Daha Berbatı Yok Mu?

Daha Berbatı Yok Mu?

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Daha Berbatı Yok Mu?

Popüler yarışmaların ve realty şovların  mucidi yapımcının hikayesini anlatan bir film izlemiştim. Bu yapımcı bir hayalperestti, uzun süre kimse yüzüne bakmamış ne zamanki CIA ile işbirliği yapmayı kabul etmiş o zaman tasarladığı program formatları televizyonlarda kabul görmüştü.

Bu formatlar bugün hala dünyanın her yerinde yayınlanıyor. Formatın mucidinin hayalinde ki programın merkez fikri en iyisini bulmak değil en kötüsünü bulmaktı! Bir keresinde Amerika’nın kırsalından gelen şarkı söylemek isteyen yarışmacıların arasından en iyisini seçmek amaçtı. Ama o şovu etkili hale getirmek için en kötüsünü arıyordu. Yapımcının rejiden “daha kötüsü, daha berbatı yok mu” diye bağırıp kendini parçaladığı sahne hâlâ aklımdadır.

Aynı ses eminim birçok program ekibinin kulaklarında yankılanıyordur. “Daha berbatı, berbatın berbatı yok mu?” Olmaz böyle şey diyebileceğimiz ahlaksızlıklar dipsiz bir kuyuda gibi her gün giderek irtifa kaybederek televizyon ekranlarında karşımıza geliyor. Gerçek mi gerçek! Dünya hali bu, cinayet işleyen de, paragöz aile bireyleri de binbir işkenceden geçmiş anne de, kötülükte işbirliği yapan aile de toplumun bir parçası… Bu olaylar da hayatın gerçeği…

Amma velakin  topluma her gün (canlı yayın kuşaklarında hem de her kanalda) bunları izletmek ne kadar doğru. Toplumun en kirli halinin örneklerini haberlerde görürsünüz, en uzunu birkaç dakika gösterilir. Ama bunlar öyle değil ki saatlerce, günlerce biz bu kirliliği derinliğine öğreniyoruz, anlamaya çalışıyoruz, olabilecek en iyi haliyle “tatlı sona bağlanmış” hallerini de izliyoruz. Elbette kimseyi ekran karşısında zorla tutmuyor kanallar, ama izleniyor. Böylece başarılı işlere imza atılıyor! Kötülük ilgi görüyor, kitlelere en büyük kitle iletişim aracı olan televizyon vasıtasıyla ulaşıyor, sıradanlaşıyor. 

Her gün evdeki çocuk kayından mı komşudan mı, mahalle bakkalından mı, DNA testlerini arkası yarında bekliyor izleyici. Geçenlerde tesadüf ettim, böbrek hastası kızına böbreğini vermeyen bir baba canlı yayına gelen (merhamet mi reklam amacıyla mı olduğu belli olmayan) bir telefondan aldığı 50 bin liralık teklif ile böbreğini kızına satmaya ikna oluyor. Sunucu da böylece bir genç kızın hayatını kurtarıyor, ekran başındaki izleyiciler de alkışlıyor. 

Cinayetlerden, her türlü ahlaksız ilişkilere şov yönetmeninin “daha kötüsü yok mu” çığlıkları altında bulunup getirilen hikayeleri toplum her gün izliyor. Ne kadarı gerçek ne kadarı oyuncu bilinmez… Lakin aile içi tecavüz meselesini telaffuz etmekten çekinen din adamlarına, bu konuyu kötü emsal teşkil etmesin diyerek gündeme getirmeyen büyüklere selam olsun. Biz her gün bunları televizyonlarda izliyor ve giderek  “AAAA…!” demek yerine “hımmm” deyip geçiyoruz. Nasıl olur böyle şeyler, bu nasıl bir ahlaksızlıktır dediğimiz her şeyin daha da berbatı bir sonraki bölüme bulunup geliyor.

Berbatın berbatı, kötünün kötüsü yok mu arayışları gündüz şovlarında da bitmiyor, yemek, moda yarışmalarının hepsine sirayet ediyor. Aşağılama, her şeyi en basite değil berbata indirgeme, bunun takdir toplaması sizce sorun değil mi? Şov bu elbette ismi koyan anlamı da içine koyuyor. Lakin bir durup düşünmek gerekiyor. Toplumu bunlar mı temsil ediyor?

Arz -talep ilişkisinde sadece programcıları değil, izleyiciyi de iki taraflı sorgulamalıyız. Sonra da kalkıp “vay gençler neden ateist oluyor” gibi spekülatif söylemelere kıymet veriyoruz.

