu oldu, yeni öldürmüş insanlarda müthiş bir öfke ve gerginlik var. Cinayetin üzerinden çok uzun yıllar geçmiş olanlarda müthiş bir pişmanlık ve acı var. Ben sizin de gördüğünüz gibi öldürdüğü kardeşinin resmini üst cebinde taşıyan ve ondan bahsederken ağlayan, ranzasının üstüne koyan insanlar gördüm.

Ama o yıllarla çok ilgili, insana ilk bakışta hani yeni öldürenin pişman olduğu ve yıllar geçtikçe de eski öldürenin daha öfkeli olduğu görülüyor. Bence Türkiye bu problemi, çözerken, cinayet işledikten sonra, üstünden çok süre geçmiş insanlara eğer öldürmeselerdi sorusuyla pişmanlıklarını halka aktarabilir. Bunu tek yapacak olan televizyon. Tabii ki televizyon deyince, din adamlarının kurtulma ihtimali yok. Din adamları da bu büyük suçun, tıpkı televizyon yöneticileri gibi ortağıdır, gazete yöneticileri gibi. Ben mesela Ertuğrul Özkök’le bu işin çok ortağı buluyorum, namus cinayetlerini. Çünkü Hürriyet 3. sayfanın önderidir Türkiye’de.

Din adamları da tıpkı Ertuğrul Özkök kadar sorumludurlar çünkü ellerinde ki o büyük gücü hiçbir zaman kadınların öldürülmesinde engellemek üzere kullanmamışlardır. Şimdi çok yeni yeni yani hükümetin bu konuda ki duyarlılığı, AB’nin duyarlılığı, AMNESTY’nin duyarlılığı, sivil toplum kuruluşlarının duyarlılığı ile bir şey başladı. Ama bu da çok acıklı benim için, öldürülen kızların durumuna aday kızlar örgütlenmesiyle olmuyor bu iş. Yani öldürülenlerin yada öldürülme adayları isyanıyla bir toplumsal problem haline gelmiyor. Biz yukardan bakarken üzüldüğümüz için ilgileniyoruz. Onun için bir problem var ortada.

Amaç Hükümeti Yıkmak Değil, Türkiye’yi Yönetmekti – Tarhan Erdem

Amaç Hükümeti Yıkmak Değil, Türkiye’yi Yönetmekti – Tarhan Erdem

Neler Oluyor?

Türkiye'de ve dünyada olup bitenleri anlama, yorumlama gayreti ile meselelerin derinliklerine inen röportajlar...

 

Tarhan Erdem

Tarhan Erdem

Amaç Hükümeti Yıkmak Değil, Türkiye’yi Yönetmekti

KONDA Araştırma Yönetim Kurulu Başkanı Tarhan Erdem, 30 Mart 2014 seçimlerinin ardından yaptığımız röportajda 17 Aralık sürecinde yaşananları, ‘Hükümeti yıkmak değil, hükümet böyle kalsın ama bazı şeyler de benim hakimiyetimde yürüsün’ isteği olarak yorumladı.

Ayşe Böhürler: Türk siyasi tarihinde bugüne benzer bir dönem hatırlıyor musunuz?

Tarhan Erdem: Demokrat Parti dönemine belki benzetebiliriz. Kadro hareketi olarak. O zamanlar Demokrat Parti’nin, Halk Partili memurlardan şikayet ettiğini hatırlıyorum. Kadro her zaman hükümetler için sorun olmuştur. Bu bakımdan 71’den sonraki durum çok daha acınacak bir şeydir. Hükümetin zaten bir kadrosu yoktu. Orada büyük bir kadro değişikliği yapamıyorlardı. 71-80 arası bürokrasi hükümete karşı hareket edebiliyordu. Mesela 24 Ocak 1980 kararları da tamamen bürokrasinin eseridir. Ama onun ‘iktidar yanlış yolda biz doğru yapalım da iktidar uysun.’ havası vardı. O başka bir siyasi cereyanın hakim olmasını isteyen siyasi bir hareket olarak tayin edilemez bugünkü gibi. 17 Aralık sonrasında yaşananlar; hükümeti yıkmak ve onun yerine geçmek değil, hükümet böyle kalsın, ama bazı şeyler de benim hakimiyetimde yürüsün isteğini yansıtıyordu. Geçen seneye kadar böyle bir hükümetten memnunlardı. CHP ya da MHP geçerse, onlarla anlaşmak daha problemli olur duygusu hakimdi. Oysa Ak Parti ve Cemaat arasında tabii ve geleneksel bir anlaşma vardı. Anladığım kadarı ile “Bunu böyle devam ettirelim ama filanca da bakan gibi dursun, aşağıdaki adamlar ne istiyorlarsa yapsınlar.” havası hakimdi. Netice itibariyle böyle bir isteğin tek amacı olabilir o da; “Türkiye’yi yönetmektir”.