Toplumun en berbat  hikayelerinin peşinde bir televizyonculuğu dayatan serbest piyasa ekonomisini  konuşmadan da bunları konuşmak mümkün değil… 

KİTLELERİ EBLEHLEŞTİREN YIKIM

Her  sahada olduğu gibi burada da “filistinizm” kavramı devreye giriyor. Alev Alatlı yıllar önce bu kavramı “paçozluk” ve “ eblehleşme” tercümesiyle gündeme getirmişti. Buna dikkat çekerken de halka “kültürel ve entelektüel etkinliklerden korunması gereken çocukmuamelesi yapanların “üstenciliği”nin büyük bir tehlike olduğunu söyleyerek, böyle bir durumda başımıza gelecekleri de şöyle özetlemişti. “Kitlelerin ‘eblehleşme’ şeklinde tezahür eden evrensel yıkıma (blight) uğramaları kaçınılmazdır.“ Yine onun deyişiyle, “Umursamazlığın toplumun üzerine sihirli bir pus gibi çöktüğü durumlarda tahrifat kural olmakta, iyi/kötü, rasyonel/irrasyonel gibi kavramlar, gündemden düşmektedirler.“

Fikirlerin açık ve net çarpışmasından hakikat güneşi doğabilir, sağlıklı bir toplum ortaya çıkabilir. Lakin kötülüklerin ve kirliliğin yarıştırılmasından hakikat güneşi de sağlıklı bir toplum da çıkmaza. Ekranlar vasıtasıyla aşinası olduğumuz şeyler içimizdeki hangi parçayı harekete geçiriyor dikkat etmekte fayda var. 

Daha Berbatı Yok Mu?

Tabuları Yıkmak!

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Tabuları Yıkmak!

Zekeriya Sertel 25 yıllık bir sürgünün ardından, 1977 ‘de Türkiye’ye döndüğünde dönemin solcuları tarafından “demokrasi eri” olarak büyük bir coşkuyla karşılanır. Sürgün dönemlerinde Bakü ve Moskova ve Macaristan’da yaşamış, sosyalizm ile yönetilen ülkelerde yaşayan halkın çektiklerine şahit olmuştur. Dışarıda verilen her imaj bir safsatadır. Diğer taraftan da Sovyetlere kaçan sosyalistlerin ve Nazım’ın oradaki hayatını da yakından görme imkanı olmuştur. Daha Sovyetlere Glastnost gelmeden o bu fikirleri savunmaya başlamıştır.

Memlekete döndüğünde Mehmet Ali Aybar, Halet Çambel, Aziz Nesin, Yaşar Kemal, yayınevleri,  tüm sosyalistler onu bağırlarına basarlar. Tekrar Paris’e döner ve 1978’de Milliyet Gazetesi’nde bir yazı dizisi yayınlanmaya başlar. Bu sefer ise aleyhine kıyametler kopar. Yazı dizisi Nazım hakkındadır. Zekeriya Sertel’in adeta kaçarcasına dönmeyi başardığı Paris’te yazdığı bir kitaptır bu. “Nazım çok büyük adam. O şimdiye kadar devrimci şair, davası için savaşan bir kahraman olarak tanıtıldı. Oysa bütün insanlığa mal olan bu devin insan tarafları bilinmeli. Bunu ben yazmasam, kim yazacak? Türk kamuoyu, henüz Nazım’ın gökten yere indirilmesini kabul edecek durumda değil. “ diyerek kitabı kızı Yıldız Sertel’e emanet eder.

O yıllarda Türkiye’de  devrimci akımlar çok gelişmiştir ve Devrimci Nazım bir önder rolündeydi. Bu imajı yıkmak doğru olmaz diye düşünür. 1978’de ise kitabı  “Nazım Hikmet’in Son Yılları” başlığıyla yayımlar. Olan ondan sonra olur. 87 yaşında basının ve sol entelektüel çevrelerin lincine uğrar. Bu yazı dizisinde Zekeriya Sertel TKP Moskova temsilcisi İ. Bilen’in Nazım’ın yanında gölge gibi dolaştığını, hakkında raporlar yazdığını da açıklar. Sertel SSCB’deki polis rejimini bütün çirkinlikleriyle ortaya koyar. Nazım’ın da bu duruma isyan ettiğini yazar. Moskova Radyosu Sertel’e saldırır, Tük solcuları saldırır, Türkiye Yazarla Birliği Sendikası onu Nazım Hikmet Kurlu’ndan atar. Yıldız Sertel, anılarında detaylıca anlattığı hatırada “Türk solcularının koruduğu kişi Nazım değildi, orada Türk komünistleri Sibirya’ya sürdüren, Nazım hakkında jurnaller veren, onun oynadığı kötücül roldü” diyor.

Nitekim Türkiye’ye döndükten sonra solcu aydınların arasında yaşadıkları hayal kırıklığını anlatır. “Onlar Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği’nde olanlara gözlerini kulaklarını kapamış, Gulag Takım adalarını dahi konuşmuyorlardı ya da bilmiyorlardı. Güzel hayallerin putların kırılmasına karşıydılar.“ der. Yıldız Sertel’in Ardımdaki Yıllar isimli anı kitabını tavsiye ediyorum. Türkiye’de ilerici-sol akımların hem zaaf noktalarını hem de beslendiği kaynakları ortaya koyuyor. Bu düşünce çizgisi bugünde devam etmekte, kendisini yalanlayacak her türlü gerçeğe gözünü kapamanın oluşturduğu düşünce konforu üzerine konuşmak gerekiyor. Türkiye’de solun hikayesini yine ve yeniden okumak ve hatta tartışmak gerekiyor.

KÜRT MESELESİNDE ZEMİN KAYIYOR

Bülent Ecevit’in başbakanlığı döneminde 2000 yılında Öcalan’ın tutuklanması, Amerika’nın Öcalan’ı Türkiye’ye teslimi, ardından Kemal Derviş ile Türk ekonomisine verilen rota dönemleri ilginçtir! Bu atmosferde Ak Partisi kuruldu ve tüm olumsuzluklara karşı geliştirdiği ılımlı ama kararlı politikalar onu büyüttü, geliştirdi. Kürt meselesinde o dönemde dile getirilmeye bile çekinilen pek çok konu fikir özgürlüğünü genişleten yasa ve uygulamalarla gerçekleşti. Öyle ki bu siyaset ve söylem halkta karşılık buldu. Kürtler ilk defa dogmatik fikir ve siyasetle şekillenen partilerinin dışında; geniş bir yelpazede sağ kimlik guruplarını kapsayan bir partiye oy verdi. Bunu fikir özgürlüğüne verdiği önem, hizmet siyaseti ve cesur yaklaşımlarla gerçekleştirdi. Bazen bir ileri geri adımlar atsa da Kürtler konusunda, fikir özgürlüğü ve kültürel siyasi hakların tanınması Ak Parti hükümetlerinin uygulamalarıyla oldu.

2020 yılında geldiğimiz noktada Marksizm tarihe mal olurken, sosyalizm yok olsa da Sovyetlerde izleri kaldı, Rusya PKK ile irtibatını hiçbir zaman koparmadı. Örgüt mensuplarının Rusya’da bazı askeri kamplarda eğitildiği biliniyor. PKK’nın Rusya, ABD, İran ve suç örgütleriyle bağları, Türkiye’ye düşmanlarıyla ittifaklarıyla bölge ateş topuna dönüştü.

Sosyalizmden aşırı Kürt milliyetçiliğine ideolojik değişim yaşansa da terör örgütü Washington destekli halkla ilişkiler çalışmalarıyla, özgürlük hareketi olarak imaj verdi. Elbette ittifaklarından da amaçlarından da bölücü siyasetinden de herkes haberdar. Ancak bu ülkenin vatandaşı olan Kürt nüfusu etkileyerek siyasete dahil olma çabası artık uluslararası güçlerin hesabına çalışan bir yapıya dönüştü.

Bundan sonraki süreçte ne olacağına ilişkin tahminler elbette yapılabilir. Ancak muhalefet partilerinin bu kitleye oynayan söylemleri, buna parlamenter sistem tartışmaları dahil olmak üzere yeni bir dönemin işaretlerini taşıyor. Ve uluslararası zeminde bu konu Türkiye’nin önündeki pek çok bileşenle giderek zorlaşan ana amacından kopmuş bir konu olarak yeniden gündeme geleceğe benziyor. Ak Parti’nin kurduğu denge siyasetinin ise henüz bir başka alternatifi yok.

Daha Berbatı Yok Mu?

ABD Destekli Teflon Güçler

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

ABD Destekli Teflon Güçler

2020 yılında Brenton Tarrant (demokratik bir ülkede özgür fikirlerle yetişen bir beyaz ve Hristiyan!) yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camiye tamamen ırkçı ve fanatik dini fikirlerle bir silahlı saldırı düzenleyip 51 kişiyi öldürmüş, 49 kişiyi yaralamıştı…

O yaralılardan birisi de bir Afgan göçmeni Mirwais Waziri idi. Katil Brenton’un yargılaması sürerken Waziri mahkemede yaptığı konuşmasıyla insanlık dersi vermişti. Diyordu ki; “17 yıl önce Yeni Zelanda’ya  geldiğimde insanlar bana Afganistan’dan geldiğim için şaka olarak ya da bilerek ‘terörist’ diyorlardı. Ama bugün bu etiketi sen benim üzerimden aldın. Bugün terörist olan sensin ve dünyaya bunu kanıtladın. Yeni Zelanda halkına sesleniyorum. Teröristin dini, ırkı, ten rengi yoktur. Her tür ırktan, her yüz rengi terörist olabilir…”