Erdoğan Ayaklarına Kurşun Sıktı

AB: Ne adına?

TE: Ben din filan diye düşünmüyorum. Yine bu, demokrasiye geçmemenin gerekçelerinden birisidir. ‘Ben daha iyi bilirim, daha iyi yönetirim. Bunlar yapamıyorlar, biz yapalım bu işi.’ adına. O arada da din bir motif olarak kullanılıyor.

AB: Madem idari kadrolarda istediğinizi yaptırıyorsunuz, bir tür gizli güç olarak çalışıyorsunuz. Peki niye bir kavgada kendinizi görünür hale getirirsiniz? Ya da böyle bir kavgaya niye girerseniz?

TE: Kavgaya kimin girdiği belli değil ki. Bence önce Tayyip Erdoğan Bey girdi kavgaya. Açığa çıkaran o. Millete böyle bir şey var diyen o değil mi? Yani o açık etti meseleyi.

AB: Neden şimdi?

TE: Onlar etkili gibi görünse de benim kanaatim, Başbakan en önemli yer olan eğitim meselesinde ayaklarına kurşun sıktığı zaman iş ortaya döküldü. Toplumu da en çok etkileyen eğitim. Zannediyorum son yıllarda eğitimde farklı bir kuruluş olduğunu gördü. O arada bakanı değiştirdi. Yeni bakan liberal bir adamdır. Adım atılır atılmaz da karşı çıktılar. Zaman Gazetesi’ndeki bir iki yazar hariç, yazdıkları ilginç.

AB: Hangi yazılar?

TE: Mesela Ekrem Dumanlı’nın ilk yönetmelik lafından itibaren yazdıkları çok pervasız gibi geliyor bana. Hüseyin Gülerce de ilginç. Bunu da niçin yaptıklarını bilmiyorum. Yumuşatmak için mi yapıyor başka bir şey için mi yapıyor bilmiyorum.

AB: Bu kavganın alenileşmesinden sonra ne düşündünüz?

TE: Ben çok farklı düşünüyorum. Şurada halkın hepsinin temsilcisi, onun da bizden farklı düşüneceğini zannetmiyorum. Yapılacak işler bakımından, böyle maskaralık olmaz diyecektir. Onun için bu krizin doğru yönetilmesi lazım.

Seçim Barajı Sıfırlanmalı

AB: Doğru yönetim derken?

TE: Hükümetin bunu fırsat bilerek demokratikleşme paketini, baraj ve terör kanununu halletmesi lazım. Şimdi terör kanunu, tümünü birden kaldırırsa çok doğru yapacak. Çünkü o doğal mahkemeyi getirecek. İstanbul Başsavcısı Samsun’daki adamı terör diye getiriyor. Bir soruşturma tasarlıyor, o soruşturmanın içinde Samsun’da oturan Ali oğlu Veli’yi de getirmek imkanı var. Böyle büyük bir grup oluyor. KCK meselesi de böyle. TMK’nın verdiği imkanlar ve özel mahkemeler gibi davranan, terörden doğan davadan çıkıyor mesele. Çünkü orada bakın, terörün bir tarifi var. O tanıma girmeyen hiçbir hareket ve davranış yok. Şu anda sizinle benim konuşmam, ikimizin de hapsini gerektirir. Mesela katillik, adam öldürmektir değil mi? Ama adam öldürmek yerine giderken adama ‘Hey nereye gidiyorsun’ diye bağırmak adam öldürme suçu olur mu? Böyle bir terör suçu tanımlanmış. Bunların değişmesi lazım. Seçim barajı bana göre sıfır da istiyorsanız 3-5 deyin azalmalı… Yani barajı indirelim, sıfır yapalım, en az iki Kürt partisi çıkar. Ve bu arada CHP de  AK Parti de oy alır oradan. Tabi bunlar tahmin.

AB: Hükümet birçok noktada açılım yaptı . Ancak terör ve seçim kanunu değişemedi. Neden?

TE: Bence ikisi de Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma isteğine dayanıyor. Kaç defa önüne gitti baraj meselesi. Asıl fikri de %6’nın altına indirmekti barajı. Ama şimdi partisinin aldığı oyun azami olarak milletvekiline dönüşmesi için uğraşıyor.