Bu meydan okuma unutuldu, haberler ve yorumcular yeniden basmakalıp yargılarla Afganistan’ın ve en çok da kadınların üzerinden bu coğrafyanın kaderi üzerine yorumlarda bulunuyorlar. En konforlu ülkelerden, konforlu bir mesafede; ateşi tutmadan ateşi anlatıyorlar.32 yıldır evleri ateş arasında kalan insanların niye medeni olamadıklarını ve  olamayacaklarını anlatıyorlar! Bunu yaparken 32 yıl onları ateş hattında bırakanların değil de Taliban zihniyetini ortaya çıkartan tek etmen olduğunu iddia ettikleri “İslamiyet”i tartışıp duruyorlar.“Müslüman oldukları böyle oldu” tezi Batı ülkelerinin bir teflon gibi olayın içinden sıyrılmasına sebep oluyor. Afganistan’da Batı destekli ABD güçlerinin talanı ve insanlık suçlarının soruşturulamadığı bir gerçek. Afgan halkının üzerinden geliştirilen silah teknolojisi, savaş ve işkence metotları bir tarafa bir de işlenmiş binlerce insanlık suçu var.

Kadın ve Afganistan’dan bahsedilecekse Malali Cuya bize çok şey anlatabilir:  Çocukluğunu Sovyetler’in Afganistan’ı işgalinin ardından ülkesinden göç eden ailesiyle İran ve Pakistan mülteci kamplarında geçirdikten sonra, Taliban döneminde döndüğü ülkesinde gizlice kadın hakları mücadelesi vermiş, 2003’te yeni Afganistan anayasasının tartışıldığı toplantıda yaptığı konuşmayla dünya basınının dikkatini çekmiş ve 2005’te, 27 yaşında milletvekili seçilmiş Malali Cuya, sorunların Taliban ile başlamadığının altını çizen nadir seslerden biri. Milletvekili seçildikten sonra Cuya, yeni yönetime karşı da eleştirel bakışını sürdürdüğü için Afganistan siyasal sahnesinden neredeyse tümüyle silindi.

Nuray Mert geçen hafta K24’te yazdığı bir yazıda “Cuya’nın Taliban yönetiminden hoşnut olacak bir kadın olmadığını belirtmeye gerek yok, ancak pek çoklarından farklı olarak ısrarla sorunların Taliban ile başlamadığının altını çizen nadir seslerden biri.” diyor ve Cuya’nın “Sesimi Yükseltmek” kitabına (Raising My Voice, Random House, 2009) atıfta bulunuyordu:

Kadınların örtünmesine ilişkin hukuki düzenlemenin ABD desteğindeki güçlerin 1992’de yönetime gelmesiyle başladığını, bu süreçte insan hakları sicilinin feci olduğunu, diğer taraftan eğitim ve kültür kurumlarının yok edildiğini belirtiyor. Kabil Müzesi’nin paha biçilmez tarihî eser koleksiyonunun ve Ulusal Arşiv’in bu dönemde yağmalandığını hatırlatıyor. Değerli madenleri yağmalayıp ticaretini yapan Şah Mesud’un 2001 sonrası dönemde kahraman ilan edildiğine ve Fransa tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildiğine işaret ediyor… Yazıyı tavsiye ederim.

İNSANIN DÖRT ZİNDANI

Afganistan üzerine yazılanları okurken,dinlerken bizim de zihnimizin ne kadar “Batıcı” formatlandığını bir kez daha gördüm. Ali Şeriati bunu “İnsanın Dört Zindanı” kavramıyla muhteşem anlatır. Şeriati, “tabiat, tarih, toplum-sosyoloji,kendimiz” diye adlandırdığı özgür düşüncenin önünde bir duvar gibi duranbu dört fikir zindanı içinde en güçlü olanın insanın “kendisi” olduğunu söyler: “İnsan, tabiatın baskısından teknolojinin, tarihin ve toplumun baskısından sosyal bilimlerin gücüyle kurtulabilir. Ancak kendi zindanından bilimsel ve sosyolojik yasalarla çıkamaz. İnsan kendi zindanından ancak aşkın bir fikrin gücüyle çıkabilir.”

Başkaları hakkında yaptığımız her yorumda bu dört fikir zindanın etkisi var. Afganistan’da yaşayan insanları sanki tarihin bir hatası olarak görüp,“insan” olarak görmeyenler bizim ülkemizde de az değil. Taliban’ı ve yaptıklarını savunmuyorum ancak böyle bir formatla konuya yaklaşmanın da sağlıksız olduğunu düşünüyorum.

Tarihin kırılma noktaları toplumların hayatını belirliyor, Bu, kimseyi ne inancı ne de yaşama biçimi yüzünden aşağılama hakkını bize vermiyor. ABD işgalinde doğan bir Afganlı bugün 20 yaşında, başka bir dünya bilmiyor.Ama bunun suçlusu o çocuk değil.

Daha Berbatı Yok Mu?

Kötülük Çemberi

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Kötülük Çemberi

Lauren Bohn Ortadoğu üzerlerine haberleriyle takip ettiğim bir gazeteci dün kendi hesabından Pakistan’da Blackwater isimli güvenlik-anti terör şirketinin sahibi Erik Prince’in kişi başı 6.500 dolara Kabil’den çıkış uçak bileti sattığını, 2017 ‘de lityum, uranyum, fosfor ve nadir elementler bulunan Helmand bölgesindeki madenleri yağmalamayı önerdiğini yazdı. Ve bir dizi Erik Prince ve Afganistan’da yaptıklarına ilişkin yazı paylaştı.

Afganistan Amerikan şirketlerinin savaş laboratuvarı olmuş. Bu şirketler Afganistan’a yağma Hasan’ın böreği gibi davranıp, madenlerini alıp bölgenin yerli halkını dünyanın gözünde çöp haline getirmişler.  Kendilerinde o bölge ve insanları üzerinde her şeyi yapmaya hak görmüşler…

Ve geride kalanlar… Dünya yeni bir insanlık krizi ile karşı karşıya. Son haftalardaki gelişmeler bu insanlık krizinin içinden nasıl çıkılacak sorusunu beraberinde getiriyor. Bu sadece Türkiye’nin değil uluslararası toplumun da sorusu. Gelişmeler şöyle:

Afganların Avrupa’ya göç güzergahları İran ve Türkiye’den geçiyor. Bu 50 yıl öncede böyleydi, bugün de. Çok zor, ölüm tehlikesiyle burun buruna bir kaçış rotası bu. Ancak bu yol aynı zamanda Avrupa’ya geçişin umudun kapısı…

İran Pakistan’dan sonra en fazla Afgan göçmen barındıran ülke, 800 bine yakın kayıtlı Afganlı göçmen var. O da bugünlerde belgesiz göçmenlere karşı önlemlerini sıkılaştırdı. Yakalananlara 25 yıl hapis cezası konuşuluyor.

Türkiye İran sınırını güçlendirdi, tabiri caizse kuş uçurtmuyor. 500 km’lik İran sınırında önlemleri iyice arttırmış durumda. Çaldıran’da duvarın büyük bölümünü tamamladı. Geçen yıl 415 bin göçmeni yakaladı ve geri gönderdi.

Yunanistan Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Afganları geri itmede en agresif politikaya uyguluyor. Duvar inşa etmeye başladı. Çünkü Schengen Anlaşması’na göre sınırdan girdikten sonra geri gönderemiyor.

Avrupa’da 2015’te yaşanan panik yeniden tetiklenmeye çalışılıyor. Düzensiz göç adeta bir barbarlar istilası olarak sunuluyor, “kendimiz korumalıyız” sesleri yükseliyor… Bu arada  2015 yılında Avrupa’yı tehdit ettiği söylenen 1.2 milyon mülteci Avrupa nüfusunun 0.16’sı bile değildi.

Kıyılarda artık muhkem kalelere dönüştü. Avrupa ülkeleri kıyılarında artık gemilerle donanmış daimi bir asker birlik bulunduruyor, üçüncü dünya ülkeleriyle insan pazarlığı yapıyorlar.

Fransa Cumhurbaşkanı Macron sanatçıları, gazetecileri, LGBT bireyleri ve insan hakları savunucularını alırız diyor. Almanya Başbakanı Merkel 2015’deki gibi açık kapı sözü veremiyor. 400 bin kişiyi alırız diyor…

Herkes birbirine iterken Afgan mültecilerin durumu gerçek bir insanlık krizine dönüşmüş durumda. Uluslararası toplumun Afgan mültecileri bölgede Pakistan, İran veya bir Orta Asya ülkesinde tutmaya çalışma kararı ne kadar işleyebilecek… Afgan insanları dünyaya pompalanan korkulara gerekçe oluşturmaya daha ne kadar devam edecek bilmiyoruz. Ama ortada gayri insani bir tablo var. Bu tablonun failleri ellerini yıkayıp işin içinden çıktılar akkaşık gibi. Kenardan olanları izleyip vay Afganlı kadınlar diye ağıtı yakıyorlar. İşaret edilene değil gerçeğe kötülüğün kaynağına bakmakta fayda var.