AB: Cumhurbaşkanı referandum ile seçilmese de böyle olur muydu?

TE: Mecliste seçilseydi farklı olurdu tabii. Cumhurbaşkanlığı seçimi için halka gitmek Ak Parti’nin eski bir vaadidir. Ayrıca Ak Parti 3 dönemi kaldırmak daha pratik bir tercihken bunu yapmadı. Bu aslında siyasetin eğilimine de aykırı bir şey. 3 dönem başbakan ama 4. dönem milletvekili bile değil. Dünyada böyle bir uygulama yok. Misali yok. 3 dönem başbakan, ondan sonra yapılacak seçimde milletvekili adayı bile olamaz. Bu garabeti değiştirmediler.

AB: Bunun bugüne etkisi nedir?

TE: Bütün sorun buradan çıkıyor. Başbakanı cumhurbaşkanı seçtirmek istemiyorlar.

AB: Neden Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemiyorlar?

TE: Beğenmedikleri için. Başbakanlığını da engellemeye çalışıyorlar. Bence Erdoğan’ı herhangi bir makam da istemiyorlar. Siyasi olarak karşılar.

AB: Çıkış noktası nedir bu engel isteğinin?

TE: Bugüne gelinen noktada, üç dönem meselesini kaldırması lazım. Kendisinin de milletvekili adayı olması lazımdır.

Başkanlık Sistemi İçin 10 Yıl Lazım

AB: 3 dönem meselesinin devam etmesi ya da kaldırılması halinde neler olur?

TE: Tayyip Erdoğan, 2010 yılının Şubat veya Ocak ayında kadın kolları başkanlığının genişletilmiş toplantısında dedi ki; ‘Biz, yerimizde oturacak insanlar değiliz, bizim arzumuz biz gittikten çok sonra iz bırakmak.’ Onun için üç dönemi bir daha söyledi. Aşağıdan muhtemelen bir kadın, ‘Değiştirirsiniz’ manasına gelen bir laf söylemiş olmalı ki -duymuyoruz onu televizyonda- ‘Biz o adamlardan değiliz’ dedi. Şimdi tabi bu lafın değil bu duygu ve anlayışın esiri olarak üç dönemi muhafaza etmek istiyor. Yanlış bir tutum, bu işler duyguyla filan olmaz. 11-12 sene başbakanlık yapacak, sonra da milletvekili adayı olamaz diyeceksiniz. Olur mu böyle bir şey? Bence işin yanlış tarafı bu. Ve bu sıkıntılar hep bu yüzden ortaya çıkıyor. Şimdi 2015’de milletvekili adayı olacağını söyleseydi ve aday olsaydı, başbakan da olacaktı. Hiç mesele yoktu. Şimdi cumhurbaşkanı seçimi de suni olacak. Mevcut bir aday var aynı partiden, o aday olmayacak, bu yüzden milletvekili olamayan bir başbakan da oraya gidecek. E peki sonra o partiyi nasıl idare edecek? Diyorlar ki bunu söylediğim zaman; ‘Canım adam 12 sene genel başkanlık yapmış, gayet tabi tesir edecek’.  O zaman bunun doğrusunu yapalım sunisini yapmayalım. Tabii olanı Erdoğan’ın başbakan olmasıdır. Cumhurbaşkanı olmak istemesinin sebebi de hakim olmak içindir. Bir ara da dedi ki; “Zaten anayasa müsait, bakanlar kuruluna da başkanlık yapabilirim”. E bunu her pazartesi yapabilir. O zaman da başkanlık rejimine dönüşür. Bu çelişkilerin giderilmesi lazım.

AB: Neden olmasın?

TE: Başkanlık rejmini Türkiye de olmaz. Çünkü başkanlık rejimini bugünkü merkezi devlet ve yönetim yapısına göre yaparsanız, Ankara cehennem olur. Çünkü, zaten Türkiye’de bütün meseleler merkezi yönetimden sorulur. Dolayısıyla yerinden yönetim olmadan başkanlık sistemi uygulanamaz.

AB: Merkezi yönetimi değiştirmeden başkanlık sistemi uygulanamaz mı? 

TE: Mevcut yönetim sistemi değişmeden başkanlık sistemi olmaz. 10 sene yaşayacaksınız onun içinde. Bugün kanun çıkarıp yarın tatbik edemezsiniz. Başkanlık rejimine geçmek için ona uygun bir yönetim biçiminin gelmesi gerekir. Bunun için de on sene filan geçmesi lazım.