AMMA VELAKİN… PAŞALAR

Deyimler bu toprakların bilgeliğini taşır, anlamların içinde gizlenmiş birçok anlamıyla her kelime bir dünyadır aslında. “Paşa”lık mertebesi de bunlardan birisidir. Gerçek anlamının ötesinde içinde pek çok anlam, bir ruh barındırır. Bu toprakların ruhudur. Bu kelimelere yabancılaşmak içinde gizlediği anlamlara yabancılaşmaktır. 

Bu halk askere güvenmiş, bu güveni yıkan durumları istisna ya da zaruret saymış, bu güvenle çocuğunu “paşa olacak” diye büyütmüş. “Paşalar gibi okusun” demiş, “paşam” diye sevmiş… Bu topraklarda ordunun anlamı büyüktür. Asker olmak, paşa olmak güvendir, izleri silinmez.  Belki de bu nedenle 28 Şubat davasında emekli generallerin, paşaların 94 yaşındaki askerlerin hapse gönderilme kararını okurken duraladım. Bırakın sevinci üzüldüm. Üstelik de 12 Eylül’den başlayarak adım adım inşa edilen 28 Şubat kararlarına karşı mücadeleyle ömrünü geçirmiş birisiyim. Kadınların yaşadıkları acıların şahidiyim. 

Amma velakin üzerinden 24 yıl geçmiş, kaç nesil değişmişken bu yaşta generallerin hapse girmesinin kimseye faydası olmayacağını düşünüyorum. Çocuğunu “paşa olsun” diye seven toplumun buna rıza göstermediği kanaatindeyim.

YALAN CEPHANELİĞİ

Siyaset her zaman karşıt fikirlerle çarpışmayı beraberinde getirir.
İşin ruhu bu, rekabet, iddiayı içerir. Rakibi kızdırıp köşeye sıkıştırmak, amaca giden yolda her türlü aracın meşru görüldüğü popülist siyasetçilerin başvurduğu en bildik yöntem. Belli ki kızdırıp ringe çekecekler kavgayı kendi kurallarıyla kendi gündem başlıkları üzerinden sürdürecekler. Rakibin enerjisini boşa harcatma da denebilir buna. Bunu yapmak içinde her türlü yalana dolana iftiraya başvuruyorlar.

Sosyal medyayı da yalanın merkezi haline getirdiler. Halkı birbirine kışkırtmak, mültecilere karşı kışkırtmak için yalanı cephane haline getirdiler. Bugünlerde muhalefet partileri yalanı tek sermaye haline getirerek kaosa yatırım yapıyorlar… Aman dikkat! 

Daha Berbatı Yok Mu?

Risklerle Başa Çıkmak

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Risklerle Baş Etmek

Siyaset sosyolojinin önemli bir parçası. İlla ki siyasetçiler sosyologlardan beslenmek zorunda. Günümüz dünyasında “risk küreseldir ve öngörülemez” diyen sosyolog Ulrich Beck’in tespitleri bugünün siyaset arenasında hayat buluyor. Risk küresel ve öngörülemez olunca ona tepki de büyük oluyor. Beck böyle bir durumda “Umutlu olmak için zemin de bulabiliriz” diyor. Yeter ki böyle durumlarda iletişim mantığının farklı çalıştığını kavrayalım.

Küresel riskler, uzlaşamayacağını düşündüğümüz farklı dünyaları olan insanları da bir araya getiriyor.  Birbiriyle hiç ilişkisi olmayan ve bunu da reddedenler arasında iletişim kurulmasını zorunlu kılıyor.  İletişimi bu farklı dünyaları kapsayacak hale gelmeye zorluyor. Riskler, siyasetin ulusal ve uluslararası  gündeminin yanı sıra kültürlerin, dillerin, dinlerin ve sistemlerin sadece kendileriyle ilgilenmesini de  engeller. Öncelikleri altüst eder, birbirini görmezden gelen ya da birbirine karşı olan tarafları partileri ve çatışma halindeki ulusları eyleme geçirecek bağlamlar yaratır.  İletişimden kaçanların sırtına sorumluluk yükler. 

Ayrıca riskler üzerine çalışmanın aydınlatma, tecrübe kazandırma işlevi de var. Mevcut düzeni istikrarsızlaştırıyor ama yeni kurumların inşasında da rol oynuyor. Çözüm odaklı bakış açısını kazandırıyor. Türkiye küresel riskler arasında yer alan iklim ve göç sorunları karşısında başka ülkelerin tecrübesinden istifade etmeli. Avrupa’daki gibi doğrudan iklim ve göçe dair riskleri yönetecek kurum ve kuruluşlara ihtiyaç var. 

NASIL İLETİŞECEĞİZ…

Risk toplumu; kısmen aydınlanmaya tüm elleriyle sarılanların hayal kırıklığıdır, kısmen modernleşme karşıtlığıdır, kısmen klasik sanayi toplumlarındaki bilim ve teknoloji anlayışının büyüsünün bozulmasıdır, kısmen sanayi toplumunun çözülmesidir, kısmen bilimde metodik şüphenin oluşması, bilimsel doğruluğun hükmünün kalmamasıdır. Bugün aşı karşıtlarında gördüğümüz tabloda olduğu gibi… 

Risk toplumu sanayi toplumunun sistemli yapısını bozar. Modernliğin kavramlarıyla oluşmuş ulus devletlerin yapısını, bu kavramların değişmesiyle değişime zorlar. Değişim, esas unsurlar olarak bilinenleri değiştirir. Böyle olunca da sanayi, kalkınma, ilerleme ülküsüne sarılan ana akım siyasi partilerin savunduğu fikirler ile toplum arasında fay kırıkları ortaya çıkar. Topluma öncülük rolü, siyasetten “alt siyasete” ya da mikro siyasi alanlara geçer. Gündelik siyaseti belirleyen aktörler de değişir. Hükümetlerden ana meselelerinin yanı sıra daha alt siyasetin sorunlarını çözmesi beklenir. Özetle devlet daha önce üzerine vazife olmayan işlerden sorumlu tutulur. 

Eminim ki her birimiz Ulrich Beck’in Risk Toplumu – Başka Bir Modernliğe Doğru kitabındaki bu saptamalara ilişkin pek çok somut örnek verebiliriz. Küresel riskleri giderek daha çok hissettiğimiz bu “belirsizlik” ortamında “nasıl iletişeceğiz” sorusuna, sosyal medyaya yaslanmayan cevaplar üretmek gerekiyor.

Aklıselim siyaset sahnesine özellikle de iletişime hakim olmak zorunda. Sözlerimize “aklımız ve kalbimiz” birlikte mihver olmalı ki gelecek dünyanın risklerini karşılayalım. Beck’in John Dewey’in dediği gibi: Siyasetin bağrında eylemler değil sonuçlar yatar…

BU OYUNA GELMEYELİM

İncelikle sabırla uzun süredir devam eden sosyal medya işçiliği, çıkarılan söylentiler kıvılcımları hızla alevlendiriyor, insanları vahşileştiriyor olayları bir sosyal yangın haline getiriyor. Fırsatı ganimet bilen popülist politikacılar da yangına körükle gidiyor. Manipüle edilen ise evini koruma duygusu…

Ankara Altındağ Mahallesi’nde yaşanan provokasyon hepimizin hafızasında onlarca utanç sayfasını canlandırdı…Ancak tarihte de benzerlerine üzülerek şahit olduğumuz böylesi provokasyonlar ne geçmişte kimsenin işine yaradı ne de bugün yarayacak. Sadece kaos çağına hizmet edecek. Sosyal ya da siyasal problemlerin çözümü ise hiçbir zaman kaosun içinden çıkmadı ya da çıkmayacak. Birlikte ortak bir gelecek vandallıkla inşa edilemez.

Daha Berbatı Yok Mu?

Bir Portre Zalmay Halilzad

Köşe Yazıları

Ayşe Böhürler

Ayşe Böhürler

Bir Portre: Zalmay Halilzad

Görünen o ki; Zalmay Halilzad ismini daha çok duyacağız. Amerika’nın Dış İşleri Bakanlığı nezdinde pek çok görevde bulunmuş, BM daimi temsilciliği Kabil ve Bağdat büyükelçiliği de yapmış olan Halilzad bölgenin 41 yıllık tarihinde önemli çok çok önemli bir isim. Bugünkü unvanı: ABD’nin Afganistan Uzlaşısından Sorumlu Özel Temsilcisi, Büyükelçi.

Bugünkü unvanı  “Afganistan Uzlaşma Özel Temsilcisi”. 1951 Mezar-ı Şerif doğumlu, sonradan Kabil’e geliyor, Amerikan Muhipleri Derneği’ne giriyor. Oradan APS bursuyla  Amerika’ya gidiyor. Beyrut Amerikan Üniversitesi’ne, ardından Neoconların okulu olarak bilinen Chicago Üniversitesi’ne doktora yapmaya gidiyor. Bu üniversite Neocon hareketinin gurusu Leo Strauss’un fikirlerinin etkin olduğu bir okul… Leo Strauss’ın hocası da Karl Schmidt… Chicago okulu Freedman, Hayek, Leo Strauss  demek. Halilzad 1980 sonrasında dünyayı şekillendiren bu isimlerin siyasi görüşlerine yakın bir isim. Sonrasında Kolombiya Üniversitesi’nde ders vermeye başlıyor. Bu dönemde Zbigniew Brzezinski ile tanışıyor. Chicago Üniversitesi’ndeki Zalmay’ın sınıf arkadaşı Dick Cheney devlete çalışmaya başlayınca Halilzad’ı da yanına alıyor. Neoconların Afganistan’da kimi mücahitleri silahlandırmaya karar verdikleri yıllarda dünya da Halilzad’ın ismini duymaya başlıyor.

Zalmay ve Brezinski’nin ortak olarak yürüttükleri bir operasyon da Siklon. Bu operasyon ile 3 milyar kadar dolar Pakistan üzerinden Afganistan’a gidiyor. Ve mücahitler silahlandırılmaya başlanıyor. Taliban böyle ortaya çıkıyor. Zalmay Halilzad o günden bugüne hem bölgeyi hem de Afganistan siyasetini şekillendiren isimlerden birisi olarak biliniyor… BM, Afganistan ve Bağdat’ta  büyükelçilik yapıyor. Saddam’ın yakalanıp asıldığı dönem de Bağdat’ta… Bölgedeki tüm etnik halklarla teması var. 2016’da “Türkiye ve dünya güneyde kurulacak Kürdistan fikrine kendini alıştırsa iyi olur” diye demeç vermişti.

Zalmay Halilzad, Dick Cheyney gibi petrolcü.  Chevron ve Halliburton gibi  enerji şirketlerine danışmanlığı var.  Genel olarak da Amerikan petrol şirketlerinin bölgedeki çıkarlarını koruyan birisi olarak biliniyor. Bağdat’ta bu ilişkileri nedeniyle gündeme geliyor. 2014’te karısının hesapları, para aklıyorlar gerekçesiyle Viyana’da donduruluyor.

Halilzad’ın eşi de tanınmış bir yazar ve analist. Aynı zamanda Siyonist fikirleriyle biliniyor. Cheryl Benard Halilzad Amerika’da kitapları bestseller olan bir romancı. Ona  anti-Müslüman best seller romanların yazarı diyebiliriz. Veiled Courage,Women And Nation Building, Moghul Buffet kitaplarından bazıları. Otuza yakın bestseller kitabı var. Kitapların yayıncısı da RAND Corporation.

GÜNDEME DAİR…

–     Karşı cephede neler oluyor? Hümanistler kan kaybediyor…  Anti-human hareket güçleniyor, siyaset popülizme tutsak oluyor, tutarlılık, aklıselim kayboluyor… Örnek CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan…

–     Türkiye’de mülteciler konusunda söylenen çok şey yanlış. Bunlardan birisi bu konuda bir politikanın olmaması. Türkiye 2011 yılında maruz kaldığı yoğun göç ile şekillenen bir göç politikasına sahip. Uygulayan birimleri de var. Ülkeye giren çıkan herkes kayıt altında, onlarla ilgili, yürütücü birimler ve uygulanan bir politikada var. Ancak bir göç bakanlığına ihtiyaç var.  Böyle bir bakanlığın kurulması; bu politikanın farklı bakanlıklar çerçevesinde yürürlüğe konulan uygulamalarının bütünleştirir, muhatabı tekleştirir, işleri daha kolaylaştırır.

–     Toplumda oluşan mülteci tepkisi görülüyor, seçiliyor… Dilleri acımasız, insanlık dışı, empatiden yoksun, fırsatçı. Hepsine eyvallah! Lakin bu anti-mülteci akıma karşı dururken genel tepkiler göstermek yerine, karşılaşmaların olduğu mekanlara, kültürel çatışma alanlarına, mahallelere bakmak gerekiyor. Tepki gösterenlere kızmak yerine ülkeye gelen sığınmacıların sebep olduğu değişimlere dair lokal araştırmalara ihtiyaç var?

–     Elif Çakır ister başını örter ister başını açar. Ne başını örtmesi ne de açması bence haber değeri taşımaz. Başörtüsü insanın kişisel hikayesinin bir parçasıdır. Ne insanı dindar yapar ne de dinden çıkarır.

–     A Milli Kadın Voleybol takımımızın Çin’i yendiği maçtaki kaptan Eda Erdem Dündar’ın ikonik pozunu çok sevdim… Tam da ihtiyacını hissettiğimiz şey, göğsünde Türk Bayrağı taşıyan bir sporcunun, şampiyonluk maçının ardından  özgüvenli duruşu. Harikaydı, kendimi çok iyi hissettirdi. Bunu eleştirenler de olabilir. O da onların fikri. Herkes aynı şeyleri beğenip aynı şeylerden gurur duyamaz ki.